Bir gezi rehberinde, Normandiya denizinin kıyısındaki küçük
bir kentte rastlantı sonucu buldukları bir otel.
Chantal, geceyi geçirmek üzere otele cuma günü tek başına
geldi, Jean-Marc, ona ertesi gün öğleye doğru katılacaktı.
Odasına çıktı, güçlükle uyudu ve gördüğü uzun bir düşten
sonra, gece yarısı uyandı.
Düşler, aynı yaşamın farklı dönemleri arasında kabul
edilemez bir eşitliği dayatır insana, insanın hiç yaşamadığı şeyler arasında eş
düzeyli bir eşzamanlılığı dayatır; ayrıcalıklı durumunu yok sayarak, şimdiki
zamanın varlığını yadsır.
F., Jean-Marc’ın çok eski bir dostuydu, liseden beri
birbirlerini tanırlardı; aynı düşünceleri paylaşır, her konuda anlaşırlardı ve
Jean-Marc, yıllar önce, birden ve kesin olarak onu artık sevmemeye başlayıp
görüşmeyi kesinceye kadar ilişkileri sürmüştü.
Normandiya kıyılarına gelmeyeli çok olmuştu, bu yüzden,
insanların burada, moda olan hangi etkinliklerle uğraştıklarını bilmiyordu…
Jean-Marc, kendisine ait o eski kuramı anımsadı: Üç tür can
sıkıntısı vardır: edilgen can sıkıntısı: bir yandan dans edip, bir yandan
esneyen genç kız; etkin can sıkıntısı: uçurtma amatörleri; ve başkaldırı
halindeki can sıkıntısı: otomobilleri yakan, vitrin camlarını kıran gençlik.
Sevdiği kadının fiziksel görünüşünü bir başka kadınınkiyle
karıştırmak. Bunu şimdiye kadar kaç kez yaşadı!
En çok sevdiği varlığın siluetini, benzersiz saydığı bir
varlığın siluetini nasıl olur da ayırt edemez?
“Erkekler artık dönüp sana bakmıyor. Gerçekten, bunun için
mi üzgünsün?”
“Peki, ya ben? Ben hiç durmadan senin peşinden koşarken, her
zaman senin olduğun yerde olmaya çalışırken, dönüp de sana bakmayanları nasıl
düşünebilirsin?”
Kurtulduğunu düşündü, çünkü Jean-Marc’ın sesi aşkın sesiydi
Oğlunu toprağa verdiğinde, yavrucak daha beş yaşındaydı.
Bir hafta sonra, kocası şöyle demişti:
“Depresyona girmeni istemiyorum. Hemen bir çocuk yapmalıyız.
Sonra, unutursun.” Unutursun: bir başka formül bulmaya çalışmıyordu bile. Ondan
ayrılma düşüncesi işte o anda kafasında doğdu.
Jean-Marc’a rastlayıncaya kadar birkaç yıl geçmesi gerekti.
On beş gün sonra, boşanmak istediğini söyledi; kocası şaşırıp kalmıştı.
Her kadın, yaşlanma derecesini, erkeklerin bedenine
gösterdikleri ilginin ya da ilgisizliğin derecesiyle ölçer.
Onu sevdiğini ve güzel bulduğunu istediği kadar söylesin,
Jean-Marc’ın aşk dolu bakışı onu avutamazdı. Çünkü aşkın
bakışı, yalnızlaştıran bir bakıştır.
İnsan, yaptığı bir hareket,
söylediği bir söz yüzünden kendine kızabilir, ama yaşadığı bir duygu yüzünden
kızamaz, çünkü duygularımız üzerinde hiçbir gücümüz yoktur.
O sabah iki mektup buldu.
“Sizi bir casus gibi izliyorum, çok güzelsiniz, çok güzel.”
Günün birinde, eline böyle bir not geçmemiş kadın var mıydı?
…mektubu katlayıp odasına götürdü. Çamaşır dolabını açtı ve
sutyenlerinin altına koydu.
Jean-Marc, yaklaşık bir saat sonra eve geldiğinde, Chantal’a
bir davetiye gösterdi: “Onu bu sabah posta kutusunda buldum. F. ölmüş.”
Dostluk, bir insana yalnızca
belleğinin doğru çalışmasını sağlamak için gerekli. Geçmişini anımsamak, onu
hep sırtında taşımak, dedikleri gibi, belki de insanın kendi ben’ini
koruyabilmesi için gerekli tek koşul.
- …Dostluk, kadınların sorunu değildir.
- Ne demek
istiyorsun?
- Söylediğimi. Dostluk, erkeklerin sorunudur.
…mutlak bir ölüm istiyorum ben.
Ertesi gün, posta kutusunda, üzerinde yine o yabancı adamın
yazısı bulunan bir zarf buldu, içinden çıkan mektup bu kez hiç de kısa ve hafif
değildi.
