Jean
Paul Sartre - Bulantı
1932 Ocağının başlangıcında yazılmış olmalı.
…
Olayları günü gününe yazmak daha iyi olacak. Açıkça kavramak
için bir günce tutmalı.
Şu masayı, sokağı, insanları, tütün paketimi nasıl gördüğümü
anlatmalıyım, çünkü değişen bu (s. 15).
Günce
29 Ocak 1932
Pazartesi
Tutkum ölmüştü artık. Yıllarca onunla dolup sürüklenmiştim,
ama şimdi içim bomboştu. Bu yetmiyormuş gibi tatsız tuzsuz, koskoca bir düşünce
de kayıtsızca durmuştu karşımda. Ne olduğunu pek bilmiyordum bunun, ama içimi
öyle daraltıyordu ki bakamıyordum.
Saat bir buçuk, Mably Kahvesi’ndeyim; bir sandviç yiyorum,
aşağı yukarı her şey yolunda. Kahvelerde her şey yolundadır zaten.
Kimseyle konuşmuyorum, hiç kimseyle. Tek bir bağlantım yok.
Otodidakt’ı saymamak gerekir. Bir de Rendez-vous des Cheminots’nun sahibi
Françoise var, ama onunla konuşuyorum sayılır mı? Kimi zaman, akşam
yemeklerinden sonra, biramı getirdiği sırada, "Bu akşam serbest misiniz?”
diye sorarım ona.
Yalnızken insanın içinden gülmek gelmiyor pek. Gördüklerim
benim için keskin, hatta yırtıcı, ama katışıksız bir anlam taşıyordu.
Ne var ki yine de tedirginim, yarım saattir şu bira
bardağına bakmaktan kaçınıyorum. Altına üstüne, sağına soluna bakınıyorum, ama
onu görmek istemiyorum.
Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü
canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koruz.
Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar.
Evet, evet ta kendisi, ellerde duyulan bir çeşit bulantı bu.
Aynada gri bir şey beliriyor. Yaklaşıp bakıyorum,
kurtaramıyorum kendimi.
Yüzümün yansısı bu. Yapacak işim olmadığı günlerde onu
seyreder dururum. Gördüğüm bu yüzden, hiçbir şey anlamıyorum. Başkalarının
yüzleri bir anlam taşıyor. Benimki öyle değil.
Kendimi toparlamak isterdim. Canlı ve keskin bir duyum
kurtarabilir beni (s. 37).
Otodidakt’ın okudukları şaşırtıyor beni.
Okuma yöntemini buluyorum. Öğrenimini abece sırasına göre
yapıyor.
Anılarım, şeytanın kesesindeki paralara benziyor: Keseyi
açınca içinde kurumuş yapraklardan başka şey bulamıyorsunuz.
Başımdan tek serüven geçmedi. Hikâyeler, olaylar, kazalar ne
isterseniz var bende. Ama serüven yok. Bu sözcüklerle ilgili bir soru değil,
şimdi anlıyorum. Farkında olmadan, kendisine her şeyden daha fazla bağlandığım
bir şey vardı. Aşk değildi bu, Tanrı da değildi; ün kazanmak, zengin olmak da
değildi. Bu... Kısacası, belli zamanlarda hayatımın, zor rastlanır, değerli bir
nitelik kazanacağını ummuştum (s. 64).
Hayatını, sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.
Yaşarken başımızdan hiçbir şey geçmez. Dekorlar değişir,
kişiler girer çıkar yalnız. Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde
birbirine eklenir durur; sonu gelmez, tekdüze bir ekleniştir bu.
Yaşamak budur işte. Ama hayatınızı anlatırsanız, her şey
değişir. Ne var ki, bu değişikliği kimse fark etmez. Gerçek hikâyelerden söz
edilmesi bunun kanıtıdır. Sanki, gerçek hikâyeler olabilirmiş gibi (s. 68).
Serüven duygusu, anların art arda geliş biçimine bağlı (s.
91).
…ben. Şimdi’nin gerçek özü kendini açığa vuruyordu. Şimdi
var olandı, şimdi olmayan hiçbir şey varoluşmuyordu. Geçmiş var olan bir şey
değildi. Hem de hiç değildi. Ne eşyada hatta ne de düşüncemde varoluşuyordu.
Kendi geçmişimin benden kaçmış olduğunu çoktan beri anlamıştım. Ama benim
alanımın dışına kaçmış olduğuna inanmıştım. Benim gözümde geçmiş, bir çeşit
emekliye çıkarma; bir başka varoluşma biçimi, bir tatil ve hareketsizlikti. İşi
biten her olay, kendi kendine bir kutunun içine usulca giriyor ve bir fahri
olay niteliği alıyordu. Hiçliği düşünmek bu kadar zordur işte. Ama şimdi
anladım, eşyanın, görünüşünü aşan bir varlığı yok. Onların ardında... hiçbir
şey yok (s. 145-146).
Düşüncem, benden başka bir şey değil. Bu yüzden duramıyorum.
Düşündüğüm ile varoluşmaktayım. Oysa düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Şu
anda bile
(korkunç bir şey) varoluşmaktaysam, bu, varoluşmaktan
ürküntü duymamdan ötürüdür. Özlediğim hiçlikten kendimi çekip alan benim.
Nefret ya da varoluşmak tiksintisi, kendimi varoluşturma, varoluşun içine
oturtma biçimlerinden başka şey değil (s. 151).
(Requentin & Otodidakt geyiği, s. 170-180)
…bulantı bu: göz kamaştırıcı bu apaçıklık. Üzerinde kafa
patlattım. Yazılar yazdım. Şimdi biliyorum. Varım (dünya da var) ve dünyanın
var olduğunu biliyorum. Hepsi bu. Benim için önemli değil. Benim için hiçbir
şeyin önemi olmaması çok acayip, korkuyorum bundan. Denizde taş kaydırmak
istediğim gün yok mu, işte o günden beri böyle. Çakıl taşını atarken, durup ona
bakmıştım; her şey işte o zaman başlamıştı: Onun var olduğunu hissetmiştim (s.
183).
Bulantı yakamı bırakmadı. O kadar çabuk bırakacağını da
sanmıyorum. Ama onu, bir dert gibi duymuyorum artık. Bu geçici bir huysuzluk ya
da bir hastalık değil; kendi öz varlığım (s. 188).
Varoluş üzerine düşündüğümü sandığımda, hiçbir şey
düşünmemiş olduğumu söyleyebilirim; kafamın içi bomboştu ya da bir sözcük vardı
yalnız; yani "varlık” sözcüğü vardı. Ya da düşündüğüm... bilmem ki nasıl
söylesem? Evet, düşündüğüm ilişkinlikti…
"Varoluş nedir?” diye sorulsaydı, özlerini değişime
uğratmadan, nesnelere dıştan eklenen boş bir biçimdir derdim (s. 189).
Sonra birden ortaya çıkmış, belirivermişti işte; apaçıktı,
varoluş kendini açığa vuruvermişti. Zararı dokunmayan soyut bir kategori havasını
kaybetmişti; nesnelerin hamuruydu o (s. 189-190)…
Peki ama, birbirlerine bu kadar benzediklerine göre, niçin
bu kadar var olan var?
Hiçliği tasarlamak için, önceden burada, dünyanın ortasında,
gözler fal taşı gibi açılmış, canlı olarak bulunmak gerekiyordu.
Bu hiçlik varoluştan önce gelmemişti, o da ötekiler gibi bir
varoluştu ve birçoğundan sonra ortaya çıkmıştı (s. 200).
Özgürüm: Hiçbir yaşama nedeni kalmadı artık bana; denediğim
bütün nedenler beni bıraktı; başkalarını da tasarlayamıyorum.
Bugün hayatım sona eriyor. Yarın, içinde bunca zaman
yaşadığım ve ayaklarımın ucunda uzanan şu kenti terk edeceğim (s. 230).
Bütün hayatım arkamda kaldı. Onu tepeden tırnağa görüyorum.
Onunla ilgili pek az şey var söylenecek, kaybedilmiş bir partidir hayatım;
hepsi bu.
Boşlukta, bütün nesneler aynı hızla düşer…
Bilinç bir ağaç gibi, bir tutam ot gibi var. Uyuyup duruyor,
sıkılıyor. Dallardaki kuşlar gibi küçük varoluşlar bulunuyor içinde. Bir
görünüyor, bir kayboluyorlar. Gri gökyüzü altında, şu duvarlar arasında
unutulmuş ve bırakılmış bilinç. Varoluşunun anlamı da şu: Bilinç, fazlalık olmanın
bilincidir. Genişler, dört bucağa yayılır, koyu renkli duvarın üzerinde,
lambalar boyunca ya da karşıda akşamın sisleri içinde kendini kaybetmeye
uğraşır. Ama hiçbir zaman unutmaz kendini; bu durumda bile kendini unutan bir
bilinç olmanın bilincidir. Onun alın yazısı bu (s. 249).
…yazık ki bilincin de bilinci var.
Deneyemez miyim ben?.. Bir müzik parçası söz konusu değil
tabii... Ama başka bir türü deneyemez miyim? Bir kitap olması gerekiyor bunun;
başka şey ortaya koyamam ki. Ama bir tarih kitabı değil, çünkü tarih, var olmuş
olan bir şeyden söz eder; oysa bir var olan başka bir var olanın varoluşunu
haklı çıkaramaz. Benim yanılgım, Bay de Rollebon’u canlandırmaya çalışmaktı.
Başka çeşit bir kitap yazmalıyım (s. 259-260).
Some of these days
You'll miss me honey
…
La Nausee
…
Türkçeleştiren: Selâhattin Hilâv
Can Yayınları, 19. baskı, 2013
Özet: Roman, Roquentin adlı entelektüelin notları/hatıraları biçimindedir. Roquentin’in kimsesi ve bir işi yoktur. Dünyanın çeşitli yerlerini gezmiş, uzak Asya’da arkeoloji çalışmalarına katılmıştır. Sonradan bütün bu işlere ilgisini kaybetmiştir.
YanıtlaSilAnny adında bir kadınla bir süre metres hayatı yaşamış, sonra kadından sıkılmış ve ayrılmıştır. Bir otelde yaşayan Roquentin, 18. yüzyılda yaşamış maceraperest Comte de Rolleben hakkında araştırmalar yapmaktadır. Bazı geceler yakındaki bir kafeyi işleten kadınla birlikte olur. Bu hayatı rutin şekilde devam eder.
Roquentin bu rutin yaşantısından bulantı hissine kapılmaktadır. Bulantı hissi kendi özelini aşarak tüm hayata aksetmiştir. Hayata yabancılaşır, nesnelere farklı anlamlar yüklemeye başlar; onların kendilerine özel hayatları olduğunu düşünür. Bu düşünceleri artarak devam eder; kendi uzuvlarına da yabancılaşmaya başlar.
Varolan hiçbir şeyin belli bir kurala bağlı olmadığı sonucuna varır. İnsan için de geçerlidir bu. İnsan, bir amacı olmaksızın, tamamıyla özgürdür yaşadığı hayatta. İnsanın bu hiçbir anlamı olmayan özgürlüğü, Roquentin’in hissettiği tiksintinin/bulantının temelidir. Diğer insanlardan uzak, onlara karşı mesafeli yaşamasını nedeni ise, bu anlamsız özgürlük alanına rağmen insanların belli bir takım kurallara göre hareket ediyor olmalarıdır. İnsanların bu halini sahtekârlık olarak kabul eder.
Roquentin’in çevresinde gözlemlediği insanlar arasında, kütüphanedeki kitapları okuyarak kendini geliştirmeye çalışan genç bir kâtip vardır. Kitapları alfabetik sıraya göre okuyan bir genç, yedi yıl içinde “L” harfine ulaşmıştır. Roman boyunca bu genç elemanla sıkça karşılaşır. Bu genç kâtip bir gün kütüphaneden kovulur, buna sebep, kütüphanedeki çocukları taciz etmesidir; Roquentin’in gözlemlediği gibi; kâtip de nihayetinde sahtekârın biridir.
Roquentin’in bulantı dolu dünyasındaki tek istisna Anny’dir. Anny’den gelen bir mektuptan sonra kadını görmeye Paris’e gider. Anny ile olan görüşmesinden umduğu etkiyi alamaz.
Yeniden bulantısına dönen Roquentin, caz plağını dinlemeye devam eder (otel odasında sık sık aynı plağı dinliyor). Akıbeti hakkında bilgi verilmeden anlatı sona erer.