18 Kasım 2016 Cuma

Ortaçağ Felsefesi II: İslam Dünyasında Felsefenin Ortaya Çıkışı

İslam Dünyasında Felsefenin Ortaya Çıkışı
Kelâm
Kelâm, İslam dininin inanç ilkelerini sistemli ve rasyonel bir şekilde temellendirme, yabancı kültürlerin etkisiyle ortaya çıkan ve toplum hayatında olumsuzluklara yol açma tehlikesi barındıran bidatları etkisiz kılma, İslam’a yöneltilen eleştirileri cevaplandırma işlevini üstlenen bir düşünce hareketidir.
Konusu, amacı ve yöntemi belli bağımsız bir disiplin haline gelmesi, yüz elli yıllık bir sürecin sonunda Abbasî halifesi Hârûnürreşîd (786-809) döneminde gerçekleşmiştir.
Başlangıçtan Gazzâlî’ye gelinceye kadar akıl yürütme ve çıkarım yapmada İslam hukukçularının (fakih, fukahâ) kullandığı fıkhî kıyası, teolojik tartışmalarda ise cedeli (yani diyalektiği) yöntem olarak kullanan kelamcılar, Gazzâlî’nin “mantık bilmeyenin bilgisine güvenilmez” sloganıyla mantığı genel geçer bir yöntem konumuna yerleştirmesinden sonra Aristoteles mantığından büyük ölçüde yararlanmaya başlamışlardır.
Gâzzâlî’den önceki kelamcılar mütekaddimîn/öncekiler, Gazzâlî’den sonraki kelamcılar ise mütahhirîn/sonrakiler şeklinde anılmaktadırlar.

Kelamcılar için sağlıklı çalışan duyular (1), yöntemlice işletilen akıl (2), ve nesnesiyle örtüşen/uyumlu doğru haber (3) olmak üzere üç güvenilir bilgi kaynağı vardır.

Kelamcıların tartıştıkları önemli konularda Hâricîler ve Mürcie iki aşırı uçta yer alırken, Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet probleme daha ılımlı ve dengeli yaklaşmışlardır.

Zühd Hareketi ve Tasavvuf
İslam, fetih hareketiyle ilerledikçe, farklı coğrafyalarda farklı düşünce biçimleriyle temasa geçti. Bununla birlikte Dar’ül İslam’ın zenginleşmesi, sosyal hayatta farklılıklara yol açtı, kimileri zenginlikle birlikte İslam ahlakından uzaklaştı, kimileri çaldıkları minarelere kılıf uydurmaya çalıştı. Bütün bunlar İslam ülkesinde düşüncenin konusu oldular. Yanlış olduğunu düşündüğü yaşam biçiminden uzaklaşan kimseler zaman içinde çoğaldılar ve bu tavır bir ahlak / zühd hareketine dönüştü. 8. yüzyılın ortalarından itibaren de bu akım tasavvuf adıyla anılmaya başlandı.
Tasavvuf en genel anlamıyla riyazet/maddi ilgilerin azaltılması ve tezekkür/Allah’ı anıp düşünmek suretiyle nefis tasfiyesini/iç arınmayı gerçekleştirip yüksek ahlak sahibi olmayı, keşif ve ilhâm yoluyla hakikatin bilgisine ermeyi amaçlayan bir harekettir.

TERCÜME HAREKETİ
Bu faaliyetin ilk örneği olarak kaynaklarda zikredilen olay, Emevî prenslerinden Hâlid b. Yezîd b. Muâviye’nin (ö.704) Grekçe ve Koptçadan tıp, astronomi ve kimyaya/simyaya dair bazı eserleri İskenderiyeli rahiplerden Staphon ve Maraianos’a tercüme ettirmesidir. Bundan halkın ihtiyaçlarına cevap bulması amacıyla bazı tıp kitaplarının tercüme edildiğini de belirtelim.
Mansûr (754-775) dönemine aralarında Aristoteles’in Organon’unun ilk üç kitabının da bulunduğu çok sayıda eser için sarayda Hizânetü’l-hikme (Felsefe Kitaplığı) adı verilen özel bir bölüm oluşturuldu. Hizânetü’l-hikme, nihayet halife Me’mûn (809-833) döneminde Beytülhikme (Felsefe Evi) adıyla anılan bağımsız bir kuruma dönüştürüldü (830).

İSLAM DÜNYASINDA ORTAYA ÇIKAN FELSEFE EKOLLERİ
İslam düşüncesinin Grek felsefe ekolleri arasından ilk tanıştığı ekol ve akımlar Yeni Eşâtunculuk, Yeni Pisagorculuk ve Hermetik din felsefesi olmuştur. Aristoteles mantığı ve felsefesini tanımak için Halife Me’mun dönemini beklemek gerekmiştir.
Beytülhikme kadrosunda yer alan ilk İslam filozofu Kindî ile başlayan felsefe hareketi 13. yüzyıla kadar devam etmiş, bu süre zarfında İbnü’r-Râvendî’nin temsil ettiği Dehriyye; Cabir ibn Hayyân ile Ebû Bekir Zekeriyyâ Râzî’nin sistemleştirdiği Tabîiyye; Kindî, Farâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi ünlü filozoflarca temsil edilen Meşşâiyye; 10. yüzyılda düşüncelerini ansiklopedik mahiyetteki Resâil’de ortaya koyan İhvân-ı Safâ; fiihabüddin Sühreverdî’nin kurduğu İşrâkıyye gibi ekoller ortaya çıkmış, ayrıca bu ekollerden hiçbirine mensup olmayan bağımsız düşünür ve bilim adamları yetişmiştir.

Dehriyye
Adını “başlangıcı ve sonu olmayan zaman” anlamındaki “dehr” kelimesinden alan materyalist ve ateist bir felsefe ekolüdür. İran kültürüne bağlı olanlar, Maniheistler, Brahmanizmden etkilenenler ve bir şekilde İslam karşıtlığı yapmak isteyenler arasında rağbet görmüştür.
İslam düşünce tarihindeki en dikkat çeken temsilcisi İbnü’r-Râvendî’dir. Ki-tâbü’t-Tâc ve ez-Zümürrüd adlı eserlerinde âlemin ezelî olduğunu ve onun ötesinde manevi de olsa hiçbir varlığın bulunmadığını savunmuştur.

Tabîiyye
Deist bir yaklaşımı esas alan tabiatçı ekol, yaratıcı kudret olarak Tanrı’nın varlığını kabul ettiği halde peygamberlik ve din kurumunu reddeder. Câbir b. Hayyân diğeri Ebû Bekir Râzî olmak üzere iki temsilcisi vardır.
Câbir b. Hayyân, âlemin sırlarını anlamanın yolunun kimyasal analizlerden geçtiğini ileri sürmüş; bu sırların kötüye kullanılabileceği kaygısıyla da düşünceleri gizemli ve mistik bir dille ifade etmiştir.
Ebû Bekir Râzî ise İslam dünyasında yetişen en önemli tabip ve kimyacıdır. Âlemin var oluşunu “beş ezelî ilke” (el-kudemâü’l -hamse) adını verdiği yaratıcı (Tanrı), nefis (ruh), heyûlâ (madde), hâlâ (mekân) ve dehr (zaman) kavramlarıyla açıklamıştır.

Meşşâiyye
Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi çok tanınan filozofların temsil ettiği bu ekol, Aristoteles’in Arapça’ya çevrilen kitaplarının yanı sıra onun Yeni Eflâtuncu yorumcuları tarafından yazılan şerhlerinden ve Aristoteles’e maledilen sahte eserlerden de önemli ölçüde yararlanmıştır. Meşşâî filozoflar daima Eflâtun ile Aristoteles felsefelerini uzlaştırma çabası içinde olmuşlardır. Bunun tek istisnası en büyük Aristoteles yorumcusu olarak tanınan İbn Rüşd’tür.
Hepsi de akılcı/rasyonalist olan meşşâî filozoflar vahiy, peygamberlik ve din olgusunu tanıdıklarından teist felsefeyi ve akıl ile naklin/felsefe ile dinin uzlaştırılabileceğini savunmuşlardır

İhvân-ı Safâ
Basra merkezli gizli ve siyasi bir örgüt şeklinde yapılanan İhvânı-Safâ’nın (Temizlik Kardeşleri) kimlerden oluştuğu ve gerçek amaçlarının ne olduğu bilinmemektedir. Bâtınî-İsmâilî eğilimler taşıdığı düşünülmektedir. Görüşlerini elli bir risaleden oluşan ve Resâilü İhvâni’s-Safâ olarak bilinen bilimler ansiklopedisi niteliğindeki eserde ortaya koymuşlardır.
Cehalet, batıl inanç ve sapkın fikirlerle kirletildiğini düşündükleri dinin ancak felsefe ile temizlenebileceğin savunan İhvân-ı Safâ, insanlığın kurtuluş, huzur ve mutluluğunu felsefeleşmiş din ile sağlanabileceğini ileri sürer.
Gnostik yaklaşımı benimsediklerinden, onlara göre dinin biri cahil halk kitlesine, diğeri yüksek bilgi ve irfan sahibi seçkinlere dönük olan iki yüzü vardır. Kozmolojide sudûrcu, tabiat felsefesinde Aristocu, ahlakta mistik geleneği izleyen eklektik bir sistem kurmuşlardır.

İşrâkiyye
Şehâbeddin Sühreverdî tarafından kurulan İşrâkiyye, hakikatin ancak mistik tecrübe yöntemiyle bilineceğini ileri sürmüştür.
Eşâtuncu bir sistem geliştiren Sühreverdî, İbn Sînâ ve İbn Tufeyl’in eserlerinden büyük ölçüde yararlanmıştır.

Âlemin var oluşunu sudur teorisiyle izaha çalışan düşünür, Fârâbî’nin kullandığı “akıl” yerine “nur” terimini yerleştirir. Varlık hiyerarşisinin en üstünde Sühreverdî’nin “nurların nuru” veya “kutsal nur” dediği Tanrı vardır ve diğer varlıklar belli bir sıradüzeni içinde ve sudûr yoluyla meydana gelirler.
---
Ortaçağ Felsefesi II
Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2359
Ocak 2013, Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder