30 Eylül 2011 Cuma

Uwe Porksen – Plastik Kelimeler

Uwe Porksen – Plastik Kelimeler
Modern Dilin Zulmü


Günlük dilin matematikleştirilmesi ifadesi, günlük dilin gerçekten matematiğin diline yakınlaştığını ortaya koyarken, ilk anda kendisinden beklenilen, açık, kesin, mantıklı ve kolayca anlaşılabilen bir dil olma özelliğini yitirdiğine, yani tahlikeli bir alan karışmasına işaret ediyor.

Esas itibariyle bilim, değiştirilmiş olarak dilin içinde yerini almış vaziyette, bir piç gibi; genellikle şüphe uyandıran, doktriner, ele geçirici. Günlük dilde ortaya çıktığında matematiğin çarpıtılmış olması gibi, günlük dil de matematikleştirildiğinde çarpıtılır.

Dil, gerçekliği geçersiz hale getirdiğinde aslında onu gerçekdışı yapmış oluyor. Çünkü, hayal ürünü ve boş sözler bile gerçekleşebiliyorlar; işte o zaman gerçeklik korkunç hale geliyor.

İsim, bir tanımlama değildir, bilakis hafıza için bir tutamaktır, isim sadece isimlendirilen şeyin zihindeki konumunu kısmen belirler.

Günlük dilin bilimselleştirilmesi bu kelimeler örneği üzerinde düşünüldüğünde, sömürgeleştirmenin bir şekli gibi gözüküyor.

Tarih, sistematik olarak doğaya dönüştürülmüştür.

Ulus devlet, dilleri kendi topraklarında yeknesaklaştırdıktan ve standartlaştırdıktan sonra, artık onları küçük bir kodun yardımıyla küresel planda şekillendiriyor.

İnsan kendini dille tanıtamaz oldu, sonuç olarak kendini gerçekten ifade edemez hale geldi.

Enformasyon, insanın sürekli kaçırdığı bir şeydir.

Enformasyon, Latince’den alınmış yabancı kökenli yerleşik bir kelimedir. Klasik Latince’de ‘informatio’, ‘ders öğretim, öğretme’ veya ‘simge ve tasavvur’ anlamlarına gelir. Fiil olan ‘informare’ de aynı geniş anlam çeşitliliğine sahiptir. Ortaçağ Latincesi’nde bunlara ‘keşif’i ‘inceleme’, ‘araştırma’ anlamları dahil olur.

Günlük dildeki bilimsel kelimeler artık bilimsel kelimeler değillerdir.

Şekilsiz plastik kelimelerin kullanıcısı olan kişi, bu kelimelerin daha çok kölesidir. Onları kontrol etme imkânı yoktur, sadece onlardaki kapsamlı geniş alanı her yönüyle görme imkânı vardır. Kelimenin, bir sosyal işlevi ve bir alanı vardır. Bir de fiziki olarak günlük dilde her şeyden önce görkemli bir alanı vardır.

Enformasyon çağında insan, bilgiye muhtaç olan bir varlıktır.

Uzak yakına geldiğinde, yakın uzaklaşıyor veya siliniyor. Hayalet gerçek olduğunda, gerçek hayalileşiyor.

Sağlık, her şeyden önce kendisine ait olmayan bir erdemdir; bu eksikliğin gündelik bilincimize dahil edilişi ve bu yüzden bizlerin sürekli olarak hastalıklarımızdan konuşuyor olmamız uygarlığımızın en yeni başarılarındandır.

Ölçü çıtası bizlere kabul ettirildiği andan itibaren kendimizi müşteriye dönüştürebiliriz. Artık hiç kimse sağlıklı değildir.

Üç kolonizatör (bilim ve teknik, ekonomi, yönetim) bu dünyayı birbirlerinden bağımsız olarak elde etmiyorlar, onlar birbirlerine nüfuz ediyorlar. Profesyonellik onların bağlantısını sağlar, uzmanlar organlarıdır.

Dünya bir merdivendir. Onun gözlemevi de en üst basamakta duranın egoistçe bakışıdır.

Soyut dil, dünyayı planlanabilir yapıyor, adeta tasviye ediyor, çizim tahtası gibi kullanılmasını mümkün kılıyor.

Sayut dil aynı zamanda gerçekliğin üzerini örtmeye hizmet ediyor. İnsanların geleceğiyle ilgili hayal gücünün çalışmasını engelliyor. Dolayısıyla onların yaşadıklarıyla ve hissettikleriyle, hayat hikâyeleriyle hiç ilgilenmiyor.

Günlük dil, gittikçe matematikleştiriliyor.
Bilgisayar hadisenin mantıki ifadesidir ve onu tamamlar.

Plastik kelimeler yüksek soyutlama derecesiyle öne çıkarlar. Bu soyut dil tekdüze derli toplu mekânlar yaratıyor ve bireysel bakışı yok ediyor. Matematik en soyut sanattır.

İletişim gibi kelimelerin tarihsel boyutu yoktur, onlarda hiçbir şey yerel ve sosyal bir boyuta işaret etmez. Düzdürler (sığ/basit) ve tadları hiçbir şeye benzemez.

…plastik kelimeler (…) şunu söylüyorlar; sanuçta her şey aynıdır.

Enformasyon iletişimdir. İletişim mübadeledir. Mübadele bir ilişkidir. İlişki bir süreçtir.

Bilim icat eder, teknik istifade eder, insan ise uyar, ayak uydurur.
Bu böyledir maalesef…

Çeviren: Tacettin Şimşek
Açılım Kitap, 2011

Jean-Bertrand Pontalis – Başlangıçların Aşkı

Jean-Bertrand Pontalis – Başlangıçların Aşkı

İnsan hiçbir şeyden vazgeçmez. Yazmak, kendini yazmak budur…

Dil yetisinin elinden bir şey gelmediğinde, sessizlik kurşun gibidir.

İnsan yok. Ölmemiş ama silinmiş. Kendini yapan, yıkan, onsuz yeniden kuran bu dünyayı insan bir seyirlik, kendi yarattığı bir eser de sansa ne bakılıyor ne bakıyor.

Uykuda geçen zamanı ölü zaman diye niteleyenleri ben, vadesi uzatılmış ölüler sayıyorum. Uyku benim pınarım. Başlangıçların aşkı aşkın başlangıcından gelmiyorsa bize, nereden geliyor?

Biz kelimeleri, yerçekimi yasasından kurtulabilmek, düşüşün ölümcül anını geciktirebilmek üzere icad ettik.

Hafıza, engebeli arazimizdir ve en zayıfı bile tamamen düz değildir.

Sahi ne zamandı, o hangi kadını sevdiğimizi henüz bilmediğimiz zamanlar ?

Kelimeler, bizi adlandırınca öldürüyor.

Çocukluk öldü ya da daha vahimi bütün çocuklar öldü ve nihayet kendi kendinini efendisi olan insanlık ‘metin üretimini’ bilgisayarlara emanet etti deseler ya! Hikâye edilmeyen hayat hayat mıdır? Hem, tek bir hayatın yüz ayrı biyografisi olduğunu biliyoruz ve yine biliyoruz ki anlatının gücü, noksanlığından ileri geliyor.

Yazmak / sevmek

Yazmayı bitirdik mi kıvançtan çok utanç çıkagelir; yas, sevinç değil.

Dil, yabancı toprakları ilhak etmeye koyulduğunda büyük fatihler gibidir, doymak bilmez.

İnsan, sürgünden de haz alabilir, onu kendi seçmişse eğer.

Kelimeler kifayetsiz kaldığında insan, haberi olmadan, bir başka toprağa ayak basmaya hazırlanıyor demektir.

Benim kişisel sözlüğümde çocukluk ve hafıza eşanlamlı.


Çeviren: Burcu Aliefendioğlu
Bağlam Yayınları, 2006

George Granville Monah James – Çalınmış Miras

George Granville Monah James – Çalınmış Miras

Yunan Felsefesi, Mısır Felsefesi’nden çalınmıştır.

Mısır Gizemleri Öğretileri, Atina’ya ulaşmadan uzun asırlar önce başka topraklara ulaşmıştır. (s. 19)

Yunan filozofları kronolojisi sadece bir spekülasyondur. (s. 24)

(Aristoteles’in okulu vasıtasıyla yürütülen ) Yunan Felsefe Tarihi derlemesi, Aristotle’ın planıydı. (s. 28)

Yunan Felsefesi dönemi (MÖ. 640 – 322) bir iç ve dış savaşlar dönemi idi ve bu nedenle felsefe üretmek için uygun değildi. (s. 31)

Peloponez Savaşları MÖ. 460-445 / MÖ. 431-421

Şehir devletleri arasındaki daimi savaş durumu felsefe üretimi için elverişsiz… (s. 37)

Yunan Felsefesi, Mısır gizem sistemlerinin ürünü idi. (s. 39)

Mısır dininin başarısı; şüphe yok ki, bir taraftan muhafazakarlığı, buna karşın diğer taraftan Greko-Romen dinini teşkil eden müphem felsefi soyutlamalar dolayısıyla idi. Öyle ki Mısır dini, gizemli ibadet formlarıyla, Antikler arasında; Mısır’ın sadece Kutsal Toprak değil fakat topraklar ya da ülkelerin en kutsalı olduğu ve aslında tanrıların orada ikamet ettiğine dair evrensel bir kanaate neden oldu. (s. 49)

Theodosius ve Justinyen’in fermanları, gerek Mısır gizemleri gerekse Yunan felsefe okullarını yasaklaması bakımından, Mısır gizemleri ve Yunan felsefesinin doğasının özdeş olduğunu ve Yunan felsefesini Mısır gizemler sisteminden kaynaklandığını ortaya koyuyor. (s. 52)

Yunanlıları ilk medenileştiren Mısırlılar idi.

Yunaistan ilk defa Mısır’dan, daha sonra Fenike ve Trakya’dan gelen koloniler tarafından medenileştirildi.
Foroneus (Phoroneus) ve Kekrops (Cecrops) Mısırlı, Kadmus (Cadmus) bir Fenikeli ve Orfeus (Orpheus) bir Trakyalı idi ve kendi kolonileri vasıtasıyla ülkelerinin dini felsefi doktrinlerini Yunanistan’a taşıdılar. (s. 66)

Mısırlılar kendi tapınaklarının üzerine “Ey insan, kendini bil” yazmışlardı. (s. 103)

Orijin olarak Mısır Gizemleri’nden gelen en üstün iyi kavramı; en erken kurtuluş teorisidir ve Sokrates bu doktrini, o kaynaktan (Mısır Gizemleri) ya da dolaylı olarak Pisagorculardan türetmiş olmalıdır. (s. 106)

Nous ve dünya ruhu doktrini bir Mısır büyü prensibidir. (s. 116)

Nous doktrini, gerçekte; tanrı Osiris’in Açık Göz sembolü ile tüm Mısır tapınaklarında temsil edilmesiyle bağlantılı olarak Mısır Gizem Sistemi’nden türemiştir. (s. 117)

Büyü, antik dinler ve felsefenin yorumlanmasının anahtarıdır. (Peter Kingsley)

Plato, Cumhuriyet’in yazarı değildi ve ikincisi, savaş arabası sürücüsü ve kanatlı atlar alegorisi Plato’nun bir eseri değildi, fakat, Yardılanma Draması’nda geçen, Mısır’ın Ölüler Kitabı’ndan alınmıştır. (s. 123)

Schaarsmith, 36 diyalogun sadece 9’unun gerçek olduğunu ifade ediyor.

Aristotle, gerçek olduğunu düşündüğü sayı olarak dokuz diyalogu, Kanunlar, Timaeus, Phaedo, Symposium, Phaedrus, Georgias, Theatus, Philebus ve Cumhuriyet’i dikkate aldı.

Kala 27 diyaloga ilişkin olarak bazı bilim adamları gençlik diyaloglarının gerçek diyalogları ihtiva ettiğini ileri sürerler; Apology, Crito, Enthydemus, Laches, Lysis ve Protagoras’tır.

…geriye kalan 21 diyaloga ilişkin olarak ise bilim adamları; bunların Plato tarafından değil, onun öğrencileri tarafından yazılmış olması gerektiğini ileri sürerler. (s. 112)

Aristotle söz konusu kitapları İskenderiye Kütüphanesi’ni yağmalayarak elde etti. (s. 147)

Yunan Felsefesi, Mısır Felsefesi’nden çalınmıştır. (s. 183)

Aristotle’ın tüm doktrinlerinin orijinin Mısır Gizem Sistemi’nden olduğu ortaya çıkmıştır. (s. 196)

Yunan – Pers (ve diğer) Savaşları
İyonya Pers hakimiyetine karşı isyan eder. (MÖ. 499-494)
Maraton Muharebesi (MÖ. 490)
Termofil Muharebesi (MÖ. 480)
Salamis Muharebesi (MÖ. 479)
Delos İttifakı ve Persler ile savaşlar (MÖ. 478-448)
Peloponez Savaşları (MÖ. 460-445 / MÖ. 431-421)

Çeviren: Murat Sürmen
Yarın Yayıncılık, Mayıs, 2010

Andre Gide – Chopin Üzerine Notlar

Andre Gide – Chopin Üzerine Notlar

Schuman bir ozandır, Chopin ise bir sanatçı; bu ikisi birbirinden çok farklıdır…

Ama sadece Chopin’e ihanet edilebilir, sadece onun eseri kökünden, özünden bütünüyle çarpıtılabilir.

Chopin yorumcudan uzaklaşır gider ve bunu öylesine incelikli biçimde yapar ki, dinleyici hiç farkına varmaz.

Chopin önerir, varsayar, sezdirir, sevdirir, inandırır; hiçbir zaman kesinlemez, kestirip atmaz.

Chopin’in müzik tarihindeki yeri, Baudelaire’in şiir tarihindeki yerine aşağı yukarı denktir.

Kederli bir Chopin vardır ve piyanodan hıçkırıkların en kederlisini duyurur.

Ama bazılarına kulak verecek olursanız, minör tonların dışına hiç çıkmamış sanırsınız. Benim sevdiğim ve övdüğüm, işte bu hüzünden geçerek, onun üstesinde gene de sevince ulaşmasıdır; çünkü Chopin’de egemen olan sevinçtir (Nietzsche bunu çok iyi sezmişti); bu sevinç Schumann’ın biraz yüzeysel ve bayağı neşesine hiç benzemez, Mozart’takine yaklaşan bir mutluluktur bu, ama daha insanidir, doğanın bir parçasıdır ve Beethoven’ın Pastoral Senfoni’sinde dere kıyısı sahnesindeki o tarifi imkânsız tebessüm kadar manzarayla uyum içindedir.

…onun eserlerinde en hayranlık duyulacak yön, yadsınamayacak romantik katkıın klasisizme indirgenmiş olmasıdır.

Bütünün birliği ancak, her parçanın kendi kişiliğinden uzaklaştırılmasıyla sağlanabilir.

Mükemmel sanat önce kendi sınırlılıklarının bilincine varabilmiş sanattır; sadece o sınırsızdır.


Çeviren: Ömer Bozkurt
Can Yayınları, 2010

27 Eylül 2011 Salı

Amerikan Karşıtlığının Kısa Tarihi

Amerikan Karşıtlığının Kısa Tarihi
James W. Ceaser
Public Interest, Summer 2003
COPYRIGHT 2003 The National Affairs, Inc.
Dünden Bugüne Amerikan Karşıtlığı. James W. Ceaser
Public Interest, Yaz 2003 Sayısı, 3. sayfa
Tam Metin: Copyright 2003

yazının tamamı için:
http://turkish.turkey.usembassy.gov/media/pdf/ceaser2.pdf

25 Eylül 2011 Pazar

Ernst Jünger - Alaaddin'in Problemi

Din, sanatın en yüce buluşu olduğu için, sanatla sıkı ilişkisi rastlantı değildir.

Ama artık tanrılar bizi bıraktıklarına göre, dinlerin kökenine, yani sanata geri dönmek zorundayız.

İnsanın beyni, çizilen her hattın ötesine geçebilir (Özgürlük).

Hiçbir sessizlik aynaların kaldırıldığı ölü evindeki kadar derin olamaz.

Yoksulluk birleştirir, zenginlik ayırır.

Bilgi ve kültür, aşk için zararlıdır.

İnsan yaşlandıkça sadece görünüşü değil, karakteri de daha belirgin bir biçimde ortaya çıkar.

Şiir; büyük uzaklıklara verilen cevap.

Anlatılamaz olan, sözcüklere dökülmekten kaçınır. Suskunluğu bozmak ihanet sayılabilir.

Bizler, düşlerde daha yoğun yaşarız; gücümüze düşler kaynaklık eder ve gücümüzün son bulduğu yer de yine düşlerdir.

Düş, gerçekliği alt edip onu şiire ve sanat eserine dönüştürüyor.

Tımarhaneler dünyamızın manastırlarıdır. Alaaddin'in problemi, nimetleri ve tehlikeleriyle iktidardı, oysa ben, Phares'in, lambanın ciniyle hiçbir benzerliği olmadığını düşünüyorum. Kapıyı cinlerin mi yoksa elçilerin mi çaldığı arasında fark var.

Çeviren: Süheyla Kaya
Kırmızı Yayınları, 2010

Jose Saramago - kopyalanmış adam

Karşımızda duranlarla yüzleşecek cesareti bulamadığımızda suçu, işte böyle uzaktaki varlıklara yükleriz.

Evrendeki tüm insanları aklamanın en iyi yolu, herkes suçlu olduğuna göre kimsenin suçlu olmadığı sonucuna varmaktır.

İşlenen suçlar benzerse, suçu işleyen kişiler de benzerdir.

Neredeyse birlikteydik, zamanın kıyısında.

Ne kadar imkansız görünse de, kaybedildiği sanılan şeyi sözcüklerle dolu bu sessizlik kurtarır, bu sessizlik, üzerinde kürekleri, pusulası, yelkeni ve ekmek sandığıyla sislerin içinde yolcularını arayan bir sala benzer.

yalnız yaşamak, bünyesi alıngan, kırılgan ve esneklikten uzak olan kişiler için cezaların en ağırıdır, fakat ne kadar fena olursa olsun böyle bir durumun insana kriz geçirten ve saç baş yolduran bir dramaya dönüştüğü oldukça nadir görülür.

Derler ya, hayat kaderin cilveleriyle doludur, oysa hayat dünyadaki en aptal şeylerden biridir, birisi bir gün hayata, Aynen devam et, durmadan ilerle, yoldan hiç ayrılma, demiş olmalıdır ve hayat o günden beri aptallaşmış, bize vermekle övündüğü derslerden hiçbir şey öğrenememiş, kendisine verilen emri körlemesine yerine getirmekten başka bir şey yapmamış, önüne çıkan her şeyi devirip geçmiş, geride bıraktığı zarara hiç aldırmamış, bizden bir kez olsun özür dilememiştir.


Türkçeleştiren: Emrah İmre
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
2010

24 Eylül 2011 Cumartesi

Georg Wilhelm Friedrich Hegel - Karalama Defterinden Aforizmalar

Georg Wilhelm Friedrich Hegel - Karalama Defterinden Aforizmalar


Uyku tulumu olma, her zaman uyanık ol! Çünkü bir uyku tulumu olursan, kör ve sağır olursun. Fakat eğer uyanıksan, her şeyi görürsün ve her şeye ne olduğunu söylersin. Bu ise akıl ve dünya egemenliği demektir. (s. 41)

…o kadar önceydi ki, artık neredeyse gerçek değil. İşte İsa’nın bizim günahlarımız için ölmesinden bu yana o kadar zaman geçti ki, artık neredeyse gereçek değil. (s. 43)

Gerçekten trajik olan ahlaki olandır.

Almanya bir monarşi vs. değil, tersine bir Reich’tır. (s. 47)

Reich bir kavram veya daha fazla bir şey olmalı, yok eğer devlet ise, içi boş bir sezgidir. (s. 49)

Çalışmak dünyayı mahvetmek ya da lanetlemektir.

Derin bir anlama sahip olan, tamda bundan dolayı bir işe yaramaz. (s. 53)

Biz sustuğumuzda taşlar haykırır.

İnsanlığın yasalarını yalnızca kalbin güdümünde gerçekleştirmeye çalışmakla, sizin tanrınıza ne yaptım?

İnsan kendi kaderinin ve belirlenimlerinin efendisidir. (s. 72)

Öğrenimde nihai kral yolu, kendi-düşünmedir. (s. 75)

Düşüncelerle daha fazla yapılacak bir şey yok. İyisiyle kötüsüyle, güzeliyle cesuruyla yeterince sahibiz onlara. İşimiz daha çok kavramlarla. (s. 77)

Araştırmak, başkalarının düşüncelerini doğruymuş gibi ele alıp gözden geçirmektir.



Çeviren: Enver Orman
Belge Yayınları, Nisan 2010

Jean Hyppolite – Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar

Jean Hyppolite – Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar

Hegel, hayatla biyolojik bir kavram olarak değil de zihin ve tinin hayatı olarak ilgilenir. Hegel’in kavramı doğanın bir sezgisinden ziyade insan bilincinin gelişiminin sezgisidir.

Kendinde hayatın bilinci, insan olanın bilinciyle aynı şey olacaktır. (s. 46)

Hayat ve sonsuzluk kavramları özdeştir.

Hegel’de ölüm, tinin hayatının başlangıcıdır.

Bireyis kendisi, canlı bir varlık olarak, içerisinde uğrakların durmadan olumsuzlandığı ve aşıldığı bir alışkanlıktır. Gelişi, kendi kendisinin olumsuzlaması ve olgunlaşması yoluyladır. Birey hayattır ve bu nedenle de aralıksız bir kendini olumsuzlama olarak zamansallıkla özdeştir.
Birey, eylem yoluyla kendisinde sabit olanı (işsel inorganik doğasını) olumsuzlar ve kendisini aşar. (s. 54)

Gerçek sonsuzluk, her bireysel uğrağın merkezi olan bütünlük bilincindedir. Öyleyse, tarih bu bilincin somut kendi gelişimi ve tinin hayatının bireysel ile evrenselin derin birliğinde gerçekleşmesidir. Bu bir sezgi değildir, dinamik bir birlik kavrayışıdır ve 1802 Logik’inde sergilenen sonsuzun diyalektik kavrayışını ifade eden bir birliktir.

Hegel için kavram, içeriğinden ayrılmaz olan bilme edimidir (eylemidir-faaliyetidir); o, bilincin bir aksiyomu olan sezgidir. (s. 57)

Fenomenoloji mutlak bilgiye ilerleyişi içindeki insan bilincinin tarihidir. Bu tarih, bilincin deneyimlerinin bir kurulumu olmaktan çok bir betimlemesidir. (s. 64)

İnsanın farkına vardığı ve ileride göstereceğimiz gibi, hayatın da bilinci olan kendisinin bilinci, mutsuz bilinçle sonuçlanır.

Hayat, kendisinin bilgisine insanda varır; ama bu tam olarak insanın varoluşunun hayattan doğduğu ve kendisinde en trajik çelişkiyi kavradığı uğrakta gerçekleşir. Hayatın bilinci, kuşkusuz bundan böyle naif bir hayat değildir. (s. 64)

Hayvan, bütünlüğü içindeki hayatın sonsuz bütünlüğünün bilincinde değildir; oysa insan bu bütünlüğün kendi-için’i haline gelir ve ölümü içselleştirir. İnsani özbilincin temel deneyiminin, ölümün temel deneyiminden ayrılamaz oluşu bu nedenledir.

İnsani özbilinç ilkin arzudur, ama bu arzu asla doyuma ulaşamaz. Ayrılmanın her formunun yıkımıyla arzuladığı şey, kendi mutlak kendini-tutmasıdır. İnsan yaşamayı arzulayarak başlar, ama ondaki hayat ona hem özdeş hem de yabancı bir şey olarak görünür.

Özbilinç ya da insanın varoluşu yalnızca iki özbilincin birbiriyle karşılaştığı yerde mümkündür. (s. 68)

Ölüm gerçekte insanın kendisi-için-varlığına dadanan ve sınırlı varlığını özgür varlık düzeyine yükselten olumsuzluk ilkesidir. (s. 71)

Kalbin eylemleri onu edimlerine yabancılaştırır. İnsan, çalışma ve paranın yanı sıra dille de her zaman yabancılaşır. Bu yabancılaşmanın doğası, kaynağı ve çözümü gelecekteki fenomenolojinin problemini tanımlar. (s. 123)

Hegel’in meşhur kavramı, idea, tüm yabancılaşmanın üstesinden filozofun mutlak bilgisi yoluyla geliyormuş gibi görünen mistifikasyondan başka bir şey değildir.

İnsan kendi ürününün ağırlığı altındadır, bu nedenle kendisinin bir başkasının ruhunda yansıdığını görememektedir; kendisini kolektif girişim içindeki cinsil bir öğe olarak değil, yalnızca kendi elleriyle inşa etmiş olduğu şey tarafından ezilmiş, yitik bir birey olarak kavrayabilir. (s. 124)

Hegel, insan varoluşunun trajik karakterini ve burjuva ekonomisinin yükselişini kavrayabilmesine karşın, onları özel mülkiyetin ve kapitalizmin sonucu olan tarihsel bir yabancılaşma açısından açıklamayı başaramaz. Bu nedenle insanın her nesnelleşmesi yabancılaşma olarak ve her yabancılşmayı nesnelleşme olarak yorumlar ki, bu onun tüm felsefe sistemine yayılan bir karışıklıktır.

İlk olarak Hegel yabancılaşmaya pratik bir çözüm sunmayı başaramaz.
…Fenomenoloji’deki reçete nedir? Mutlak Bilgi, eşdeyişle zihinsel özbilincin zaferi. Yabancılaşmanın üstesinden düşüncede gelinir, eylemde değil. Din ve onun sunduğu ahiret, kendisi ve varlığının yabancılaşması üzerine düşünen insanın felsefi kavrayışı tarafından ele geçirilir; ama pratikte hiçbir şey değiştirilmez. (s. 127)

Hegelci idealizmin bütünü, nesnel doğası yabancılaşmayı oluşturan bir mutlak tinin bu mistifikasyonuna dayanmaktadır. (s. 128)

Doğa, gizlenmiş bir tindir.

Doğa, dolaysızlık içinde varolduğu şeklitle Mutlak İdeadır; öyle ki, doğa ile logos arasında dolaysız bir özdeşlik, bir kez kendi-için olur olmaz, içinde doğanın kendisini yeniden logos olarak düşündüğü tin olan koyulmuş bir özdeşlik bulunur. (s. 222)


Çeviren: Doğan Barış Kılınç
Doğu Batı Yayınları, Temmuz 2010, Ankara

Immanuel Kant – Güzellik ve Yücelik Duyguları Üzerine Gözlemler

Immanuel Kant – Güzellik ve Yücelik Duyguları Üzerine Gözlemler


Yüce harekete geçirir, güzel büyüler.

Derin yalnızlık yücedir, ama dehşet duygusu uyandıracak bir şekilde. (s. 9)

Yüce her zaman büyük olmalıdır; güzel küçük de olabilir. Yüce yalın olmalıdır; güzel bezenip süslenebilir. Büyük bir yükseklik, büyük bir derinlik kadar yücedir; ama ikincisine titreme duyumu, ilkine merak duyumu eşlik eder. (s. 10)

Dostluğun esas olarak yücelik karakteri, cinsiyetler arasındaki sevginin ise güzellik karakteri vardır. (s. 13)

Tragedya -> Yüce
Komedi -> Güzel

Kadının felsefesi muhakeme etmek değil, duyumsamaktır. (s. 35)

Kadının erdemi, güzel bir erdemdir. Erkek cinsin erdemi, soylu bir erdem olmalıdır. (s. 36)

…insan ne kadar sırrın etrafında dolanırsa dolansın, eninde sonunda kadının tüm çekiciliğinin temelinde cinsel eğilim yatar. (s. 39)

İnsanların kendisi hakkındaki yargılarını daha önce sözü edilen uluslardan çok daha fazla merak eder ve eğer karakterinde genel bir iyileşme isteğini uyandıran bir şey varsa, o da gerekli yeteneklere sahip olmasına karşın özgün olma cesaretini göstermeme ve başka insanların düşünceleriyle gereğinden fazla meşgul olma zayıflığıdır. Bu, onun ahlaki niteliklerini oynak ve yapmacık hale getirdiği için, her türlü destekten yoksun bırakır.

Almanlar için:
Gothik -> Grotesk
İncelik ve azametin, yerini vahşete bırakması…

Çeviren: Ahmet Fethi Yıldırım
Hil Yayınları, 2010

Eric J. Hobsbawm – Fransız Devrimine Bakışlar

Eric J. Hobsbawm – Fransız Devrimine Bakışlar
İki Yüz Yıl Sonra Marseillaise’in Yankıları



Balzac’ın yanı sıra yabancı gözlemcilerin gözündeyse kesin olan, Devrim’den sonraki Fransa’nın, gücün zenginlerde kaldığı ve insanların da kendilerini servet biriktirmeye kaptırdıkları bir toplum olduğuydu. (s. 22)

Fransız Devrimi, aşırı derecede radikalleşmiş bir devrimden otoriteryanizme geri dönüşün yani Napoleon’un siyasal iktidara yükselişinin görkemli bir örneğini sunmaktaydı. (s. 63)

Burjuva devrimi -> Kapitalizm

Fransız Devrimi, gerçekten de etkileri bakımından son derece güçlü ve son derece evrensel, dünyayı önemli noktalarda kalıcı olarak dönüştürmüş ve bu anlamıyla dünyayı değiştirmeye devam eden güçleri öne çıkaran, en azından adlandırılmasını sağlayan bir olaylar dizisiydi. (s. 162)

Dünyadaki hukuk sistemlerinin yarısının temeli Fransız Devrimi’nin öncülüğünü yaptığı hukuksal düzenlemelerdir.

Fransız Devrimi insanlara, tarihin kendi eylemleriyle değiştirilebileceği duygusunu kazandırmış ve onlara, bugüne kalan şeyin, demokratik politika ve sıradan insanlar adına şimdiye dek formüle edilmiş en güçlü sloganın ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ olduğu bilgisini sağlamıştır. (s. 163)

Halkın gücünü 1789’dan önceki başka hiçbir devrimde daha belirgin, daha doğrudan ve daha kararlılıkla uygulanan bir halde göremezsiniz. Nitekim, Fransız Devrimi’ni bir ‘devrim’ yapan etken budur. (s. 164)



Çeviren: Osman Akınhay
Agora Kitaplığı, Ocak 2009

22 Eylül 2011 Perşembe

Edmund Burke – Yüce ve Güzel Kavramlarımızın Kaynağı Hakkında Felsefi Bir Soruşturma

Edmund Burke – Yüce ve Güzel Kavramlarımızın Kaynağı Hakkında Felsefi Bir Soruşturma

İnsanların dış dünyadaki nesnelerle ilişkisini sağlayan doğal güçleri duyular, imgeler ve yargıdır. (s. 17)

…imgelem tamamıyla yepyeni bir şey yaratma yeteneğinden yoksundur; imgelem yalnızca duyular yoluyla edindiği kavramların düzenlenmesinde değişiklikler yapabilir. (s. 21)

…insanlar doğaları gereği inanmaya şüphecilikten daha eğilimlidirler. (s. 23)

Yargı yetisi çoğunlukla imgelemin yolu üzerine engeller döşemekle, onun büyüleyici dekorlarını dağıtmakla ve bizi aklımızın can sıkıcı boyunduruğuna bağlamakla meşguldür. (s. 30)

İnsan zihninde keşfettiğimiz ilk ve en basit duygu meraktır. Meral dediğimde, yeniliğe karşı duyduğumuz her türlü arzuyu ve ondan aldığımız her türlü hazzı kastediyorum. (s. 35)

Acıyı, daha acı verici yapan şey, acının korkuların kralı olan ölümün ulağı olarak görülmesidir. (s. 43)

Bizi yaratan, bizi birbirimize duygudaşlık bağıyla bağlanacak biçimde tasarladığı için, bu bağı ona orantılı bir hızla güçlendirmiştir; en çok da duygudaşlığımızın en gerekli olduğu yerde olmak üzere, yani başkalarının dertlerinde. (s. 49)

Tragedya hiçbir zaman temsil ettiği şeye yaklaşamaz. (s. 50)

Şeylerin yüzeyinin ötesine geçmeye uğraşan kişi, kendi yanlış olsa bile, başkalarının yolunu açar, hatta hataları bile gerçeğin davasına hizmet edebilir. (s. 57/58)

Sonsuzluğa bir şekilde yaklaşamayan hiçbir şey, zihni azametiyle etkileyemez. (s. 67)

Aldatmayan büyük bir sanat eseri olamaz; başka türlü olması yalnızca doğanın ayrıcalığıdır. (s. 80)

Hazzın kaynağı -> Sonsuzluk

İmgelem daha fazla bir şeyin beklentisindedir ve o anda algılanan nesne ile yetinmez. (s. 80)

Kadınların güzelliği önemli ölçüde zayıflıklarından ve narinliklerinden gelir, hatta zihnin zayıflığa benzer bir özelliği olan çekingenlik bu güzelliklerini artırır. (s. 120)

Acıma yoluyla Truvalıları sevmemizi sağlayan Homeros, hayranlık duymamız için Yunanlıları karşıt erdemlerle donatır. (s. 160/161)

Güzellik yalnızca haz üzerine kuruludur ve ruhta sevgi denilen hissi uyandırır. (s. 163)

Sözcükler temsil ettikleri kavramlara hiçbir biçimde benzemezler. (s. 177) -> Şiir…

Eğitilmemiş insanlar şeylerin sadece alelade gözlemcisidirler ve bunları birbirinden ayırt etmekte eleştirel değildirler. (s. 180)


Çeviren: M. Barış Gümüşbaş
Bilgesu Yayınları, 2008, Ankara

Walter Benjamin - Estetik Kitabından

Walter Benjamin – Yaklaşımlar I
Estetik Kitabından


…şairin hayalgücü onun tasarladığıdır.
Her sanat yapıtı bir andır, her başarılmış sanat yapıtı bir durdurmadır, bu sürenin bir an durdurulmasıdır ki, o bu sıfatla kendini ısrarla göze gösterir. Nasıl ki sanat yapıtı kendi sorularını yanıtlarsa, sanat yapıtları ancak böyle sorular haline gelirler.

Çeviren: Sedat Umran
Yedi İklim, Haziran 2006


Walter Benjamin – Yaklaşımlar II
Estetik Kitabından


Tevrat’taki resim yasağı kuramsal yanı yanında bir estetik yanı da içerir. Kendi için hiçbir resim yapmama, yani bir şeyin resmini aynı zamanda yasağı böyle bir resmin mümkün olmadığı anlamını da içerir.

(doğa) Onun güzelliğini bilinçsiz algılama daha çok bilir.
Doğayı ne denli kuvvetle temaşa edersek, bu nisbette daha az onun güzelliğini algılarız. Eğer o güzellik bir kimseye zaten gayri ihtiyari verilmezse.

Çeviren: Sedat Umran
Yedi İklim, Temmuz 2006

21 Eylül 2011 Çarşamba

Walter Benjamin – Zentralpark

Walter Benjamin – Zentralpark

Nevroz, ruhsal ekonominin seri imalat mallarını üretir.

Ebedi dönüş fikri, tarihsel olayların kendisini ‘seri üretim malına’ dönüştürür.

İnsan Baudelaire’de, Barok şairlerinde olduğu gibi, bir klişeler bolluğuyla karşılaşır.

İlerleme kavramı, felaket düşğncesinde temellendirilmelidir. Her şeyin olduğu gibi devam etmesi felaketin ta kendisidir.

Cogito: Walter Benjamin Özel Sayısı
Sayı: 52

Walter Benjamin – Tarih Felsefesi Üzerine Tezler

Walter Benjamin – Tarih Felsefesi Üzerine Tezler

Bir kez olmuş olan bir şey, tarih için yitik bir şey sayılamaz artık.

Kefaretine kavuşabilmiş bir insanlık için mümkündür her anı zikre değer bir geçmişe sahip olmuş olabilmek.

Geçmiş ancak, bilinip anlamlanabilidiği anı’nda parlayıp görünüveren bir imge olarak yakalanabilirse yakalanabilir. Bir daha da hiç yakalanamaz.

Gerçek bizden hiçbir zaman kaçıp uzaklaşamaz. (Gottfried Keller)

Mesih, yoksun bırakılmışların kefaretinin gerçekleştiricisi olarak gelecek değildir sadece: İsa, düşmanlarının buyruğunda bir zulmedici olarak da gelebilir deniyor.

Tek bir uygarlık belgesi yoktur ki, aynı anda barbarlığın da belgesi olmasın.

Düşünme sadece düşüncelerin akışı demek değil, fakat düşüncelerin bir anda yakalayıp tutuklu kılınabilmesidir de. Düşünmenin gerilimlere gebe bir ön-oluşuma varıp da bir anda durmak zorunda kaldığı yerde, düşünme bu ön oluşumu bir şoka uğratır, bu şokla onu bir monad’a dönüştürecek biçimde billurlaştırır.


Cogito: Walter Benjamin Özel Sayısı
Sayı: 52

Benjamin için kronoloji

Benjamin için kronoloji

1982 yılında, 15 Temmuz günü doğdu. Babası (Emil Benjamin) bir dönem bankacı olarak çalıştıktan sonra antika ve sanat eserleri ticaretiyle uğraşmıştır.
1912 yılında liseyi tamamladı. Öğrenim gördüğü lisenin disiplinli havasından her zaman rahatszılık duydu.
İlk denemelerini 1910 yılında yazmaya/yayınlamaya başladı.
Liseden sonra felsefe öğrenimine/eğitimine başladı. 1912 yılında Heinrich Rickert’in derslerini takip etti. Freiburg’daki 2. Yarıyıl boyunca eğitim/okul reformu üzerinde çalıştı.
1. Dünya Savaşı’na arkadaşlarından ayrılmamak için gönüllü olarak katıldı. En yakın arkadaşı Fritz Heinle, savaşın yol açacağı dehşeti görmemek için kendi elleriyle yaşamına son verdi. Bu olay, Benjamin’in savaş hakkındaki düşüncelerini netleştirmiştir.
Heinle’nin ölümünden sonra öğrenci hareketlerinden kendini çekti/uzak tuttu.
Dora Sophie Pollak ile 1914 yuılında tanıştı.
1915 yılında Gerhard Scholem ile tanıştı. Yahudi düşüncesinden kendini uzak tutmaya gayret eden Benjamin, Scholem ile tanıştıkatan sonra Yahudi düşüncesi etrafında verimli düşünceler geliştirmiştir.
Öğrenimini sürdürmek için Münih’e taşınır. Dil ve dil felsefesi üzerine çalışmalara yoğunlaşır.
1917 yılında Dora ile evlenir (17 Nisan)
1918 yılında tek çocuğu Stefan doğar. Ernst Bloch’la tanışır. Alman Romantik Döneminde Sanat Eleştirisi başlıklı doktora tezi üzerinde çalışır.
1919 yılında hazırladığı tez, Bern’de kabul edilir.
Maddi sıkıntılar yaşayan Benjamin, gönlü razı olmasa da babasının yanına taşınır, kısa zaman sonunda, geçinemezler ve ayrı eve çıkar. 1921 yılında bir dergi çıkartmaya çalışır ancak ekonomik sıkıntılar bu projesini hayata geçirmesine engel olur.
1921/22 yıllarında Goethe’nin eserleri ekseninde Romantik düşüncenin estetik normlarının eleştirisi üzerinde çalışmaya başlar.
1923 yılında Theodor Adorno ile tanışır.
1924 yılında Kapri adasında Asja Lacis ile tanışır. Kadına aşık olur, onun etkisiyle Marksizmle ilgilenmeye başlar.
1925 yılında doçentlik tezini Frankfurt’ta üniversiteye sunar ancak dostlarının telkiniyle tezi geri çeker.
1930 yılında karısından ayrılır/boşanır. 1932 yılında ilk vasiyetini kaleme aldı, intihar etmeyi bu dönemde düşünmeye/kağıda dökmeye başladı.
Nazilerin iktidara gelmesinden sonra Almanya’dan ayrıldı.
1934 yılında bir süre Brecht’in Danimarka’daki evinde kaldı.
1935 yılında bir süre San Remo’da kaldı. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ne (Frankfurt Okulu) üye kabul edildi.
Nazilere yakalanmamak için 27 Eylül 1940’da Port Bou’da intihar etti.

Walter Benjamin – Kafka Üzerine Bazı Düşünceler

Walter Benjamin – Kafka Üzerine Bazı Düşünceler

Kafka, tamamlayıcı bir dünyada yaşar.

Kafka, kendisini çevreleyenin farkında olmadan tamamlayıcısını sunar.

Kafka, geleneği dinledi ve dikkatle dinleyen, g ö r m e z.

Kafka’ya bakışımıza artık erdemden söz edemeyiz. Sadece çürümeden arta kalan ürünlerden bahsedebiliriz.

Kafka’nın kendi başarısızlığına verdiği arzulu önem kadar anmaya değer hiçbir şey yoktur.

Benjamin
Say Yayınları, Ocak 2006

Walter Benjamin – Şiddetin Eleştirisi

Walter Benjamin – Şiddetin Eleştirisi

Şiddet tıpkı işlenmemiş bir maden gibi doğanın bir ürünüdür.

Her uzlaşmanın altında yatan temel unsur, diğer türlüsü daha iyi olurdu duygusudur.

Araçların meşruluğuna ve amaçların adilliğine karar veren asla akıl değildir; ilkine ilişkin kararı, kaderin dayattığı şiddet verir, ikinciye ilişkin kararıysa Tanrı.

Tanrının her alanda mitosa karşı durması, mitsel şiddetin kutsalla karşı karşıya gelmesini açıklar.

İsimsiz olanın hatırasına saygı göstermek ünlü olanınkinden daha zordur. Tarih isimsizin hatırasına sadıktır.

Benjamin
Say Yayınları, Ocak 2006

Walter Benjamin – Franz Kafka, ölümünün onuncu yıl dönümü için

Walter Benjamin – Franz Kafka, ölümünün onuncu yıl dönümü için

Memurların dünyasıyla babaların dünyasının Kafka için aynı şey olduğunu işaret eden birçok nokta vardır.
Dilsizlik, yozluk ve pislik konusunda benzerler birbirlerine.

Kafka’nın tuhaf ailelerinde baba da oğlunun sırtından geçinir, devasa bir parazit gibidir. Onun yalnızca gücünü değil varolma hakkını da kemirir. Cezalandıran baba aynı zamanda davacıdır. Oğlunu itham ettiği günah, ilk günahtır.

Kafka’nın dünyasında güzellik en gizli en saklı yerlerde ortaya çıkar; örneğin sanıklarda.

Güzellik -> umutsuzluk

“Sanki utancı ondan uzun yaşayacaktı.”

Kafka’nın bütün yaratıkları arasında en çok hayvanlar düşünür.

Cogito: Walter Benjamin Özel Sayısı
Sayı: 52

Walter Benjamin – Kütüphanemi Yerleştirirken

Walter Benjamin – Kütüphanemi Yerleştirirken

Ben sizlere (…) biriktirme ediminden söz etmek istiyorum.

Her tutku kaosa dokunur. Biriktirme tutkusunun dokunduğu kaos bir anılar kaosudur.

Her kitabın kendi kaderi vardır.

Koleksiyoncular şeyler dünyasının fizyonomistleridir.

Kitap edinme konusunda ne para ne de bilgi tek başına yeterlidir.

Hakiki bir kütüphane asla sadece kitaplardan oluşmaz.

Nesneler onda değil o nesnelerde yaşar.

Benjamin
Say Yayınları, Ocak 2006

Walter Benjamin – Başarıya Giden Yolda On Üç Tez

Walter Benjamin – Başarıya Giden Yolda On Üç Tez

Hakiki icraatlere karşılık gelmeyen büyük başarı yoktur. Ama bu icraatleri başarının temeli olarak varsaymak hata olurdu. İcraatler bizatihi neticelerdirler…

Davranışlarında sadece basitliği ve saydamlığı kılavuz edinen veya ediniyormuş gibi görünen kişiler uzun vadede başarıyı elde ederler.

Halkın, en yüksek dereceden hassas ihtiyacı olan ‘açıklık’ arzusu hakkında hiçbir fikri yoktur.

Şöhret veya daha doğrusu başarı, eskiden olduğu gibi meziyet olmaktan çıkıp bir mecburiyet haline gelmiştir.

Başarı da bir randevudur. Doğru zamanda doğru yerde bulunmak küçümsenecek bir şey değildir. Çünkü bu, talihin bizimle yaptığı anlaşmanın dilinden anlamak demektir.

Benjamin
Say Yayınları, Ocak 2006

Walter Benjamin – Sanat Yapıtı

Walter Benjamin – Sanat Yapıtı

…biçim, sanat eserinin özünü oluşturur. Biçim eserdeki düşünümün imkanıdır, dolayısıyla varoluş ilkesi gibi, eserin a priori temelidir.

En üstün biçim, düşünümün kendini sınırlamasıdır. (sanat yapıtının tamamlanmış olması?)

Eser sadece göreli bir bütündür, eser kendi kendine yeterli bir bütünü kapsayan bir deneme olarak kalır.

Sanat eserinin tabi olduğu sanatın nesnel kuralları, eserin biçiminden ibarettir.

Benjamin
Say Yayınları, Ocak 2006

Walter Benjamin – Tek Yön

Walter Benjamin – Tek Yön


Edebiyat etkinliği anlam taşıyacaksa, ancak yapma ile yazmanın kesin biçimde birbirini izlemesiyle ortaya çıkacaktır; bu etkinlik eylem içindeki topluluklar üzerindeki etksine kitabın iddialı, evrensel tavrından daha uygun düşen, pek de göze batmayan biçimlerini bildirilerde, broşürlerde, dergi yazılarında ve makalelerde kullana kullana oluşturacaktır.

Deha çalışkanlıktır.

…büyük şairler eserlerini, istisnasız olarak, kendilerinden sonra gelecek bir dünya içine oturtarak kurar.

Veda edenin sevilmesi ne kadar da kolaydır! Çünkü uzaklaşan kişi için, gemiden ya da trenin penceresinden sallanan o varla yok arası bez parçasının beslediği alev daha saftır. Uzaklık, gözden kaybolmakta olanın içine bir boya gibi işler ve onu munis bir kora çevirir.

Nesnelerdeki sıcaklık kayboluyor.

Konut darlığı ve ulaşımın pahalanması Avrupa hürriyetinin en temel simgesi olan ve belli şekiller içinde Ortaçağ’da bile varolan hareket hürriyetini tamamen yok etme yolundalar.

Aklına gelen bir şeyi yazmakta ne kadar düşünceli bir çekingenlik gösterirsen, o ölçüde gelişip olgunlaşmış biçimde gelip ellerine düşecekler.

Düşünce ilhamı öldürür, üslûp düşünceye gem vurur, yazı üslûbu ödüllendirir.

Mutlu olmak demek ürküntü duymadan kendinin farkına varabilmektir.

Bir aşkta çoğu insan ebedi yurdunu arar. Ama başkaları, çok azı, ebedi yolculuğu…
Bu sonuncular aşkta toprak anayla temasa gelmekten korkan melankoliklerdir. Sıla hasretini onlardan uzak tutacak kişiyi ararlar. O kişiye sadık kalırlar.

Bir insanı ancak ümitsizce seven tanır.

Bakış, insanın eğilişidir.

Bütün insanları besleyen Tanrı’dır, yetersiz besleyen ise devlet.

Bir hayatın zamanı ne kadar beyhudelikle dolmuşsa, onu oluşturan anlar da o kadar kırılgan, çok biçimli, dağınıktır, öte yandan büyük bir ömür eğrisi başarılı insanın varlığının yansımasıdır.


Çeviren: Tevfik Turan
Yapı Kredi, Mayıs 1999

Walter Benjamin – Bir Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk

Walter Benjamin – Bir Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk


…birer bulut olan kelimelere bürünüp kılık değiştirmeyi öğrendim.

Bir şehirde yolunu bulamamak pek bir şey ifade etmez. Bir şehirde, ormanda kaybolur gibi kaybolmak ise eğitim ister.

Çocukluğun kelimelerinin yetişkinlerin karşısına çıkışındaki sırrına varılmazlığı korumuş bu kelime.
Uzun zaman susulmuşluğu içinde nurlanmış.

Hiçbir uzaklık, siste rayların kavuştuğu yerden daha uzak değildi.

Hastalığın gelmesi gerekiyordu vicdanımı rahatlatmak için.

Ne iyi kavrardım insanın yağmur içinde büyüdüğünü.

Unutulmuşu bir daha asla geri getiremeyiz. Böylesi de belki daha iyidir. Yoksa onu yeniden elde etmenin çoku o kadar yıkıcı olurdu ki, hasretimizi anlama işini anında bırakmamız gerekirdi. Oysa böyle, anlarız hasreti, unutulan şey içimize ne kadar gömülmüşse, o kadar iyi anlarız.

Belki, unutulmuşu o kadar ağır ve vaatkar kılan şey, artık erişemediğimiz, kaybolup gitmiş alışkanlıkların izinden başka bir şey değildir. Belki bizim köhne yapımızdan, kalan toz zerreleriyle karışmasıdır, unutulmuşun öylece sürüp gidişinin sırrı.

Akşam ne kadar ilerlerse misafirler o kadar güzelleşir.

Fakirlik -> Karşılığı yeterince verilmemiş iş…

Onun belirdiği yerde ben kaybediyordum. Öyle bir kaybediş ki, nesneler kaçıp kaçıp gidiyordu, ta ki bahçe bir yıl içinde bahçecik, odam odacık, sıra da sıracık olana kadar.



Çeviren: Tevfik Turan
Yapı Kredi, 1. Baskı, Ocak 2004

Theodor Adorno – Walter Benjamin Üzerine

Theodor Adorno – Walter Benjamin Üzerine

Toplumsal bilinçle müspet bilimler bilincinin birbirine kökten farklılık gösterdiği bu çağda her tür fiziksel benzetmeye yoğun bir şüpheyle yaklaşmasaydı, Benjamin’de entelektüel atom parçalanmasının yarattığı enerjiden söz edilebilirdi.

(Öz) Onu, anlamca birbirlerine uzak olan öğelerin oluşturduğu yapıdan, bir yönteme bağlı olarak bulup çıkarmak istiyordu.

Benjamin her döneminde öznenin yok oluşunu ve insanın kurtarılmasını birlikte düşünür. Bu, Benjamin’in mikrokozmik figürlerinin izinden gittiği makrokozmik enerjiyi tanımlar.

Benjamin’in felsefenin yıpranmış konularına ve jargonuna –kendisi bu jargona “pezevenk dili” demeyi alışkanlık haline getirmişti- yüz çevirmesindeki gerçek niyetinden ötürü, deneme yazarı klişesinin tamamen yanlış anlama olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Kendine yabancılaşmış insani ilişkilerin cisimleştirilmesi anlamına gelen Hegel’deki ikinci doğa kavramı ve Marx’ın ‘metafetişizmi’ kategorisi Benjamin’in mihenk taşlarıydı.

Felsefe, meta fetişizmini kendine mal eder; her şey felsefe için nesneye dönüşmelidir ki, felsefe de nesnellik canavarının gücünü yok etsin

Diyalektik, dışarıdan gelen durağan bir düşünceyle ya da sadece gelişme yoluyla artmamış, sabit olanla hareketli olanın her aşamada tekrar tekrar birbiriyle karıştırılmasıyla önceden hazırlanmıştı. ‘Durağan diyalektik’ tasarımı giderek belirgin bir şekilde ön plana çıkmıştır.

Benjamin’in hedefi sözde şişirilmiş olan öznellik değil, öznel kavramının kendisidir. Özne, Benjamin’in felsefesinin kutupları olan mit ve uzlaşma arasında erir.

Düşünce şeye dokunmak, onu koklamak ve tatmak istercesine onu sıkıştırır.

Düşünce, deneyimin yoğunluğunu kazanmalı ve yine de kendi kesinliğinden feragat etmemelidir.
Felsefe yoğunlaşarak deneyime dönüşür ve böylece umuda kavuşur. Ancak umut, her zaman kırık bir umuttur.

Umudun ödülü hayattır.

Benjamin’in felsefesinin merkezi; kendi şeyleşmesini inorganikleşene kadar tamamlayarak tanınmayacak hale gelmiş olan hayatın yeniden eski haline getirilmesi olarak ölünün kurtarılması düşüncesidir.

Rüya, bilginin kaynağı olarak, düşünmenin kabuk bağlamış yüzeyi karşısında, kurallara uygun düzenlenmemiş deneyimin bir aracı olur.

“Tekrar tekrar görüldü ki, alışılmış olana, çoktan yok olmuş hayatlara bağlılık öylesine sabit ve bükülmez ki, zekanın insan tarafından kullanılması da bu devasa tehlike karşısında engelleniyor.”

Dünyevi metinlerin kutsal metinler gibi görünmesi, teolojiyi dünyevileştirme çabalarından kurtarmak için yapılan tek şey değil.

Kendi bilinci için ölümcül bir tehlike sezinlediği düşüncelere kendini teslim etmekten çekinen kişi Benjamin karşısında sarsılır.

Metinlerin geri dönülemez oluşu, insaniyeti gerçekleştirmeden, kısıtlayıcılığını yok ederek insaniyete karşı duran dünyanın gidişatını eleştiriye dönüştürür.

Kendine yabancılaşmış birinin üretkenliği ancak, kılı kırk yaran öznel tepki biçiminde, -kişinin kendisini nesnelliğinin bir aracına dönüştürmeye yetkin kılan- nesnel bir tarihselliğin ortaya çıkmasıyla açıklanabilir.

Mektup, Benjamin’in yazı biçimi haline dönüşmüştü.

Mektupla, uzakta kalmaya devam ederek, uzak olmayı reddedebilir insan.

Ancak deneyimin parçalandığı bir çağda, öznel bakıldığında, insanlar artık mektup yazmak istemiyor.

Benjamin’in öğretisinde, gerçeğin içinde ontolojik açıdan saf varlık kavramını engelleyen bir ‘zaman özü’ vardır.

Benjamin –istese bile- uyum sağlayamayacak kadar güçlü bir insandı.

…her türlü metalaştırma (teorisi de) bir unutmadır. Nesneler tespit edildikleri anda şeyleşir; bu anda nesneler tüm parçalarıyla varolamazlar, nesneye ait bir şeyler unutulmuştur.

Altın çağ belki de cehenneme gerçek geçiştir.


Çeviren: Dilman Muradoğlu
Yapı Kredi, Nisan 2004

20 Eylül 2011 Salı

Theodor Adorno – Neden Hâlâ Felsefe

Theodor Adorno – Neden Hâlâ Felsefe

Başka alanlarda olduğu gibi, felsefedeki restorasyon çabaları da başarısızlığa yazgılıdır. Çünkü felsefe kendisini ideolojilerin efsunundan olduğu kadar, kültürel ağız kalabalığından da korumalıdır.

Her şeyi kapsayan bir sistem olma iddiasıyla felsefe, çılgınca bir aldanmalar dizisine dönüşme riskine girer. Felsefe her şeyi bilme iddiasından ve bütün gerçeği kendi içinde kristalleştirme fikrinden hemen vazgeçmeli, geleneğinden gelen tüm yükü sırtından atmalıdır.

Felsefenin içine düştüğü aldatmacanın yerine gerçekliği koyabilmesi, kendini çılgınca kavramlardan kurtarıp, gerçeklikle aklın bağını kurabilmesi için ödenmesi gereken bedel budur.

(Felsefe) Mutlak üzerinde bir hakimyet kurma iddiasında olmamalıdır, bu tür kavramların hepsinden vazgeçmelidir.

İçinde yaşadığımız dünya şeyleştikçe, doğayı ardında gizlediğimiz perde kalınlaştıkça bu perdenin çevresinde dönen fikirler, bu dünyayla ve doğadaki fenomenlerle ilgili gerçek deneyimlerimiz olarak kabul edilirler.

Olguların şeyleştirilmiş maskesine duyduğu takıntılı hayranlıkla, pozitivizmin kendisi şeyleşme eğilimi göstermektedir.

Felsefenin görevi/ödevi apaçık gibi görünenlei anlaşılmaz gibi görüneni birbirinden ayırmaktır.

Çeviren: Ali Kaftan
Cogito: Adorno Özel Sayısı
Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe
Sayı: 36, Yaz 2003

Theodor Adorno - Auschwitz Sonrasında Eğitim

Theodor Adorno - Auschwitz Sonrasında Eğitim

Hiç düşünmeden çoğunluğa uyan kimseler, kendilerini birer nesne haline getirmiş olurlar ve hayatlarını özerk varlıklar olarak sürdüremezler. Şeyleşmiş bilinçle mücadele etmek özellikle zordur, çünkü aslında insani deneyimleri yetersiz olan manipülatif kişilikler tam da bu sebepten bir tepkisizlik geliştirirler ki bu da onları akıl hastası insanlarla ya da psikotik karakterlerle, kısacası şizoitlerle ilişkilendirmemizi mümkün kılar.

Teknolojiyi fetiş haline getirmeye eğilimli kişiler, en basit anlamıyla sevgiye yabancı insanlardır.

Eziyet eden guruba dahil olmayan herkes bu eziyetin hedefi olabilir. Bu yüzden çok etkili bir benlikçi çıkar duygusu işin içine girer.

Devletin nedenlerinin eleştirel olarak ele alınması saygı duyulacak bir eğitim modeli olacaktır. Devletin varlığı onu oluşturan bireylerin üzerinde düşünülürse, terör duygusu zihinlerimize çoktan yerleşmiş demektir.

Çeviren: Bülent O. Doğan
Cogito: Adorno Özel Sayısı
Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe
Sayı: 36, Yaz 2003

Theodor Adorno – Müzik ve Dil

Theodor Adorno – Müzik ve Dil

Müzik bir dile benzer. Öte yandan, müzik dille özdeş görülemez.

Müzik, yalnızca sesler olmanın ötesine geçen, birbirine mantıksal bir biçimde bağlı seslerin zamansal sıralanışı olması anlamında dili andırır. Müzik ne kadar iyiyse, sesler bu şeyi o kadar güçlü söyler.

Kafka’nın kendinden önceki hiçbir yazarın yapmadığını yaparak, bazı unutulmaz metinleriyle müziğe bir şeref payesi vermesi boşuna değildir.

Müziği yorumlamak, müzik yapmak anlamına gelir.

Çeviren: Bülent O. Doğan
Cogito: Adorno Özel Sayısı
Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe
Sayı: 36, Yaz 2003

Theodor Adorno - Proust Üzerine

Theodor Adorno - Proust Üzerine

Her cümle yazarın iradesi ve içinde bulunduğu istisnai durum tarafından dikte ettirilir, içerikte ancak, genel gidişata uymayan şeylere yer verilir.

Uyum sağlama zorunluluğu, gerçeği bütünüyle sınamayı yasaklar.

Proust’un anlattığı, erişilmemiş ya da tehlikeye atılmış mutluluğun hikayesidir. Mutlu olma ihtimali var mı sorusuna, aşkın imkansızlığını göstererek cevap verir. Tamamen kendi olmak, diğerlerinden kesin bir çizgiyle ayrılmak, dışlanma ve derin bir yabancılaşma anlamına gelir aynı zamanda.

Ket vurulmamış mutluluk ihtimali ve mutluluk eğilimi, kendi kendisinin gerçekleşmesini engeller.

Mutluluğun tamamı uğruna hayatın tamamını feda etmek tercih edilir, en büyük tatminle bile ölçilemeyecek bir yudum alınır ondan. Kayıp zamanı arayışın içsel hikayesidir bu. Herşeyin geçmişe karışmasına cevap olarak her şey hatırlanır; umut, geçmişe karışmanın farkına varma ve onu kağıda dökme gücünde saklıdır ancak. Proust bir mutluluk şehididir.

Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu
Cogito: Adorno Özel Sayısı
Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe
Sayı: 36, Yaz 2003

Max Horkheimer – Alacakaranlık

Max Horkheimer – Alacakaranlık


“Nerden geliyor zamanımızın bu kederli hoşnutsuzluğu,
Bu kin, bu telaş, bu parçalanmışlık?
Alacakaranlıktaki ölüm mü yoksa sevinçten mahrum bu sabırsızlığın nedeni;
Ne acı, umutla beklenen ışığı görmemek,
Ne acı, şafak vakti mezara girmek.”
Lenau

…inanılmaz olan artık sıradan olmuştur.

Fotoğrafçılık, telgrafçılık ve radyo, uzağı yakınlaştırmıştır. Tüm dünyadaki sefalet, adeta şehir halkının gözü önünde cereyan ediyor ve sanki insanların dur demesini bekliyor. Fakat bu yakınlık aynı zamanda uzaktır da; zira şehirlerdeki korku, çekilen acıların yanında yok olmaya başlıyor ve insanlar sinema yıldızlarını birbirlerine yakıştırmakla uğraşıyor. Evet, günümüz, geçmişi her konuda gölgede bırakıyor.

Vaktin nakit değil, nakdin vakit, hatta sağlık, talih, aşk, zeka, saygınlık, huzur olduğunu söyleyebiliriz. Zamanı olanın parası da olduğu lafı yalandır; salt zamanla para kazanılmaz, ama parayla zaman kazanılır.

Günümüz kapitalist sistemin işleyişi, küresel ölçekli organize sömürü düzenidir. Ayakta kalabilmenin tek şartı da ölçüsüzce yaygın sefalete göz yummaktır. Bu toplum aslında yoksulluğun en vahimini ortadan kaldırabilecek teknik araçlara ve beyinlere sahiptir.

Zira onlar, intikam alamayacak kadar zayıf, intikam alamayacak kadar korkar varlıklardır.

Fakat ben metafiziği bir biçimde, şeylerin gerçek özüne ilişkin bilgisi, olarak tanımlamaktan yanayım.

İyi niyetlilik ve nezaket, banka hesaplarının değişmesiyle salaklığa dönüşür.

Dil, ezilenlerin vazgeçilmez bir mücadele aracıdır.

Dini hayata geçirmek işlerine gelmediğinde de yok etme kararı, her şeyi saran yalanla tanrı ile uzlaşmaktır.

İnsan ancak başkalarının iyiliğine sevindiğinde gerçek anlamda yaşıyordur. Demek ki kapitalizmin bugünkü evresinde hayat, insanların çoğu için ölüm mânâsına geliyor.

Hayatın tıpkı bilgi gibi fazla derin bir anlamı yoktur. Bizlerin geleceğe önem vermemizin nedeni, bireysel varlığın öteki bir dünyada hayatını sürdürebilmesi için değil, bu dünyada, bizden sonra gelecek insanlarla dayanışma içinde olabilmektir.

Dünyanın mânâsızlığı, metafiziğin, daha doğrusu o mânâlı yorumlarının yalan olduğunu kanıtlıyor; üstelik insanlara acıdığı için değil, herhangi bir efendiye karşı duyduğu korku nedeniyle insanca hayat sürenin aklını da karıştırıyor.

…egemen sınıfın ruhsal sıkıntıları, proletaryanın çektiği gerçek sıkıntının yanında bir hiçtir.


Çeviren: İlknur Aka
Kırmızı Yayınları, Ekim 2009

Max Horkheimer – Akıl Tutulması

Max Horkheimer – Akıl Tutulması

Logos ya da ratio terimlerinde taşıdığı asıl anlamıyla akıl, her zaman özneyle, onun düşünme yetisiyle bağlantılıydı. Aklı adlandırmak için kullanılan bütün terimler öznel ifadelerdi; örnekse, Yunancadaki akıl terimi, ‘konuşmak’ anlamına gelen ve bu anlamda öznel bir yetiyi, konuşma yetisini adlandırmak için kullanılan sözcükten türemişti. Hurafeleri çürüten eleştirel güç, düşünme yetisiydi; öznel bir yeti. Ama akıl mitolojiyi sahte nesnellik, yani öznel bir yaratış olarak reddederken, yeterli olduğunu kabul ettiği bazı kavramları kullanmak zorundaydı. Böylece her zaman kendisine özgü bir nesnellik geliştiriyordu.

Aklın bugünkü bunalımının temelinde, düşüncenin belli bir noktadan sonra böyle bir nesnelliği ya hiç kavrayamaması ya da bir sanrı olarak reddetmesi yatmaktadır.
İçerikleri boşalan bütün temel kavramlar biçimsel kabuklara dönüşmüştür. Akıl öznelleşirken, biçimselleşmektedir de.

Toplumsal gerçekliği yöneten güç hiçbir zaman gerçek anlamıyla akıl değildi…

Akıl, bu görevini, dünyamızı fiilen teslim almışa benzeyen çatışan çıkarlara devretmiştir.

Sokrates, topluluğunun ve ülkesinin en kutsal, en köklü düşüncelerini daimon’un eleştirisinden geçirdiği için öldü(öldürüldü).

Bunu yaparken, hem ideolojik tutuculuğa hem de ilericilik maskesi ardında gizlenen ama gerçekte kişisel ve mesleki çıkarlara bağımlı olan göreceliğe karşı savaşıyordu.

Platon’un felsefesinde, Sokrates’teki sezgi gücü ya da vicdan, bireysel öznenin içindeki bu yeni tanrı, Yunan mitolojisindeki rakiplerini tahttan indirmiş, en azından dönüşüme uğratmıştır. Tanrılar, idealara dönüşmüştür artık.

Daimon da ruha dönüşmüştür ve ruh da ideaları algılayabilen gözdür.

Nesnel akla dayalı felsefi sistemler, her şeyi kapsayan ya da temelde yatan bir varlık yapısının bulunabileceği ve buradan bir insan hedefi kavramının çıkarılabileceği inancını içeriyordu. Bu sistemlere göre, gerçek bilim, bu tür düşünce ya da spekülasyonların uygulamaya geçirilişiydi.

Nesnel akıl, geleneksel dinin yerine yöntemsel felsefi düşünce ve kavrayışı geçirmeye ve böylece başlı başına bir gelenek kaynağı olmaya yönelir.

Nesnel doğru kavramına bağlı için, bu felsefe, yerleşik dinin içeriği karşısında olumlu ya da olumsuz bir tutum almak zorundadır. Bu yüzden, toplumsal inançların nesnel akıl açısından eleştirisi, öznel aklın eleştirisinden çok daha iddialıdır –bazen daha dolaylı ve daha az saldırgan olsa da.

Yeni çağda akıl kendi nesnel içeriğini yok etme eğilimi içine girmiştir.

Aklın dinden ayrılması, sonradan Aydınlanma felsefesinde daha iyi görüleceği gibi, aklın nesnel yanının zayıflamasında ve biçimselleşmesinde yeni ve daha ileri bir adım oldu.

Felsefe, nesnelerin gerçek doğasını ve doğru yaşama yolunu yansıtan aklın içeriğini ortayta çıkarmak, açıklamak ve geliştirmek demekti.

Rasyonalistler, Tanrı’ya sahip çıkıyor, ama günlük hayatı belirleyen bir tanrısal irade kavramına karşı çıkıyorlardı; insanın kuramsal bilgi ve pratik kararlar açısından herhangi bir doğaüstü ışık’a ihtiyacı yoktu.

Rasyonalist felsefe ve siyaset sistemlerinde Hıristiyan ahlakı laikleştirilmiştir.

Felsefe dinin yerini almaya başladığında, nesnel doğruluğu ortadan kaldırma gibi bir niyeti yoktu, sadece rasyonel bir temel kazandırmaya çalışıyordu.

Sonunda, dinle felsefe arasındaki aktif çatışma bir ‘kilitlenme’ noktasına vardı; artık, birbirinden farklı kültür dalları olarak görülüyorlardı.

Aydınlanma filozofları dine akıl adına saldırıyorlardı; sonuçta öldürdükleri, kendi çabalarının güç kaynağı olan metafizik ve nesnel akıl kavramları oldu. Spekülasyon metafizikle eş anlamlıydı, metafizik de mitoloji ve hurafeyle. Eski Yunandaki başlangıcından bugüne kadar aklın ya da aydınlanmanın tarihi, akıl sözcüğünün bile mitolojik bir çağrışım taşıdığı bir durumla sonuçlanmıştır. Ahlaki ve dinsel bir kavrayış etmeni olarak akıl kendini yok etmiştir.

Modern pozitivizmin babası Huma tarafından.

Dinini ilkel hizmetkarı sonra da düşmanı olan spekülatif aklın ölümü, dinin kendisi için de bir felaket olabilir.

Ulus, otoritesini vahiyden değil akıldan alır.

Önceleri tapınılan ulus topluluk düşüncesi, sonunda sadece terörle ayakta tutulabilir olur. BU, liberalizmin bir çırpıda faşizme geçme eğilimini ve liberalizmin ideolojik ve siyasal temsilcilerinin de kendi muarızıyla uzlaşmaya yatkınlığını açıklamaktadır.

Düşünceler otomatikleştiği ve araçsallaştığı ölçüde, kendi başlarına anlamlı olarak görülmeleri de güçleşir. Eşya olarak, makine olarak görülürler. Dil, çağdaş toplumun dev üretim aygıtındaki gereçlerden biri, herhangi biridir artık. Anlamın yerini, eşyanın ve olayların dünyasındaki işlev ya da etki almıştır.

Çocukların bile düşüncelere reklam olarak ya da bir başka şeyin bahanesi olarak baktığı bu görecelik çağında, dilde hâlâ mitolojik artıkların bulunabileceği korkusu, sözcüklere yeni bir mitolojik özellik kazandırmıştır.

Evet, düşünceler köklü olarak işlevselleştirilmiştir ve dil gerek üretimin düşünsel öğelerinin depolanması ve iletilmesi için, gerekse kitlelerin yönlendirilmesi için bir araç olarak görülmektedir; ama buna karşı dil de büyü aşamasına geri dönerek öç almaktadır sanki. Büyülere inanıldığı çağlarda olduğu gibi, sözcükler toplumu yıkabilecek tehlikeli kuvvetler olarak görülmekte ve konuşanlar kullandıkları sözcüklerden sorumlu tutulmaktadır.

Böyle bir mekanizasyon, sanayinin gelişmesi için gerçekten zorunludur; ama bu, zihinlerin de başlıca özelliği haline geldiğinde, aklın kendisi de araçsallaşır, bir tür maddeselliğe bürünür ve körleşir, bir fetiş olur, düşünsel olarak yaşanmak yerine öylece kabullenilen bir büyülü varlık haline gelir.

Rasyonalist metafiziğin temel idealleri ve kavramların kökleri, evrensel insan kavramında, insanlık kavramında yatmaktaydı; bu kavramların biçimselleşmesi, insani içeriklerin de koparılmış oldukları anlamına gelir. Düşüncenin bu insansızlaştırılmasının uygarlığımızı nasıl etkilediği, demokrasi ilkesinin ikizi olan çoğunluk ilkesinin çözümlenmesiyle gösterilebilir.

Demokrasinin felsefi temeli bir kez yıkıldıktan sonra, diktatörlüğün kötü olduğu önermesi sadece bu diktatörlüğün nimetlerinden yararlanamayanlar için rasyonel olarak geçerli bir önerme haline gelir ve bu önermenin kendi karşıtına dönüşmesinin önünde teorik olarak bir engel kalmaz.

Belirli bir hayat tarzının, bir dinin, bir felsefenin ötekinden daha iyi, daha yüksek, daha doğru olduğunu söylemek mânâsızdır. Amaçlar artık aklın ışığında değerlendirilmediği için, ne kadar zalim ve despotça olursa olsun bir ekonomik ya da siyasal sistemin bir diğerinden daha akıl dışı olduğunu söylemek de mümkün değildir.

Almanya gibi birçok ulusun, en çok tapındıkları ideallerin birer boş balon olduğunu anlamaları boşuna değildir.

Modern eğitimde demokratik ya da dinsel her türlü ideal ilkenin sadece belirli durumlarla sınırlı tutulmasının ürünü olan bu çoğulculuk, modern toplumun hayatında şizofrenik bir görüntü yaratmaktadır.

Eskiden bir sanat eserinin amacı, dünyaya ne olduğunu söylemek, nihai bir yargıda bulunmak olurdu.

Eserin bütünlüğünü, bir zamanlar doğruluk adını verdiğimiz şeyin bir imgesi olarak duymak, yaşamak mümkün değildir. Bu şeyleşme, aklın öznelleşmesinin ve biçimselleşmesinin tipik bir örneğidir.

Sanat, politika ve dinden olduğu gibi doğruluktan da koparılmıştır.

Pragmatizmde görüş ufkunun daralması, bir düşüncenin anlamını bir planını ya da bir taslağın anlamı düzeyine düşürmektedir.

Pragmatizm hatırlamaya ve derin derin düşünmeye vakti olmayan bir toplum yansıtır.

Platon’dan çok sonra bile, idealar kavramı, uzaklığı, bağımsızlığı, hatta belli bir anlamda özgürlüğü, “bizim” çıkarlarımıza boyun eğmeyen bir nesnelliği temsil ediyordu.

Tarihin Platon’dan daha yanlış, çıkardığı birini bulmak zordur.

Aklın bir araca indirgenmesi, sonunda onun araç olma niteliğini bile etkiler.

Düşünmenin yerini basmakalıp düşünceler alır.

Pozitivizm felsefi teknokrasidir.
Pozitivistleri pratiği felsefeye uyarlamak yerine, felsefeyi pratiğin gereklerine uyarlamaktadırlar.

Modern bilimde liberalizmle otoriterizm arasında kesin çizgili bir ayrım yoktur. Gerçekte, liberalizmle otoriterizmin etkileşimi akıl dışı bir dünyanın kurumlarında gittikçe daha rasyonel bir denetim kurulmasına hizmet etmektedir.

Pozitivizm, büyük bir gayretkeşlikle felsefeyi bilimin teorisi durumuna getirirken, bilimin kendi ruhunu da hiçleştirmiş olmaktadır.

Pozitivist felsefeye göre, sözcüklerin anlamları değil, sadece işlevleri vardır. Felsefelerinin anlamının anlamsızlık olması paradoksu, diyalektik düşünce için mükemmel bir başlangıç olabilirdi.

Pozitivistlerin anladığı biçimiyle modern bilim, esas olarak olgularla ilgili önermelerle uğraşır ve bu yüzden de genel olarak hayatın, özel olarak da algılamanın şeyleştiğini varsayar. Dünyaya bir olgular ve şeyler dünyası olarak bakar; dünyanın olgulara ve şeylere dönüşmesinin toplumsal süreçle olan ilişkisini göremez. Oysa ‘olgu’ kavramı bile bir üründür, toplumsal yabancılaşmanın bir ürünü. Bu kavramda mübadelenin soyut nesnesi, verili kategori içindeki bütün yaşantı nesneleri için bir model olarak düşünülmüştür.

Özneyi yücelten öznelleşme, onu aynı zamanda yok oluşa da mahkum etmektedir.

Öznel, biçimselleşmiş aklın zaferi, aynı zamanda, öznenin karşısına mutlak egemen bir nesnellik olarak çıkan bir gerçekliğin de zaferidir.

Doğaya egemen olmak için geliştirdiğimiz araçlar arttığı ölçüde, bir sağ kalma şartı olarak bu araçlara hizmet etme zorunluluğumuz da artmaktadır.

Bugün doğanın dili koparılmıştır. Bir zamanlar, her sözün, çığlığın ya da jestin içsel bir anlamı olduğuna inanılırdı; bugünse hepsi sıradan bir olay, bir rastlantı olarak görülmektedir.

Bir yanda, doğa her türlü içsel değer ya da anlamdan arındırılmıştır. Öte yanda, insanın da varlığını sürdürmekten başka amacı kalmamıştır.

Doğaya karşı modern duyarsızlık, gerçekte, bir bütün olarak Batı uygarlığına özgü olan o pragmatik tutumun bir türevinden başka bir şey değildir.

İnsanın doğayı boyunduruk almak çabalarının tarihi, insanın insanı boyunduruk altına almasının da tarihidir. Ego, benlik kavramının gelişimi, bu iki yanlı tarihi yansıtır.

Batı uygarlığının tarihi, egonun gelişmesinin tarihi olarak da yazılabilir; bu tarih içinde, piramidin altındakiler, öz-disiplini ve egosu daha önce gelişmiş olan efendilerini yüceltmiş, yani içselleştirmişlerdir.

Her öznenin içindeki ego, yöneticinin temsilcisi olmuştur.

Evlilik, artık sadece toplumsal aygıt içinde, kullanışlı uyum sağlama aracı olarak görülmektedir.

Çocukluktan gençliğe geçmekte olan bireyi koyu bir umutsuzluğa iten, akıl, benlik, tahakküm ve doğa arasındaki sıkı ilişkiyi, bunların neredeyse özdeş olduklarını belli belirsiz de olsa görmesi, sezmesidir.

İnsanlık doğa ile aklı, özdeşleştirme gibi bir mantık sapmasına düşmeden, barıştırmaya çalışmalıdır ikisini. Akıl, en yüksel noktaya ulaştığı anda, dumura uğramakta, akıl dışına dönüşmektedir. Zamanımızın egemen düşüncesi, öz-savunmadır, benliğin korunması; ama ortada korunacak bir benlik kalmamıştır.

İnsanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadar yoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olur ve insan da gerçek bireysel özelliklerinden o kadar uzaklaşır, zihni giderek bir biçimsel akıl otomatına dönüşür.

Bireyin ilk örneği, Yunanlı kahramandır.
Homeros’un bireyselliğe, bağımsız bir kafaya sahip gözüken tek kahramanı Odysseus’tur. O da gerçek bir kahraman için fazla kurnazdır.

İlerleme doktrini doğrudan doğruya doğa üzerindeki egemenlik düşüncesini mutlaklaştırır ve sonunda kendisi de statik ve türemiş bir mitolojiye dönüşür.

Statik ontoloji de ilerleme doktrini de –yani nesnelci felsefeler de öznelci felsefeler de- insanı unuturlar.

Platon ve Aristoteles gibi öğrencilerinden daha az biçimsel, daha ‘negatif’ olan Sokrates, soyut bireysellik düşüncesinin ilk habercisi, bireyin özerkliğini açıkça ileri süren ilk filozoftu. Sokretes’in vicdan kavramını öne sürmesiyle bireysel ile evrensel arasındaki ilişki yeni bir düzleme çıktı.

Sokrates’in yargılanması, kültür tarihinde, bireysel vicdanla devletin, idealle gerçeğin arasında bir uçurumun belirmeye başladığı anı temsil eder. Felsefe, insanın iç dünyasında bir avuntu bulma çabasını andırmaya başlamıştır.

Birey, gerçekliğe doğruluk tasarısına uygun bir biçim verme yükümlülüğünden sıyrılmakla, zorbalığa da teslim etmektedir kendini.

Hıristiyan birey, Helenistik toplumun yıkıntılarından doğdu.

…Hamlet, bireysellik düşüncesinin cisimlenişidir, çünkü her şeye nokta koyan ölümden, boşluğun dehşetinden korkmaktadır. Montaigne’in iyi bir öğrencisi olan Hamlet Hıristiyanlığa olan inancını yitirdiği halde, Hıristiyan ruhunu korumuştur ve bir anlamda bu modern bireyin asıl doğumudur. Hamlet için, birey hem mutlak varoluştur hem de tam bir boşluk.

Reform’un ve felsefi Aydınlanmanın birey düşünceleri arasında çarpıcı bir paralellik vardır.

Bireye, doğduğu günden başlayarak, bu dünyada bir tek var olma yolu olduğu hissettirilir: Bir gün kendini gerçekleştirme umudundan vazgeçmek.

Kitleler kendi geleceklerinin kurucusu olduklarını düşünürken önderlerinin nesnesi olmaktadırlar.

Emeğin örgütlenmesinin de başka herhangi bir şirket gibi bir iş sayılır olması, insanın şeyleşme sürecini tamamlamaktadır.

Bireyin yenilgisinin nedeni kendi başına teknoloji ya da sağ kalma tutkusu değildir; sorun, üretimin kendisi değil, biçimidir; sanayi toplumunun özgül çerçevesi içinde insanlar arası ilişkiler.

Modern çağda herhangi bir bireyin tek ölçütü ve varlık nedeni olan etkinliğin de gerçek teknik veya idari ustalıkla karıştırılmaması gerekir.

Modern endüstriyalizmin ekonomik ve kültürel süreçlerinin sonucunda bireysel düşünce ve direncin parçalanması, insanca bir hayata doğru evrimi son derece zorlaştıracaktır.

Felsefe adı verilen disiplin, kültürün öteki dallarla birlikte, açılmış uçurum üzerinde sahte bir köprü kurmakta ve böylece tehlikeyi daha da arttırmaktadır.

Her kavram, kendisine anlam veren kapsayıcı bir doğruluğun bir parçası olarak görülmelidir. Felsefenin ana uğraşı da bu parçaları bütünleştirerek doğruluğu kurmaktır.

Özgürlüğün tanımı, tarih teorisidir, tersinden alırsak tarih de özgürlüğün gelişme öyküsüdür.

Tin ne kadar mutlaklaştırılırsa, saf mit’e geri dönme ve tam da kendi içinde erittiğini, hatta yarattığını iddia ettiği saf doğaya benzeme tehlikesi de o kadar artar.
Böylece en aşırı idealist spekülasyonlar, doğa ve mitoloji felsefelerine götürür bizi. Tin, her türlü sınırlamadan kurtulmuş bir halde, kendi özgül tözünü yitirir ve tinsel kategoriler doğal dizilerin sonsuz tekrarlarının eğretilemeleri haline gelir.

Öznel akıl adını verdiğimiz yaklaşım, sorumsuzluğa, keyfiliğe düşmekten ve basit bir zihin oyununa dönüşmekten korkan bilincin kendini özne ile nesne arasındaki yabancılaşmaya, toplumsal şeyleşme sürecine uydurmasıyla ortaya çıkan tutumdur.

Bugün en parlak düşünürler bile düşünmeyi planlamayla karıştırmaktadırlar. Toplumsal adaletsizlik ve din kılığına bürünmüş ikiyüzlülük karşısında dehşete kapılan bu insanlar, ideoloji gerçeklikle birleştirmek, ya da kendi deyimleriyle söylersek, mühendis aklını dine uygulayarak gerçekliği isteklerimize uydurmaya çalışmaktadırlar.

Geleneksel biçimiyle ya da ilerici bir toplumsal inanç olarak din, büyük kitleler tarafından değilse bile kendi yetkili sözcüleri tarafından bir araç olarak görülmektedir.

(Din) İletmeye çalıştığı doğruluk, pragmatik amaçları yüzünden zayıf düşmüştür.

İnsanlar bir kez dinsel umut ve umutsuzluktan ‘derin kişilik ihtiyaçları’ duygusal olarak zengin ortak duyarlıklar ya da bilimsel olarak sınanmış insani değerler şeklinde söz etmeye başladıklarında, din onlar için anlamsızlaşmış demektir. Hobbes’un dinsel doktrinlerin bir hap gibi yutulması önerisi biler faydasızdır.

Bilim, doğadaki bilinmeyen karşısında duyduğumuz korkuyu yenmemizi sağlamıştır: Artık kendi ürünümüz olan toplumsal baskıların esiriyiz.


Çeviren: Orhan Koçak
Metis Yayınları, 8. Baskı, Mayıs 2010

19 Eylül 2011 Pazartesi

Theodor Adorno & Max Horkheimer – Sosyolojik Açılımlar

Theodor Adorno & Max Horkheimer – Sosyolojik Açılımlar
Sunular ve Tartışmalar


Sosyoloji pozitivizmin bir çocuğudur. Böyle bir sosyoloji, bilginin dinsel inançtan ve metafizik spekülasyondan kurtarılması görevini üstlenmektedir.

Platon’un hedefi bilgi ve eylemin birleştirilmesidir. Metafizik, toplumun kurgusu olmakta; toplum düzeni entelektüel dünyayı yansıtmaktadır.

İdeal toplumun kurgulanması, artık ontolojide değil, aksine tarih felsefesinde temellenmektedir.

Dinamik toplum, doğayı kendi hakimiyeti altına almaya eğilim gösterdikçe, kendi bilgisinin doğadan geri kalmasına tahammülsüz hale gelmektedir.

Pozitif kültü ile akıl, bizzat kendisini akılsızlığa taşıdı.

Sosyoloji Comte’da ve bir miktar da Spencer’da her gün artan oranda gerçekleştirilebilirlik ufkunu kaybetti. Yeni bilimin incelik iddiası daha başından kötürüm kaldı; Toplum düşüncesi her gün ne ise onu aşmamayı bir gurur saydı. Felsefenin dürtüsü, olması gereken, varlığı değiştirebilseydi, olması gereken olarak varlığın kabul edilmesine rahatlıkla rıza gösterebilirdi.

Sosyoloji, can sıkıcı şekilde, ‘sosyalizm’ olarak insansallık adına ne varsa hepsini toplumsallığa indirgeyip sonra da bu ilkelliğini de diğer disiplinlere kabul ettirmeye zorluyor.

Psikolojinin bizzat kaynağı olan bireyin kendisi bilei toplumsal etkilerden uzak ele alındığında içi boş bir soyutlamaya dönüşmektedir.

Her kim ki insani şeyleri bizzat kendi anlamını da katarak ölçmezse, kaba ve yüzeysel olmakla kalmaz, aynı zamanda yanlış da yapar.

Toplum kendini özel mülkiyetle inşa etmiş ve devlet de bu özel mülkiyetin sürdürümü ile ilgili kaygılardan doğmuştur. Birinci toplum anlaşmasını koruma amacıyla ikinci bir anlaşma daha yapılır, bunun adı hakimiyet anlaşmasıdır ve bu anlaşmayla devlet kurumlarının güdümüne girilir. Herkesin herkesten korkusu tek korkuya, her şeyin üzerinde olan iktidardan korkuya vardırılır.

Topyekün toplum gelişmesine kaçınılmaz bir şekilde insanlığın topyekün ortadan kaldırılması tehlikesi eşlik ediyor.

İlerleyen rasyonelleşme, yani insanların standartlaşması, artan gerilemeye müttefiktir.

Toplumlaştırma, yalnızca nesnel alanda değil, aynı zamanda öznel alanda da kendi sonuna yol açacak potansiyeli üretmektedir.

Hegel’in bütün felsefesi, ‘kalblerin yasası’nı gerçekleştirmek isteyen ve ‘şahsi gururun çılgınlığı’na tutulmuş bulunan çağdaşı romantiklerin yücelttiği yalın bireyselliğe karşı müthiş polemikler içerir.

Gerçi Hegel’in meşhur tanımıyla, öz-bilinç ‘kendi kesin bilgisinin hakikati’ olmakla birlikte ‘ancak başka birinin özbilinci içerisinde tatmine’ ulaşır.

Bireyler ne kadar çok azalırsa, bireycilik o kadar çok artmaktadır.

Bireyselleşmenin tinsel medyumları, sanat, din, bilim birkaç kişinin özel tasarrufunda köreltildi ve onların temeli olan toplum, yalnızca ara sıra hatırlanır oldu.

Hitler’in kitle (kültürü) üzerine söylemlerinin Le Bon’un etkisinde oluşturulmuş ucuz bir kopyadan başka bir şey olmadığı görülmelidir. Kitle psikolojisinin ortak özelliği, söz konusu kitleyi manipüle edici her tür demagojinin hizmetinde olduğunu gizli tutmasıdı.

Bugün dünyaya hakim olan dehşeti kitleler üretmiyor, kitle oluşumundan faydalanan herkes ve her şey bunu üretiyor.

Bugün kim kültürü medenileşmenin hesabını görmek üzere öne çıkarıyorsa, insaniyetten öte bir kültür koruma parkı oluşturuyor demektir.

Kültür mallarının sürekli tüketimi; medenileşmenin yıkıcı karakterinden ayrılmaz.

Altında ezildiğimiz medenileşme öğeleri bizzat değer verdiğimiz kültürden çıkmıştır.

Bu musibette, dünyanın rasyonelleşmesinin hiçbir suçu olmayıp, suçlu olan rasyonelleşmenin irrasyonelliğidir.

Sosyoloji bir tinbilim değildir. Sosyolojinin uğraştığı sorular, toplumu biraraya getirmeye yarayan insanların bilincinin veya bizatihi bilinçsizliğinin özü ve temeli değillerdir.

Aile, toplum ajanı haline geldi; toplumsal uyumu yerine getirdi, toplumsal sistem tarafından talep edilen görevlerla başa çıkabilme becerilerini sağlayacak şekilde insanları biçimlendirdi. Aile, gücün akıldışılığını rasyonalize etti, hem de onun baskısı, aklın eksikliğini hissettirmeden.

Otorite daha da soyutlaşmaktadır, böylece daha da insanlıkdışılaşmakta ve daha da insafsızlaşmaktadır.

İlerlemiş Amerikanlaşma sürecinin Avrupa’da yaşandığı anlaşılmakta, bu durum daha çok, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçları ile sınırlı olarak görülüp basit bir etki ve işgal ile sınırlandırılamayacak derecede toplumda muhtemelen derin yapı değişimlerine neden olmaktadır. Amerikanlaşma süreci, vazgeçilmesi mümkün görülmeyen Avrupalı nitelikleri aşındırmaktadır, bu değerler, bir tür doğal tekel halini almış olan bütünsel değiş-tokuş ilişkilerinin çıkar ağına takılmaktadır.

Konuşmanın bizatihi kendisi de bir klişedir.

İnsanlar, hali hazırdaki mevcut klişeler ve değerleri kullanarak sadece hayatı daha rahat kılmakla ve yöneticilere güven duymakla kalmamakta –aynı zamanda daha hızlı bir şekilde işleri halletmiş, böylece modern dünyanın çapraşıklığıyla uğraşmak için ödeyecekleri büyük bir bedelden de kurtulmuş olmaktadırlar.

Akıl, dünyayı insanların hizmetine sunmak için ona hakim olmalıdır.

Fabrika ürünü kültür malları, insanları ne kadar yabancılaştırırsa, o kadar çok da kendi dünyalarıyla haşır neşir olmalarını ve onu yaşamalarını söyler.

İdeoloji artık bir örtü değil, dünyanın tehdit eden yüzüdür.


Çeviren: M. Sezai Durgun – Adnan Gümüş
Bilgesu Yayıncılık, 1. Baskı, Ankara 2011

Theodor Adorno – Edebiyat Yazıları

Theodor Adorno – Edebiyat Yazıları


Mitoloji giderek ayıklanıp dünya şeyleştirildikçe, bilim ve sanat da birbirinden ayrılmıştır. Sezgi ile kavramı, imge ile göstergeyi bir tutan bilinç, bir zamanlar var olduysa bile, sihirli bir değnekle yeniden yaratılamaz; onu telafi çabası bir gerilemeye dönüşerek kaosa sürüklenir. (s. 17)

Fikirlerin düzenini şeylerin düzeni sanan yanılgı, dolayımlı bir şeyi dolayımsız saymaktan kaynaklanıyordur. Salt olgusal bir şey nasıl kavram olmadan düşünülemezse (çünkü bir şeyi düşünmek zaten her zaman onu kavramak demektir), en saf kavram bile olgusallıkla bağlantı kurulmadan düşünülemez.

Denemenin yapmak istediği (…) geçiciyi ebedi kılmaktır.

Yöntemli bir yöntemsizliktir deneme.

Denemenin bakışı altında her tinsel yapı bir kuvvetler alanına dönüşmek zorundadır.

Denemenin bilerek içine daldığı hakikatsizlik, aynı zamanda onun hakikatini barındıran öğedir.

Denemenin en derin biçimsel yasası heterodoksluktur.

…bir öykü anlatmak, anlatacak özel bir şey olması demektir ve bu tam da yönetilen dünyanın, standartlaşmanın ve ebedi aynılığın engellediği şeydir.

Her yerde rastlanan ucuz biyografi edebiyatı, romanın çözülme sürecinin bir yan ürününden başka bir şey değildir.

Yabancılaşmanın kendisi de estetik bir araç haline gelir roman için.

Çünkü insanlar, bireyler ve topluluklar birbirine ne kadar yabancı olursa, birbiri için o kadar da bilmecemsi hale gelirler.

Modern romandaki antirealizm anını, yani romanın metafizik boyutunu güncel kılan şey, kendi gerçek konusudur – insanların birbirinden ve kendi kendilerinden koparılmış bulunduğu toplum. Estetik aşkınlıkta yansıyan, dünyanın büyübozumudur.

Okurun okuduğu şeyi temaşa ederken duyduğu güveni şoklarla yıkar Kafka. Sürekli hale gelmiş felaket tehdidi artık hiçkimseye durumu tarafsızca izleme, ya da böyle bir tavrı estetik düzlemde taklit etme imkânı tanımadığı için, temaşa tavrının acı bir dünyaya önceden verilmiş bir cevaptır onun romanları – eğer hâlâ bu kategoriye sokulabilirse.

Model alınmaya elverişli değildir Kafka.

Öznenin gerçeklikten uzaklığı da böylece gerçeklik takıntısı yüzünden eksantrik bir yakınlığa dönüşür.

Var kalmaya çalışan bir zeka için çok fazla akıl zararlıdır. Buna karşılık, egemen uygulamaların sürdürülmesi yönünde verilen her taviz, yolundan şaşmak istemeyen tini kirletmekle kalmaz, aynı zamanda yolunu keser ve dumura uğratır.

Tarihsel gerçek de sonuçta gerçekçiliğin sürekli çözülüşü içinde öne çıkarak kendini yenileyen metafizikten başka bir şey değildir.

…burjuva dünyasında asıl belirleyici olan şeyleri anlatmak imkansızlaştığı içindir ki öykü anlatıcılığının da sonu gelmektedir.

Hegel’in weltgeist, yani tarihin hareketi sandığı şey, kapitalist burjuvanın yükselişiydi.

Tin; ontolojiktir.

Bir sanat eserinin tözünün tam da yazarın niyetinin bittiği yerde başladığına inanırım ben; niyet, tözde sönümlenmiştir.

…dünya, Amerikanizmin parodisinden ibaret hale gelmiştir.

Gezegen çapında baştan sona rasyonelleştirilmiş bir sınıf sistemi ve gediksiz bir devlet kapitalizmi egemendir; topyekün kolektifleştirmeye topyekün tahakküm eşlik etmektedir; para ekonomisi ve kâr dürtüsü sürüp gitmektedir.

Birey olduklarına inananlar bile, kendilerini ‘iç grup’la özdeşleştirdiklerinden, bilinçleri standartlaşmanın tutsağıdır. Otomatik olarak şartlandırılmış oldukları yargıları dile getirirler hep.

Anlamamak erdem sayılmaya başlamıştır.

Dünyanın fiilen metalara dönüşmesi, düşünülen ve yapılan her şeyin toplumsal makine tarafından önceden belirlenmiş olması, konuşmayı bir yanılsama haline getirir; hep aynı kalanın lanetine uğrayarak heba olan konuşma bir analitik yargılar dizisinden ibarettir.

Asıl amacı bilinmeyeni bulmak olan diyaloğun boş kabuğu.

Suç, bütün amaçların araçla ikame edilmesindedir. Her türlü nesnel amaçtan koparılmış alet tapıncı (fetişi) (bugün henüz adı konmamış otomobil dini) ve fetişistçe bir alet edavat merakı, tam da pratik ve gerçekçi oldukları için övünenlerde görülen bu iki şaşmaz delilik belirtisi, hayatın normu konumuna yükselmiştir.

Herkesin herkese ait olması, en yüksek ahlak yasasıdır bu dünyada; insanları tek tek varlıklar olarak ortadan silen, insandaki kendine ait son şeyi de mitoloji sayarak yok eden ve onu salt ‘başkası için’ diye belirleyen…

Mutluluğun yerini, mutluluk ile nesnel iyinin uzlaşamayacağını söyleyen ve geleneksel din ile felsefeden damıtılmış bir ontoloji alıyordur burada. Mutluluktan başka bir şeyin peşinde olmayan toplumun kaçınılmaz olarak varacağı yer ‘delilik’tir, makineleşmiş hayvanlaşmadır.

Ölüm şartlanması olmadan teknik, yönlendirilmiş çocuksu gerileme olmadan ilerleme olmaz.

Ortada hiçbir amaç kalmaksızın kendini salt araç haline getiren öznenin kerndine yabancılaşması ve tam anlamıyla dışlaşmasıdır. (s. 101)

Uygarlık kültür adına barbarlığa geçmektedir.

Sanat eserinin açıklanma isteği, onu ister istemez kendisine kısmen ihanet ettirecek konformizme doğru kaydıran şeydir.

Gerçeküstücülükte şok aracılığıyla boşalan gerilim, şizofreni ile şeyleşme arasındaki gerilimdir; bu, daha özgül olaraki psikolojik esin yoğunluğunun gerilimi olmadığını da söylemek demektir.

Gerçeküstücülüğün diyalektik imgeleri, nesnel özgürlüksüzlük durumundaki öznel özgürlük düyalektiğinin imgreleridir.

İçsel bir şeyin görüntüleri değil, birer fetiştir bunlar (meta fetişleri); öznel bir şey –libido- vaktiyle bu fetişlere yapışarak sabitlenmiştir.

İmgelerin çocukluğu geri getirmesi kişinin kendi içine gömülmesi yoluyla değil, bu fetişler aracılığıyladır.

Ancak bir şiirin yalnızlığında insan soyunun sesini duyabilen kişi, o şiirin ne dediğini anlayabilir; nitekim lirik dilin yalnızlığı bile bireyci ve son kertede atomistik bir toplumun ürünüdür – tıpkı, tersinden alırsak, şiirin genel tutarlılık ve bağlayıcılığının da bireyleşmesinin yoğunluğuna bağlı oluşu gibi.

İdeoloji hakikatsizliktir çünkü yanlış bilinçtir, içsel sahteliklerinde ortaya koyar; eleştirinin hedef aldığı da budur.

İdeoloji kavramı, özellikle sahte olan tinin maskesini düşürmeye ve aynı zamanda onu zorunluluğu içinde kavramaya yönelir. Oysa sanat eserlerinin büyüklüğünün tek ölçüsü de ideolojinin sakladığı şeyi dillendirmeleridir. Bir eser başarılıysa, ister amaçlanmış olsun, ister olmasın, yanlış bilincin ötesine geçilmiş demektir.

Şiir, protestosunda, her şeyin farklı olacağı bir dünya düşünü dile getiriyordur.

Rilke’nin ‘şey’ kültü de bu kişisel muhalafetin parçasıdır; yabancı nesneleri bile saf öznel ifadenin içine çekerek eritme, yabancılıkları için onlara bir tür metafizik kredi verme çabasıdır.
Bu kültürün estetik zayıflığı, karanlıkçı edası ve din ile süslemeyi harmanlaması da şeyleşmenin gerçek gücünü açığa vurur. Ama lirik bir alayla parlatamıyor, anlam/mânâ dünyasına geri getirilemiyordur.

Şiir, kendi sınırları içinde bütünlüğü de ortaya koyacak, kendi sonluluğu içinde evrensellik de sağlayacaktır.

Kendini sanki nesnel bir şeye teslim eder gibi dile teslim eden öznenin kendini unutuşu ve öz-bilinçsizliği ile öznenin dışavurumunun dolaysızlığı ve kendiliğindenliği aynı şeydir; lirik şiir ile toplumu en derinden merkezlerine varıncaya kadar birbiriyle böyle dolayımlıdır dil.

Öte yandan, bugünün ontolojik dil kuramlarının (Heidegger) yaptığı gibi, dili lirik özneye karşı konumlandırılan Varlığın sesi olarak mutlaklaştırmak da yanlış olur.

Öznenin dile gömüldüğü öz-bilinçsizlik anı, öznenin Varlığa feda edilişi olarak görülemez. Bir şiddet anı değil, özneye uygulanan bir şiddet de değil, bir rıza ve barış anıdır; dilin kendisinin konuşması, özneye yabancı bir şey olarak konuşmasıyla mümkün olur ancak.

Dilin yabancılaşmasını –ki kullanımdan kaynaklanan bir yabancılaşmadır- şiddetlendirerek aşar (S. George), onu artık konuşulmayan, hatta hayali bir dilin yabancılaşması haline gelecek kadar aşırıya götürerek aşar; ve bu hayali dilde, onun kompozisyonu sırasında mümkün olabilecek ama hiçbir zaman gerçekleşmemiş olanı algılar.

Sanat eserinin kesinlikle kendisinde içkin olan tinsel sürecin tamamlanması, eserin hem körlüğünün hem de tek yanlılığının aşılması demektir.

Akıl denilen aracın bütünü itibariyle akıldışı olan insanlıkta açtığı yaralar daha az değil, daha çok akıl sayesinde iyileşebilir.

Kendini bir araca dönüştürmelidir sanatçı, şeyleşmiş bir dünyanın ortasında anakronizm lanetine uğramak istemiyorsa kendisi de şeyleşmelidir.

Mahvolacaksa yine de imkansızın peşine düşerek mahvolmayı yeğler Valery.

Sanat eserinin taşıyıcısı olan sanatçı onu ortaya çıkaran bireyden ibaret değildir; çalışması edilgin etkinliği sayesinde tümel toplumsal öznenin temsilcisi haline gelir. Sanat eserinin gereklerine tabi olmakla, sadece kendi bireyleşmesinin rastlantısallığından kaynaklanabilecek her şeyi ortadan kaldırmış olur.

Valery’nin yaklaşımının sonucu olarak kendinin farkına varan sanat, hem sanatın kendisini dönüştürecek hem de insanların gerçek hayatında kendini tam olarak gerçekleştirecektir.

Sanat kültür endüstrisinin denetimşne girip tüketim malları arasına karıştığından beri şen yanı da yapay, sahte ve efsunlu hale gelmiştir. Şen olan hiçbir şey, keyfi biçimde tertip edilmiş olanla uyuşamaz. Neşenin doğayla olan barışçıl ilişkisi, doğayı manipüle eden ve hesaba vurulan her şeyi dışlar.

Trajik olan çürüyüp gitmektedir, çünkü olumsuzluğun olumlu anlamını –felsefede olumlu yadsıma denen anlamı- bulma iddiası taşır. Yerine getirilemez bir iddiadır bu. Bilinmeyenin içine dalan sanat mümkün olan tek sanattır ve ne şendir ne de ciddi; ama üçüncü seçenek de perdelenmiştir, sanki bir hiçliğin içine gömülmüştür, figürlerini gelişmiş sanat eserlerinin betimlediği bir hiçlik.

Kültür eleştirisinin içeriğini asıl kabul edilemez kılan, eleştirinin eleştirirken bile gizlice kültürü tanıması, ona gözü kamaşmış ve kibirli bir kabullenişle yaklaşmasıdır. Kültür eleştirmeni, kültürün kendisinde bulunmayan bir kültüre sahip olmakla övünür gibidir.

Tinin özgürleşmesi –sahte bir özgürleşim- bu köleliğin çerçevesi içinde gerçekleşmiştir.

Eleştiri, kültürü kendi nesnesi yapmakla, onu bir kez daha nesneleştirmiş olur. Oysa kültürün anlamı, nesneleştirmenin askıya alınmasıdır.

Tin gerçekliğe sırt çevirdiği anda, anlam sıkı sıkıya korunduğu halde, kendi anlamı değişir.

Kültür eleştirisi kültürün mitsel duyarsızlığından geçinmektedir.

İçeriği ne olursa olsun kültür eleştirisinin varlığı ekonomik sisteme bağımlı olduğundan onun kaderini paylaşır.

Spengler’ın tin ile paranın el ele gittiği yolundaki suçlaması haklı çıkmıştır.

Sadece ideoloji eleştirisinden ibaret kaldığı sürece bu eleştirinin kendisi de bir ideolojidir.

Kültür eleştirisinin ideolojik işlevi, onun asıl hakikati olan ideolojiye karşı direnişine gem vurur.

Tin, sırf kendi ideolojik işlevini yerine getirmekle ideolojiye karşı inancını yitiriyordur.

Diyalektik, eylem ile tefekkür arasındaki ilişkiyi de kapsar.

İdeolojiler eleştirileceğine, altyapının üstyapıyı belirlemesi adına, kullanımları denetlemektedir. İdeolojilerin nesnel içeriğiyle ilgilenen yoktur –amaca hizmet etsinler yeter.

Kültür ideolojik hale gelmiştir; nesnel tinin öznel biçimde imal edilmiş tezahürleri olarak, ama en çok da özel hayat alanı olarak.

Hayat kendini şeyleşmenin ideolojisine dönüştürmektedir –yani bir ölü maskesine.

Diyalektik her türlü şeyleşme karşısında uzlaşmazlık demektir.

Dünya bir açıkhava hapishanesine dönüştükçe her şey o kadar bir ve aynı olmuştur ki, neyin neye bağımlı olduğunu bilmenin artık pel önemi yoktur. Her türlü olgu mevcut olanın mutlak hakimiyetini ifade eden işaretler gibi dikiliyor karşımızda. Sözcüğün gerçek anlamıyla ideolojiler kalmadı, sadece dünyayı kopyalayarak bize satmaya çalışan reklamlar, inanılmayı beklemeyip sessiz kalmayı buyuran kışkırtıcı yalan var.

Toplum ne kadar bütün (total) hale gelirse, tinin şeyleşmesi o kadar artar ve şeyleşmeden kendi başına kaçınma çabası da o kadar paradokslaşır. Felaketin en uç, en keskin bilinci bile yozlaşıp gevezeliğe dönüşme tehlikesinden muaf değildir. Kültür eleştirisi kültür ve barbarlık diyalektiğinin son basamağıyla karşı karşıyadır.



Çeviren: Sabri Yücesoy, Orhan Koçak
Metis Yayınları, 2. Baskı, Şubat 2008

Stefan George

Rüzgârlar örülürken
Sorduğum soru
Yalnız düşlemekti.
Yalnız gülümsemeydi
Verdiğin
Nemli geceden
Bir parıltı tutuşuyor
Mayıs zorlar artık
Gözlerin ve saçların için
Her gün
Özlemle yaşamak...

La Rochefoucault – Özdeyişler

La Rochefoucault – Özdeyişler

Başka tutkularımızla karışmamaış saf bir aşk varsa bu kalbin derinliklerinde saklı olup bizim bile habersiz bulunduğumuzdur.

Etiklerinin çoğuna bakarak hakkında bir kanıya varmak gerekirse, aşki dostluktan çok kine benzer.

Gerçek aşk tıpkı cinler, periler gibidir. Herkes ondan söz eder ama gözüyle görmüş olan pek azdır.

Susmak, kendine güvenmeyenin başvurduğu en emin çaredir.

İnsanlar birbirlerini aldatmasalar, uzun zaman bir arada yaşayamazlardı.

Akıl, daima gönlün oyuncağıdır.

İnsan sevgilisini ne kadar çok severse ona kin beslemeye de o kadar hazırdır.

Manevi kusurlar da yüz kusurları gibi yaşlandıkça çoğalır.

Başkalarına karşı maske taşımaya o kadar alışmışızdır ki, sonunda kendimiz bile gerçek yüzümüzü unuturuz.

Aldanmanın en gerçek yolu, kendini başkalarından daha kurnaz sanmaktır.

Pişmanlığımız, yaptığımız kötülüklere duyduğumuz pişmanlığın değil, daha çok, başımıza belalar gelmesinden duyulan korkunun sonucudur.

Ruhun kusurları vücuttaki yaralar gibidir; iyi etmek için ne kadar özenilse de daima iz bırakırlar ve her zaman yeniden açılmak tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.

En büyük ustalık herşeyin değerini iyice takdir etmektir.

Ustalığı saklamayı bilmek büyük bir ustalıktır.

Ağırbaşlılık, içimizin kusurlarını gizlemek için dışımıza taktığımız bir maskedir.

Acıma, çoğu zaman başkalarının dertlerinde kendi dertlerimizi hatırlamaktır; uğrayabileceğimiz felaketlerin kurnazca bir tahminidir.

Uzaklık, küçük aşkları azaltıp büyükleri artırır, tıpkı rüzgârın mumları söndürüp ateşi alevlendirmesi gibi.

İnsanın gerçekten soğumuş olduğu bir şeyi ikinci defa sevmesi imkansızdır.

Dostlarımıza kalbimizi tamamıyla açmaktan bizi alıkoyan şey, kendilerine karşı duyduğumuz güvensizlikten çok kendi kendimize güvenmeyişimizdir.

Zayıf iradeli kimseler içten olamazlar.
İnsan sevdiği sürece affeder.

Öyle gözyaşlarımız vardır ki başkalarını aldattıktan sonra çoğu zaman bizi de aldatır.

Sevgilisini sırf ona karşı beslediği aşk yüzünden sevdiğini sanan çok yanılır.

Sevdiğimize sadık kalmak için kendimizi zorlamamız sadakatsizlikten çok da farklı değildir.

Yanılmış olmayı asla kabul edemeyenler, en sık yanılanlardır.

Talih ancak iyilik etmediği kimselere kör görünür.

İkinci bir sevgi bulamazsak birincisine uzun süre bağlı kalırız.

İlk sevgilerinde kadınlar, aşıklarını severler, ötekilerde ise sevdikleri aşktır.

Pek az kadın vardır ki değeri güzelliğinden ömürlü olsun.

Suç yalnız bir tarafta olsa, kavgalar uzun zaman devam etmez.

O kadar kendileriyle dolu insanlar vardır ki, aşık oldukları zaman, sevdikleri kimseyi bir yana bırakarak sevgileriyle meşgul olmanın yolunu bulurlar.

Huzuru kendi içimizde bulamazsak, başka yerde aramak boştur.

Bir aşktan kurtulmak aşık olmaktan daha güçtür.

İyi söz söylemenin en güç olduğu zaman, susmaktan utandığımız zamandır.

Sevildiğini sanmak kadar doğal ve aldatıcı şey olamaz.

Varolan duygularımızı gizlemek, olmayanları var gibi göstermekten daha güçtür.

Kimseden hoşlanmayan adam, kimsenin kendisinden hoşlanmadığı insandan daha acınası kişidir.



Çeviren: Yaşar Nabi Nayır
Varlık Yayınları, 2. Baskı, 1992

Gustave Flaubert – Bir Delinin Anıları

Gustave Flaubert – Bir Delinin Anıları

Çocukken aşkı düşledim; gençken şanı; erkek olduğumda mezarı – Artık aşkı kalmayanların o son aşkını.

Her şeyi denedik ve her şeyi umutsuzca inkar ediyoruz; ve sonra, tuhaf bir tamahkarlık, ruhumuzla ve insanlığımızla bizi ele geçirdi; içimizi kemiren devasa bir endişe var, kalabalığımızda bir boşluk var; etrafımızda bir kabir soğukluğu var.

İnsanlık kendini makineleri döndürmeye kaptırdı ve bunlardan oluk oluk akan altını görünce çığlığı bastı; “Tanrı bu!” ve bu Tanrı’yı yiyor insanlık.

Evet ölüyorum, zira geçmişini denize dökülen su gibi görmek yaşamak mıdır? Şimdiki zamanı bir kafes, geleceği bir kefen gibi görmek?

Yüce aşk –var olsaydı olurdu—bu dünyadaki güzel olan her şey gibi bir düşten başka bir şey değil.
Istırabımın tadı çok acı, hüznüm çok derin. Oraya gömülmüş, mezarda gibiyim.

İnsan, dehası ve sanatıyla, daha yüksek bir şeyi taklit eden sefil bir maymundan başka bir şey değildir.

Sonsuzlukta güzeli istertdim ve bulduğum tek şey kuşku.

Kuşku, ruhlar için ölümdür.

Etrafımdaki bütün bu insanlar; içinde öldüğüm bir çöl yaratıyorlar.


Çeviren: Burak Zeybek
Sel Yayınları, Mart 2010

18 Eylül 2011 Pazar

Ludwig Wittgenstein – Kesinlik Üzerine + Kültür ve Değer

Ludwig Wittgenstein – Kesinlik Üzerine + Kültür ve Değer


Wissen(Alm): Bilmek
Videre(L): Görmek

Her şeyden kuşkulanmaya çalıştığımızda, herhangi bir şeyden kuşkulanacak kadar ilerleyemezsiniz. Kuşku oyununun kendisi kesinliği varsayar.

Kuşku inançtan sonra gelir.

Tam bir kesinlikle eylemde bulunurum. Fakat bu kesinlik benim kendimindir.

Neyi biliyorsam ona inanırım.

‘Kesin’ sözcüğüyle, tamamen ikna olmayı, hiç kuşku bulunmamasını ifade ederiz ve böylelikle başkalarını ikna etme arayışına gireriz. Bu öznel kesinliktir.

Yeryüzünün var olması, inancımızın kalkış noktasını oluşturan bütün resmin bir parçasıdır.

Söylediklerimiz mânâsını yaptıklarımızın geri kalanından alır.

İyi temellendirilmiş inancın temelinde, temellendirilmemiş inanç yatar.

Biliyorum = Ona bir kesinlik olarak aşinayım.

Bilgi, nihayetinde kabul etmeye dayanır.

Bütün psikolojik terimler, dikkatimizi gerçekten önemli olan şeyden uzaklaştırır yalnızca.

Bir dil oyunu ancak insan bir şeye güvenirse mümkündür (‘güvenebiliyorsa’ demedim).

Kuşkunun kendisi ancak kuşkunun ötesindeki bir şeye dayanır.

Dil oyunu temellere dayanmaz. O makul ( ya da makul değil) değildir.

Bilme kavramı, dil oyunu kavramıyla bir çift oluşturur.

Herkesin kendi adını en büyük kesinlikle bilmesi, insan adlarıyla oynanan dil oyununun bir parçasıdır.

Dil ancak kendine rağmen bir temelden söz edebiliyorsa(ancak bu yolla bir temelden söz edebiliyoruz), o temelden ancak ve sadece dile bağlı olarak bilgi sahibi isek, o bir temel değildir, ki bir temel olarak işaret ettiklerimiz bu alanın dışında değildir.

Birbiriyle uzlaştırılamaycak iki ilkenin gerçekten karşı karşıya geldiği yerde, iki taraf da diğerini budala ve sapkın ilan eder.

Sebeplerin bittiği yerde kandırma başlar.

Sonu olmayan bir kuşku, kuşku bile değildir.

Kültür ve Değer

Trajedi, Yahudice olmayan bir şeydir.

İyi olan, kutsaldır da. Tuhaf ama bu benim etik anlayışımı da özetliyor.

Şeyler gözümüzün önündedir, herhangi bir örtüyle gizlenmemiştir. –Din ile sanatın ayrıldığı yer burasıdır.

Kültürün ortadan kalkmasının insan değerinin ortadan kalkması anlamına gelmediği, yalnızca bu değeri ifade etmenin bazı araçlarının ortadan kalkması anlamına geldiği benim için açık olmakla birlikte, Avrupa uygarlığının akışını duygudaşlıkla düşünmediğim, eğer bu uygarlığın amaçları varsa bunları anlamadığım olgusu değişmiyor. Bu yüzden, aslında yerkürenin çeşitli köşelerine dağılmış dostlar için yazıyorum.

Bir merdivenle ulaşılabilecek hiçbir şey beni ilgilendirmiyor.

Bir kitap yalnızca birkaç okuyucu için yazılmışsa, bu, tam da o kitabı yalnızca birkaç kişinin anlamasında kendini gösterecektir. Kitap onu anlayanlarla anlamayanları otomatik olarak ayırmalıdır. Önsöz de yalnızca kitabı anlayacak durumda olanlar için yazılır.

Birine anlamadığı bir şey söylemenin mânâsı yoktur –onu anlamayacağını ekleseniz bile. (Sevdiğiniz biri söz konusu olduğunda bunu sık sık yaparsınız).

Ruhu apaçık sergilemeyi istemek büyük bir ayartma.

Bir kitaba nasıl başlayacağımı tam olarak bilmiyorsam, bunun sebebi, bir şeyin hâlâ açık olmamasıdır. Zira felsefenin özgün verileriyle, yazılı ve sözlü cümlelerle, sanki kitaplarla başlamak isterim.

Kişi kendi zamanının ilerisindeyse yalnızca, gün gelir zaman onu yakalar.

Müzik bir anlamda bütün sanatların en incelmiş olanıdır.

Bu dünyada (benim dünyamda) hiçbir trajedi yok, onunla birlikte de trajediden (sonuç olarak) ortaya çıkan bütün bir sonsuzluk eksik.

Kitabımı küçük bir çevre için yazdığımı (eğer buna çevre denebilirse) söylediğimde, bu çevrenin benim görüşümce insanlığın seçkin tabakası olduğunu değil, benim yüzümü döndüğüm çevre olduğunu, çünkü bu insanların (başkalarından daha iyi ya da daha kötü olduklarını değil) bana yabancı olan başkalarına karşıt olarak sanki benim yurttaşlarım olduğumu, benim kültürel çevremi oluşturduğunu söylemek istiyorum.

Dinsel delilik, dinsizlikten kaynaklanan deliliktir.

Bir itiraf, yen, hayatın bir parçası olmalıdır.

İfade etmek istediğimi ifade etmekte her zaman ancak yarı yarıya başarılı oldum. Aslında o kadar bile değil, belki yalnızca onda bir. Bunun bir mânâsı olmalı. Yazılarım birçok durumda ‘kekeleme’den başka bir şey değil.

Yahudiler arasında ‘dahi’ olan, yalnızca azizlerdir. En büyük Yahudi düşünür bile yetenekli olmanın ötesine geçemez (örneğin kendim).

Bir başkasının işini o kişinin kendisinin anladığından daha iyi anlamak. Yahudi zihninin tipik özelliğidir.

İnsan Sokratik diyalogları okuduğunda şu duyguya kapılıyor: ne korkunç bir zaman kaybı! Hiçbir şeyi kanıtlamayan ve hiçbir şeye açıklık getirmeyen bu argümanların amacı ne?

Başkasının derinlikleriyle oynama!

Gerçekten kalemimle düşünüyorum, zira birçok durumda elimin ne yazdığını kafam hiç bilmiyor.

Bugün felsefe öğreten, başkasına verdiği yiyeceği, onun beğenisine uygun olduğu için değil, beğenisini değiştirmek için verir.

Yüz bedenin ruhudur.

Sanatta şunun kadar iyi bir şey söylemek güç; hiçbir şey söylememek.

Aslında ancak şiir yazar gibi felsefe yazmak gerektiğini söylediğimde, felsefeye ilişkin olarak nerede durduğumu özetlediğime inanıyorum.

Cehennem dehşeti tek bir günde yaşanabilir; bu kadar zaman bol bol yeter bunun için.

Hayatta gördüğün sorunun çözümü, sorunsal olanı ortadan kaldıran bir yaşama tarzıdır. Hayatın sorunsal olması, senin hayatının, hayatın biçimine uymaması mânâsına gelir. Öyleyse hayatını değiştirmen gerekir ve hayatın o biçimine uyduğunda, sorunsal olan ortadan kalkar.

Düşünceler de kimi zaman olgunlaşmadan düşer ağaçtan.

Dil, bir inceliktir; başlangıçta eylem vardı.

Kimse kendi kendisine sadık kalarak kendisinin değersiz olduğunu söyleyemez.

Kişinin kendi hakkında kendi olduğundan daha doğru bir şekilde yazması imkansızdır.

Ancak sevgi dirilişe inanabilir. Dirilişe inanan sevgidir. Kurtarıcı sevgi dirilişe bile inanır; dirilişe bile tutunur. Kuşkuya karşı savaşan, sanki kurtuluştur. Ona tutunmak bu inanca tutunmak olmalıdır.

Önce kurtul ve kurtuluşuna sıkıca yapış (kurtuluşuna tutunmayı sürdür) o zaman tutunduğun şeyin bu inanç olduğunu göreceksin. Demek ki bu ancak bu dünyaya yaslanmayı bırakıp kendini semanın çengeline asarsan mümkündür.

Delilikte kilit parçalanmamıştır, yalnızca değişmiştir; eski anahtar artık onu açamaz, ama farklı bir şekilde düzenlenmiş anahtar açabilir.

Kendini aldatmamak kadar güç bir şey yok.

Felsefe yarışını en yavaş koşabilen kazanır.

Deha ‘yetenek ve karakter’ değil, kendini özel bir yetenek biçiminde gösteren karakterdir.

Doğruyu ancak doğru içindeyken evinde olan söyleyebilir; hâlâ yalan içinde yaşayan, yalanın içinden doğruya doğru uzanmaktan fazla bir şey yapamaz.

Önceki başarılarla yetinmeki karlı bir havada uzun bir yürüyüş yaparken oturup dinlenmeye benzer. Uyuyakalırsın ve uyurken ölürsün.

Cesaret her zaman özgündür.

Piyano çalmak, insan parmaklarının dansı.

Deha, yetenekte cesarettir.

Hem yalanından vazgeçmeye gönülsüz olup hem de doğruyu söyleyemezsin.

Bulutlar inşa edemezsin. Düşlediğin geleceğin asla gerçekleşmemesinin sebebi budur.

Birinin sevgisini zaten kazanmışsan, hiçbir özveri bunun için fazla yüksek değildir; ama o sevgiyi satın almak için her özveri fazla büyüktür.

Hoş olan güzel olamaz.

Deha bize yeteneği unutturan şeydir.

Deha, düşüncenin eyleme dönüşmüş şeklidir, düşüncenin kendini dolaysızca ortaya koymasıdır, bu ancak şu yolla olabilir; eylemdeyken düşüncenin geri çekilmesi ve bu geri çekilmeyle birlikte kendini ortaya çıkarması. Eylemin, üzerinde düşünce olmaksızın gerçekleşebilmesidir, yani eyleyen kişinin düşünmeyi bırakıp kendini ve eylemini düşünceye bırakması.

Schopenhauer’a çok ham bir zihin denebilir. Yani bir inceliği var ama belli bir düzeyde bu aniden sona eriyor ve Schopenhauer en ham insan kadar ham oluyor. Gerçek derinliğin başladığı yerde o bitiyor.

Paçavra olan, paçavra olarak bırakılmalıdır.

Mucize, sanki Tanrı’nın yaptığı bir jesttir.

Bir ıstırap çığlığı tek bir insanın çığlığından daha büyük olamaz.

Ya da, hiçbir ıstırap, tek bir insanın hissedebileceğinden daha büyük olamaz.

Hıristiyan dini yalnızca yardıma ihtiyacı olanlar içindir, yani yalnızca sonsuz bir ıstırap içinde olanlar içindir.

Hıristiyan inancı –öyle sanıyorum ki- bu nihai ıstırapta bir sığınaktır.

İnsanlar arasındaki nefret, kendimizi birbirimizden koparmamızdan gelir. Çünkü başkasının içimizi görmesini istemeyiz, zira oranın görünümü güzel değildir.

Ancak din kibiri ortadan kaldırabilir, her köşe bucağa nüfua edebilir.

İnsan, insan ruhunun en iyi resmidir.

Bütün bir hayatı doldurmaya ne kadar küçük bir düşünce yetebiliyor.

Ben diz çöküp dua edemem, çünkü sanki dizlerim tutulmuştur. Yumuşarsam çözüleceğimden korkarım.

Kimi zaman bir cümle ancak doğru tempoda okunursa anlaşılabilir.

Ben bir okul kuramam, çünkü gerçekten taklit edilmemek istiyorum. En azından felsefe dergilerinde yazıları yayınlananlar tarafından.

Kader, doğa yasasının antitezidir.

Bilgi gridir. Hayat ve din ise renk doludur.

Çok şey bilen için yalan söylememek güçtür.

Mimari, bir şeyi yüceltir (çünkü kalıcıdır). Öyleyse, yüceltilecek bir şeyin olmadığı yerde mimari olamaz.

Bakışlarımın ilerlediği yerde ben dururum.

İnsanlar içlerindeki bütün kötülükleri körlük sayabilir.

Acının modası geçti.

Hırs, düşüncenin ölümüdür.

Bir şeyi bilip de bilmiyor gibi davranmak güçtür.

Budalalığın vadilerinde, zekânın kıraç yüksekliklerinden daha fazla ot yetişir filozoflar için.

Dindarlık alanında kalmak isteyenin mücadele etmesi gerekir.


Çeviren: Doğan Şahiner
Metis, Kasım 2009