…bavulunuz bende…
Tüm yaşamlarını başkalarının ceza almasına adayan savcılar…
Daha başka mektuplar da geldi
Mektupları yazan, hiçbir şeyi amaçlamıyor, hiçbir şey
istemiyor, hiçbir şeyin üstünde durmuyordu.
…işte, diyordu, varolduğu biçimiyle varolan zamanla yüzleşen
yaşam; ve ben bu yüzleşmenin, can sıkıntısı denen şey olduğunu anladım.
Eskiden yapılan meslekler, hiç olmazsa birçoğu, insanın o
mesleğe karşı kişisel bir tutkusu yoksa, akla bile getirilmeyen mesleklerdi:
Topraklarına aşık köylüler, güzel masaların büyülü yaratıcısı dedem, köydeki
insanların tümünün ayak ölçülerini ezbere bilen ayakkabıcılar; ormancılar,
bahçıvanlar; o dönemlerde askerlerin bile birbirlerini tutkuyla öldürdüklerini
düşünüyorum.
Yaşamın anlamı, insanlar için ‘bir soru işareti’ değildi,
yaşam onlarla birlikteydi, tüm doğallığıyla, işliklerinde, tarlalarındaydı. Her
meslek, kendine özgü düşünce tarzını, kendine özgü varoluş biçimini yaratmıştı.
Bir doktor, bir çiftçiden başka biçimde düşünüyordu, bir askerin davranışı, bir
köy öğretmeninin davranışına benzemiyordu. Oysa bugün, hepimiz birbirimizin
benzeriyiz; işimize karşı gösterdiğimiz ortak ilgisizlik bizi birbirimize
bağlıyor. Bu ilgisizlik bir tutku haline geldi. Çağımızın tek büyük, kolektif
tutkusu.
…hiçbir aşk suskunluğun üstesinden
gelemez.
(Sokakta gördüğü dilencinin mektupları gönderen kişi
olduğunu düşünüyor)
Chantal ona bakıyor: Üstü başı tertemiz, kravat takmış, kır
düşmüş saçları arkaya taranmış. Yakışıklı mı, çirkin mi? içinde bulunduğu durum
onu yakışıklılığın ve çirkinliğin ötesinde bir yere koyuyor. Chantal ona bir
şeyler söylemek istiyor ama ne söyleyeceğini bilemiyor, içine düştüğü sıkıntılı
durum konuşmasını engellediğinden, çantasını açıyor, bozuk para arıyor, ne var
ki, birkaç kuruş dışında bozuk parası yok.
Gelen mektupları bu adamın yazdığını düşünmek, şapşallığın
daniskası.
Yazıları dikkatle inceliyor: Hep aynı mürekkep kullanılmış,
harflerin hepsi çok iri, hafifçe sola yatık, ne var ki bu harfler, mektupları
yazan aynı yazıyı korumayı başaramamış gibi, bir mektuptan ötekine küçük
farklılıklar gösteriyor.
Ve “yaşamınıza yapay olarak katılmış bir şey” deyişi, ki
Chantal bu deyişi Jean-Marc’a karşı yapılmış acemice bir saldırı olarak kabul
etmişti, oysa bu, aslında Jean-Marc’ın kaleminden çıkmış bir özseverlik
ifadesiydi. Evet, onu ele veren özseverliği olmuştu; Chantal’a şunu söylemek
isteyen yakınma dolu bir özseverlik: Yoluna bir başka erkek çıkar çıkmaz, ben
yaşamına eklenmiş yararsız bir nesneye dönüşüyorum.
İyi ama neden tuzağa düşürmek istiyor ki?
Daha sonra, bir yazı uzmanının kapısını çaldı.
“Yanlış adrese geldiniz, dedi bir kez daha adam.
Burası bir özel detektiflik bürosu değil.”
Bu oyuna son vermek için—Chantal’a son bir mektup daha
yazmaya karar verdi.
Ben Chantal’ın görümcesiyim
Chantal, kapının eşiğinde durdu ve şaşkın durumda, bir
dakika kadar kalakaldı, çünkü Jean-Marc da, görümcesi de onun geldiğini fark
etmiyordu.
Chantal, sabredemeyip odasına giriyor. Çocuklar koltukların
üzerinden atlıyorlar, ne var ki Chantal onları görmüyor; büyülenmiş gibi,
dolaba bakıyor; dolabın kapısı ardına kadar açık; ve önünde, yerde, sutyenleri,
slipleri darmadağınık duruyor.
“Bu ev benim evim ve hiç kimsenin dolaplarımı açıp özel
eşyalarıma elini sürmeye hakkı yok. Hiç kimsenin. Tekrarlıyorum: hiç kimsenin.”
Jean-Marc ile yalnız kalıyor ve gidenlerle onun arasında
hiçbir fark görmüyor.
Jean-Marc, bir dakika önce, olup biteni ona açıklamak,
oynadığı oyunu itiraf etmek istiyordu, ne var ki, aralarında geçen bu
kısa konuşma her türlü diyalogu olanaksız kıldı.
