İslam Dünyasında Felsefenin Ortaya Çıkışı
Kelâm
Kelâm, İslam dininin inanç ilkelerini
sistemli ve rasyonel bir şekilde temellendirme, yabancı kültürlerin etkisiyle
ortaya çıkan ve toplum hayatında olumsuzluklara yol açma tehlikesi barındıran
bidatları etkisiz kılma, İslam’a yöneltilen eleştirileri cevaplandırma işlevini
üstlenen bir düşünce hareketidir.
Konusu, amacı ve yöntemi belli bağımsız bir
disiplin haline gelmesi, yüz elli yıllık bir sürecin sonunda Abbasî halifesi
Hârûnürreşîd (786-809) döneminde gerçekleşmiştir.
Başlangıçtan Gazzâlî’ye gelinceye kadar akıl
yürütme ve çıkarım yapmada İslam hukukçularının (fakih, fukahâ) kullandığı fıkhî
kıyası, teolojik tartışmalarda ise cedeli (yani diyalektiği) yöntem olarak
kullanan kelamcılar, Gazzâlî’nin “mantık bilmeyenin bilgisine güvenilmez”
sloganıyla mantığı genel geçer bir yöntem konumuna yerleştirmesinden sonra
Aristoteles mantığından büyük ölçüde yararlanmaya başlamışlardır.
Gâzzâlî’den önceki kelamcılar mütekaddimîn/öncekiler, Gazzâlî’den sonraki kelamcılar
ise mütahhirîn/sonrakiler şeklinde anılmaktadırlar.
Kelamcılar için sağlıklı çalışan duyular
(1), yöntemlice işletilen akıl (2), ve nesnesiyle örtüşen/uyumlu doğru haber
(3) olmak üzere üç güvenilir bilgi kaynağı vardır.
Kelamcıların tartıştıkları önemli konularda
Hâricîler ve Mürcie iki aşırı uçta yer alırken, Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet
probleme daha ılımlı ve dengeli yaklaşmışlardır.
Zühd
Hareketi ve Tasavvuf
İslam, fetih hareketiyle ilerledikçe,
farklı coğrafyalarda farklı düşünce biçimleriyle temasa geçti. Bununla birlikte
Dar’ül İslam’ın zenginleşmesi, sosyal hayatta farklılıklara yol açtı, kimileri
zenginlikle birlikte İslam ahlakından uzaklaştı, kimileri çaldıkları minarelere
kılıf uydurmaya çalıştı. Bütün bunlar İslam ülkesinde düşüncenin konusu
oldular. Yanlış olduğunu düşündüğü yaşam biçiminden uzaklaşan kimseler zaman
içinde çoğaldılar ve bu tavır bir ahlak / zühd hareketine dönüştü. 8. yüzyılın
ortalarından itibaren de bu akım tasavvuf adıyla anılmaya başlandı.
Tasavvuf en genel anlamıyla riyazet/maddi
ilgilerin azaltılması ve tezekkür/Allah’ı anıp
düşünmek suretiyle nefis tasfiyesini/iç arınmayı gerçekleştirip yüksek ahlak
sahibi olmayı, keşif ve ilhâm yoluyla hakikatin bilgisine ermeyi amaçlayan bir
harekettir.
TERCÜME
HAREKETİ
Bu faaliyetin ilk örneği olarak kaynaklarda
zikredilen olay, Emevî prenslerinden Hâlid b. Yezîd b. Muâviye’nin (ö.704) Grekçe ve Koptçadan tıp, astronomi ve kimyaya/simyaya
dair bazı eserleri İskenderiyeli rahiplerden Staphon ve Maraianos’a
tercüme ettirmesidir. Bundan halkın ihtiyaçlarına cevap bulması amacıyla bazı
tıp kitaplarının tercüme edildiğini de belirtelim.
Mansûr (754-775) dönemine aralarında Aristoteles’in Organon’unun ilk üç kitabının da bulunduğu
çok sayıda eser için sarayda Hizânetü’l-hikme
(Felsefe Kitaplığı) adı verilen özel bir bölüm oluşturuldu. Hizânetü’l-hikme, nihayet halife Me’mûn (809-833) döneminde Beytülhikme
(Felsefe Evi) adıyla anılan bağımsız bir kuruma dönüştürüldü (830).
İSLAM
DÜNYASINDA ORTAYA ÇIKAN FELSEFE EKOLLERİ
İslam düşüncesinin Grek felsefe ekolleri
arasından ilk tanıştığı ekol ve akımlar Yeni Eşâtunculuk, Yeni Pisagorculuk ve
Hermetik din felsefesi olmuştur. Aristoteles
mantığı ve felsefesini tanımak için Halife Me’mun dönemini beklemek
gerekmiştir.
Beytülhikme kadrosunda yer alan ilk İslam
filozofu Kindî ile başlayan felsefe hareketi 13. yüzyıla kadar devam etmiş, bu
süre zarfında İbnü’r-Râvendî’nin temsil ettiği Dehriyye;
Cabir ibn Hayyân ile Ebû Bekir Zekeriyyâ Râzî’nin sistemleştirdiği Tabîiyye; Kindî, Farâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi ünlü
filozoflarca temsil edilen Meşşâiyye; 10. yüzyılda
düşüncelerini ansiklopedik mahiyetteki Resâil’de ortaya koyan İhvân-ı Safâ; fiihabüddin Sühreverdî’nin kurduğu İşrâkıyye gibi ekoller ortaya çıkmış, ayrıca bu ekollerden
hiçbirine mensup olmayan bağımsız düşünür ve bilim adamları yetişmiştir.
Dehriyye
Adını “başlangıcı ve sonu olmayan zaman”
anlamındaki “dehr” kelimesinden alan materyalist
ve ateist bir felsefe ekolüdür. İran kültürüne bağlı olanlar, Maniheistler, Brahmanizmden
etkilenenler ve bir şekilde İslam karşıtlığı yapmak isteyenler arasında rağbet
görmüştür.
İslam düşünce tarihindeki en dikkat çeken
temsilcisi İbnü’r-Râvendî’dir. Ki-tâbü’t-Tâc ve ez-Zümürrüd adlı eserlerinde
âlemin ezelî olduğunu ve onun ötesinde manevi de olsa hiçbir varlığın bulunmadığını
savunmuştur.
Tabîiyye
Deist bir yaklaşımı esas alan tabiatçı
ekol, yaratıcı kudret olarak Tanrı’nın varlığını kabul ettiği halde
peygamberlik ve din kurumunu reddeder. Câbir b. Hayyân diğeri Ebû Bekir Râzî
olmak üzere iki temsilcisi vardır.
Câbir b. Hayyân, âlemin sırlarını anlamanın
yolunun kimyasal analizlerden geçtiğini ileri sürmüş; bu sırların kötüye kullanılabileceği
kaygısıyla da düşünceleri gizemli ve mistik bir dille ifade etmiştir.
Ebû Bekir Râzî ise İslam dünyasında yetişen
en önemli tabip ve kimyacıdır. Âlemin var oluşunu “beş ezelî ilke”
(el-kudemâü’l -hamse) adını verdiği yaratıcı (Tanrı), nefis (ruh), heyûlâ (madde),
hâlâ (mekân) ve dehr (zaman) kavramlarıyla açıklamıştır.
Meşşâiyye
Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi
çok tanınan filozofların temsil ettiği bu ekol, Aristoteles’in Arapça’ya çevrilen
kitaplarının yanı sıra onun Yeni Eflâtuncu yorumcuları tarafından yazılan şerhlerinden
ve Aristoteles’e maledilen sahte eserlerden de önemli ölçüde yararlanmıştır.
Meşşâî filozoflar daima Eflâtun ile Aristoteles
felsefelerini uzlaştırma çabası içinde olmuşlardır. Bunun tek istisnası en
büyük Aristoteles yorumcusu olarak tanınan İbn Rüşd’tür.
Hepsi de akılcı/rasyonalist olan meşşâî
filozoflar vahiy, peygamberlik ve din olgusunu tanıdıklarından teist felsefeyi
ve akıl ile naklin/felsefe ile dinin uzlaştırılabileceğini savunmuşlardır
İhvân-ı
Safâ
Basra merkezli gizli ve siyasi bir örgüt şeklinde
yapılanan İhvânı-Safâ’nın (Temizlik Kardeşleri) kimlerden oluştuğu ve gerçek
amaçlarının ne olduğu bilinmemektedir. Bâtınî-İsmâilî eğilimler taşıdığı
düşünülmektedir. Görüşlerini elli bir risaleden oluşan ve Resâilü İhvâni’s-Safâ
olarak bilinen bilimler ansiklopedisi niteliğindeki eserde ortaya koymuşlardır.
Cehalet, batıl inanç ve sapkın fikirlerle
kirletildiğini düşündükleri dinin ancak felsefe ile temizlenebileceğin savunan İhvân-ı
Safâ, insanlığın kurtuluş, huzur ve mutluluğunu felsefeleşmiş din ile sağlanabileceğini
ileri sürer.
Gnostik yaklaşımı benimsediklerinden,
onlara göre dinin biri cahil halk kitlesine, diğeri yüksek bilgi ve irfan
sahibi seçkinlere dönük olan iki yüzü vardır. Kozmolojide
sudûrcu, tabiat felsefesinde Aristocu, ahlakta mistik geleneği izleyen eklektik
bir sistem kurmuşlardır.
İşrâkiyye
Şehâbeddin Sühreverdî tarafından kurulan İşrâkiyye,
hakikatin ancak mistik tecrübe yöntemiyle bilineceğini ileri sürmüştür.
Eşâtuncu bir sistem geliştiren Sühreverdî, İbn
Sînâ ve İbn Tufeyl’in eserlerinden büyük ölçüde yararlanmıştır.
Âlemin var oluşunu sudur teorisiyle izaha çalışan
düşünür, Fârâbî’nin kullandığı “akıl” yerine “nur” terimini yerleştirir. Varlık
hiyerarşisinin en üstünde Sühreverdî’nin “nurların nuru” veya “kutsal nur” dediği
Tanrı vardır ve diğer varlıklar belli bir sıradüzeni içinde ve sudûr yoluyla meydana
gelirler.
---Ortaçağ Felsefesi II
Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2359
Ocak 2013, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder