H. J. Blackham – Altı Varoluşçu Düşünür
Kierkegaard, Nietzsche, Jaspers, Marcel, Heidegger,
Sartre
Soren
Kierkegaard (1813-1855)
Kierkegaard azimle vatandaşlarının Hıristiyan
inancına dair iddialarını kışkırtmış…
Kararlı mücadelesinin ciddiyeti, onun normal insani
mutluluktan ve kuşağının yoldaşı olmaktan kopuşunu damgalayarak, onu yalnızlığa
ve trajik bir role mahkûm etmiştir. “Egoist bir biçimde ayrı duran ve göğe
yükselen yalnız bir köknar ağacı gibi ayaktayım, gölgem yok…”
…hiç kimsenin onu insanoğlunun sıra dışı entelektüel
ve edebi gücünden ve de Hıristiyan iç yüzünün samimi bütünlüğünden etkilenmeden
okuyamayacağı rahatlıkla söylenebilir. (s. 9)
[Felsefe Parçaları (1844), Bilimsel Olmayan
Sonuçlandırıcı Notlar (1846)] …Hegel’in (sistem) egemenliği altında meydana
getirilmiş karmaşık sistemin karakteristik ifadeleridir. Varoluşçuluk, saf
düşüncenin absürtlüğüne karşı bir protesto olarak başlamıştır, düşüncenin
değil, varoluşun içkin hareketlerinin mantığı olan bir mantık.
…Sokrates’in Hegel ile alay edeceğini hayal eder.
Hegel’in kıtada böylesine abartıldığı ve yüceltildiği bir dönemde, Hegel
karşısındaki gücü kendi yaşama arzusunun şiddetli sancılarından
kaynaklanmaktadır. Öğrencilik günlerinde, Hıristiyanlığı reddeden Kierkegaard
kendini Hegel’e adamıştı. (s. 10)
“…gençliğin Hegel’e duyduğu hayranlık, merak ve
sınırsız güven, Hegel üzerindeki hicvin ta kendisidir.” Kierkegaard
İnanç ve akıl, yani Hıristiyanlık ve kültür
arasındaki kalıcı yarığın zorla fark edilmesi sayesinde, Hıristiyanlığın anlamını
yenilemeyi hayatının gayesi haline getirmiştir. (s. 11)
Vazgeçme, sahip olma, tutku eşit derecede gerçektir
ve her gün yenilenir. Bu, inanç ile akıl arasındaki gerilimi arttıran, acı
çekmeye ve tutkuya dönük içsel bir gerilimi sürekli besler. (s. 13)
“Hayatım insanları haberdar kılmak için hesaplanmış
bir vecizedir.” Günlüğündeki bu cümle bilinçli misyonunu özetler.
Modern felsefenin en cüretkâr ve en hırslı çabası
olan Felsefe ve Varoluş birliğini kurmak yolunda Hegel, felsefenin kendi
hedefini düşünebileceğini çünkü doğa ve tarihin kendi içlerinde, düşüncenin öz
hedefe dönüştüğü birer araç olduğunu göstermeye çalışmıştır –dönüştüğüm şey
üzerinden kendimi tanırım. Düşüncenin ve şeylerin yapısı baştan sona
homojendir.
…mantıklı olanın doğru olmadığını, saf düşüncenin
salt fantezi olduğunu göstermiştir. (s. 14)
Düşüncenin üstünlüğünü iddia etmek Gnastisizmdir;
öznenin etik gerçekliğini tek gerçeklik haline getirmek evren-tanımazcılık
olarak görülebilir… (s. 16)
Etik açıdan konuşacak olursak, iyi bir uyku için
başka bir insanın etik gerçekliğine duyulan hayranlıktan daha iyi bir vesile
yoktur. (s. 18)
Bir zamanlar genç olmuş olmak ve ardından yaşlanmak
ve sonunda ölmek insanın varlığının hayli sıradan bir şeklidir; bu erdeme her
hayvan sahiptir. (s. 19)
Non omnes omnia possumus / Hepimiz her şeyi
yapamayız
Her seçkin bireyin daima kendine dair tek yönlü bir
tarafı vardır ve bu tek yönlülük onun gerçek büyüklüğünün dolaysız bir
göstergesi olabilir ama bu o büyüklüğün kendisi değildir. (s. 20)
Her çağın kendine özgü bir ahlaksızlığı vardır.
Bizimki belki de zevk ya da düşkünlük ya da tensellik değil de, bireye duyulan
ahlaksız bir panteist nefrettir.
…hiç kimse birey olmak istemez.
Antik Yunan’da felsefe yapmak bir eylem biçimi idi
ve böylece de filozof var olan bir bireydi.
…bildiği şeyi tam anlamıyla bilirdi, çünkü sürekli
olarak aynı şeyle meşgul olurdu. Ama günümüzde, felsefe yapmak ne demektir ve
bir filozof gerçekten neyi bilir? Elbette her şeyi bildiğini reddedecek
değilim. (s. 21)
Bilinçli bir varlık olarak düşünceye dayalı varoluşa
girmek umutsuzluktur, çünkü bu fani olandan kopmak, belirsizliği çekmektir ve
yine de kişi kendine yön gösterilmeden yoluna devam etmek zorundadır: Kişi
mutlak bir iradeyle seçim yapma noktasına getirilmiştir, yine de bir çelişki
olmaksızın herhangi bir sınırlı amacı mutlak bir biçimde arzulamak imkânsızdır.
(s. 24)
Ruhun özü etkinliktir: Sahip olduğu potansiyeli fark
eder – kendini kendi eylemi, kendi işi kılar- ve böylelikle de kendi hedefine
dönüşür. Bu nedenle, bir halkın ruhunu taşır ki kendini objektif bir dünyada –
bir kurumlar kompleksi – yapılandırır. (…) Bireyin bu ruh ile ilişkisi kendine
bu sağlam varoluşu mal etmesidir; yani bu onun karakteri ve kapasitesi haline
gelerek, dünyada belirli bir yere sahip olmasını mümkün kılar – bir şey
olmasını. Çünkü, ait olduğu halkın varlığını zaten kurulu, sağlam ve kendini
dahil etmek zorunda olduğu –nesnel olarak kendi için mevcut olan- bir dünya
olarak algılar. (s. 26/27)
Eğer kişi önce kendine ait bir hayata sahip olsaydı,
dünya tarihine karşı bir ilgi duymazdı. Çünkü Tanrı’nın nesnel şekilde ifşa
edilmesi süreci olarak tarihe inanmazdı. (s. 27)
Mutlak irade arzusu ve mutlak bir şekilde düşünme
fikri hükümsüz kılınamaz ama belki meşru değildir: Felsefenin ortaya çıktığı ve
üstesinden gelmek zorunda olduğu durum budur. (s. 29)
Friedrich
Nietszche (1844-1900)
Nietzsche büyük seçimini Kierkegaard’ın reddettiği
ve terk ettiği fani dünya üzerine kurar.
İki düşünür de çağın kültürüne karşı çıkarak
Yunanlılara dönmüşlerdir. Kierkegaard çağın kurtuluşu için Sokrates rolüne
soyunmuştur; Nietzsche ise Sokrates rolünü çağın harabesi olarak
nitelendirmiştir. (s. 31)
Ego, yani bilen özne aynı zamanda bir süreç
olduğundan, çaba bir taklittir, gerçeklik değil arzudur, bilgi değil erktir;
çünkü kısıtlı tekrar yoktur ve bu nedenle de kısıtlı hiçbir genel bilgi yoktur;
yalnızca belirli bireysel ilişkiler, kalıcı bakış açıları, yorumlar,
değerlendirmeler vardır. Bu nedenle “kendinde-şey” diye bir şey yoktur ve
hiçbir şeyin bir doğası ya da özü yoktur; yalnızca varoluş ve tarih vardır. (s.
32)
Hiçbir ideale sahip olmamaktan kaynaklanan endişe,
büyük bir sevgi eksikliği nedeniyle çekilen acı, zorlama bir ılımlılık yüzünden
ortaya çıkan hoşnutsuzluktur. (s. 36)
Karl Jaspers
(1883-1969)
Klasik felsefe Hegel’de sona erer, çünkü her şeyin
ele alınıp uyumlu bir hale getirildiği, rasyonelleştirildiği ve meşru kılındığı
totaliter entelektüel sistemler kurma çılgınlığı halini almıştır. Bu tür
saraylar hâlâ olağanüstüdür ama içinde hiç kimse yaşayamaz. İnsanın
varoluşunun, yenilgilerinin ve zaferlerinin acı ve tatlı yanlarının hazzı ve
gerçekliği, dışarıda, sokaklardadır. (s. 50)
…bilim anlaşılabilir bir dünya ile bu tür insan
algısı arasındaki ilişkidir: Tüm bilgiler ve dünyadaki tüm nesneler genel
olarak bilinç içindir. (s. 51)
Felsefe bilimle başlar ve onsuz yapamaz, çünkü
bilimin araştırdığı nesnel dünyadan bağımsız başka bir dünya yoktur. Kendini
dünyayı keşfetmeye tutkuyla adamış kişi yalnızca felsefeye erişebilir. Dünyadan
ayrılmış bir felsefe kaybolur. (s. 53)
Öz-bilinç, tam anlamıyla uyandığında, yalnızlığımın
ve özgürlüğümün bilincidir. İtki, içgüdü, göreve bağlılık, otoriteye boyun eğme
gibi hayatımdaki her şey kendisi olarak kabullenildiğinde, nesnel dünya beni
benden gizler. Ben neyim?
(…)
Temelde olan özgürlüğüm, olasılıklarımın kaynağı ve
ne olmak istediğimdir. Eğer kendime gelip, bizatihi-varlık alanında özgürlüğümü
gerçekleştirmezsem, orada-varlık dünyasında kalırım; objektif bir şekilde
tanımlamak gerekirse, bir şey olarak. (s. 54)
Bana bahşedilmiş bir armağan gibi kendimi bulurum ve
özgürlüğümü bu dünyada gerçekleştirmem gerektiğini ve onu zemini ve sınırı
olan, kaynağı ve hedefi olan Aşkınlıkta kaybetmem gerektiğini fark ederim.
Karar
olmadan seçim, irade olmadan karar, sorumluluk olmadan irade, varlık olmadan
sorumluluk yoktur… (s. 55)
…ölüm, onu unuttuğum ya da ondan kaçtığım sürece ya
da yalnızca engellenemez bir son olarak kayda aldığımda, yalnızca
orada-varlığın dünyasındaki ampirik bir nesneye dair ampirik bir gerçekliktir;
hayatımın merkezi değildir ve öyle olmadığı sürece de bizatihi-varlık düzeyinde
yaşamıyorum demektir.
İletişim içinde yaşadığım bir arkadaşım öldüğünde,
iletişim sarsılır ama kaybedilen kişinin varlığı tamamıyla yok olmaz ve benim
sadakatimle korunarak beni etkilemeye devam eder. Bu nedenle ölüm bir
sınamadır. (s. 58)
Kişi kendisi olur ve ötekini kendine
yakınlaştırarak, kendini ona açmış olur. Çünkü bu iletişim ortak olanın
paylaşımı değil, her birinin özgün tekilliğinin dayatılmasıdır. (s. 62)
(Jaspers) Açık ne net kesin bir şekilde hem dini hem
de ateizmi reddeder. Dini reddeder, çünkü otoriterdir ve Aşkınlık deneyimini
getirmeyi ve yönetmeyi üstlenir ve başka bir dünya olan ötesini savunur; bu
dünyanın gizli anlamı, neticesi olan öteyi değil, ki bu da ancak dünyadaki
hayatın yetkinlikleri ve yetersizlikleri aracılığıyla ve onların dışında
bilinecek bir dünyadır. (s. 66/67)
Varlık bu ampirik dünyanın mümkün olduğunu gösterir.
Bu yüzden hiçliği okumak, doğrudan Varlığın doğasına ilişkin sezgisel bir
algıyı uyandırmasa da rasyonalist açıklamalarla yapılan aldatıcı bir tatminden
daha iyidir. Bu şekilde düşününce, edebiyat bir hiçtir, çünkü sezinlemelerini
yanıtlayıcı akılla boğan yükseltilmiş durumlar yaratır. (s. 69)
Gabriel Marcel
(1889-1973)
Gabriel Marcel’in felsefesi, (…) …ikincil
düşüncelerin bir felsefesi, düşünce üzerine bir düşünüştür; düşüncenin daha üst
düzey bir soyutlamaya çekilmesi değil, düşüncenin somutluğu, yaşamın ahengini
ve düşünceyi sağlamlaştırmak için kullanımıdır. (s. 71)
Varlığı bir sorun olarak değil de bir gizem olarak
algılamayı öğrenmek Marcel için vazgeçilmezdir. Bir gizem ile bir sorun
arasında yaptığı ayırımın etkili olduğu konusunda ısrar eder.
…kötülük sorunu bir sorun olarak ele alınamaz, çünkü
“neden kötülük, ölüm vb. vardır?” sorusunun kendisi bir yanıt verme olasılığını
ortadan kaldırır. Çünkü kötülük açıklanırsa geriye ne kötülük ne de soru kalır;
ama beni ilgilendirmeye devam eder, bu soruna dahilimdir ve benim için bundan
başka bir şeye de indirgenemez. (s. 74)
…ben neyim ve neye sahibim… Sahip olduğum şey
dışsaldır.
Bir şekilde onu tüketirim ve üzerinde erk
sahibiyimdir. Bedenim de bu yolla sahip olduğum bir şey midir? Bu konu
intiharda görülür ki intihar bir hayatın sahibi tarafından yok edilmesidir. Peki,
ama yok ettiği hayat ile ne şekilde bağlantılıdır?
Umutsuzluk her zaman olasıdır, açık bir davettir.
(s. 75)
“En mahrem ve sarsılmaz kanaatim –ki eğer kabul
edilen doktrinlere karşı çıkıyorsa en çok Ortodoksluğa karşıdır- şudur: Dindar
ve eğitimli kişilerin pek çoğu hakkında ne söylenirse söylensin, Tanrı bizim
tarafımızdan, kullarının karşısında, hiç de sevilmek istemez ama kullarınca
yüceltilmek ve başlangıç noktasının bu olmasını ister. Pek çok din kitabının
benim için katlanılmaz olmasının nedeni budur. Kullarına yaslanan ve bir
şekilde yarattıklarını kıskanan bu Tanrı benim gözümde ancak bir puttur. Ve
yeni bir dinin doğuşuna kadar da ilan ederim ki şu anda yazdığım şeyle çelişen
herhangi bir şey kaleme aldığımda samimi olmayacağım.” (s. 77)
İki insanı karşılıklı farkındalığa ve ciddi
arkadaşlık ilişkisine ya da aşka iten karşılaşma,
Her ikisinin de mahrem varoluşu bir diğerine takdim
edilir ve sadakat daima bu mevcudiyetin faal gelişimi ve bundan zevk
alınmasıdır. Yokluk, hatta ölüm bile bu mevcudiyeti yok edemez.
Bu benim sadakatime bağlıdır.
Ölüler için “onlar artık yok” demek yalnızca onları
inkâr etmek değil, aynı zamanda kendini inkâr etmek demektir ve belki de mutlak
bir inkâr ediştir.
Sevmiş olduğum ölüyü yok ederek, tüm varoluşu yok ederim.
(s. 81)
Dünyanın özü belki de ihanettir. Ama bu olasılık,
bizim için her zaman onu kabul etmemizi sağlayacak nihai neden değildir. Eğer
inanç, umut ve merhamet içinde Tanrı’ya olan derin bağlılıkta sabır ve tevazu
besleyerek yaşamaya karar verirsem var olduğuna inandığım ve uğrunda diğer her
şeyi kaybetmeye razı olduğum bir amaç uğruna yaşıyorum demektir. (s. 83)
Martin Heidegger
(1889-1976)
(Sein und Zeit) …düşünürün yalnızca özgünlüğünü ve
profesyonel maharetini değil, aynı zamanda düşüncesinin hırslı yanlarını da
açığa çıkartmıştır ki onun Kant’ı tanıyan ve Hegel’in yanıltıcı dayanak
noktasını görmezden düşüncesi, Platon ve Aristoteles ölçüsünde Varlığın
metafiziğini inşa etmeye yönelmişken, Kierkegaard, Nietzsche, Bergson, Dilthey,
Scheler ve Simmel gibi çağın büyük düşünürlerinin en özgün fikirlerini
özümsediğini ve odak noktasına onları yerleştirdiğini göstermiştir. (s. 91)
Heidegger sürekli olarak kendini varoluşçu
felsefeden ayırt eder, kendisinin kişisel varoluş ya da ahlaki unsurlar veya
buna benzer insani koşullarda değil, Varlık problemi ile ilgilendiğini söyler.
Heidegger’in felsefesi, “Varlık Nedir, Nedir Ne
Demektir?” sorusunu yöneltmeyi amaçlar. (s. 92)
Varoluş tükenmez bir anlam deposudur.
Ne var ki Heidegger, Varlığın anlamı sorusunu bir
birlik ve bütünlük içinde yöneltmeyi arzular.
Dasein’ın özü onun varoluşundadır.
İnsan bir olasılıktır, olmak gücüne
sahiptir.
…insanoğlunun varoluş şeklinin bir yapısı vardır;
bu, dünyada olmaktır.
İnsanın varlığını oluşturan dünyada-olmak,
kişi-olmayan ile yani nesneler dünyası ve kişinin kendini daima içinde
hissettiği başkaları ile olan ayrılmaz ilişkilerinde bir kişi olmaktır. (s. 93)
İğne; iplik, kumaş, terzi ve giyici gerektirir. Yani,
bir araç olarak nesneyi, içinde var olduğu ilişkiler sistemi oluşturur ve
sistem ile ilişkisi sayesinde oluşturulan ama anlamı için sisteme değil fakat
kendi olasılıklarına gönderme yapan Dasein’a gönderme yapar ve orada sonlanır.
(s. 94)
…ben dünyadayım; bu seçilmiş bir varoluş değil, seçilmiş
olmaktır; talep edilmiş değildir... (s. 96/97)
…dil aynı zamanda Dasein’ı oluşturur.
Dil gerçeği bildirir, yani orada olan şeyi açığa
çıkartır ve ona dikkat çeker. Ne var ki,
Kelimeler şeylerin yerini alır. (s. 98)
Kişisel olmayan bir varoluşun pek çok biçiminde
kendinden saklanmak “dehşetten” esinlenir. Kierkegaard, insan duygularının en
derinindeki tabakaya ulaşmak için “dehşet” kavramını analiz etmiştir ve
Heidegger de bunu aynı amaçla kullanmaktadır. Dehşet…
Genellikle yoğun ve açık bir şekilde hissedilmez;
kişi bazı nedenler tayin eder ve ondan kurtulur, çünkü getirdiği şeyle yüzleşmeye
isteksizdir ve gündelik hayatın kişisel olmayan diktatörünün otoritesince
tasdik edilen müşterek hislerin sağlam güvencesine sığınırız. Ne var ki her ne
kadar kaçınılabilir olsa da aynı zamanda kökünden sökülüp atılamayacak denli de
sahicidir. (s. 99)
O halde, kişi için Dasein’ı, yani insanoğlunun
varoluş biçimini açığa çıkartan ve Befindlickeit’ı, yani konumun anlamını ve
onun karşısındaki hayati tutumu bulan şey dehşettir.
Heidegger, Dasein’ın bu yapısını Kaygı (Sorge)
olarak adlandırmıştır.
…ne olduğu değil ne olacağıdır, çünkü biçimlenmiş ve
tamamlanmış değildir, ucu açık bir geleceği vardır; bu nedenle yapısal olarak
kendinden ileridedir, gelecek bir şey vardır ve ne olacağına dair endişesi,
Kaygı terimi ile ifade edilir.
Kaygı, içinde bulunduğu ve bağımlı olduğu bu
dünyada, ne olacağını öngörerek var olan kişinin varoluş biçiminin yapısıdır.
Kişisel varoluş,
…basit bir şekilde ve sadece olduğu şey değildir; kendine
dair bir kesinliği ve bütünlüğü yoktur ve hiçbir zaman gerçekleştirilemez.
…kişisel varoluş hiçlik ve hiçlik arasında
kurulmuştur ve gerçek olan da hiçliktir, her şey saçmadır, varoluşun imkânsızlığı
olasıdır, hiçbir şey gerekli değildir. Bu nedenle, ölüm benim için kusursuz bir
olasılıktır… (s. 100)
Ölümü, varoluşumun en önemli ve kuralcı olasılığı
olarak kabul etmeyi seçmek, dünyayı reddetmek ve gündelik uğraşılar içine
katılımı reddetmek anlamına gelmez.
Gündelik hayatın yanılsamalarından uyanır ve bana
açık olan seçim ile yüz yüze gelirsem, bu, vicdanımın sesi sayesindedir. Bize
neyi yapmamızı ve neyi yapmamamızı söyler gibi görünen vicdanın sesi… (s. 101)
…ne
yaparsa yapsın Dasein’ın kendi, hiçbir zaman efendisi olamayacağı bir varoluşu
kabullendiği anda, kötülüğün kaynağına dönüşür;
bir daha değiştirilemeyecek şekilde belirlenen ve buna mahkûm olan bir fani
varoluşu kabul edip onun sorumluluğunu üstlendiğinde, ne yaparsa yapsın
suçludur. (s. 102)
Çapa yapılmıştır ve toprağı çapalamak için
kullanılacaktır.
…yapılmamış olsaydı bir çapa olmazdı ve
çapalamak için kullanılmayacaksa da bir çapa değildir… (s. 104)
Dehşet, Hiçliğin yaşanmasıdır. Bu noktada ne olur?
Kişisel varoluşla kurulan ve insanın kendisini güvende ve rahat hissettiği
anlaşılabilir dünya, anlamlar dünyası, hiçleştirilir ve olduğu şeyin “-liğine”
gömülür; bindiği ve yolculuk ettiği gemi gecenin içinde kaybolur ve kendini
derin sularda bulur ve suyun tuzunu tadar. (s. 108)
Heidegger’in felsefesi, Jaspers’in felsefesini
yakından anlamayı gerektirir.
Heidegger, Varlığın yapısını incelemek için yola
çıkarken, Jaspers Varlığın ancak yaşamda üstesinden gelinebilecek
tutarsızlıklara bölünmüş olduğunu ve hâlâ felsefe yoluyla izah edilebilecek
genel bir homojen yapı arayışı içinde olmanın olgunlaşmamış olduğunu beyan
eder. (s. 110)
Jean-Paul Sartre
(1905-1980)
…bilinç bir şeyin bilinci olarak, bu bilincin farkındalığı
ile dünyaya gelir. Pour-soi daima, yalnızca olan bir gerçeklik sorunundan
ayrılarak, yani ona bağımlı olarak var olur. Ben bir garson olduğumun
bilincindeyim çünkü ben yalnızca ve tamamıyla bir garson değilim, aynı zamanda –bir
gazeteci ya da bir diplomattan değil” bir garsondan farklılaşarak da
varoluyorum (ya da olmaya çalışıyorum). Ben yalnızca olmadığım bir en-soi
olarak bir pour-soi’yım; ama ben yalnızca bu en-soi olmayan değilim, ne de bir
başka varoluş şekli için (bir mağlubiyet olarak) yalnızca ona bağımlıyım, onu
kendi içime çekmeye çalışıyorum, tamamıyla asimle etmeye, hiçbir amaca
dayanmaksızın onu tam anlamıyla bilincime dönüştürmeye çalışıyorum; ve bunu
hiçbir zaman yapamam. Pour-soi’nın bu olasılığı, en-soi’ya olan bağlılığı, onun
olgusallığıdır. Asla kendi kendini kuramaz, yalnızca verili olan en-soi ile
ilişkili olarak kendi hiçliğini –sadece olduğu şeyi- yaratabilir. İnsan düşünen
bir madde değil, tüm maddelerden bir kopuştur: Ben yokum, öyleyse düşünüyorum.
Ama bu kopuş hiçbir zaman tam bir kopuş değildir, çünkü yalnızca nedeni olan
değil, aynı zamanda da biçimi ve aracı olan bağımlı maddeden kopuştur. (s.
115-116)
Bilginin ideali, şeyleri kendi içlerinde oldukları
şekliyle bilmektir. (s. 119)
Özünde sevmek kişinin kendini sevdirme tasarısıdır.
Amaç, önüne geçilemez biçimde engellenmiştir. Amacına ulaşmak için âşık,
sevdiği kişi ve kendi için dünyayı indirgemek ve ötekinin yalnızca nesnelliğini
inşa etmesi için yaşamasını sağlamak durumunda kalacaktır ve böylelikle ona
güven ve öznelliği içinde bir raison d’être (varolma nedeni) verir; öteki için
en büyük değer ve onun tüm dünyası olacaktır.
…ötekinin aşkı da, özünde benim tarafımdan sevilmek
tasarısıdır. (s. 125)
Kesinlikle, belirli davranış biçimleri,
Kolay tarif edilebilir,
Ne var ki, hepsi cinsel ilişkilerle kuşatılmıştır.
(s. 126)
Ölüm tarafından dayatılan kısıtlama da yanlış
yorumlanmamalıdır. Heidegger’in ölüm benim mutlak olasılığımdır şeklindeki
anlayışının aksine, ölüm aslında benim olasılığım bile değildir, “olabileceğim
şeyin her zaman mümkün olan iptalidir ve olasılıklarımın dışındadır”. Ölüm
meydana gelişi açısından raslantısaldır ve bu nedenle de saçmadır. (s. 137)
Böylece, Heidegger’in aksine, benim olasılığım
olmaktan uzak olan ölüm, ilkesel olarak benden uzak olan ve özünde
olgusallığıma ait olan bağımlı bir gerçekliktir. Ölüm, doğum gibi saf bir
gerçekliktir. “Ölmek için özgür” değilim, ama ölen özgür bir varlığım. Ölümü
öznelliğimin anlaşılmaz sınırı olarak kabullenirim –bir başkasının özgürlüğü
ile kısıtlanarak özgür olmayı seçmem gibi. Her iki durumda da bu kısıtlamayı
özgürlüğüm karşısındaki bir engel olarak karşılamam.
Pour-soi kendi konumundan başka bir şey değildir;
bir-durum-içinde-varlık, aynı anda oradaki- varlığını ve ötesindeki-varlığını
göz önünde bulundurarak, insanın dünyadaki mevcudiyetini tanımlar. İnsanın
dünyadaki mevcudiyeti, aslında, onun oradaki-varlığının daima dışında olan
varlıktır. (s. 138)
Doğa, insan ve dünyadaki insan hayatı hakkında
açıklama yapmak için, tamamıyla bilimlerin, özellikle de psikolojinin ampirik
tanımlamalarına ve kavramlarına dayanmak yerine, en-soi ve por-soi olarak bu
tür metafizik varlıkları ortaya koymakla elde edilen şey nedir?
Hegel, açıklanması gereken psikolojik olgular
üzerine metafiziği kurmakla, modern felsefenin kendini bir çıkmaza sokmasından
yakınmıştır; ve Husserl de felsefenin görevini ciddiye almakla bilincin temel
yapılarını ortaya çıkartmaya çalışarak anlamın anlamını incelemiştir. (s. 145)
İnsanın dünyadan ve kendinden kopuşu varlığını
oluşturan unsurlardan biridir ve bu felsefenin sorunu değil nedenidir. (s. 162)
Six
Existentialist Thinkers
Türkçeleştiren: Ekin Uşşaklı
Dost Yayınevi
Ankara, 2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder