18 Kasım 2016 Cuma

Ortaçağ Felsefesi II: Osmanlı’da Düşünce Hayatı ve Felsefe

Osmanlı’da Düşünce Hayatı ve Felsefe

İslam dünyasında düşünce hareketi kelâm, tasavvuf ve felsefe olmak üzere üç ayrı alan ve akım halinde ortaya çıkıp gelişmiştir.

Bir Eş’arî kelâmcısı olan Fahreddin Râzî (ö.1209), felsefeye daima olumsuz yaklaşıp reddeden geleneksel kelâmcı tavrın dışına çıkar. Önceki kelâmcıların yaptığı gibi felsefeyi sadece eleştirip reddetmek yerine, ortak problemlere ilişkin olarak çeşitli kelâm ve felsefe okullarınca ortaya konulan çözümler karşısında seçici/eklektik bir yaklaşımla tercihler yapacağını ve bu arada kendi görüşlerini ortaya koymaktan da geri durmayacağını açıkça ifade eder.
El-Mebâhisü’l-meşrıkiyye adlı eserinde felsefe problemlerini kelâmcı tavrıyla, el-Muhassal’de ise kelâmın meselelerini filozof tavrıyla irdeleyerek kelâm ile felsefeyi harmanlamıştır.
Kelâm ile felsefeyi yöntem, terminoloji ve problemleri bakımından iç içe bir arada ele alarak bu iki akımın kaynaşmasını sağlayan Râzî, bununla da kalmayarak Gazzâlî’nin genel geçer bir yöntem olarak meşruiyet kazandırdığı mantık disiplinini bağımsız bir ilim konumuna oturmuştur.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin tasavvufu kelâm ve felsefe ile birlikte adeta aynı potada eritip yeni bir kalıba dökerek oluşturduğu “vahdet-i vücut/varlığın birliği” öğretisine dayalı teosofi, İslam düşüncesinin seyrini etkilediği kadar Osmanlı’nın düşünce hayatını şekillendiren bir unsur olması bakımından da büyük önem taşır.
Gösterişten uzak, takvaya dayalı bir dindarlığı ve ahlaki arınmayı ilke edinen zühd hareketi, XI. yüzyılın sonlarına doğru tasavvuf adıyla anılmaya başlanmıştır.

Orhan Gazi tarafından 1336 yılında İznik’te kurulan ilk Osmanlı medresesinin başına, İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen Ekberiyye tarikatının önde gelen simalarından biri olan Dâvûd-i Kayserî getirilmiştir.
İbnü’l-Arabî’nin üvey oğlu ve öğrencisi olan Sadreddin Konevî’nin talebelerinden Abdürrezzak Kâşânî’nin yanında yetişen Dâvûd-i Kayserî, İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-hikem adlı eserine şerh yazmıştır.
Mâturidiyye okuluna mensup bir kelâmcı olan Ebû Hafs Necmeddin Ömer b. Muhammed Nesefî’nin kaleme aldığı Akâidü’n-Nesefî, İslam inanç ilkelerinin son derece özlü ifadelerle ortaya konulduğu didaktik bir risaledir.
Taftazânî’nin bu esere yazdığı şerh Osmanlı medreselerinin yanı sıra İslam coğrafyasının birçok bölgesinde asırlarca temel kitap olarak okutulmuş, bazı yerlerde hâlâ okutulmaktadır.

Adudüddin Îcî’nin, Fahreddin Râzî çizgisini izleyerek kaleme aldığı el-Mevâkıf fî ilmi’l-kelâm, başta Osmanlı medreseleri olmak üzere bütün İslam dünyasında yüzyıllar boyu ders kitabı olarak okutulmuş ve bazı İslam ülkelerinde hâlâ okutulmaktadır.

Taşköprülüzâde’nin Miftâhu’s-sa’âde/Mevzû’âtü’l-ulûm adlı eseri ilim ve düşünce tarihinin yaşadığı döneme kadar olan devresinde temel disiplinler ve alt dalları ile sanat, zanaat ve meslek olarak nazarî/teorik ve amelî/pratik düzeyde oluşan birikimi, 300’ü aşkın bilgi alanı halinde ve her birini “ilim” kabul ederek kapsamlı bir tasnife tabi tutmuştur.

Yeni sentezlere varıp düşünce üretmek yerine, “gök kubbe altında söylenmemiş hiçbir şey kalmadığı, dolayısıyla yapılması gerekenin bunları anlamaya çalışmaktan ibaret bulunduğu” şeklindeki bir anlayışın kaçınılmaz sonucu, elbette skolastik bir öğretim sistemi olacaktı ve öyle olduğu anlaşılmaktadır.

---
Ortaçağ Felsefesi II
Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2359

Ocak 2013, Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder