22 Aralık 2019 Pazar

Belgelerle Lozan


Sevtap Demirci - Belgelerle Lozan

Çeviren: Mehmet Moralı



Önsöz

…bu kitap (…) doktora tezimdir.



…emperyal devletlerin Türkiye için öngördüğü projenin sonuçsuz bırakıldığı (Lozan Barış Antlaşması)




Giriş

Ekim 1918 Mondros mütarekesi

Ağustos 1920 Sevr Antlaşması


(Hindistan Yolu dolayısıyla Curzon)

Savaşın sonu (…) İngiltere; Mezopotamya, doğu Akdeniz ve Hindistan’da yükümlülüklerini genişletmişti.

Bu coğrafi bölge içinde Türkiye (…) İngiltere için yaşamsal bir önem kazanmıştı (s. 14).


Türkiye’nin (…) Avrupa’yla normal ilişkilerin tesis edilmesinden kazanacağı çok şey (…) vardı.


Konferansla ilgili (akademik) çalışmalar (…) aynı fikirleri farklı biçimlerde tekrar eden çalışmalardır (s. 15).


(Önemli bazı kaynaklar, s. 16-17)

Busch; Mudros to Lausanne

Howard; The Partition of Turkey

Evans; United States Policy and the Partition of Turkey

Sonyel; Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika

Bilsel; Lozan

Dışişleri Bakanlığı; Türk Dış Politikasında 50 yıl; Lozan 1922-1923

Kürkçüoğlu; Türk-İngiliz İlişkileri



Konferansın Arka Planı

Şark Meselesi

Konunun özü, Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğünü korumaktaki aczidir (s. 23).


Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı Osmanlı topraklarının nihai kaderi üzerine (…) sert tartışmalara tanık olmuştu (s. 25).


12 Şubat 1920’de Londra’da

18 Nisan 1920’de San Remo’da (…) antlaşmanın neredeyse eksiksiz bir taslağı ortaya çıkmıştı (s. 26).


İngiltere’nin Ortadoğu politikası, Ocak 1919’dan başlayarak (…) Kedleston Markisi Curzon ve (Curzon’un öncülüğünü yaptığı) Hükümet Doğu Komitesi tarafından yürütüldü.

Curzon’un Ortadoğu politikasının anahtarı, Ortadoğu’daki İngiliz çıkarlarının yalnızca “yayılmacı bir güç ve panislam düşüncesinin merkezi olarak Türkiye’nin yok edilmesinin sağlanmasıyla gerçekleşebileceği yolundaki sarsılmaz inancıydı (s. 30).


(Mustafa Kemal’in Milli Mücadelenin lideri konumuna gelmesi)

Sevr’in imzalanması, Yunan askerinin İzmir’e ayak basması ve İstanbul’un işgali…



(Milli mücadelenin sürdürülebilmesi için) Ankara hükumeti (…) desteğe gereksinim duyduğunun tamamen bilincindeydi ve bu destek de muhtemelen Fransızlar ile İtalyanlardan gelecekti.

Hem kuzey Afrika sömürgelerinde Müslümanların huzursuzluk çıkarabileceği saplantısına kapılan hem de İngilizlerin Boğazları denetim altına almalarına ve genelde orta Asya’daki hakimiyetlerine kızan Fransızlar ve antlaşmadan elde ettiklerinden tatmin olmayan İtalyanlar Sevr Antlaşmasının değiştirilmesine hazırdılar (s. 36).



Mart 1921

Bolşeviklerle bir dostluk antlaşması imzalandı.



Rus ittifakı Ankara’nın dış politikadaki kilit taşıydı.

1919’daki Büyük Millet Meclisi’nin yaptığı destek çağrısı, halifeliği Hıristiyan dünyasının karşısına çıkarmakta başarılı olmuş gibi duruyor…



1 Mart 1921’de Afganistan’la imzalanan antlaşma, emperyalist güçlerin saldırılarına karşı bir ittifak kurma arzusunun açık bir göstergesiydi (s. 39).



Çanakkale Krizi (1922)

19 Eylül’de Fransızlar, ardından da İtalyan’lar, birliklerini Çanakkale’den ve Boğaz’ın Asya kıyısından çekerek, askerden arındırılmış bölgeyi geçecek Türk birliklerinin karşısında İngiliz kuvvetlerini yalnız bırakınca, Müttefiklerin birlik görüntüsü tümden kayboldu (s. 45-46).



Yunan ordusu varlığı, İngilizlerin (…) Çanakkale’de tutunmasını sağladı (s. 47).



Çanakkale’nin düşmesi durumunda İngiltere hem insanını ve saygınlığını kaybedecek hem de Çanakkale Boğazını kullanma olanağını yitirecekti (s. 49).



Lloyd George’un devrilmesiyle, Yunan taraftarlığı İngiliz politikasının bir unsuru olmaktan çıkmıştı ve bu politika artık Avrupa merkezli olmaktan çok Ortadoğu merkezli hale gelmişti (s. 56).



Konferansa Doğru

1920’lerde (…) iktisadi durum ciddi bir siyasi dönüşmüştü.

…küresel büyük güç statüsünün maliyeti…



Yakındoğu sorunu konusunda İngiltere’nin önünde iki seçenek vardı; Türklerle dost olmak ya da büyük sopayı sallamak (s. 64).



İngiltere’nin Türkiye ile barış yapmayı arzu etmesinin bir diğer nedeni, Müslüman faktörüdür.

Türkiye’nin halifeliği Hıristiyan dünyasına karşı savunduğuna inanan Hint Müslümanlarının Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’ye hayranlık beslediği ve desteklediği biliniyordu (s. 66).



(27 Temmuz) 1922’deki bir memorandumda General Townsend İngiltere’nin karşısındaki Müslüman tehdide dikkat çekiyor ve bu büyük İslam silahını kullanarak İngiltere’ye saldırmaya kalkışmayan Mustafa Kemal’e karşı daha ılımlı bir yaklaşım öneriyordu (s. 67).



Dolayısıyla, İngiltere açısından bir sonuca varmanın tek yolu diplomasiydi.



Curzon, uyumlu bir politika belirlemek üzere bir ön toplantı önerdi.

Politikasının başarısı Fransızların desteğine çok fazla muhtaçtı.

Ana konuların hepsinde Fransız hükûmetinin ortak bir cephe oluşturmayı kabul etmemesi durumunda Curzon’un konferansa gelmeyeceğine kani olan Pioncare (…) memorandumu nihayet ilkesel olarak kabul etti.

18 Kasım’da (…) Fransızlar Boğazların askerden arındırılması, Suriye sınırları, batı Trakya ve antlaşma sonuçlandırılana kadar İstanbul’un işgali gibi konularda İngiltere’nin görüşünü kabul etmişti (s. 69).



19-20 Kasım

Curzon, Mussolini’nin (…) desteğinin (…) ne alacağına bağlı olduğuna inanmıştı.

İtalya, doğuda dünyaya savaştaki zaferinin ödülü olarak gösterecek hiçbir şeye sahip değildi. Curzon’a göre Mussolini konular hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu (…) Curzon’un edindiği izlenim, İtalyanların yurttaşlarına gösterecek bazı avantajlar elde etmeleri durumunda fazla güçlük çıkarmayacakları yönündeydi (s. 70-71).



Curzon, müttefiklerin birliği sürdüğü sürece İngiltere’nin avantajlı durumunu koruyabileceğine inanıyordu (s. 72).



(Konferans öncesinde müttefik mutabakatı)

Boğazlardan geçiş serbestliği tüm müttefikler tarafından kabul edilmişti.

Suriye, Irak ve Filistindeki manda bölgelerinde değişikliğe izin verilmeyecekti.

Tazminatlar; Türkiye’den tazminat talep edilecek ve Türkiye’nin Yunanistan’dan tazminat talebi reddedilecek (s. 72-73).



Osmanlı borçları, kapitülasyonlar ve imtiyazlar Fransızların daha çok ilgi duyduğu konular gibi görünüyordu.

İtalyanlar ise esas olarak on iki ada, kapitülasyonlar ve kabotaj konularına yoğunlaşıyorlardı.

Genelkurmay, güçlü bir Türkiye’nin ille de İngiltere için bir tehlike oluşturmayacağı görüşünü ifade ediyordu (19 Ekim 1922 müttefiklerin antlaşma tasarısı hakkında İngiliz Genelkurmayının memorandumu, s. 74-75).



Türkiye on yıl içinde dört büyük savaş yaşamıştı.

Askeri harekatlar çok pahalıya patlamıştı. İktisadi anlamda yeniden yapılanma ve gelişme şarttı.

Üstelik Türkiye (…) Osmanlı İmparatorluğunun borçlarından sorumlu tutuluyordu.

Curzon, iktisadi yardımı Türkiye’ye karşı tehdit olarak kullanmaktan kaçınmadı (s. 76).



İktisadi kalkınma gereksinimi, Türkiye’nin Lozan politikasının belirlenmesinde büyük bir rol oynayacaktı (s. 77).



Lozan konferansı, müttefiklerin yenilen düşmanla eşit koşullarda karşılaşması (…) bakımından savaş sonrası akdedilen antlaşmalar arasında eşsiz bir konumdadır (s. 80).



Türk heyetinin Lozan’daki amacı (…) nirengi noktaları (…) Mudanya ateşkesiydi.



Milli mücadelenin taleplerinin temsil eden (…) Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek…

Mali ve iktisadi denetimin kaldırılması…



Lozan’ın seçimi Türkleri istihbarat açısından da dezavantajlı bir konuma getirdi (s. 84).



İngiliz istihbarat örgütü

Önemli anlarda gizli kaynaklardan elde ettiğimiz bilgi paha biçilmez değerdeydi ve bizi rakibin elini bilen bir briç oyuncusu konumuna sokuyordu (Rumbold) (s. 86).



1 Kasım

Saltanat kaldırıldı.



Çiçerin 3 Kasım’da Meclis’i kutladı.



İsmet Paşa anılarında erteleme konusunda bilgilendirilmediğinin altını çizse de Rumbold tam tersini söylemektedir (s. 89).



Müttefikler açısından olası bir mahcubiyeti engellemek üzere İsmet Paşa’yı bir haftalığına Fransa’ya davet etti. Bu hareket Curzon’u endişelendirdi (s. 90).



Konferans: Birinci Evre

Curzon (…) tüm önemli toprak ve askeri komisyonların yönetimini ele geçirdi ve bu sayede konferansın zamanlamasını denetleme olanağına kavuştu (s. 98).



Curzon (…) konferansın diğer komisyonlarının çalışmalarına başlayabilmesinin bu birinci komisyonun ilerleme kaydetmesine bağlı olduğunu ileri sürdü. Böylece (…) kendi politikasını diğer temsilcilere kabul ettirebilirdi.



Curzon, Türklerin itirazlarını, tam eşitlik taleplerini sağlamaya veya ulusal gururlarını okşamaya yönelik sıradan nitelikte diye tanımlıyordu (s. 99).



Müttefikler arası birlik İngiltere’nin Yakındoğu politikasının ana ilkesiydi.

Curzon’un bu uyumu sağlaması İngiltere’nin çıkarlarını korumak için yaşamsal öneme sahipti.

Müttefikler arasında böyle bir görüş birliği yoktu ama Curzon hiç olmazsa böyle bir birliğin var olduğu izlenimini uyandırmıştı (s. 100).



Curzon’un Türklerle mücadele ederken (…) İngiltere açısından ikincil önemdeki bazı konularda müttefiklerin taleplerinin ateşli bir savunucusu olarak ve Türklerin reddedeceği mantıksız önerilerde bulunarak stratejisini yürüttü.

…bunlar da Türk heyetini her zamankinden daha inatçı olmaya zorluyordu.

Curzon Türklerin uzlaşmaz tavrına dikkat çekiyor ve dünya kamuoyunun sempatisini kazanmaya çalışıyordu.

(Curzon) Musul konusunda bir kilitlenmenin kaçınılmaz olduğu görüldüğünde (…) sığınmak için azınlıklar ve insani sorunları kullandı (s. 102).



İstanbul’un işgali, müttefikler açısından Türk heyetini konferansın akışını hızlandırmaya zorlayan bir manivela olmuştu (s. 104).



Türk devleti de Yunanistan dışında müttefikler ile hiç savaş halinde olmamıştı ve barış antlaşması gerçek anlamda yalnızca Yunanistan açısından gerekliydi.

İsmet Paşa’nın en önemli avantajı müttefik birliğinin kırılganlığıydı (s. 105).



(İsmet Paşa) Rusya Musul konusunda Türkiye’yi destekliyor olmasına rağmen Boğazlar konusunda İngiliz tezini destekledi (s. 108).



(Trakya ve özellikle batı Trakya) Ankara’nın temel sorunu olarak görülmedi (Şimşir, 1990; No. 34, 26-27 Kasım 1922 – Rauf Bey’den İsmet Paşa’ya…)



İsmet Paşa (…) 27 Kasım’da, Musul sorunu gündeme gelmeden önce, Curzon’la özel olarak buluştu ve konuyu ayrıntılarıyla görüştü.

Curzon, Türklere petrolden pay verilirse Musul taleplerinden vazgeçebileceklerine inanıyordu (s. 113).



Türkiye, Musul’da desteklerini alma umuduyla Amerikalılara Chester İmtiyazı olarak bilinen petrol imtiyazını verdi (s. 114).



İktisadi ve mali komisyon

Ana konular Osmanlı borçları ve savaş tazminatlarıydı…



(5 Aralık) Rıza Nur

Boğazlar konusunda İngiliz tezini destekleme önerisinde bulunmakla kalmamış Türkiye’nin Musul’u alması koşuluyla İngiltere’nin istediği koşullarda bir barış antlaşması imzalamayı da önermişti (s. 120).



İsmet Paşa 1 Şubat’taki son oturumda Boğazlar sözleşmesinin nihai metni olarak benimsenecek olan taslağı kabul etti (s. 128).



4 Ocak 1923

Paris’teki Tazminat Konferansının başarısızlıkla sonuçlanması ve ardından Almanya’nın büyük madencilik ve sanayi bölgesi olan Ruhr’un 11 Ocak’ta Fransız birliklerince işgal edilmesi Curzon’un birleşik cephesini ciddi bir sarsıntıya uğrattı.

İngilizlerin yasadışı, son derece sakıncalı olarak gördüğü Fransız işgali müttefik cephesinde önyargılı bir etkiye yol açmış ve Curzon’u muazzam bir baskı altına sokmuştu.

Fransızlar Lozan’daki tavırlarını değiştirdiler ve derhal barış yapılması için bastırdılar (s. 130).



Musul konusu Curzon ile Bonar Law arasında da bir hayli tartışmaya yol açtı (s. 134).



Curzon’un taktikleri hakkında ABD’li gözlemci Grew’un yazdıkları:

Gerçekten akıllı bir adam, sanıyorum ki, onun konferansın en başından beri sürdürdüğü bu tehditkâr taktikleri benimsemezdi. Türklerin karakter yapısı hakkında pek bir şey bilmiyorum ama inanıyorum ki gerçekten akıllı ve uyumlu bir adam daha az alaycı ama daha saygılı yaklaşımlar benimserdi (s. 139).



Rauf Bey 27 Ocak’ta

Müttefiklerin antlaşma taslağının kabul edilemez maddelerden oluştuğuna kani oldu…

Mustafa Kemal antlaşmanın kabulü durumunda uğranacak kayıplar ile olası bir askeri bir harekatın kazançlarının çok dikkatli bir şekilde tartılması gerektiğini belirtti (s. 140). 



İngilizlerin hazırladığı taslağı İsmet Paşa’nın kabul etme imkanı yoktu…



General Harington 28 Ocak’ta, eğer Türkler antlaşmayı imzalamazsa İngiliz güçlerinin konumlarını koruyabileceklerini varsaymak hatadır diyordu (s. 146).



Ankara’nın aklından geçen, askeri bir çözüm değildi (s. 147).



4 Şubat’ta İsmet Paşa Curzon’un Musul konusundaki önerisini kabul etti ama adli ve iktisadi hükümleri reddetti.



Bompard ve Garroni, Curzon’un da desteğiyle İsmet Paşa’yı talepler ve tehditlerle öyle bir bombardımana tuttular ki İsmet Paşa soğukkanlılığını yitirdi ve onları tehdit etti; Ankara’ya gideceğim ve halkıma Curzon’un başkanlığındaki konferansın savaş istediğini söyleyeceğim (s. 148).

Bu noktada Türk heyeti odayı terk etti.



Konferansta Ara Dönem

Misak-ı Milli’den taviz verdiği için TBMM’nde sert eleştiriler varken basın daha ılımlıydı.

Basın, kabahati Fransız ve İtalyanlara yükleyip Türk-İngiliz yakınlaşması olarak gördükleri durumdan duydukları memnuniyeti ifade etti (s. 157).



Vakit gazetesi 6 Şubat

Roller aniden değişti ve Fransızlar ile İtalyanlar, mütarekeden beri sürdürdükleri dostluğa aldırmadan Türklere karşı tehditkâr ve tahakkümcü bir tavır takındılar. Karanlık günlerde İngiltere Türkiye’nin ölümcül düşmanı gibi görülüyordu; bugün iki ülke arasında tartışmalı bir konu yok. Yunanistan’la aramızdaysa sadece tamiratlar sorunu var. Dünyaya göre barışın önündeki engel Londra değil Paris.



Tevhid-i Efkar ve Akşam de Fransızların tavrını haince olarak niteliyordu (s. 158).



6 Mart’ta Mustafa Kemal:

“Heyetimiz, onlara yüklenen görevi tam ve eksiksiz olarak yerine getirmiştir. Ulusumuzun ve meclisin vakarını korumuştur. Barış konusunun başarılı bir şekilde neticelenmesini istiyorsanız, heyetin işini sürdürebilmesi için onu moral olarak da desteklememiz gerekir (s. 168).



29 Mart 1923’te Hıyanet-i Vataniye kanununda değişiklik görüşülmeye başlandı.

Değişiklik 15 Nisan’da kabul edildi (s. 171).



Chester Projesi 9 Nisan 1923’te onaylandı.



Chester projesi müttefiklerin üçünün de rahatsız etti (s. 175).



Netice: İngiltere Musul bölgesinde askeri harekata başladı.

Askeri harekat vilayetteki Kürtleri etkisizleştirmeyi hedefliyordu. Gerekçesi de bir Kürt yanlısı blok oluşmasını engellemek, Türklerin bölgedeki faaliyetlerini etkisizleştirmek ve nihayet Türkleri vilayetten atıp İngiliz hakimiyetini Musul vilayetinin Sevr sınırlarına kadar uzatmaktı. Sonuç Lozan’da konferansın ikinci evresi başlamadan bir gün önce elde edildi.

Bu askeri harekatla İngiltere kendi yönetimi altındaki topraklarla ilgili kararların kendine ait olduğunu öne sürdüğü topraklar üzerinde artık hiçbir denetime sahip olmayan Ankara hükümeti yerine İngiltere’ye sorularak alınması gerektiğinin altını çizmiş oluyordu. Türkiye bu toprakların meşru sahibi olarak vilayette imtiyaz verme yetkisine sahipti ama İngiltere bunun illa da geçerli olmayabileceğini kanıtlayacak askeri güce sahipti.

Ankara Lozan antlaşmasının 3. (2) maddesi uyarınca oluşan statükoyu ihlal ettiği için İngiliz hükümetini protesto etti (s. 183).



İngiliz askeri harekatı bir savaşa neden olabilirdi ama Ankara sessiz kaldı (s. 184).



Lozan’ın ikinci toplantıları öncesi Curzon’un davetiyle müttefikler 21-28 Mart tarihleri arasında Londra’da toplandılar (s. 185).



Konferans: İkinci Evre

Rumbold 5 Mayıs’ta: İsmet’in barış konusundaki aşırı istekliliği, bence başarımızın en güçlü güvencesidir (s. 201).



İsmet Paşa’nın yetki isteyen iki telgrafına karşın antlaşmayı imzalama izni hükumetten değil Mustafa Kemal’den gelmişti.

İsmet Paşa: Hükümetten teşekkür beklemiyorum ama tarih çabalarımızı kaydedecektir (s. 230).



İngiltere antlaşmayı onaylayan son ülke oldu.

6 Ağustos 1924 / aynı gün Musul sorunu milletler cemiyetine havale edildi (s. 232).



Sonuç



Biyografiler

Adnan Adıvar

Bekir Sami Bey





Alfa Yayınları, 4. Baskı, 2017

14 Aralık 2019 Cumartesi

Amras - Watten


Thomas Bernhard - Amras Watten

Hastalığın özü hayatın özü kadar karanlıktır.
Novalis
 
Ebeveynimizin intiharından sonra (…) banliyömüz Amras'ın sembolü olan kulede kilitli kalmıştık.
…akıl hastanesine yollanmayıp (…) birçok insanın, benim de bildiğim o korkunç kaderini paylaşmak zorunda kalmayışımızı sadece dayımızın nüfuzuna borçluyuz.
Ebeveynimizden farklı olarak biz hala ölmemiştik...

Walter'in doğuştan, annesinden miras kalan, kemik şişliğinin ilerlettiği, onu zaman zaman yıldırım misali tüketen, son aylarda tamamen kesilen, şimdiyse kulede, başımıza gelen şeyin feci baskısıyla tekrar nüksedebilecek nöbetlerinden korkmuştuk ...

…öyle geliyordu ki sanki benim doğabilimim bizim için ebeveynimizle ölmüş, sanki ebeveynimizle beraber intihar etmişti ... sanki Walter'in müziği de o zamandan beridir ölüydü…

Ebeveynimizle, tam da onlar bizi asla şaşırtmadıkları, bizi hep kendi halimize bıraktıkları için, onların terbiyesi olmadan değil tabii, çok serbest ve bu yüzden de katı bir terbiyeyle, çok içten bir bağlantısı olan çocukluğumuz ... bu haftalarda hiç olmadığı kadar hatırımızdaydı ...

Halen sağ olduğumuza şaşırıyorduk ... halen var olduğumuza, yeniden var olmaya cesaret edebilmemize, ebeveynimizle beraber dünyadan göçüp gitmemiş olduğumuza ... halen dönüşümle meşgul olmayışımıza ... Ölmeye hazırdık ... tamamen ebeveynimizin hükmüne güvenmiş, babamıza kulak kesilmiştik ... Ölümümüz hakkında kendimizden emindik ... ölemedik

…kardeşim epilepsi koltuğuna, ben de, adeta ceza gibi, onun yanına, köpek pozisyonunda oturur oturmaz, kardeşim rahatlıyordu ...

Walter'e her yardım edişim beni zayıflatıyordu ...

Cambaz kadın
Bilimler beni bozmamış olsa, onun ortasında dünyamı durdurabilirdim. Daha söz konusu bile olmamışken onu teorilerim için kullanabilir, istismar edebilir, sonuca vardırabilirdim. Buna onun da benim de aklımız ermiyordu ...

Trajedi, hep sadece bir trajedi denemesi olmuş trajedinin trajedisi.

…beynimin harekete geçme yoksulluğundan kaçtığımı görüyordum ... sürekli ve daima o köylü suratının, yanaşmaların, zayıf ve genç suratın arkasında ... gezindiğim yerin arka planında ... ön planı … geziyor ve gezer gibi yapıyordum ... gezecek halim yoktu artık,

Walter'in 'Cümleleri'
Ölümün maddesi olan şey...

Bütün yaşam: ben ben olmak istemiyorum, Ben olmak istiyorum, ben olmak değil...

Benim talihsiz baharım ...

Bir erkek kardeş daimi bir oyunbozandır.
Ölüm tek kelimeyle canımı ısırıyor ve beni ayağa kaldırmıyor.

…kardeşimin cenazesi nihayetinde, Innsbruck kilise makamlarının istememesine rağmen yapıldı (s. 46).

…kimse ölümcül hastalığa yakalandığının farkına varmıyor ... yoksa hayat dayanılmaz olur

Penceremin önündeki ölü karganın uzun süreli manzarası.
Hızla geri savrulan bir dal korkutur seni ... senin için ölümcül olan o yerde günlerce sancı.

WATTEN
Bir Miras

Vasimin ölümünden sonra benimle amcaoğlum arasında yarı yarıya paylaştırılan Oelling arazisinin satışından (…) büyükçe bir meblağ geçti elime,

(paranın bir buçuk milyonunu yeni tahliye olmuş ceza mahkûmlarının umutsuz durumlarını inceleyen bir doktora bağışladı)

Korkutucu bir tekdüzelikle son yirmi yıl şu yolu yürüdüm: baraka, çürük çam, çakıllık, çürük çam, baraka.
Her gün çakıllığa, çarşambaları watten oynamaya.

Kalabalık kendini ona yüzde yüz teslim etmiş bir insanı yabancı bir cisimmiş gibi acımadan dışarı atar. Kalabalığı işitince kalabalığa ait olmuyorum, kendimi işitince, kendime ait oluyorum. Kalabalık beni dışarı attığından, benim için hala cazipken kendi içimde bir ölüm aramaktan başka şansım yok.

Söylenen her şey yalan, hakikat bu, saygıdeğer beyefendi, bu lakırdı müebbet zindanımızdır. Zaman zaman kendime ciddiyetle diyorum ki, her şey yalnızlıkla, yalnızlaşmayla, kendimle bir aldatmaca sadece. Hakikatten yalana, yalandan da hakikate varıyorum, kendimden alçalmaya varmam gibi. Amacın, diyorum kamyoncuya, ne olduğunu sormaktan çoktan vazgeçtim, çünkü baştan beridir biliyordum ki bu sorgular ancak çaresizliğe, belli şartlarda da alçaltıcı bir daimi çılgınlığa çıkar. Daima sormak daimi çılgınlık demektir (s. 75).

Sanayi her şeyi göz için ve kitlelerin kötü zevki için yapıyor, anlıyor musunuz! Hem, görüyor musunuz, ayakkabılarımdaki tokalar da, iki üç defa açıp kapadıktan sonra koptu, bu yüzden yeni toka yaptırdım (s. 81).

İnsan sanır ki filozof, nesnesinin yani felsefenin üstesinden gelebilir, oysa onun, nesnesinden hiç haberi yoktur. Ama aslında hiçbirimiz nesneler hakkında bir şey bilmeyiz. Tabiat bir kimseden önce davranınca (…) tabiat birini bitirince, bitirmek zorunda olunca, göz açıp kapayana dek canlı birini ölü birine dönüştürünce, ki bu bir şey ifade etmez, (…) Sana her şeyi açıklayıp ömrün boyunca içini rahatlatabilir, ama son tahlilde hiçbiri bana bir şey açıklayamadı, en ufak şeyi bile açıklayamadı, hiçbiri içimi rahatlatmadı, en gülünç meselede bile rahatlatamadı, aksine, diyorum, gerçekten de zamanla gittikçe büyüyen bir huzursuzluğa kapıldım. Tabiatıyla artık kimseye hiçbir şey sormuyorum (s. 85).
Türkçeleştiren: M. Sami Türk
Yapı Kredi Yayınları, 2013


Batan Güneş


Osamu Dazai - Batan Güneş
 

Anne hafif bir çığlık attı. Yemek odasında çorbasını içiyordu. Tabağına bir şey düştü sandım.

Yılan hikâyesini anlatsam mı? Dört beş gün sonra, bir öğleden sonra, çocuklar bahçe duvarının dibinde bir düzine yılan yumurtası buldular. Engerek yumurtası olduğunda ısrar ediyorlardı. Kendi kendime, bahçemize on iki engerek dadanırsa, çok dikkatli olmadan bahçede dolaşamayacağımızı düşündüm. Bunun üzerine çocuklara: "Yumurtaları yakalım," dedim.

…babamın öldüğü akşam, gölün kenarındaki bütün ağaçlara yılanlar dolanmıştı.

Anne, yılan yumurtalarını yaktığımı anlayınca, bunun bize uğursuzluk getireceğini düşünmüş olmalı. Bunun farkındaydım ve korkunç bir şey yaptığım duygusuna kapıldım.

Japonya'nın kayıtsız teslim olduğu yılın Aralık ayında, Tokyo'da Nishikata Sokağı'ndaki evimizden çıkıp, İzu'daki daha çok Çin mimarisini andırır evimize geçtik.

Ertesi gün, tahmin ettiğim gibi, Anne gerçekten hasta oldu.

Anne ağlamaya başladı.
- Ölmekten daha iyi, yapacak bir şeyim yok. Babanın öldüğü bu evde ölmek istiyorum.

Gerçekten de, taşınmak söz konusu olduğunda, düşüncesi bile bana kötü geldi.
Tanrı beni öldürdü, sonra önceki halimden tamamıyla değişik bir insan yarattıktan sonra tekrar canlandırdı.

Yılan yumurtaları olayından sonraki günlerde, uğursuzluk sayılabilecek belirtiler, Annenin mutsuzluğunu artırdı, ömrünü kısalttı.
Yangın var! Yangın var! Çabuk kalkın! Evimiz yanıyor.

Bir yangına neden olabilme onursuzluğuna sahip olduğumdan beri, kanımın renginin daha koyu olduğunu ve her geçen gün şişman bir köylü kadına dönüştüğümü hissediyorum.

Bugün beni izlediği sırada aniden:
- Derler ki, yaz çiçeklerini sevmeyenler yazın ölürmüş, dedi. Acaba doğru mu?

- Beni aldattınız Anne. Beni aldattınız. Naoji dönene kadar beni kullandınız. Size hizmet ettim ve şimdi bana gereksiniminiz kalmadığı için, "git prenslere hizmetçilik et” diyorsunuz…

Düşünüyorum da, mutluluğumuzun son kırıntıları işte o günler son ışınlarını salıyorlardı.
Naoji Güney Pasifik'ten döner dönmez, cehennem hayatı başladı.

…bir defter çıkardım.
Kapağında "Akşam Yüzleri Notları" yazılıydı... Notlar, Naoji'nin uyuşturucu kullandığı günlerden kalma olmalıydı...
Diri diri yanmış gibiyim. Ne denli acı verse de, en basit... “canım acıyor" sözlerini söyleyemeyecek durumdayım. İnsan yaşamında benzeri olmayan şu cehennem sezgisini atmamayı denememek...

Her şey ters gidiyor.
Bu aslında, intihar etmekten başka işim kalmadığını göstermez mi?

Mektup, buna benzer bir şeydi. Kardeşimin dediklerini yaptım ve O Saki ile parayı Bay Uehara'ya gönderdim. Ama Naoji'nin mektubunda verdiği sözler, her zamanki gibi yalandı (Naoji, uyuşturucu “ihtiyacı” için eczaneye epeyi borçlanmış).

Bir gece, kocam karnımdaki çocuğun Hosoda'dan mı olduğunu sordu. O kadar korktum ki, bütün vücudum titremeye başladı.
Çocuk, doğumda öldü. Hastalandım. Evlilik hayatım sona erdi.

Yaşamımın çürüdüğünü görüyorum ve bunun için korkuyorum.

Gelecek yıl otuz yaşında olacağım. Düşünmeden elimle ağzımı kapattım. “Otuz yaş! Genç kızlık kokusu kadında, yirmi dokuz yaşına kadar sürer."
"Asla âşık olmamalısınız. Aşk size mutsuzluk verecektir... Sevecekseniz, yaşlandığınızda, otuz yaşı geçtiğinizde sevin."

"Sizi özlüyorum. Belki de aşk budur ve bu yolumu öylesine şaşırttırıyor ki gözyaşı krizine tutuluyorum. Siz, diğer erkeklerden farklısınız. Ben, Martı'daki Nina gibi, bir yazara aşık değilim.
Sizden bir çocuk istiyorum.
"Eğer çok çok önceleri, ikimiz de bekar olduğumuzda, tanışmış olsaydık, belki de evlenirdik ve bugünkü acıları çekmez olurdum; ama sizinle asla evlenmemeye karar verdim.
Metresiniz olmayı kabul ediyorum. (Bu sözcükten nefret ediyorum ama tam "arkadaşınız" diyecekken bunun genelde metres sözcüğü ile aynı anlama geldiğini anladım ve onu açıkça söylemeyi yeğledim) Metresliğin nankör bir iş Olduğunu biliyorum. Beğenilmekten vazgeçildiği anda terkedildiğini ve hangisi olursa olsun erkeğin, eninde sonunda, altmışına yaklaşırken, karısına döndüğünü biliyorum.

.
Anne gülümsedi:
- Kazuko. Sen kötü bir kızsın. Bu evliliğin olanaksız olduğundan bu denli emin idiysen, neden onu saatlerce tutup, hoşlanarak sohbet ettin? Buna neyin sebep olduğunu anlayamıyorum.
- Ah! Çünkü konuşma ilginçti. Çok başka şeylerden konuşmak istedim. Bilirsiniz, pek çekingen değilimdir.

O yaz ona üç mektup gönderdim. Hiçbir yanıt gelmedi. O günler, başka hiç bir şey yapamayacağım duygusuna kapılmıştım ve o üç mektuba, kalbimde ne varsa koymuştum.

- Bu hastalık ölümcül olabilir. Bilmeniz daha iyi olur.
Ömrümde ilk kez, dünyanın bin çeşit bahtsızlığının ördüğü umutsuzluk duvarı karşısında insan gücünün çaresizliğini keşfediyordum.

- Dünyayı tanımıyorum.
Anne başını çevirdi. Alçak sesle, kendine konuşur gibi:
- Ben de dedi. Onu bilip anlayan var mı diye düşünüyorum. Hepimiz, ne denli yaşlanırsak yaşlanalım, çocuk kalıyoruz. Hiçbir şey anlamıyoruz.

- Canın çıkmış olmalı, dedi.
Sesi bir soluktan farksızdı. Yüzü o kadar canlıydı ki, ışıldar gibiydi. Dayıyı görünce sevindi diye düşündüm. Annenin son söylediği sözler bunlar oldu.

Savaş başlıyor.
Sonsuza dek acı çekemem. Mutlaka savaşmam gereken bir şey olmalı. Yeni bir töre? Hayır.

Yaşamını bulan onu kaybedecektir; benim için yaşamını yitiren, onu bulacaktır.

Aşkın, hazin hazin noktalanışı... Bay Uehara, gözleri kapalı, beni kollarına aldı. Tamamıyla yanılmışım. Bir köylü çocuğundan başka ne beklenir?
Onu bırakamam.
- Şimdi mutluyum. Dört duvarımdan korku sesleri gelse de, mutluluğum doyum noktasına ulaştı. O kadar mutluyum ki hapşırabilirim.
Bay Uehara gülmeye başladı.
- Ama çok geç. İşte şafak söküyor.
- İşte sabah.
O sabah, kardeşim Naoji intihar etti.

Naoji'nin vasiyeti.
Sevgili ablam;
Yapılacak bir şey yok. Gidiyorum. Yaşamaya neden devam edeyim?

Devam etmek için bir şey eksik.

Bütün insanlar aynıdır.
Ne aşağılayıcı bir düşünce! İnsanları aşağılarken, kendini de aşağılayan düşünce, öylesine gurursuz ve her türlü çabayı öylesine yok edici ki...

Kazuko.
Ölmem daha iyi. Yaşamayı beceremiyorum,

Dün akşamki Sarhoşluğum tamamıyla geçti. Ayık ölüyorum.
Bir kez daha elveda!
Kazuko.
Ben bir soyluyum.
Türkçeleştiren: Esin Talu Çelikkan
Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Ekim 1995

Yaşsız Zaman


Marc Auge - Yaşsız Zaman, Kendi Etnolojini Yapmak
 
Evcil hayvan sahipleri hayvanlarına akıl ve gönül özellikleri verirler.

Hayal gücümüzün hammaddesi zamandır.

…çok yaşlı olmak sıradanlaştı… Artık yaş kendi başına bir saygınlık sağlamıyor.

Yaşla olan ilişki toplumsal eşitsizliği gösteriyor.

Yaşlı olduğunu söylemenin yaşlılığı inkâr etmeyi amaçladığı bir parça doğrudur.

…ölen babamdan daha yaşlı olduğum zaman kendimi yaşsız hissetmeye başladım.

Otobiyografi edebiyatta kendini beğenerek anlatma eğiliminden ziyade, başkaları tarafından yok sayılmaz bazı tanıklıklar sayesinde zamanın içine yerleşme isteğini ortaya koyar. İlgi çekici manzaralar ya da anıtlar gösterildiğinde onlara gerçekten bakmak yerine fotoğraflarını çekmek isteyen turistlerin yaptığına benzer.

…zamanı incelemek, her şeyden önce kendini araştırmanın bir aracıdır.

Yazmak, yaşın yerine zamanı koyabilmesini sağlar…

Süre sadece zamanı temsil etmemize değil, ona hükmetmemize, onu düzenlememize, hatta durdurmamıza ya da bize durduğumuz hissini vermeye yarar.

…yaştan farklı olarak, insanın devresi her sene değişmez. Kimliğin kalıcı bir parçasıdır.
Kuzenim der gibi, devrem derler.

Yaş sınıfının döngüsel bir şekilde düzenlenmesi mekanın da döngüsel bir şekilde kullanılmasına yansırdı.

…hayatın evreleri; doğumlar, evlilikler ve vefatlar…

Yaş almak, yaşlanmak, insanlarla yeni ilişkiler geliştirmeyi denemek demektir.
Yaşlılık egzotizm, yani hiçbir şey bilmeyenlerin başkalarına uzaktan bakması gibidir. Yaşlılık diye bir şey yoktur.
---
Yapı Kredi Yayınları
2. Baskı, 2018, Türkçeleştiren: Öncel Naldemirci,

Paldır Kültür Kentleşmeler


M. Öcal Oğuz - Paldır Kültür Kentleşmeler
 
…kontrolsüz kentleşme süreçleri…

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye nüfusunun % 75’i köylerde, % 25’i kentlerde yaşıyordu.
…günümüzde kent nüfusu % 92’ye ulaşmış, köy nüfusu % 8’e düşmüştür.

Modernite / Yenidir her zaman

Yerli, tarihi, ev yapımı, köy üretimi, anne eli değmiş gibi kelimeler, yeni kentin gelenek ve deneyim üzerine inşa edilmemiş olmasının geniş kitleler tarafından farkına varılması ve buna tepki verilmesi olarak okunabilir. Şimdilik bu farkındalık daha çok gıdada GDO meselesi ve sağlıkta da halk tıbbı konusunda öne çıkıyor (s. 13).

…gecekondular çevreciydi,
Oralarda toplumsal dinamikler çok güçlüydü…

Toprağa basmayan, topraktan güç almayan, topraktan esinlenmeyen yeni kent insanının bu binaların içinde stresle, depresyonla başa çıkmasının zor olduğunu düşünüyorum.

Kanunların koruyamadığı veya ihtiyaç anında elinin ulaşamadığı durumlarda rezidanslardaki korunmasız insanları, sapıklardan, katillerden, hırsızlardan hangi normlar, değerler ve komşuluk ilişkileri koruyor?

…kent, israfı zenginlik, yamayı fakirlik olarak görmeyi tercih etti.

Mimarımız Türk ailesinin mutfak alışkanlıkları konusunda hiçbir fikre sahip olmadığı gibi bu yönde bir araştırmaya da ihtiyaç duymaz ve eski evlerden küçük bir kiler çözümünü bile ödünçlemez.

Musul Atabeği Nureddin Zengi’nin adını taşıyan Nuri Camii’nin dünyaca bir sanat harikası olarak bilinen Kambur (Hadba) minaresinin DAEŞ tarafından dinamitle yok edilmesini de bilinçli bir sembol yıkıcılığı olarak okuması gerekir.

Kültür eğitimi, Türk eğitim sisteminde kullanılan bir terim değildir.

Adları ilginç, fiyatları yüksek ithal ağaç modası başlatan belediyelerin hiçbir yere söğüt dikmediğinde, onları da kestiğine tanık oluyoruz.

Unvanlarda, sülale, aşiret adlarıyla veya aile lakaplarıyla toplumsal kimlik kazanılıyor, aidiyetler belirleniyordu.

…kültürel kimliksiz ve toplumsal aidiyetsiz bir gelecek yaratılmasının mümkün olmadığı, bu alanlarda yaratılan boşlukların suç örgütleri tarafından doldurulmuş olmasıyla görülmüştür.

Sözlü kültür ortamı anonimler ortamıdır. 

(Yazılı kültür) …deneyimlemek yerine öğrenmek öne çıktı.

---
Geleneksel Yayıncılık
1. Baskı, 2019, Ankara

13 Aralık 2019 Cuma

Hurin'in Çocukları


J. R. R. Tolkien - Húrin'in Çocukları
 
Giriş
Kadim Günlerde Orta Dünya
Túrin, Ayııkvadi’deki Elrond Divanı’ndan altı bin beş yüz sene kadar önce, Dor-lómin’de, Beleriand Vakayinameleri’nde kaydedildiği şekliyle, “senenin kış mevsiminde, keder alametleri ile” doğdu.

Kaderin isminde değil, sende saklı.

Túrin’in korkunç kaderi Beleriand’da ve kuzeydeki diyarlarda gerçekleşti.
Beleriand savaşlarının sonuncu ve en büyük çatışmaları yapılırken daha çocuk olsa da, savaşın kasıp kavurduğu bir dünyaya doğmuştu.

Kuzeyde Beleriand sınırlarını, ötesinde Húrin’in ülkesi Dor-lómin ve Hithlum’un bir parçasının bulunduğu Ered Wethrin, yani Gölge Dağları oluşturmuş gibi görünmektedir; doğuda Beleriand Mavi Dağların eteklerine dek uzanır.

Túrinin Çocukluğu
Hador Altınbaş bir Edain beyiydi ve Eldar tarafından çok sevilirdi.
Kızı Glóredhel, Brethil insanlarının beyi olan Haltnir oğlu Haldir ile evlendi ve aynı düğünde, oğlu Uzun Galdor, Halmir’in kızı Hareth ile evlendi.
Galdor ile Hareth’in iki oğlu oldu: Húrin ile Huor.
Húrin, Bëor Evi’nden Bregolas’ın oğlu Baragund’un kızı Morwen ile evlendi
Húrin ile Morwen’in en büyük çocuklarının adı Túrin’di
Morwen Húrin’e bir de kız evlat verdi ve ona Urwen adını verdiler; ama kısa ömründe tanıyan herkes ona Lalaith, yani Kahkaha diyordu.

…bizim için zaman kısa, umudumuz ve gücümüz az zamanda solup gider.

Noldor’un Orta Dünya’ya dönüşünün dört yüz altmış dokuzuncu senesinde, elfler ve insanlar arasında bir umut doğdu; çünkü aralarında, Beren ile Luthien’in başarılarına ve Morgoth’un Angband’da, kendi tahtında mahcup edildiğine dair söylentiler dolaşıyordu

Ve o senenin güzünde, kurşuni göklerin altında, Kuzey’den uğursuz bir rüzgâr gelerek onların sözlerini haklı çıkardı. Habis Nefes adı verildi ona, çünkü hastalık getirmişti
O sene, Húrin oğlu Túrin daha beş yaşındaydı ve bahar başında kız kardeşi Urwen üç yaşına basmıştı.

…neden artık Lalaith dememem gerekiyor?” “Çünkü Urwen öldü ve bu evde kahkaha dindi,” diye yanıt verdi annesi.

Húrin açık açık yas tuttu, bir ağıt yakmak için arpını eline aldı; ama yapamadı, arpını kırdı ve dışarı çıkarken elini Kuzey’e doğru kaldırarak haykırdı: “Ey Orta Dünya’yı mahveden, umarım seninle yüz yüze gelir, beyim Fingolfin’in yaptığı gibi mahvederim!”
…korkusundan kaçan bir adam, asıl onun kollarına koştuğunu keşfedebilir.

“Tedbir, kuşkusuz,” dedi Húrin; ama huzursuz görünüyordu. “Ama ileri bakan biri şunu görmeli: hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak.

…sen yükseklere bakıyorsun, ama ben düşmekten korkuyorum.

Túrin’in doğum günü sabahı Húrin oğluna bir armağan verdi, elf yapımı bir bıçak
Bu acı bir bıçaktır ve çelik yalnızca onu kullanabilene hizmet eder. Başka her şey kadar elini de kesebilir.

Turin bçağı Sador’a verdi/hediye etti.

Túrin, o gün Barad Eithel’e doğru yola çıkacaklarını öğrendi.

Lacho calad! Drego morn! Alevlen Işık! Kaç Gece!

Sayısız Gözyaşı Savaşı
Nirnaeth Arnoediad

Fingon, Morgoth’un gazabının uyandığını, meydan okumalarının kabul edileceğini anladı ve yüreğine kuşkunun gölgesi düştü.

Morgoth düşmanlarının yaptığı ve planladığı şeylerin çoğunu biliyordu

Turgon ile Fingon’un yanında duran Húrin’in buluşmasının, savaşın ortasında mutlu bir buluşma olduğu söylenir.
Angband’ın yüksek kumandanı Gothmog gelmişti ve o, elf orduları arasına karanlık bir kama sürdü, Kral Fingon’u kuşattı
Haşin bir karşılaşma oldu.
…bir balrog gelip, çelikten bir maşa ile onu yakalayana dek Gothmog ile savaştı.
Bunun üzerine Gothmog kara baltası ile biçti onu ve yarılırken Fingon’un miğferinden beyaz bir alev fışkırdı. Noldor Kralı bu şekilde öldü

Húrin Turgon’a şöyle dedi: “Henüz zaman varken, beyim, hemen git! Çünkü sen Fingolfin Evi’nden geriye kalan son kişisin ve Eldar’ın son umudu sende yaşıyor. Gondolin ayakta kaldığı sürece, Morgoth’un yüreği yine de korku bilecek.

Húrin sonunda yalnız kalmıştı.
…orklar Húrin’i elleriyle yakaladılar

Húrin ve Morgoth’un Sözleri
Artık Fingon’un ülkesi yoktu

Húrin Morgoth’un huzuruna getirildi,

Turgon’un Kalesi'nin yerini söylemesi ve Kral’ın öğütleri hakkında bildiği başka her şeyi açıklaması karşılığında, dilediği gibi gitmek ile Morgoth’un kumandanlarının en büyüğü olarak güç ve rütbe sahibi olmak arasında bir seçim önerdi.

Morgoth uzun kolunu Dor-lómin’e doğru uzattı ve şu sözlerle Húrin, Morwen ve soylarını lanetledi: “Görün! Zihnimin gölgesi her gittikleri yerde üstlerine çökecek ve nefretim onları dünyanın sonuna dek takip edecek.”

Húrin’i Angband’a geri götürerek, Thangorodrim’in, batıda uzak Hithlum diyarını, güneyde Beleriand topraklarını görebileceği yüksek bir yerinde taştan bir sandalyeye oturttu.
“Şimdi orada otur,” dedi Morgoth, “ve bana teslim ettiklerinin üzerine şerrin ve ümitsizliğin çöktüğü toprakları izle. Çünkü sen benimle alay etmeye cüret ettin ve Arda’nın Yazgılarının efendisi Melkor’un gücünü sorguladın. Bu yüzden, benim gözlerimle göreceksin ve benim kulaklarımla işiteceksin ve hiçbir şey senden saklanamayacak.”

Túrin’in Ayrılışı
…geriye, Brethil’e ancak üç adam dönebildi sonunda ve Hador’un kızı Glóredhel Haldir’in düştüğünü öğrenince üzüntüye kapıldı ve öldü.

Doğulular sürü sürü gelmiş, Hador halkına zulmediyorlar, sahip oldukları her şeyi çalıyorlar, onları köleleştiriyorlardı.
Ama henüz Dor-lómin’in Hanımı’na el sürmeye ya da onu evinden çıkarmaya cesaret edemiyorlardı; çünkü aralarında, onun tehlikeli olduğuna, beyaz-şeytanlarla ilişkisi olan bir cadı olduğuna dair bir söylenti dolaşıyordu

Hemen git! Beni bekleme! Ama çocuğunun doğumu yaklaşıyordu, yol zor ve tehlikeli olacaktı; ne kadar çok kişi giderse, kaçış umudu o kadar azalırdı.

Túrin’e şöyle dedi: “Baban gelmiyor. Bu yüzden sen gitmelisin, hem de yakında. O da böyle isterdi.”

…köle nedir?” dedi Túrin.
“Eskiden insan olan, ama hayvan muamelesi gören bir insan,” diye yanıt verdi Sador.

“Morwen, Morwen, seni bir daha ne zaman göreceğim?” Eşikte durmakta olan Morwen, ağaçlıklı tepelerdeki bu feryadı duydu ve kapı direğini öyle sıkı kavradı ki parmakları yırtıldı. Bu, Túrin’in acılarının ilkiydi.

Túrin gittikten sonra, senenin başlarında, Morwen çocuğunu doğurdu ve ona Niënor, yani Yas adını verdi

Doriath sınırlarına ulaştılar. Ama orada şaşırdılar ve kraliçenin labirentlerine düştüler ve kaybolarak, yiyecekleri tükenene dek patikasız ağaçlıklarda dolandılar.
Beleg onların feryatlarını duydu ve yanlarına geldi ve onlara yiyecek içecek verirken isimlerini ve nereden geldiklerini öğrendi

Böylece, Túrin Esgalduin üzerindeki büyük köprüye geldi ve Thingol’un malikânesinin kapılarından geçti ve çocuk haliyle, o zamana dek Beren dışında hiçbir ölümlü insanın görmediği Menegroth’un harikalarına baktı.
Thingol onları merhametle karşıladı
Túrin’i dizine oturttu. Ve bunu görenler hayret ettiler, çünkü bu, Thingol’un Túrin’i evlat edindiğinin işaretiydi
Bir ihtimal, öyle bir zaman gelir ki, babanın Hithlum’daki yurdunu yeniden ele geçirirsin; ama şimdilik burada sevgi içinde yaşa.

Túrin’in Doriath’taki hayatı böyle başladı. Koruyucuları Gethron ile Grithnir bir süre onunla kaldı
Gethron ayrıldı ve Thingol ona rehberlik edecek, onu koruyacak eşlikçiler göndereli ve bu eşlikçiler Morwen’e Thingol’dan mesaj götürdüler.
Túrin Thingol’un habercilerinin dönüşünü dört gözle bekliyordu ve onlar yalnız dönünce koruluklara kaçtı ve ağladı, çünkü Melian’ın çağrısını biliyordu ve Morwen’in geleceğini ummuştu. Bu, Túrin’in ikinci acısıydı.
Hador’un Miğferi Thingol’un ellerine verildi.
Onda, takanı yaralanmaktan ve ölümden koruyan bir güç vardı

Túrin Doriath’ta
Túrin Menegroth malikânelerinde dokuz sene yaşadı.
On yedi yaşına bastığı sene, Túrin’in ızdırabı yenilendi; çünkü o sene evinden aldığı haberler kesilmişti.

“Zincir zırh, kılıç ve boyuma uygun bir kalkan, beyim,” diye yanıt verdi Túrin. “Aynı zamanda, izninle, atalarımın Ejder-miğferini istiyorum.”
“İstediklerini alacaksın,” dedi Thingo
“Yüreğim Doriath Bataklıklarının ötesine gitmemi söylüyor,” dedi Túrin. “Çünkü ben savunma yapmayı değil, düşmanımıza saldırmayı istiyorum.”

…yüreğinin hararetinden ve soğuğundan kork ve elinden geliyorsa sabırlı olmaya gayret et.

Üç sene böyle geçti ve bu süre içinde Túrin Thingol’un malikânesine nadiren geldi
…artık görünüşüne ve tavırlarına da dikkat etmiyordu

Saeros sabahleyin, Túrin bataklıklara dönme niyetiyle Menegroth’tan ayrılırken, ona pusu kurdu.
Túrin uzun süredir zorlu bir okulda eğitim görüyordu ve elfler kadar çevik, ama daha güçlü olmuştu. Kısa sürede üstünlüğü ele geçirdi ve Saeros’un kılıç kolunu yaralayarak, onun merhametine kalmasını sağladı.

Saeros, çılgınca koşmaya devam etti ve sonunda Esgalduin’i besleyen bir derenin yüksek kayalıkların arasından derin bir yarığa döküldüğü yerin kenarına geldi
Saeros düştü, suyun içindeki büyük bir taşa çarptı.

Mablung ciddi bir tavırla konuştu: “Heyhat! Yalnız şimdi bizimle birlikte geri dönmelisin Túrin, zira Kral bu fiiliyat hakkında hüküm vermeli.”
“Bunu ben istemedim, ama yasını da tutmuyorum,” dedi Túrin.

Mablung: Üzerinde bir gölge var. Yeniden karşılaştığımızda, onun daha da koyulaşmamış olmasını dilerim.

Kral olanları duyduğu zaman şöyle dedi: “Bu eksiksiz bir biçimde dinlemem gereken acı bir mesele. Danışmanım Saeros öldürülmüş, evlatlığım Túrin kaçmış olsa dahi, yarın yargı makamına oturacak ve hükmümü açıklamadan önce her şeyi gerektiği gibi dinleyeceğim.”
“Húrin oğlu Túrin’in dostu olarak mı konuşuyorsun?” dedi Thingol. “Öyleydim, lâkin hakikati daha uzun vakittir, daha fazla seviyorum,” diye yanıt verdi Mablung. “Beni sonuna dek dinleyin, beyim!”

“Bu nankör bir evlatlık ve aslında konumuna göre fazla gururlu bir insan. Beni ve kanunumu küçük gören birini nasıl barındırabilirim, pişmanlık duymayan birini nasıl affederim? Kararım bu olmalı. Túrin’i Doriath’tan sürüyorum…”

Beleg telaşla içeri girdi ve haykırdı: “Beyim, konuşabilir miyim?”

Ona münasebetsizlik edildiğini ve kışkırtıldığını hesaba katarak, Túrin’de bulunabilecek hataları affediyorum. Ve gerçekten de ona yanlış davranan, onun söylediği gibi, danışmanlarımdan biri olduğundan ötürü, bu affı kendisinin talep etmesi gerekmeyecek, her nerede bulunabilirse, ona ben göndereceğim ve onu şerefle evime geri çağıracağım.

Thingol Beleg’e şöyle dedi: “Artık arayış konusunda umudum var! İyi dileklerimle git ve şayet bulursan, bildiğin gibi koru onu ve rehberlik et ona.

Beleg Anglachel’i seçti; ve bu büyük ün sahibi bir kılıçtı ve alev alev yanan bir yıldız olarak gökyüzünden düşen demirden yapıldığı için bu ismi almıştı; yeryüzünden çıkarılan her tür demiri yarabilirdi.

Túrin Haydutlar Arasında
Kral’ın kovalayacağı bir kanun kaçağı olduğunu düşünen Túrin (…) Teiglin’in güneyindeki koruluklara geldi.
Orada, Nirnaeth’e gelmeden, dağınık evlerde pek çok insan yaşıyordu
Avlanıyor, bulabildikleri yiyecekleri topluyorlardı; ama açlık ve başka ihtiyaçlar tarafından güdülürken çoğu soygunculuğa başlıyor ve zalimleşiyordu. Kışın, tıpkı kurtlar gibi korkuluyordu onlardan ve evlerini savunmaya devam edenler onlara Gaur-waith, kurt-adam diyordu.
En katı yüreklileri, bir kadını öldürdüğü için Dor-lómin’de aranan, Andróg adında biriydi (kendine verdiği isimle Forweg)
…onların bölgesine girdiği zaman Túrin’in hemen farkına varmışlardı.
Kısa zamanda onların takdirini kazandı, çünkü güçlü ve yiğitti ve ormanda onlardan daha becerikliydi ve ona güveniyorlardı,

Hador’un halkından olanlar onun çevresinde toplandılar ve onu reis kabul ettiler ve daha az iyi niyetli olanlar da kabul ettiler. Ve Túrin onları hemen alıp, o yöreden uzaklaştırdı.

Túrin kaçalı neredeyse bir sene olmuştu ve Beleg devamlı umut kaybederek, hâlâ onu arıyordu.

(Túrin ve Beleg bir araya geldiler)

Beleg endişelendi. “Ne yapacaksın peki?” diye sordu.
“Serbestçe dolaşacağım,” dedi Túrin.

Túrin, “beni Amon Rûdh’da ara!”
“Bir ihtimal, en iyisi budur,” dedi Beleg ve yoluna gitti.

Cüce Mîm Hakkında
Bodur-cüceler uzun süredir akıllardan çıkmıştı, çünkü Mîm onların sonuncusuydu.

“Yaşlıyım,” dedi “ve fakirim. Orkların yaptığı gibi, beni sebepsiz yere öldürmelerine izin verme, efendim.”

Mîm’in evine, yalnızca Doriath ve Nargothrond’daki kadim hikâyelerin hatırladığı ve o ana dek hiçbir insanın görmediği Bar-en-Nibin-noeg’e gelmişlerdi.

Neden aklından geçeni söylemek zorundasın? Güzel sözler boğazına takılıyorsa, en azından sessizlik amacımıza daha fazla uyar.

…o ihtiyar cüce ile daha da sıkı dost oldu ve onun öğütlerini gittikçe daha fazla dinler oldu

Yay ve Miğfer Diyarı
O sene, Dimbar’da düştüğü sanılan Yay ve Miğfer’in, her tür umudun ötesinde yine yükseldiği söylentisi Beleriand’ın dört köşesinde, ormanların altında ve derelerin üstünde, tepelerin arasındaki geçitlerde yayıldı.
(Orklarla çatışma)

Beleg’in Ölümü
Túrin’i, el ve ayaklan zincirlenmiş, bir ağaca bağlanmış halde buldular.
Beleg ile Gwindor ağaçtaki bağları kesti ve Túrin’i alıp kamptan götürdü.
Beleg kılıcı Anglachel’i çekli ve onu kullanarak Túrin’in bağlarını kesti;
Túrin öfke ve korku içinde aniden uyandı ve loşlukta, yalınkılıç üzerine eğilmiş bir şekil görünce, orkların yine ona işkence etmeye geldiğini sanarak büyük bir feryatla ayağa fırladı ve karanlıkta onunla mücadele ederek Anglachel’i kaptı ve Beleg Cúthalion’u düşman sanarak öldürdü.
…dostların en sadığı olan Sağlamyay Beleg, en sevdiği kişinin ellerinde bu şekilde öldü ve Túrin’in yüzüne kazınan bu acı bir daha asla solmadı.

Túrin Nargothrond’da
Gwindor eve döndü ve onun hatırına, Túrin de onunla birlikte kabul edildi
Gwindor onun ismini söyleyecekken, Túrin onu engelledi ve şöyle dedi: “Ben Úmarth oğlu Agarwaen’im (yani Kötükaderli’nin oğlu Kanlekeli), ormandan bir avcı.”
Nargothrond’un kurnaz demircileri kılıç Anglachel’i Túrin için yeniden dövdü ve kılıç simsiyah kalsa da, kenarları solgun bir ateşle parladı.
Sonra Túrin’in kendisi de, o silahla başardıklarının söylentileri yüzünden, Nargothrond’da Mormegil, yani Kara Kılıç olarak bilinir oldu; ama o, kılıca Gurthang, yani Ölüm Demiri adını verdi.

Orodreth’in kızı Finduilas, o ne zaman yakına gelse ya da salondaysa, yüreğinin kıpırdandığını hissediyordu.

Túrin beni sevmiyor, sevmeyecek…
Çünkü onun da teselliye ihtiyacı var,” dedi Finduilas

Nargothrond’un Düşüşü
Túrin’in Nargothrond’a dönüşünün üzerinden beş sene geçtikten sonra
Artık Nargothrond’un tüm güçlerine Túrin komuta ediyordu

Elfler Túrin’in huzuruna getirildiler

Suların Efendisi’nin sözlerini dinle! O, Círdan’a şöyle dedi: ‘Kuzey’in Şerri Sirion’un pınarlarını kirletti ve akarsu parmaklarındaki gücüm çekiliyor. Lâkin daha beteri gelecek. Nargothrond Beyi’ne şöyle söyle: Kalenin kapılarını kapatsın ve dışarı çıkmasın. Gururunun taşlarını gürültülü ırmağa atsın ki, sürüngen şer kapıyı bulamasın.

Túrin habercilere güvenmemişti

Habercilerin gidişinden kısa şüre sonra, Brethil Beyi Handir öldürüldü
Elfler püskürtüldü ve Tumhalad meydanında alt edildi ve Nargothrond’un tüm gururu ve ordusu kuruyup gitti. Kral Orodreth cephede öldürüldü ve Guilin oğlu Gwindor ölümcül bir biçimde yaralandı.

Glaurung kendi ateşini alıkoydu ve yılan gözlerini iri iri açarak Túrin’e baktı. Túrin korkusuzca o gözlerin içine bakarak kılıcını kaldırdı ve hemen ejderhanın korkunç büyüsüne kapıldı ve adeta taşa döndü.

Túrin’in Dor-Lómin’e Dönüşü
Dor-lómin Geçitlerine vardı
O yoldan yürümesinin üzerinden yirmi üç sene geçmiş olmasına rağmen, yol yüreğine kazınmıştı, Morwen’den ayrılırken attığı her adımın acısı o kadar büyüktü. Böylece, sonunda çocukluğunun geçtiği diyara gelmiş oldu.

“Öldüler mi, yoksa köle mi yapıldılar? Yoksa orklar ona saldırdı mı?”
“Kesin olarak bilinmiyor,” dedi yaşlı adam. “Ama kızıyla birlikte gitti…”

“Burada yapacağım ilk iş ölmek olmayacak!” diye bağırdı. Brodda’yı yakalayıp, büyük ıstırabının ve gazabının gücüyle yükseğe kaldırdı ve köpek gibi silkeledi. “Köle halkından Morwen mi dedin? Seni korkak dölü, hırsız, kölelerin kölesi!” Sonra Brodda’yı tepeüstü kendi masasına, Túrin’e saldırmak için ayağa kalkmış olan bir Doğulu’nun suratına fırlattı. Bu düşüşte Brodda’nın boynu kırıldı

“Yolun açık olsun, Dor-lómin Beyi,” dedi Asgon. “Ama bizi unutma. Artık avlanan adamlar olacağız ve gelişin yüzünden Kurt-halkı daha da zalim olacak. Bu yüzden, git ve yanında bizi kurtaracak bir güç olmadan gelme. Elveda!”

Túrin’in Brethil’e Gelişi
“…Burada huzur içinde yaşayacak, ismimden ve soyumdan vazgeçeceğim ve böylece, gölgemi geride bırakacağım, ya da en azından onu sevdiklerime bulaştırmayacağım."
Böylece yeni bir isim aldı ve kendine Turambar dedi ki Yüksek Elf lisanında Kaderin Efendisi anlamına gelir…

Morwen ile Niënor’un Nargothrond Yolculuğu
“Morgoth korkusu beni oğlumun çağrısından alıkoyamaz,” diye yanıt verdi Morwen.

Thingol: “Hızla takip edin,” dedi, “ama kendinizi ona belli etmeyin. Ama Morwen yabana girdiğinde, tehlike tehdit ederse, kendinizi gösterin ve eğer geri dönmezse, elinizden geldiğince koruyun onu…”

Niënor’un grubu takip ettiği ve onlar ırmağı geçmeden, karanlıkta onlara katıldığı anlaşıldı.

Amon Ethir’den izleyenler ejderhanın gelişini gördüler ve dehşete düştüler. Hemen, Morwen ile Niënor’dan itiraz etmeden atlarına binmelerini istediler ve söylendiği gibi doğuya kaçmaya hazırlandılar.

Niënor’un atı çılgınca koşarken tökezlemiş ve Niënor’u yere fırlatmıştı. Yumuşak bir biçimde çimenlerin üzerine düşen Niënor yaralanmamıştı; ama ayağa kalktığında yalnızdı…

Glaurung: “Burada ne arıyorsun?”
Niënor şöyle dedi: “Bir süre burada yaşamış olan Túrin’i arıyorum…”

Sonra gözlerini Niënor’un gözlerine dikti ve Niënor’un iradesi solup gitti. Ve Niënor’a, güneş solmuş, çevresi loşlaşmış gibi geldi ve yavaş yavaş üzerine büyük bir karanlık çöktü ve o karanlıkta boşluk vardı; Niënor hiçbir şey bilmiyordu, hiçbir şey duymuyordu ve hiçbir şey hatırlamıyordu.

…yıldızlar belirdi. Onların ışığında, karanlık bir şeklin taş gibi durduğunu gördü. Niënor öylece bekliyordu ve onun söylediği hiçbir şeyi duymuyor, yanıt vermiyordu. Ama sonunda Mablung onun elini tuttuğunda kıpırdandı ve Mablung’un onu götürmesine izin verdi ve o elini tuttuğu sürece takip etti, ama bıraktığı zaman durdu.

Doriath’ın çitlerine cesaret edebildiklerince yaklaşabildikleri bir yerde bol bulunan ork avcı gruplarından birinin beklenmedik saldırısına uğradılar.

Niënor’a tuhaf bir değişim gelmişti, saçları hızının rüzgârıyla arkasında savrularak, ağaçların arasında bir geyik gibi koşarak, hepsini geride bıraktı. Mablung ile yoldaşları orklara hemen yetişti ve hepsini öldürüp yollarına devam ettiler. Ama Niënor hayalet gibi geçip gitmişti ve daha da kuzeye gitmelerine, günler boyunca aramalarına rağmen ondan en ufak iz bulamadılar.
Sonra, sonunda, Mablung ıstırap ve utançla boynunu bükerek Doriath’a döndü. “Avcılarının başına yeni bir usta bul, beyim,” dedi Kral’a. “Çünkü ben şerefimi yitirdim.”

Niënor Brethil’de
Niënor / koşarak ormana daldı ve giysilerini yırttı, kaçarken teker teker attı, ta ki çıplak kalana dek; ve bütün gün, yürek patlamacasına, avlanan bir hayvan gibi koşmaya devam etti

Tesadüf eseri, Brethil’in ormancılarından bazıları o saatte orklarla savaşmaktan dönüyorlardı…
Turambar irkildi, gözlerini örttü ve titremeye başladı; çünkü Finduilas’ın mezarının üzerinde ölü bir genç kızın hayaletini gördüğünü sanmıştı.

Turambar onu kendi pelerinine sardı ve ormandaki avcı kulübesine kadar taşıdı. Orada bir ateş yaktılar ve kızı örtülere sardılar

“Endişelenme!” dedi Turambar. “Belki de hikâyen henüz anlatılamayacak kadar hüzünlüdür. Ama ben sana bir isim vereceğim ve sana Níniel, yani Gözyaşlarının Kızı, diyeceğim.”

Níniel uzun süre hasta yattı
…genellikle çok huzursuz olsa da, ne elf ne de insan dilinde tek kelime etmiyordu.
“Bu şeyin adı nedir? Çünkü yaşadığım karanlıkta onu kaybettim.”

Níniel ona şöyle dedi: “Şu ana kadar, senden başka her şeyin ismini sordum. Sana ne diyorlar?”
“Turambar,” diye yanıt verdi Turambar.

“Anlamı,” dedi Turambar, “Kara Gölge’nin Efendisi. Çünkü ben de bir karanlık yaşadım, Níniel, içinde değerli şeyleri kaybettiğim bir karanlık

Ve artık Níniel tamamen iyileşmiş, güçlenmiş ve güzelleşmişti ve Turambar artık kendini tutmaktan vazgeçti ve ona evlenme teklif etti. Níniel sevindi; ama Brandir haberi aldığında yüreği burkuldu ve ona şöyle dedi: “Acele etme!...”

Brandir’in sözleri onu huzursuz etmişti ve Turambar’dan bir süre daha beklemesini istedi.

Ya şimdi yabanda savaşmaya gideceğim; ya da seninle evleneceğim ve bir daha asla savaşa gitmeyeceği
Níniel buna gerçekten memnun oldu ve evlenmeyi kabul etti ve yaz ortasında evlendiler
…ama Brandir huzursuzdu ve yüreğindeki gölge gittikçe büyüyordu.

Glaurung’un Gelişi
Turambar’ın ormancılar arasında yaşadığı bu üçüncü sene sona ermeden, Glaurung onların bir süreliğine huzur bulmuş topraklarına saldırmaya başladı
Turambar kalktı ve kılıcı Gurthang’ı alıp savaşa gitti
Kara Kılıç’ın dehşetine hazırlıksız yakalanan orklar bozguna uğradılar ve çoğu öldürüldü. Sonra ormancılar leşleri yığıp, Morgoth’un askerlerini yığın yığın yaktılar ve intikamlarının dumanı kara kara gökyüzüne yükseldi ve rüzgâr onu alıp batıya sürükledi.
Glaurung’un gazabı gerçekten de büyüktü
Bir gün, iki adam Ephel Brandir’den dehşet içinde döndüler, çünkü Büyük Solucan’ı görmüşlerdi.
Turambar Gurthang’ı kınından çekip başının üzerine kaldırdı
“Brethil’in Kara Dikeni,” dedi Turambar: “Ondan korksa iyi olur. Çünkü şunu bilin: bu ejderhanın (ve anlatılanlara göre dölünün tamamının) kaderi öyle ki, kemikten zırhı ne kadar büyük olursa olsun, demirden de sert olsa bile, altı yılan karnı gibi olmak zorunda. Bu yüzden, Brethil insanları, şimdi ben, elimden geldiği şekilde, Glaurung’un karnını aramaya gidiyorum…”

…veda etmek için Níniel’e gittiğinde, Níniel acı acı ağlayarak sarıldı ona. “Gitme, Turambar, yalvarırım!”
Turambar, “sen ve ben daha fazla kaçamayız. Bu diyarda kısılı kaldık…”

Turambar gittikten sonra Níniel taş gibi, kıpırdamadan kalmıştı

Níniel: “Brethil insanları! Ben burada beklemeyeceğim. Beyim başarısız olursa, her tür umut yalan demektir. Ülkeniz ve ormanlarınız tamamen yanacak, evleriniz küle dönecek ve hiç kimse, hiç kimse kaçamayacak. Bu yüzden, neden burada oyalanalım? Ben haberleri ve kader her ne gönderiyorsa onu karşılamaya gidiyorum. Benim gibi düşünenler de benimle gelsin!”

Glaurung’un Ölümü
Sonunda, gece çökerken, Turambar ve yoldaşları Cabed-en-Aras’a geldiler
Turambar ve Hunthor, tam Glaurung’un yolunda olmadıklarından, ejderhanın püskürttüğü alevlerden kurtulmuş olsalar da, o karşıya geçmeden ona saldırmaları gerekiyordu

Turambar tehlikeye aldırmadan yamaç boyunca koşturdu ve ejderhanın tam altına geldi; ama sıcak ve koku o kadar ölümcüldü ki, tökezledi ve düşecek gibi oldu, ama cesaretle arkasından gelen Hunthor kolunu yakaladı ve dengesini bulmasına yardımcı oldu.
…yukarıdan büyük bir taş düştü ve Hunthor’un başına vurdu ve Hunthor suya düşerek oracıkta öldü: Haleth Evi’nin yiğitlerindendi. Bunun üzerine Turambar haykırdı: “Heyhat! Gölgemde yürümek uğursuz! Neden yardım istedim ki? Çünkü artık yalnızsın, Ey Kaderin Efendisi, tıpkı olacağını bilmen gerektiği gibi…”

Turambar Beleg’in Kara Kılıcı’nı çekti ve kolunun ve nefretinin tüm gücüyle yukarıya sapladı ve uzun, açgözlü, ölümcül kılıç kabzasına dek ejderhanın karnına gömüldü.

Glaurung ölüm sancısıyla haykırdı ve sesiyle tüm koruluklar sarsıldı ve Nen Girith’ten izleyenler dehşet içinde donakaldı. Turambar darbe yemiş gibi sendeledi ve aşağı kaydı, kılıcı elinden kurtuldu ve ejderhanın karnını yardı.

…ölmekte olan ejderhanın yattığı yere geldi ve yaralı düşmanına acımasızca baktı ve memnun oldu.

Gurthang’ın kabzası karnından çıkıyordu.
…düşmanına yaklaşarak ayağını karnına dayadı ve Gurthang’ın kabzasını kavrayıp, tüm gücüyle çekmeye çalıştı. Ve Glaurung’un Nargothrond’daki sözleriyle alay ederek bağırdı: “Selam, Morgoth’un Solucanı! Bir daha karşılaştığımız iyi oldu! Şimdi öl ve karanlık götürsün seni! Húrin’in oğlu Túrin’in intikamı böylece alınmış oldu.” Sonra kılıcı çekip çıkardı ve o bunu yaptığında kılıcın ardından kara kanlar fışkırdı ve Túrin’in eline döküldü; Túrin’in eti zehirle yandı, öyle ki, Túrin acıyla haykırdı. Bunun üzerine Glaurung kıpırdandı ve uğursuz gözlerini açıp Turambar’a öyle bir kötülükle baktı ki, Turambar’a, bir okla vurulmuş gibi geldi ve hem bu yüzden, hem de elinin acısı yüzünden düşüp bayıldı ve ejderhanın yanında ölü gibi yattı ve kılıcı da altında kaldı.

Brandir hayretle kalakaldığında, Níniel hızla ondan uzaklaştı ve Brandir onun arkasından seslendi: “Dur, Níniel! Yalnız gitme! Ne bulacağını bilmiyorsun. Ben de seninle geleceğim!”

Níniel, dumanları tüten yıkıntıların arasından koşup, Turambar’ın yanına vardı.

“Turambar, Turambar, geri gel! Beni duy! Uyan! Benim, Níniel. Ejderha öldü, öldü ve yanında yalnızca ben varım.” Ama Turambar yanıt vermedi. Brandir onun feryadını duydu, çünkü yıkıntıların kenarına gelmişti; ama Níniel’e doğru adım atarken, yerinde kalakaldı. Çünkü Níniel’in feryadı üzerine Glaurung son bir kez kıpırdanmış, bedeninden bir ürperti geçmişti ve kötücül gözlerini araladı ve inleyerek konuşurken ay ışığı gözlerinden yansıdı:
“Selam, Húrin’in kızı Niënor. Sondan önce bir kez daha karşılaştık. Sonunda ağabeyini bulduğun için sevin. Artık onu tanıyorsun: arkadan bıçaklayan, düşmanlarına hain, dostlarına vefasız, soydaşları için bir bela, Húrin oğlu Túrin!
Ama yaptıkları arasında en kötüsünü, kendi içinde hissedeceksin.”

Bunun üzerine, Niënor vurulmuş gibi oturakaldı, ama Glaurung öldü ve ejderhanın ölümüyle birlikte onun habis perdesi kalktı ve Niënor’un hafızası gün gün berraklaştı, Haudh-en-Elleth’in üzerine uzandığı günden sonra olanları da unutmamıştı. Ve tüm vücudu dehşet ve ıstırapla sarsıldı. Ama bütün bunları işitmiş olan Brandir perişan olmuş, bir ağaca yaslanmıştı.

Túrin’e bakarak haykırdı: “Elveda, ey iki kez sevdiğim! A Túrin Turambar turún’ ambartanen: yenik düşmüş kaderin efendisi! Ey öldüğü için mutlu olan!” Sonra, onu ele geçiren acı ve dehşetle perişan halde, çılgınca oradan kaçtı…

Hızla Cabed-en-Aras’ın kıyısına geldi, orada durdu ve bağırarak gürültülü sulara baktı: “Ey su! Húrin kızı Níniel Niënor’u al; Morwen’in Yaslı, Yaslı kızını! Beni al ve Deniz’e götür!”
Sonra kendini aşağı attı: karanlık uçurum beyaz lekeyi yuttu, ırmağın kükremesi feryadını boğdu.

“…Kaderlerinin kara gölgesini Brethil’e getirdiler. Sonlarını burada buldular ve bu topraklar bu ızdırabı atamayacak bir daha. Artık buraya Brethil demeyin, Halethrim diyarı demeyin, Sarch nia Chîn Húrin, yani Húrin’in Çocuklarının Mezarı deyin!”

Túrinin Ölümü
Glaurung öldüğünde kara baygınlığı geçti ve bir kez daha derin derin nefes almaya başladı
Túrin, zaferini ve elindeki yakıcı zehri hatırlayarak ayağa fırladı.
…sabahın gri ışığında Nen Girith’e geldi
Sonra, bunun Túrin’in huzursuz ruhu olduğunu sanarak dehşete kapıldılar ve kadınlar haykırarak gözlerini kapattı.
Níniel nerede?
Ama insanlar yüzlerini ondan çevirdiler ve Brandir sonunda, “Níniel burada değil,” dedi.

“…Húrin oğlu Túrin ve seni bir daha görmemek için kendini Cabed-en-Aras’a fırlattı. Níniel! Níniel, ha? Hayır, Húrin kızı Niënor.”

Gurthang’ı kaldırdı, Brandir’i biçti ve öldürdü.
Sonra Túrin aklını yitirmiş gibi yabani ormana daldı, bir Orta Dünya’ya ve tüm insan hayatına küfrediyor, bir Níniel’e yakarıyordu.
Mablung onu selamladı
…bana ailemden haber verin.
“Ey güzel Niënor! Demek Doriath’tan ejderhaya ve ejderhadan bana kaçtı. Talihin ne tatlı bir lütfu! Böğürtlen kadar esmerdi, saçları simsiyahtı ve bir elf çocuğu kadar narindi, başkasıyla karıştırmak imkânsızdı!”

Sonra, rüzgâr gibi kaçtı onlardan ve elflerin içi hayret ve korkuyla doldu.

Túrin onlardan önce koşup Cabed-en-Aras’a vardı
Túrin kabzayı yere yasladı ve kendini Gurthang’ın ucuna fırlattı ve kara kılıç onun canını aldı.
Ve bütün bunlar bittiği zaman, elf ve insan ozanları ağıt yaktı, Turambar’ın yiğitliğini ve Níniel’in güzelliğini anlattılar.

Túrin ile Niënor’un ölümlerinden sonra, Morgoth kötü amacını daha da ilerletmek için Húrin’i tutsaklıktan salıverdi. Húrin dolana dolana Brethil Ormanı’na vardı ve akşam vakti Teiglin Geçitlerine, Glaurung’un yakıldığı yere, Cabed Naeramarth’ın kenarına dikilmiş büyük taşa geldi.
…taşın gölgesinde, dizleri üzerine çöküp eğilmiş biri vardı.
“Eledhwen! Eledhwen!” diye haykırdı Húrin; ve Eledhwen kalkıp, öne doğru sendeledi, Húrin onu yakalayıp kollarına aldı.
“Sonunda geldin,” dedi Morwen. “Çok uzun zaman bekledim.”
“Ama geç kaldın,” dedi Morwen, “çok geç. Onları kaybettik.”
“Biliyorsan, anlat bana! Kızımız oğlumuzu nasıl buldu?”
Ama Húrin yanıt vermedi ve Morwen’i kollarına alarak taşın yanına oturdu ve bir daha konuşmadılar. Güneş battı ve Morwen içini çekerek Húrin’in elini tuttu ve kıpırtısız kaldı ve Húrin onun öldüğünü anladı.
The Children of Húrin
Türkçeleştiren: Niran Elçi
İthaki Yayınları, 2007

Yeni Atlantis


Francis Bacon - Yeni Atlantis

Tam bir yıl kaldığımız Peru’dan ayrılarak, Pasifik Okyanusu üzerinden Çin’e ve
Japonya’ya doğru yelken açtık.

Artık dünyanın uçsuz bucaksız sularının ortasında aç ve susuz kalmıştık.

…karanın var olduğunu umut ettiğimiz tarafa doğru bütün gece yol aldık.
…kentin güzel bir limanına girmiştik.

Tam karaya çıkmaya hazırlanıyorduk ki limanda eli değnekli bir grup insan gördük.
…içinde yedi sekiz kişinin bulunduğu bir sandal bize doğru gelmeye başladı.

Karaya çıkmayın, hiçbiriniz karaya çıkmasın, size kalmanız için daha uzun bir süre verilmediği takdirde on altı gün içinde bu sahili terk edin

Karaya çıkmamıza izin verilmemesi ve daha karaya yanaşır yanaşmaz geri dönmemiz konusunda uyarılmamız bizi son derece hayal kırıklığına uğratmıştı.

“Hıristiyan mısınız?” diye sordu.
“Evet Hıristiyanız,” cevabını verdik.
…son kırk gün içinde haklı veya haksız yere kan dökmediğinize İsa’nın başı üzerine yemin ederseniz, karaya çıkmanıza izin verebiliriz,” dedi.

…içimizden altı kişi onunla beraber karaya çıktı.

…bizim için hazırlanmış on dokuz odayı teker teker gösterdi.
…ona yirmi altın para uzattıksa da o güldü ve sadece, “Bu da ne? İki defa ücret almayacağım ya!” diyerek yanımızdan ayrıldı.

…bizler, buraya dindar ve insancıl bir Hıristiyan halka mensup insanlar olarak geldik. Bu yüzden, bu memleketin halkında ahlaksız veya değersiz insanlar izlenimi bırakmayalım.

Adam bize dönerek şunları söyledi: “Ben bu yabancılar evinin müdürlüğünü yürütüyorum…
Devletimiz, size bu topraklarda altı hafta kalma izni verdi.
…size son olarak şunu söylemeliyim ki özel izin almadan şehrin surlarının bir karan’dan (onların ölçü birimince bir buçuk mil) fazla uzağına gidemezsiniz.

…bu kadar uzak bir memleketin halkının nasıl olup da hak dinini benimseyebileceğinin kafamızı karıştırdığını söyledik.

Kurtarıcımız İsa’nın göğe yükselişinden yaklaşık yirmi yıl geçmişti; bulutlu ve sakin bir geceydi.
…denizden göğe doğru yükselen, keskin olmayan, ama bir direk ya da silindir şeklinde büyük bir ışık sütunu
…ışık sütununun gövdesinden çok daha parlak ve göz kamaştırıcı, nurdan bir haç görünüyordu.
…botların birinde de Süleyman’ın Evi Vakfı’nın bilgelerinden biri varmış.
…bu zat, bir süre bu ışık sütununa ve üzerindeki parlak haça tüm yüreğiyle ve tüm dikkatiyle baktıktan sonra (…) dua etmiş…

Duasını bitirdiği anda (…) kayığın sakin ve sessiz bir biçimde ışığa doğru yaklaşmasını istedi.

…nurdan haç dağıldı, yıldızlı bir gökkubbe içine atılmışçasına boşluğa saçıldı. Bu görüntü de bir süre sonra yok olarak, yerini sedirden küçük bir kutuya veya sandığa benzer bir şeye bıraktı.
…sandığın kapağı kendiliğinden açıldı ve içinde, güzelce bir parşömen üzerine yazılmış ve Hint kumaşlarına sarılı bir kitap ve bir mektup olduğunu gördü.
Eski Ahit, Yeni Ahit ve Apokalips gibi dinimizin kutsal eserleri
Mektupta ise şunlar yazılıydı:
‘Ulu Tanrı’nın hizmetkârı ve Yüce İsa’nın havarisi olan ben Bartholomeus, görkemli görüntüsüyle gözümün önüne gelen bir melekten, bu sandığı denizin dalgalarına atma emrini aldım…

…nasıl oluyor da sizden bu kadar uzakta olan medeniyetlerin dilleri, kitapları ve yaptıkları hakkında bu kadar bilgi sahibi olabiliyorsunuz, bunu bir türlü anlamıyoruz.

…bundan neredeyse üç bin yıl, hatta daha da önce dünyanın denizcilikle keşfedilen alanı, özellikle de uzak bölgelerin keşfedilen alanı, bugün bilinen alanlarından çok daha genişti.
…hakikat şudur ki bundan çok yıllar önce insanlar, denizcilikte ve keşifte bugünkünden çok daha ileri durumdaydılar.
…şimdi Amerika dediğiniz büyük Atlantis’in o zaman büyük büyük gemileri vardı.

Bu adada, 1900 yıl önce, anısı önünde halen saygıyla eğildiğimiz bir kral hüküm sürerdi.
Adı Süleyman olan bu kralı memleketimizin kanun koyucusu olarak görür, ona büyük saygı duyarız.

“Süleyman’ın Evi”
Bu vakıf, Tanrı’nın eserleri ve yarattıkları üzerinde çalışma yürütme amacını taşımaktadır.

Sürekli olarak görmeye ve bağ kurmaya değer şeylerle karşılaşıyorduk.

Tirsan / aile reisi / ziyafet…

Jaobin isminde biriyle tanıştım. Kendisi Yahudi’ydi ve sünnetliydi.

…bu halk arasında ne randevu evleri, ne ahlaksızlık barındıran yerler ne de benzerleri vardır.
İnsanlar bu tür arzularını kötü yollardan giderme fırsatını elde ettikleri zaman evlilik kurumu varlık nedenini yitirmiş demektir.
Erkek erkeğe ilişkiye hiç girmezler, buna karşın aynı cins arasındaki dostluklar o kadar içten ve sağlam dostluklardır ki! Dünyada bir eşine daha rastlayamazsınız.

(doğal kaynakların kullanımı, teknik olanaklar hakkında devam ediyor anlatı)

Anlattıklarımdan da çıkarabileceğiniz gibi, ülkemizde her alanda çok büyük ilerlemeler kaydetmiş olan bizler için her şeyi süsleyip püsleyip hile yapmak işten bile değildir, ancak herhangi bir kişi, doğal bir eseri veya doğal bir şeyi abartılmış, şişirilmiş veya daha süslü göstererek insanları aldatırsa maddi ve manevi cezaya çarptırılır.

Başka halklar da faydalanabilsin diye sana verdiğim bu bilgileri dilediğince yayabilirsin.

Türkçeleştiren: Cenk Saraçoğlu
Bordo-Siyah Yayınları