Aslında, kimdi güçlü olan? Aşk ülkesinin toprakları üzerinde
bulunduklarında, güçlü olan belki kendisiydi. Ama o ülke ayaklarının altından
kaydığında, güçlü olan Chantal, zayıf olan da kendisiydi.
…sabah erkenden kalktı, giyindi ve küçük bir bavulun içine, kısa
bir yolculuk için gerekecek bazı öte beriyi yerleştirdi.
“Nereye gidiyorsun? diye sordu Jean-Marc.
- Londra’ya.
- Nasıl? Londra’ya mı? Neden Londra’ya?
Ağır ağır ve üstüne basa basa şunları söyledi:
“Neden Londra’ya olduğunu çok iyi biliyorsun.”
Jean-Marc kızardı.
“Londra’da bir toplantımız var, dedi. Bunu bana dün akşam
bildirdiler. Sana sözünü etmeye fırsat bulamadığım gibi, söylemek de içimden
gelmedi.”
Jean-Marc’in buna inanmayacağından emindi ve söylediği
yalanın bu kadar açık, bu kadar uygunsuz, bu kadar küstahça, bu kadar düşmanca
olması ona zevk veriyordu.
Ama mektupları kendisinin yazdığını keşfettiyse (Tanrım,
Tanrım, bunu nasıl sezebildi?), neden bu kadar kötü karşıladı? Neden bu kadar
acımasız davranıyor? Madem ki her şeyi anladı, bu davranışın nedenlerini neden
anlayamadı? Kendisinden kuşku duymasına neden olacak ne yapmış olabilir ki?
Jean-Marc, taksiye binince şoföre, “Kuzey Garına!” dedi ve
bu onun gerçekle yüz yüze geldiği an oldu:
Evden ayrılabilir, anahtarları Seine Nehrine atabilir,
sokakta yatıp kalkabilir, ama Chantal’dan uzaklaşmaya gücü yok.
Birinci sınıf bir vagona girdi.
Chantal, o yolcuların arasındaydı. Sırtı ona dönüktü
“Ama bu durumda, bizim bu dünyada ne işimiz var? Neden
yaşıyoruz?”
“Neden mi yaşıyoruz? Tanrıya bol bol insan eti sağlamak
için. Çünkü, sevgili hanımefendiciğim, İncil bizden yaşamın anlamını araştırmamızı
istemiyor. Bizden istediği yalnızca döllemek ve döllenmek. Birbirinizi seviniz
ve dölleyiniz. Bunu iyi anlayın: ‘birbirinizi seviniz’in anlamını belirleyen,
ardından gelen ‘dölleyiniz’ sözcüğü.
Tek özgürlüğümüz, acı ile zevk arasında seçim yapmaktı.
Madem ki her şeyin anlamsız oluşu yazgımızdı, bu anlamsızlığı bir safra gibi
taşımamak, onun zevkini çıkarmayı bilmek gerekirdi.
Jean-Marc da Chantal’ı gözden kaçırmamaya çalışıyor. Geniş
insan seli birden daralarak, yürüyen bir merdivende peronun altında kayboluyor.
Kameramanlardan birine çarpıyor; çok sinirlenen adam ona
tekme savuruyor.
“Chantal nerede?” diye soruyor bir genç kıza.
Genç kız, azarlarmış gibi cevap veriyor ona: “Bunu sizin
bilmeniz gerekiyor! O kadar neşeliydi ki! Trenden hep birlikte indikten sonra,
ortadan kayboldu!”
Nereye gideceğini bilmediğinden, sokaklarda rasgele yürümeye
başlıyor.
Orada ne yapacak? Yapabileceği hiçbir şey yok. Yine de geri
dönemez. Geri dönmeye hiçbir zaman karar veremeyecek. Chantal buradaysa,
Londra’dan ayrılamaz.
Evin bembeyaz kapısı bir lamba ile aydınlatılmış. Tokmağı
çeviriyor, kapı açılıyor, içeri giriyor,
Seks partisi imgesi uzun süredir karmaşık gece düşlerinde,
imgeleminde, hatta bir gün (artık çok uzaklarda kalmış bir gün) ona şunları
söyleyen Jean-Marc ile konuşmalarında Chantal’ın peşini bırakmıyordu
“Nerede kayboldunuz, Anne?”
Chantal, başını kaldırıyor ve karşısında, bir iskemlenin
üstünde oturmuş ona bakan yaşlı birini görüyor. “Yavrum öldü,” diyor.
“Chantal! Chantal! Chantal!”
Jean-Marc, Chantal’ın bu sesle sarsılan bedenini kollan
arasında sıkı sıkı tutuyordu.
“Uyan! Bütün bunlar
gerçek değil!”
Ve ben şimdi kendi kendime soruyorum: Düşleyen kim? Bu
öyküyü düşlemiş olan hangisi? Chantal mı? Jean-Marc mı? İkisi birden mi?
…
L’identite
Türkçeleştiren: Aykut Derman
Can Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder