3 Aralık 2019 Salı

Kimlik

Milan Kundera - Kimlik

Bir gezi rehberinde, Normandiya denizinin kıyısındaki küçük bir kentte rastlantı sonucu buldukları bir otel.
Chantal, geceyi geçirmek üzere otele cuma günü tek başına geldi, Jean-Marc, ona ertesi gün öğleye doğru katılacaktı.

Odasına çıktı, güçlükle uyudu ve gördüğü uzun bir düşten sonra, gece yarısı uyandı.
Düşler, aynı yaşamın farklı dönemleri arasında kabul edilemez bir eşitliği dayatır insana, insanın hiç yaşamadığı şeyler arasında eş düzeyli bir eşzamanlılığı dayatır; ayrıcalıklı durumunu yok sayarak, şimdiki zamanın varlığını yadsır.

F., Jean-Marc’ın çok eski bir dostuydu, liseden beri birbirlerini tanırlardı; aynı düşünceleri paylaşır, her konuda anlaşırlardı ve Jean-Marc, yıllar önce, birden ve kesin olarak onu artık sevmemeye başlayıp görüşmeyi kesinceye kadar ilişkileri sürmüştü.

Normandiya kıyılarına gelmeyeli çok olmuştu, bu yüzden, insanların burada, moda olan hangi etkinliklerle uğraştıklarını bilmiyordu…

Jean-Marc, kendisine ait o eski kuramı anımsadı: Üç tür can sıkıntısı vardır: edilgen can sıkıntısı: bir yandan dans edip, bir yandan esneyen genç kız; etkin can sıkıntısı: uçurtma amatörleri; ve başkaldırı halindeki can sıkıntısı: otomobilleri yakan, vitrin camlarını kıran gençlik.

Sevdiği kadının fiziksel görünüşünü bir başka kadınınkiyle karıştırmak. Bunu şimdiye kadar kaç kez yaşadı!
En çok sevdiği varlığın siluetini, benzersiz saydığı bir varlığın siluetini nasıl olur da ayırt edemez?

“Erkekler artık dönüp sana bakmıyor. Gerçekten, bunun için mi üzgünsün?”

“Peki, ya ben? Ben hiç durmadan senin peşinden koşarken, her zaman senin olduğun yerde olmaya çalışırken, dönüp de sana bakmayanları nasıl düşünebilirsin?”
Kurtulduğunu düşündü, çünkü Jean-Marc’ın sesi aşkın sesiydi

Oğlunu toprağa verdiğinde, yavrucak daha beş yaşındaydı.

Bir hafta sonra, kocası şöyle demişti:
“Depresyona girmeni istemiyorum. Hemen bir çocuk yapmalıyız. Sonra, unutursun.” Unutursun: bir başka formül bulmaya çalışmıyordu bile. Ondan ayrılma düşüncesi işte o anda kafasında doğdu.

Jean-Marc’a rastlayıncaya kadar birkaç yıl geçmesi gerekti. On beş gün sonra, boşanmak istediğini söyledi; kocası şaşırıp kalmıştı.
Her kadın, yaşlanma derecesini, erkeklerin bedenine gösterdikleri ilginin ya da ilgisizliğin derecesiyle ölçer.

Onu sevdiğini ve güzel bulduğunu istediği kadar söylesin, Jean-Marc’ın aşk dolu bakışı onu avutamazdı. Çünkü aşkın bakışı, yalnızlaştıran bir bakıştır.

İnsan, yaptığı bir hareket, söylediği bir söz yüzünden kendine kızabilir, ama yaşadığı bir duygu yüzünden kızamaz, çünkü duygularımız üzerinde hiçbir gücümüz yoktur.

O sabah iki mektup buldu.
“Sizi bir casus gibi izliyorum, çok güzelsiniz, çok güzel.”
Günün birinde, eline böyle bir not geçmemiş kadın var mıydı?

…mektubu katlayıp odasına götürdü. Çamaşır dolabını açtı ve sutyenlerinin altına koydu.

Jean-Marc, yaklaşık bir saat sonra eve geldiğinde, Chantal’a bir davetiye gösterdi: “Onu bu sabah posta kutusunda buldum. F. ölmüş.”

Dostluk, bir insana yalnızca belleğinin doğru çalışmasını sağlamak için gerekli. Geçmişini anımsamak, onu hep sırtında taşımak, dedikleri gibi, belki de insanın kendi ben’ini koruyabilmesi için gerekli tek koşul.

- …Dostluk, kadınların sorunu değildir.
- Ne demek istiyorsun?
- Söylediğimi. Dostluk, erkeklerin sorunudur.

…mutlak bir ölüm istiyorum ben.

Ertesi gün, posta kutusunda, üzerinde yine o yabancı adamın yazısı bulunan bir zarf buldu, içinden çıkan mektup bu kez hiç de kısa ve hafif değildi.
…bavulunuz bende…

Tüm yaşamlarını başkalarının ceza almasına adayan savcılar…

Daha başka mektuplar da geldi
Mektupları yazan, hiçbir şeyi amaçlamıyor, hiçbir şey istemiyor, hiçbir şeyin üstünde durmuyordu.

…işte, diyordu, varolduğu biçimiyle varolan zamanla yüzleşen yaşam; ve ben bu yüzleşmenin, can sıkıntısı denen şey olduğunu anladım.

Eskiden yapılan meslekler, hiç olmazsa birçoğu, insanın o mesleğe karşı kişisel bir tutkusu yoksa, akla bile getirilmeyen mesleklerdi: Topraklarına aşık köylüler, güzel masaların büyülü yaratıcısı dedem, köydeki insanların tümünün ayak ölçülerini ezbere bilen ayakkabıcılar; ormancılar, bahçıvanlar; o dönemlerde askerlerin bile birbirlerini tutkuyla öldürdüklerini düşünüyorum.
Yaşamın anlamı, insanlar için ‘bir soru işareti’ değildi, yaşam onlarla birlikteydi, tüm doğallığıyla, işliklerinde, tarlalarındaydı. Her meslek, kendine özgü düşünce tarzını, kendine özgü varoluş biçimini yaratmıştı. Bir doktor, bir çiftçiden başka biçimde düşünüyordu, bir askerin davranışı, bir köy öğretmeninin davranışına benzemiyordu. Oysa bugün, hepimiz birbirimizin benzeriyiz; işimize karşı gösterdiğimiz ortak ilgisizlik bizi birbirimize bağlıyor. Bu ilgisizlik bir tutku haline geldi. Çağımızın tek büyük, kolektif tutkusu.

…hiçbir aşk suskunluğun üstesinden gelemez.

(Sokakta gördüğü dilencinin mektupları gönderen kişi olduğunu düşünüyor)

Chantal ona bakıyor: Üstü başı tertemiz, kravat takmış, kır düşmüş saçları arkaya taranmış. Yakışıklı mı, çirkin mi? içinde bulunduğu durum onu yakışıklılığın ve çirkinliğin ötesinde bir yere koyuyor. Chantal ona bir şeyler söylemek istiyor ama ne söyleyeceğini bilemiyor, içine düştüğü sıkıntılı durum konuşmasını engellediğinden, çantasını açıyor, bozuk para arıyor, ne var ki, birkaç kuruş dışında bozuk parası yok.

Gelen mektupları bu adamın yazdığını düşünmek, şapşallığın daniskası.

Yazıları dikkatle inceliyor: Hep aynı mürekkep kullanılmış, harflerin hepsi çok iri, hafifçe sola yatık, ne var ki bu harfler, mektupları yazan aynı yazıyı korumayı başaramamış gibi, bir mektuptan ötekine küçük farklılıklar gösteriyor.

Ve “yaşamınıza yapay olarak katılmış bir şey” deyişi, ki Chantal bu deyişi Jean-Marc’a karşı yapılmış acemice bir saldırı olarak kabul etmişti, oysa bu, aslında Jean-Marc’ın kaleminden çıkmış bir özseverlik ifadesiydi. Evet, onu ele veren özseverliği olmuştu; Chantal’a şunu söylemek isteyen yakınma dolu bir özseverlik: Yoluna bir başka erkek çıkar çıkmaz, ben yaşamına eklenmiş yararsız bir nesneye dönüşüyorum.

İyi ama neden tuzağa düşürmek istiyor ki?

Daha sonra, bir yazı uzmanının kapısını çaldı.

“Yanlış adrese geldiniz, dedi bir kez daha adam.
Burası bir özel detektiflik bürosu değil.”

Bu oyuna son vermek için—Chantal’a son bir mektup daha yazmaya karar verdi.

Ben Chantal’ın görümcesiyim

Chantal, kapının eşiğinde durdu ve şaşkın durumda, bir dakika kadar kalakaldı, çünkü Jean-Marc da, görümcesi de onun geldiğini fark etmiyordu.

Chantal, sabredemeyip odasına giriyor. Çocuklar koltukların üzerinden atlıyorlar, ne var ki Chantal onları görmüyor; büyülenmiş gibi, dolaba bakıyor; dolabın kapısı ardına kadar açık; ve önünde, yerde, sutyenleri, slipleri darmadağınık duruyor.

“Bu ev benim evim ve hiç kimsenin dolaplarımı açıp özel eşyalarıma elini sürmeye hakkı yok. Hiç kimsenin. Tekrarlıyorum: hiç kimsenin.”

Jean-Marc ile yalnız kalıyor ve gidenlerle onun arasında hiçbir fark görmüyor.

Jean-Marc, bir dakika önce, olup biteni ona açıklamak, oynadığı oyunu itiraf etmek istiyordu, ne var ki, aralarında geçen bu kısa konuşma her türlü diyalogu olanaksız kıldı.

Aslında, kimdi güçlü olan? Aşk ülkesinin toprakları üzerinde bulunduklarında, güçlü olan belki kendisiydi. Ama o ülke ayaklarının altından kaydığında, güçlü olan Chantal, zayıf olan da kendisiydi.

…sabah erkenden kalktı, giyindi ve küçük bir bavulun içine, kısa bir yolculuk için gerekecek bazı öte beriyi yerleştirdi.

“Nereye gidiyorsun? diye sordu Jean-Marc.
- Londra’ya.
- Nasıl? Londra’ya mı? Neden Londra’ya?
Ağır ağır ve üstüne basa basa şunları söyledi:
“Neden Londra’ya olduğunu çok iyi biliyorsun.”
Jean-Marc kızardı.

“Londra’da bir toplantımız var, dedi. Bunu bana dün akşam bildirdiler. Sana sözünü etmeye fırsat bulamadığım gibi, söylemek de içimden gelmedi.”
Jean-Marc’in buna inanmayacağından emindi ve söylediği yalanın bu kadar açık, bu kadar uygunsuz, bu kadar küstahça, bu kadar düşmanca olması ona zevk veriyordu.

Ama mektupları kendisinin yazdığını keşfettiyse (Tanrım, Tanrım, bunu nasıl sezebildi?), neden bu kadar kötü karşıladı? Neden bu kadar acımasız davranıyor? Madem ki her şeyi anladı, bu davranışın nedenlerini neden anlayamadı? Kendisinden kuşku duymasına neden olacak ne yapmış olabilir ki?

Jean-Marc, taksiye binince şoföre, “Kuzey Garına!” dedi ve bu onun gerçekle yüz yüze geldiği an oldu:
Evden ayrılabilir, anahtarları Seine Nehrine atabilir, sokakta yatıp kalkabilir, ama Chantal’dan uzaklaşmaya gücü yok.

Birinci sınıf bir vagona girdi.
Chantal, o yolcuların arasındaydı. Sırtı ona dönüktü

“Ama bu durumda, bizim bu dünyada ne işimiz var? Neden yaşıyoruz?”
“Neden mi yaşıyoruz? Tanrıya bol bol insan eti sağlamak için. Çünkü, sevgili hanımefendiciğim, İncil bizden yaşamın anlamını araştırmamızı istemiyor. Bizden istediği yalnızca döllemek ve döllenmek. Birbirinizi seviniz ve dölleyiniz. Bunu iyi anlayın: ‘birbirinizi seviniz’in anlamını belirleyen, ardından gelen ‘dölleyiniz’ sözcüğü.

Tek özgürlüğümüz, acı ile zevk arasında seçim yapmaktı. Madem ki her şeyin anlamsız oluşu yazgımızdı, bu anlamsızlığı bir safra gibi taşımamak, onun zevkini çıkarmayı bilmek gerekirdi.

Jean-Marc da Chantal’ı gözden kaçırmamaya çalışıyor. Geniş insan seli birden daralarak, yürüyen bir merdivende peronun altında kayboluyor.

Kameramanlardan birine çarpıyor; çok sinirlenen adam ona tekme savuruyor.

“Chantal nerede?” diye soruyor bir genç kıza.
Genç kız, azarlarmış gibi cevap veriyor ona: “Bunu sizin bilmeniz gerekiyor! O kadar neşeliydi ki! Trenden hep birlikte indikten sonra, ortadan kayboldu!”

Nereye gideceğini bilmediğinden, sokaklarda rasgele yürümeye başlıyor.

Orada ne yapacak? Yapabileceği hiçbir şey yok. Yine de geri dönemez. Geri dönmeye hiçbir zaman karar veremeyecek. Chantal buradaysa, Londra’dan ayrılamaz.

Evin bembeyaz kapısı bir lamba ile aydınlatılmış. Tokmağı çeviriyor, kapı açılıyor, içeri giriyor,

Seks partisi imgesi uzun süredir karmaşık gece düşlerinde, imgeleminde, hatta bir gün (artık çok uzaklarda kalmış bir gün) ona şunları söyleyen Jean-Marc ile konuşmalarında Chantal’ın peşini bırakmıyordu

“Nerede kayboldunuz, Anne?”
Chantal, başını kaldırıyor ve karşısında, bir iskemlenin üstünde oturmuş ona bakan yaşlı birini görüyor. “Yavrum öldü,” diyor.

“Chantal! Chantal! Chantal!”
Jean-Marc, Chantal’ın bu sesle sarsılan bedenini kollan arasında sıkı sıkı tutuyordu.
 “Uyan! Bütün bunlar gerçek değil!”

Ve ben şimdi kendi kendime soruyorum: Düşleyen kim? Bu öyküyü düşlemiş olan hangisi? Chantal mı? Jean-Marc mı? İkisi birden mi?

L’identite
Türkçeleştiren: Aykut Derman
Can Yayınları



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder