18 Kasım 2016 Cuma

Yuval Noah Harari - Hayvanlardan Tanrılara Sapiens

Yuval Noah Harari - Hayvanlardan Tanrılara Sapiens
İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi 


1. Kısım
Bilişsel Devrim

1. Önemsiz Bir Hayvan
Tarihin akışını üç önemli devrim şekillendirdi: Yaklaşık 70 bin yıl önce başlayan Bilişsel Devrim, 12 bin yıl önce bunu hızlandıran Tarım Devrimi ve tarihi sona erdirip bambaşka bir şeyi başlatabilecek yalnızca 5 bin yıl önce başlayan Bilimsel Devrim. Bu kitap, bu üç devrimin insanları ve diğer organizmaları nasıl etkilediğinin hikâyesini anlatıyor.

Ortak bir atadan evrimleşen türler “cins” adı verilen bir başlıkta toplanır. Aslanlar, kaplanlar, leoparlar ve jaguarlar Parıthera cinsinin altındaki farklı türlerdir. Biyologlar organizmaları iki parçadan oluşan Latince bir isimle adlandırırlar. Önce cins, sonra tür. Örneğin aslanlar Panthera leo olarak adlandırılırlar, Panthera cinsinin leo türü. Bu kitabı okuyan herkesin Homo sapiens olduğunu varsayabiliriz. Homo (insan) cinsinin sapiens (zeki) türü.

Cinsler de kendi içinde ailelere ayrılırlar
Bir ailenin tüm üyelerinin soyları kurucu bir anneye veya babaya dayanır.
Homo sapiens de bir aileye mensuptur. Bu sıradan bilgi tarihteki en sıkı korunan sırlardan biriydi.
Yalnızca 6 milyon yıl önce, tek bir dişi maymunun iki kızı oldu. Bunlardan biri tüm şempanzelerin atası olurken, diğeri de bizim büyükannemiz oldu. (s. 19)

Dolaptaki İskeletler
Homo sapiens bundan daha da rahatsız edici bir sır saklıyordu. Pek çok diğer medeni kuzenlerimizin yanı sıra, bir zamanlar birkaç erkek ve kız kardeşimiz de vardı.

İnsanlar ilk olarak 2,5 milyon yıl önce Doğu Afrika’da, “Güney Maymunu” anlamına gelen Australopitbecus adı verilen bir maymun cinsinden evrimleşti. Yaklaşık iki milyon yıl önce, bu arkaik erkek ve kadınların bazıları anayurtlarını terk ederek Kuzey Afrika, Avrupa ve Asya’nın çeşitli yerlerine göç ettiler.

Avrupa ve Batı Asya’daki insanlar çoğunlukla “Neandertaller” olarak adlandırılan Homo neandertalensis’e evrildiler (“Neandertal Vadisi İnsanı”). Neandertaller Sapienslerden daha güçlü, daha kaslıydı ve Buzul Çağı’nın Batı Avrasyasına uyumluydular. Asya’nın daha doğu bölgeleri “Dik adam” anlamına gelen Homo erectus tarafından mesken tutulmuştu.

Endonezya’daki Java adasında “Solo Vadisi İnsanı” anlamına gelen Homo soloensis yaşamaktaydı. Bu tür de tropik yaşama uyumluydu. Diğer bir Endonezya adası Flores’te arkaik insanlar bir cüceleşme süreci geçirdi.

2010’da, bilim insanları Sibirya’daki Denisova mağarasını kazarken fosilleşmiş bir parmak kemiği keşfettiklerinde, diğer bir kayıp kardeş de hiçlikten kurtarıldı (Homo denisova).

Bütün bu türleri ergaster’in erectus’a, erectus’un Neandertallere ve Neandertallerin bize evrildiği düz bir soy çizgisi olarak düşünmek yaygın bir hatadır. Bu çizgisel model, dünyada belirli bir anda sadece tek bir insan türünün var olduğu ve tüm önceki türlerin bizim eski modellerimiz olduğu yönünde yanlış bir izlenim yaratmaktadır.

Düşünmenin Bedeli
Homo cinsinin besin zincirindeki yeri çok yakın bir zamana kadar ortalardaydı.
…ancak yüz bin yıl önce Homo sapiens’in ortaya çıkışıyla, insan besin zincirinde yukarı zıpladı.
…insan tepeye o kadar hızlı çıktı ki, ekosistemin gerekli ayarlamayı yapacak vakti olamadı ve buna ek olarak insanlar da bu değişime ayak uyduramadı.

Bir Aşçı Irkı
…ateşin en önemli katkısı pişirmekti. İnsanların normalde sindiremedikleri -buğday, pirinç ve patates gibi- yiyecekleri pişirebilme becerisi sayesinde şu anda beslenmemizin temelini oluşturuyor.
Yemek pişirmenin icadı insanların daha çeşitli besinler yiyebilmesini, yeme işlemini daha kısa sürede yapabilmesini, ayrıca daha kısa bağırsak ve daha küçük dişlerle idare edebilmesini sağladı.

…bilim insanları aşağı yukarı 150 bin yıl önce Doğu Afrika’nın tıpkı bizim gibi görünen Sapienslerle dolu olduğuna inanıyorlar.

Homo sapiens Arabistan’a vardığında Avrasya’nın çoğu diğer insanlar tarafından mesken tutulmuştu. O insanlara ne oldu? Buna cevap olarak birbiriyle çelişen iki teori var. İlk teori olan “Irk Karışımı Teorisi” çekim, seks ve karışıma dayalı bir hikaye anlatır.

Buna karşılık “Yerine Geçme Teorisi” başka bir kurgu anlatır: uyumsuzluk, tepki ve hatta belki de soykırım. Bu teoriye göre Sapiens ve diğer insanların farklı anatomileri vardı ve muhtemelen çiftleşme alışkanlıkları hatta vücut kokuları bile farklıydı, dolayısıyla birbirlerine cinsel ilgi duyma ihtimalleri düşüktü. Yanı sıra bir Neandertal Romeo ile Sapiens Jülyet âşık olsalar bile üretken çocuklar yapamazlardı, çünkü iki tür arasındaki genetik uçurum çok büyüktü. Bu yüzden iki tür birbirlerinden tamamen ayrışmış olarak var oldular ve Neandertaller tamamen ölünce veya öldürülünce, genleri de onlarla birlikte yok oldu.

Modern Ortadoğu ve Avrupa insanı DNA’sının yüzde 1 ila 4’ünün Neandertal DNA’sı olduğu ortaya çıktı. Bu büyük bir oran değil, ama önemli. Birkaç ay sonra Denisova’daki fosilleşmiş parmaktan alınan DNA’nın haritası çıkarıldığında ikinci şok geldi. Sonuçlar modern Melanezyalıların ve Avustralyalı Aborjinlerin DNA’sının yüzde 6’ya varan oranda Denisova DNA’sı kökenli olduğunu ortaya koydu.

Modern zamanlarda bile ten rengindeki, lehçe veya dindeki bir farklılık bir grup Sapiens’in bir başka grubu yok etmeye çalışmasına sebep olabiliyor. Eski Sapiensler tamamen farklı bir insan türüne karşı hoşgörülü olabilir miydi? Sapiens Neandertaller ile ilk karşılaştığında, ortaya tarihteki ilk ve en büyük etnik temizlik harekatının çıkmış olması gayet mümkündür.

Sapiens’in suçu mudur bilinmez, ama gittikleri her yerde yerli nüfus tükendi. Homo soloensis’in son kalıntıları günümüzden 50 bin yıl önceye tarihlenmektedir. Homo denisova da bundan kısa süre sonra yok oldu. Neandertaller ise yaklaşık 30 bin yıl önce yok oldular. Flores Adası’ndaki son cüce insanlar da 12 bin yıl önce yok oldular; geride kemikler, taştan aletler, DNA’mızdaki bazı genler ve pek çok cevaplanmamış soru ve son insan türü olan Homo sapiens’i bırakmış oldular. (s. 31)

2
Bilgi Ağacı
Bilişsel Devrim, 70 ila 30 bin yıl önce ortaya çıkan yeni düşünce ve iletişim biçimleri anlamına gelir. Sebebi kesin olarak bilinmemekle birlikte, en çok kabul gören teoriye göre genetik mutasyonlar Sapiens’in beyin iç yapısını değiştirerek, daha önce mümkün olmayan şekillerde düşünmelerini ve tamamen yeni dillerle iletişim kurabilmelerini sağladı.

Dedikodu sıkça kötülenen ama aslında kalabalık gruplar hâlinde işbirliği yapabilmenin de temelini oluşturan bir beceridir.

Sosyolojik araştırmalar dedikodu sayesinde bir arada durabilen “doğal” bir grubun sınırının 150 kişi olduğunu göstermiştir.

Tüm geniş çaplı insan işbirlikleri -modern bir devlet, ortaçağda bir kilise, bir antik şehir veya arkaik bir kabile- insanların kolektif hayal gücünde yaşattıkları ortak mitler etrafında örgütlenmiştir.

3
Adem ve Havva'nın Bir Günü
Kolektif insan bugün eski grupların bildiğinden çok daha fazlasını biliyor. Ama birey olarak bakıldığında, eski avcı toplayıcılar tarihteki en becerikli ve bilgili insanlardı.

Avcı toplayıcıların nasıl hissettiklerini bildiğini iddia eden akademisyenlerin teorileri, Taş Devri dinlerinden ziyade, bu kişilerin kendi önyargılarına ışık tutar.

4
Sel
İnsanların Avustralya’ya ilk seyahati tarihteki en önemli olaylardan biridir.
Afrika ve Asya’da neredeyse hiç bulunmayan keseli memeliler, Avustralya’da her yerdeydi. Birkaç bin yıl içinde neredeyse bütün bu dev türler yok oldu. 50 kilogramdan daha ağır 24 Avustralya türünün 23’ü bugün yok.

…tarihsel kayıtlar Homo sapiens’in bir ekolojik seri katil olduğunu gösteriyor.

İlk dalga avcı toplayıcıların, ikinci dalga çiftçilerin yayılmasıyla gerçekleşirken, sanayi faaliyetlerinin günümüzde sebep olduğu üçüncü dalga ise bu ikisini takip ediyor. Atalarımızın doğayla uyum içinde yaşadığını iddia eden doğaseverlere inanmayın.

II.  KISIM
TARIM DEVRİMİ
Tarım Devrimi insanlığın elindeki toplam gıda miktarını kesin olarak artırdı ancak daha iyi bir beslenme veya daha çok keyifli zaman yaratmadı. Daha ziyade nüfus patlamasına yol açarak şımarık seçkinler yarattı. Ortalama çiftçi ortalama avcı toplayıcıdan daha fazla çalı­şarak karşılığında daha kötü besinlere sahip oldu. Tarım Devrimi tarihin en büyük aldatmacasıdır.

Lüksler zamanla ihtiyaç hâline gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır.

…avcı toplayıcılar onlarca hatta yüzlerce kilometrekarelik topraklarda yaşarlardı. Tepeleri, dereleri, ağaçları ve gökyüzüyle beraber, “evleri” tüm araziydi.

Avcı toplayıcılar yangın çıkarmak dışında, gezindikleri alanlarda pek az bilinçli değişiklik yapmışlardı. Çiftçilerse etraflarını çeviren yaban ortamında dikkatle ve emekle yarattıkları yapay insan adacıklarında yaşıyorlardı.

7
Fazla Dolu Hafıza

Kushim

İnsan bilincinin hizmetçisi olarak doğan yazı, giderek insanın sahibi hâline geldi. Bilgisayarlarımız Homo sapiens’in nasıl konuştuğunu, hissettiğini ve hayal kurduğunu anlayamadığından, biz de bilgisayarların anlayabilmesi için Homo sapiens’e sayıların dilinden konuşmayı, hayal kurmayı ve hissetmeyi öğretiyoruz.

8
Tarihte Adalet Yoktur

Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzalayanların çoğu köle sahipleriydi ve Bildirge’yi imzaladıktan sonra kölelerini salıvermedikleri gibi kendilerini de ikiyüzlü olarak görmediler.

“erkek” ve “kadın” biyolojik değil, toplumsal kategorilerdir.

III.  KISIM
İNSANOĞLUNUN BİRLEŞMESİ
Mitler ve kurgular, insanları doğumlarından itibaren belirli bir biçimde düşünmeye, bazı standartlara ve kurallara uygun olarak davranmaya ve belli şeyleri istemeye alıştırırlar. Böylelikle, milyonlarca yabancının etkili biçimde işbirliği yapmasını sağlayan yapay içgüdüler yaratmış olurlar. Bu yapay içgüdüler ağına “kültür” denir.

“…ben ve arkadaşlarım ancak altınla giderilebilen bir kalp hastalığından mustaribiz.” Cortes

Neden karşılığında sadece birkaç renkli kâğıt alacağınızı bile bile hamburger çevirmek, sağlık sigortası satmak ve üç tane iğrenç çocuğa bakıcılık yapmak gibi şeylere razı oluyorsunuz?

Roma parasına güven o kadar yüksekti ki, imparatorluk sınırları dışında dahi insanlar denarius olarak ödeme almaktan memnunlardı. “Denarius” tüm madeni paralar için kullanılan bir isme dönüştü ve halifeler de bunu Arapçaya çevirerek “dinar”ı bastılar.
Para iki evrensel ilke üzerine kuruludur:
a. Evrensel dönüşebilme: Para bir simyacı gibi toprağı sadakate, adaleti sağlığa, şiddeti bilgiye çevirebilir.
b. Evrensel güven: Herhangi iki insan, paranın aracılığı sayesinde herhangi bir konuda işbirliği yapabilir.

Hakkında kesin bilgi sahibi olduğumuz ilk imparatorluk Büyük Sargon’un Akkad İmparatorluğu’dur (MÖ 2250).
Sargon tüm dünyayı fethettiğini iddia etti.

MÖ 550 civarında İranlı Büyük Cyrus ise sadece tüm dünyayı yönettiğini iddia etmiyor, aynı zamanda bunu tüm insanların iyiliği için yaptığını söylüyordu.

Emperyal Döngü
a) Küçük bir grup büyük bir imparatorluk kurar.
b) Bir imparatorluk kültürü yaratılır.
c) Emperyal kültür pek çok tebaa halk tarafından benimsenir.
d) Bu halklar ortak imparatorluk değerleri adına eşit statü talep ederler.
e) İmparatorluğun kurucuları hâkimiyetlerini kaybeder.
f) İmparatorluk kültürü büyüyerek gelişmeye devam eder.

Bugün çoğunlukla ayrımcılık, anlaşmazlık ve nifak kaynağı olarak görülen din, insanlığı para ve imparatorluklarla birlikte en iyi birleştiren üçüncü şey olarak sayılabilir.

Bildiğimiz ilk tektanrılı din, MÖ 1350’de Firavun Akhenaten, Mısır panteonundaki ufak tanrılardan biri olan Aten’in, evrenin gerçek üstün gücü olduğunu ilan ettiğinde ortaya çıktı.

Yahudilik, kendi çıkarları ve önyargıları olduğuna inandığı evrenin üstün gücünün sadece küçük Yahudi ulusu ve önemsiz İsrail toprağıyla ilgilendiğini iddia ediyordu. Dolayısıyla diğer milletlere sunacağı bir şey olmayan Yahudilik tebliğci bir din olmadı. Bu aşama “yerel tektanrıcılık” olarak adlandırılabilir.

Hıristiyanlar tüm insanlığı hedef alan geniş misyonerlik faaliyeti yürüttüler ve böylece ezoterik bir Yahudi grubu büyük Roma İmparatorluğu’nu ele geçirdi.

…animizmin çoktanrıcılık döneminde yaşaması gibi, çoktanrıcılık da tektanrıcılık içinde yaşamaya devam etti.

(Budizm) Eğer bir insan tüm arzularından arınabilmişse hiçbir tanrı ona ıstırap çektiremez. Bunun aksine, eğer arzudan arınamazsa dünyadaki tüm tanrılar bile onu acı çekmekten kurtaramaz.

Teist dinler tanrılara tapınmaya odaklanır (bu yüzden de adları Yunanca tanrı demek olan Theostan gelen “Teist”tir). Hümanist dinlerse insanlığa, daha doğru bir ifadeyle Homo sapiens’e tapınırlar.
Tüm hümanistler insanlığa tapınırlar, ancak insanlığın tanımında uzlaşamazlar. …tanım farklılığı yüzünden üç rakip mezhebe bölünmüştür. Günümüzün en önemli hümanist mezhebi, “insanlık”ın en temel özelliğinin bireysellik olduğunu, bu yüzden de birey özgürlüğünün kutsal olduğuna inanan liberal hümanizmdir.
Diğer bir önemli mezhep de sosyalist hümanizmdir. Sosyalistler “insanlığın” bireyselden ziyade kolektif olduğuna inanırlar.
Liberal hümanizm gibi sosyalist hümanizm de tektanrıcı temeller üzerine kuruludur. Geleneksel tektanrıcılıkla bağı olmayan tek hümanist mezhep, en ünlü temsilcisi Naziler olan evrimsel hümanizmdir.

Fizik veya ekonominin aksine, tarih doğru ve tutarlı tahminlerde bulunmak için uygun araç değildir.

IV.  KISIM
BİLİMSEL DEVRİM
1500 yılında dünyada yaklaşık 500 milyon Homosapiens vardı. Bugünse bu sayı tam 7 milyardır. 1500 yılında insanlar tarafından üretilen toplam mal ve hizmetlerin bugünkü dolar üzerinden değeri yaklaşık 250 milyardı, bugünse yıllık üretim yaklaşık 60 trilyon dolar.1500 yılında insanlar günde 13 trilyon kalori enerji tüketirken, bugünkü enerji tüketimi günde 1500 trilyon kalori. (Bu rakamlara dikkat edin, insan nüfusu 14 kat artmasına karşın üretim 240, enerji tüketimiyse 115 kat artmış durumdadır.)

16 Temmuz 1945 sabahı saat 5:29:45
Tam olarak bu saniyede Amerikan bilimcileri ilk atom bombasını New Mexico eyaletinin Alamogordo şehrinde patlattılar. Bu andan itibaren insanlık, sadece tarihin akışını değiştirebilme değil, tarihi sona erdirebilme kapasitesine de sahip oldu.

Bilimsel Devrim bilgi değil, her şeyden önce cehalet devrimiydi. Bilimsel Devrim’i başlatan büyük şey, insanların en önemli sorularının cevaplarım bilmediklerini keşfetmeleriydi.

Newton doğa kitabının matematik diliyle yazılmış olduğunu kanıtladı.

…bilimsel araştırma ancak din veya bir ideolojiyle ittifak hâlinde büyüyüp gelişir.

Avustralya, Tazmanya ve Yeni Zelanda’nın fethinin, milyonlarca Avrupalının yeni kolonilere yerleşmesinin ve yerli kültürünün ve nüfusunun yok edilmesinin temelini attı.
Avustralya ve Yeni Zelanda’nın en bereketli toprakları, bu seferi takip eden yüz yılda Avrupalı yerleşimciler tarafından ele geçirildi. Yerli nüfusu yüzde 90’a varan oranlarda azaldı ve hayatta kalanlar katı bir ırk ayrımcılığı altında yaşamaya zorlandı.
Tazmanya’nın yerlileriniyse daha da kötü bir felaket bekliyordu. Muazzam bir yalıtılmışlık içinde 10 bin yıl boyunca hayatta kalan bu insanlar, Cook’un adaya varışından sonraki yüz yıl içinde son adam, kadın ve çocuğa varana dek tamamen yok edildiler. Avrupalı yerleşimciler yerlileri önce adanın zengin bölgelerinden uzaklaştırdılar, sonra da kalan yabani arazileri bile ele geçirip yerlileri sistematik olarak avlayarak öldürdüler.
Ne yazık ki, bilim ve ilerleme onları öldükten sonra bile rahat bırakmadı. Son Tazmanyalıların cesetlerine antropologlar ve sanat galericileri tarafından bilim adına el konuldu.
…son Tazmanya yerlisi olan Trugani’nin iskeletinin gömülmesine ancak 1976’da, Trugani öldükten yüz yıl sonra izin verdi. The English Royal College of Surgeons (İngiliz Kraliyet Cerrahi Koleji) ise saç ve deri örneklerini 2002’ye kadar elinde tutmaya devam etti.

1775 yılında Asya dünya ekonomisinin yüzde 80’i demekti. Hindistan ve Çin’in ekonomileri tüm dünya üretiminin üçte ikisini karşılıyordu; Avrupa ekonomik bir cüceydi. Küresel gücün merkezi ancak 1759’la 1850 yıllan arasında, Avrupalılar Asya güçlerini bir dizi savaşta yenip Asya’nın geniş bölgelerini fethedince Avrupa’ya kaydı. 1900 yılında Avrupalılar, dünya ekonomisinin ve topraklarının çoğunu kontrol ediyordu. 1950’de Batı Avrupa ve ABD, küresel üretimin yansından fazlasını gerçekleştiriyordu, Çin’in payı ise yüzde 5’e inmişti.

Neden askeri-endüstriyel-bilimsel sanayi, örneğin Hindistan’da değil de Avrupa’da gelişti?
Dünyanın ilk ticari demiryolu 1830’da İngiltere’de yapıldı. 1850’de Batı ülkeleri neredeyse 40 bin kilometre demiryoluyla baştanbaşa örülmüşken, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın tamamında yalnızca 4 bin kilometre ray döşenmişti.

Avrupa, erken modern çağda, sonradan dünyayı fethetmesini sağlayacak nasıl bir potansiyel geliştirmişti? Bu soruya birbirini tamamlayan iki cevap verilebilir: modern bilim ve kapitalizm. Avrupalılar belirli bir teknolojik üstünlükleri olmadığı sıralarda bile, bilimsel ve kapitalist zihniyetle düşünmeye ve davranmaya alışmışlardı.

1405’le 1433 arasında, Zheng yedi devasa armada ile Çin’den Hint Okyanusu’nun uzak köşelerine kadar seferler gerçekleştirdi.
Avrupalıları sıradışı yapan şey keşfetmek ve fethetmek konusunda benzeri görülmemiş doyumsuz hırslarıydı. Aynı beceriye sahip olsalar da, Romalılar hiçbir zaman Hindistan’ı veya İskandinavya’yı, Persler Madagaskar’ı veya İspanya’yı, Çinliler de Endonezya’yı veya Afrika’yı fethetmeye yeltenmemişlerdi.
Tuhaflık erken modern çağdaki Avrupalıların yabancı kültürlerle dolu uzak topraklara yelken açıp karaya ayak bastıklarında, “Bu topraklara kralım adına el koyuyorum!” demek gibi bir hastalığa tutulmuş, olmalarındaydı.

16
Kapitalist İtikat
…modern ekonominin tarihini anlamak için tek bir kelimeyi iyi anlamak gerekmektedir: büyüme.
1500’de küresel mal ve hizmet üretimi 250 milyar dolardı, bugünse yaklaşık 60 trilyon dolar.

Bankalar ellerine mevcut olan her bir dolar için on dolara kadar kredi verebilirler, bu da şu demektir: banka hesaplarımızdaki paranın yüzde 90’ının gerçek banknot ve madeni para olarak karşılığı yoktur.

Kredi, gelecek karşılığında bugünü inşa etmemize imkân sağlar, gelecek kaynaklarımızın bugünkü kaynaklarımızdan çok daha fazla olacağı varsayımının üstüne kuruludur.

Sonra Bilimsel Devrim ve ilerleme fikri ortaya çıktı. İlerleme fikri, eğer cehaletimizi kabullenirsek ve araştırmalara kaynak ayırırsak bir şeylerin iyileşebileceğine inanmaya dayanır, bu da kısa süre sonra ekonomiye uyarlandı.

Adam Smith’in, insanların bencil bir şekilde kâr artırma dürtüsünün, kolektif zenginliğin temeli olduğu iddiası, insanlık tarihindeki en devrimci fikirlerden biridir.

Kapitalizm zamanla ekonomik bir doktrinden öteye geçerek, belli bir etik, yani insanların nasıl davranacağına, çocuklarını nasıl eğiteceğine, hatta nasıl düşünmeleri gerektiğine dair bir öğreti hâline geldi.

Çoğunluğu Protestan olan Hollandalılar 1568’de Katolik İspanyol efendilerine karşı ayaklandılar.
…sekiz yıl içinde Hollandalılar hem İspanya’dan bağımsızlıklarını kazandılar hem de okyanus yollarının hâkimi olarak İspanyolların ve Portekizlilerin yerini aldılar.
Hollandalıların başarısının sırrı krediydi. Karada savaşmayı pek de bilmeyen Hollanda burjuvazisi, kendileri adına İspanyollarla savaşmala­rı için paralı askerler tuttular.
Hollanda’nın en meşhur anonim şirketlerinden Verenigde Oosindische Compagnie (VOC) 1602’de, Hollandalılar İspanyol boyunduruğundan kurtulmak üzereyken kuruldu. VOC hisse satışından elde ettiği gelirleri gemiler inşa edip Asya’ya yollayarak Çin, Hint ve Endonezya ürünlerinin ticaretinde kullandı.

VOC Hint Okyanusu’nda faaliyet gösterirken, Dutch West Indies Company (WIC) Atlantik’i yağmalıyordu. Hudson nehrindeki ticareti kontrol edebilmek için WIC nehrin güneyindeki bir adada New Amsterdam adında bir yerleşim kurdu. Bu koloni Kızılderililer tarafından tehdit ediliyor ve İngilizlerin de sıklıkla saldırılarına maruz kalıyordu. İngilizler 1664’te burayı ele geçirerek adını New York yaptılar. Kızılderililere ve İngilizlere karşı WIC tarafından yaptırılan savunma duvarlarının kalıntıları, bugün dünyanın en ünlü caddesidir: Wall Street (Duvar Caddesi).

Hollandalılar hem New York’u hem de Avrupa’nın finansal ve emperyal motoru olma özelliklerini kaybettiler. Onların yerini kapmak için İngilizler ve Fransızlar kıyasıya yarışıyordu.

1717’de Fransa’da kurulan Mississippi Şirketi, Mississippi vadisini kolonileştirdi ve New Orleans şehrini kurdu. Kral 15. Louis ile arası iyi olan şirket, büyük planlarını finanse etmek için Paris borsasında hisselerini sattı.
1717’de aşağı Mississippi vadisi timsah dolu bataklıklarla kaplıydı ama Mississippi Şirketi bu bölge hakkında sonsuz fırsatlar ve zenginliklerle dolu bir efsane yaydı.
2 Aralık geldiğinde, Mississippi hissesi 10.000 livre barajını aşmıştı. Paris sokakları coşku içindeydi, insanlar tüm malvarlıklarını satıp devasa krediler alarak Mississippi hisseleri almaya çalışıyordu, herkes kolay zengin olmanın yolunu bulduğuna inanıyordu.
Bundan birkaç gün sonra panik başladı. Bazı spekülatörler hisselerin fiyatının gerçekçi ve sürdürülebilir olmadığını fark ederek, hisseleri tavan yapmışken satıp kurtulmayı seçtiler. Hisse arzı yükselince fiyat düştü.
Mississippi hisselerinin fiyatı 10.000 livreden 1000 livreye düştü ve sonra tamamen çökerek tüm değerini yitirdi.
Mississippi Şirketi’nin siyasi bağlantılarını hisse fiyatlarını manipüle etmek için kullanması, insanların Fransız bankacılık sistemine ve Fransız kralının finansal becerilerine olan güvenini sarstı. Bunun bir sonucu olarak da 15. Louis giderek daha zor kredi bulabilir hâle geldi. Bu, Fransa’nın denizaşırı imparatorluğunun İngilizlerin eline geçmesinin en önemli nedenlerinden biriydi.
16. Louis, yıllık bütçenin yarısının kredi faizlerine gittiğini ve iflasa doğru koştuklarını fark etti. İstemeyerek de olsa, 150 yıldır toplanmayan Fransa parlamentosunu 1789’da krizi çözebilmek amacıyla topladı. Fransız Devrimi de böyle başladı.

Hindistan da İngiliz devleti tarafından değil, British East India Company’nin (İngiliz Doğu Hindistan Şirketi) paralı askerlerden oluşan ordusu tarafından fethedilmişti.
Yönetimlerin, büyük sermayenin çıkarları için nasıl çabaladığının en meşhur örneği, İngiltere’yle Çin arasındaki Birinci Afyon Savaşı’dır (1840-1842). 19. yüzyılın ilk yarısında, British East India Company ve bazı İngiliz işadamları, Çin’e bazı uyuşturucular, özellikle de afyon ihraç ederek bir servet kazandılar. Milyonlarca Çinli afyon bağımlısı olmuştu…
Çin hükümeti uyuşturucu ticaretini yasakladığında, İngiliz tüccarlar yasağı yok saydılar.
1840’ta İngiltere, Çin’e “serbest ticaret” bahanesiyle savaş açtı. Savaş İngiltere için tam bir zaferdi.
Savaşı izleyen barış anlaşmasında Çin, İngiliz uyuşturucu tüccarlarının faaliyetlerine karışmamayı ve zararlarını karşılamayı kabul etti. Dahası, İngilizler Hong Kong’un kontrolünü ele geçirdiler ve burayı uyuşturucu ticareti için güvenli bir üs olarak kullandılar.

19. yüzyılda Fransız ve İngiliz yatırımcılar, Mısır yöneticilerine çok büyük miktarlarda krediler verdiler. Mısır’a kredi veren Avrupalılar giderek Mısır’ın içişlerine daha fazla karıştılar. Mısırlı milliyetçiler 1881’de durumdan bıkarak isyan ettiler ve tek taraflı olarak tüm dış borçları sildiklerini ilan ettiler. Kraliçe Victoria bu durumdan hoşnut olmadı ve bir yıl sonra ordusunu Mısır’a gönderdi. Mısır İkinci Dünya Savaşı’na kadar İngiltere’nin sömürgesi olarak kaldı.

1821’de Yunanlar, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklandılar. Londralı finansçılar burada bir fırsat da gördüler. İsyanın liderlerine Londra borsasında işlem görebilecek Yunan isyanı senetlerini teklif ettiler. Eğer bağımsızlık kazanılırsa Yunanlar bu senetleri faiziyle birlikte ödemeyi kabul edecekti.
Yunan isyanı senetlerinin Londra borsasındaki değeri, Yunanistan’ın savaş meydanındaki başarılarına ve başarısızlıklarına göre inip çıktı. Türklerin zamanla savaşta üstün geldiği ve isyancıların yenilmesi an meselesi olduğunda, hissedarlar tüm paralarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kaldılar. Onların çıkarı milli çıkar anlamına geldiğinden, İngilizler uluslararası bir filo hazırlayarak Osmanlı’nın ana donanmasını 1827’de Navarin’de batırdı. Sonuçta, yüzyıllardır süren boyunduruktan sonra Yunanistan nihayet özgürdü, ancak özgürlük ülkenin asla ödeyemeyeceği bir borç yükü karşılığında elde edilmişti. Bağımsızlıktan sonra Yunan ekonomisi, on yıllar boyunca İngiliz finansörlere bağımlı kaldı.

Azılı kapitalistler, sermayenin siyaseti dilediği gibi etkileyebilmesi ama siyasetin sermayeyi etkilemesine izin verilmemesi gerektiğini ileri sürerler.

Büyüme, hiçbir ahlaki değerle sınırlandırılmayan bizatihi bir değer olunca felakete sürükleyebilir. Hıristiyanlık ve Nazizm gibi bazı dinler, milyonlarca insanı sadece nefret yüzünden öldürdüler, kapitalizmse milyonlarca insanı açgözlülükle karışık umarsızlıkla öldürdü.

1876’da Belçika Kralı II. Leopold, bir sivil toplum kuruluşu kurarak Orta Afrika’yı keşfetme ve Kongo Nehri civarındaki köle ticaretiyle savaşma amaçlarını duyurdu. 1885’te Avrupalı güçler bu kuruluşa Kongo havzasındaki 2,3 milyon kilometrekarelik toprağı vermek konusunda anlaştılar. Belçika’nın 75 katı büyüklüğündeki bu topraklara, o zamanlar Özgür Kongo Devleti deniyordu.
Bu insani yardım örgütü, kısa bir süre içinde gerçek amacı büyüme ve kâr olan bir şirkete dönüştü.
En ılımlı tahminlere göre, 1885 ile 1908 yılları arasında büyüme ve kâr sevdası yaklaşık 6 milyon insanın yaşamına mâl oldu (Kongo nüfusunun en az yüzde 20’si). Hatta bazı tahminler bu rakamı 10 milyona kadar çıkarıyor.

Kapitalizm kapitalistler dışında kimsenin yönetemeyeceği bir dünya yaratmıştır.

Ekonomik büyüme enerji ve hammadde ihtiyacını da beraberinde getirir ve bu kaynaklar sınırlıdır; dolayısıyla bu kaynaklar tükendiğinde tüm sistem çökecektir.

Sanayi Devrimi, en temelde enerji dönüşümünde yaşanan bir devrimdir ve elimizin altındaki enerjinin sınırsız olduğunu veya başka bir deyişle, bu konudaki tek sınırımızın cehalet olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Her birkaç on yılda bir yeni bir enerji kaynağı keşfediyoruz ve elimizdeki enerji miktarı giderek büyüyor.

Daha dün varlığından bile haberdar olmadığımız ve ihtiyacımız olmayan sayısız ürünü satın alıyoruz. Üreticiler piyasada var olabilmek için kasıtlı olarak kısa vadeli, yeni ve gereksiz ürünler tasarlıyorlar.

Kapitalist ve tüketimci etik, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Zenginlerin uyduğu birincil emir “yatırım yap!”ken, geri kalanların uyduğu birincil emir “satın al!”dır.

Sanayi Devrimi insan toplumlarında pek çok büyük değişikliğe yol açtı. Bütün bu değişimler, insanlığın başına gelmiş en ciddi toplumsal devrim karşısında bir hiçtir: Ailenin ve topluluğun çöküşü, yerine devletin ve piyasanın geçmesi.
Devlet ve piyasa bireyin anne ve babasıdır, birey onlar sayesinde hayatta kalabilir.

Ulus, devletin; tüketici toplumsa piyasanın hayali topluluğudur.

Ekonomik büyüme insanları daha mutlu yapmıyorsa kapitalizmin faydası ne?
İnsanlığın gücü kötüye kullanma yönündeki eğilimini de düşünürsek, insanın güçlendikçe mutlu olacağını düşünmek naif bir yaklaşımdır.

…çağımızın en yaygın dini olan liberalizm, bireylerin öznel hislerini kutsal olarak gördüğü gibi üstün otoritenin de kaynağı olarak kabul eder. Neyin iyi neyin kötü, neyin güzel neyin çirkin olduğu, neyin yapılması neyin yapılmaması gerektiği bizim ne hissettiğimize bağlı olarak belirlenir.

Budizm, mutluluğa ilişkin temel biyolojik yaklaşımla aynı fikirleri paylaşır; mutluluğun dış dünyayla değil, bedenin içinde olanlarla ilgili olduğunu ileri sürer.
Budizme göre acı çekmenin kökeni, ne acı ve mutsuzluk ne de anlamsızlık hissidir. Aksine, bizi sürekli gergin, yorgun ve memnuniyetsiz kılan, geçici duygular için verilen sürekli uğraştır. Bu nedenle, zihin haz duyarken bile memnun değildir.

20
Homo Sapiens'in Sonu
Kano ve kadırgalardan buharlı gemilere ve uzay mekiklerine vardık ama kimse nereye gittiğimizi bilmiyor. Her zamankinden daha güçlüyüz ama bunca güçle ne yapacağımızı bilmiyoruz.

Ne istediğini bilmeyen, tatminsiz ve sorumsuz tanrılardan daha tehlikeli bir şey olabilir mi?

---
Sapiens: A Brief History of Humankind
Türkçeleştiren: Ertuğrul Genç
Kolektif Yayınları
7. Baskı, Ekim 2015



Aiskhylos - Zincire Vurulmuş Prometheus

Aiskhylos - Zincire Vurulmuş Prometheus


Yunanca adı “Bağlanmış Prometheus.” Aiskhylos, Prometheus konusunü üç tragedyada işlemiş, ancak elimizde sadece üçlemenin birinci kitabı var. İsimleri bilinen diğer iki tragedya “Kurtulmuş Prometheus” ve “Ateş Taşıyan Prometheus.” MÖ. 450 yılı civarında yazıldığı kabul edilir.
Prometheus, Titanlar soyundandır. Iapetos’un oğludur. Atlas, Menoitios ve Epimetheus’un kardeşidir. Dördü de Zeus’un hışmına uğramıştır çünkü Zeus, Iapetos’un oğullarını sevmez. Çünkü bu dördü de akıldan yana üstündürler ve Zeus aklın ne kadar kuvvetli bir silah olduğunu bilir.

Adı “önceden gören” anlamına gelen Prometheus kâhindir ve Gaia, Kronos’a nasıl devrileceğini haber verdiyse, Prometheus da Zeus’un bir gün tahtından düşeceğini bilir. Prometheus, Zeus’u sürekli bir kuşkunun baskısı altında tutar.
Prometheus insanlardan yanadır. İnsanlara dayanarak Titanların öcünü almak ve Olymposluların egemenliği yerine insanların egemenliğini getirmek ister.

Eserde Prometheus’un, ateşi Zeus’tan çalarak insanlara vermesi konu edilir.
Prometheus, insanları sevmektedir ama bu sevgide aşırıya kaçmış, ateşi Zeus’tan çalmakla kurulu düzeni çiğnemiş ve cezalandırılmıştır. Prometheus üstün bir akla sahiptir ama aklını da ölçüsüzce kullanmıştır. Zeus ise, evreni keyfince yöneten acımasız bir tiran olarak resmedilmiştir; güçlüdür ama gücünü ölçüsüzce kullanmaktadır. Prometheus, bir gün Zeus’u tahtından edecek kişinin kim olduğunu bilmektedir. Zeus, bu sırrı edinemediği takdirde Moiranın işlerinin akıl erdirilemezliği gereği, kurduğu düzeni koruyamayacaktır. Zeus’un kaçınılmaz akıbeti engelleyebilmesi için aklı temsil eden Prometheus’la uzlaşması, güç ile aklın evrene birlikte hükmetmesi gerekmektedir. Böylece eser, evren düzeninde akıl ile gücün uzlaşması taleplerini yansıtmıştır.

Kişiler
Kratos / Güç
Bia / Zor
Hephaistos
Prometheus
Okeanos Kızları / Koro
Okeanos
Io
Hermes

Notlar:
Kratos ve Bia, Prometheus’u kollarından tutmuş, Hephaistos arkalarında…

Kratos: İşte uzak ucuna geldik dünyanın, İskitlerin ülkesinde…

…bütün sanatların kaynağı olan ateş…

(Hephaistos, Prometheus’a) …Çözülmez çelik bağlarla, Bu insan geçmez kayalığa çakacağım seni…

İşte bunu kazandırdı sana insanseverliğin!

Zeus'un yüreği yumuşamak bilmez:
Gücü yeni elde eden sert olur.

(Kratos)
Her varlık çoktan bir kaderle yükümlenmiş,
Tanrıların başıdır yalnız yükümlü olmayan:
Zeus’tan başkası özgür değildir. 

(Okeanos Prometheus’a)
Sen akıldan yana ne kadar zengin olsan da:
Kendini bil ve yeni olaylara uyarak
Yeni davranışlar bulmaya çalış.

(Io)
Zeus istemedikçe, kim çözebilir
Senin zincirlerini?
(Prometheus)
Senden doğacak olan biri.

(Gök bir daha gürler ve kayalıklar devrilir. Prometheus, Okeanos kızları ile birlikle gözden kaybolur)

---

Türkçeleştiren: Azra Erhat & Sabahattin Eyuboğlu
Bilgi Yayınları, Ocak 1968, Ankara

M. Emin Değer - Oltadaki Balık Türkiye

M. Emin Değer - Oltadaki Balık Türkiye


M. Emin Değer 1927'de Kastamonu'da doğdu. Orta öğrenimini burada yaptıktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yüksek öğrenimini bitirerek, 1951yılında Hakim Teğmen olarak Silahlı Kuvvetler'de göreve başladı. 1960'da Milli Savunma Bakanlığı Hukuk Müşavir Yardımcılığına atanan Değer, 1968'de Hukuk Müşaviri oldu.
Gelibolu'daki İkinci Kolordu Kıdemli Hakimliğine atanan Değer 1971 yılında bu görevden emekliye ayrılmıştır.

Oltadaki Balık Türkiye
Bu çalışma, tek kutuplu bir Dünya'ya, yeni bir düzen vermek isteyen Dünya jandarmasının, geçmişten günümüze, Dünya'ya ve Türkiye'ye nasıl baktığını belgelerle sergilemeyi amaçlamıştır.
---

Rockefeller'in Başkan Eisenhower’a yazdığı 1956 tarihli bir mektup ve daha başka belgelerle değerlendirilmekte ve Rockefeller'in bu mektubunda Türkiye'nin OLTAYA YAKALANMIŞ BALIK olduğu, bu nedenle de yeme gereksinimi bulunmadığı açıklanmaktadır.
Oltaya yakalanmış balığın yeme gereksinimi yoktur!

ABD oyunun, ancak kendi koyduğu kurallara göre oynanmasını ister. Kural Dışına çıkan oyundan atılır. Demirel iki kez atılmıştır oyundan.

1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonunda ambargo ile cezalandırıldık.

1957 Aralık ayında, Eisenhower ve Mc Millan, bir NATO Konseyi toplantısı öncesi bir tebliğ yayınlarlar. Bu tebliğde denilir ki, "Hür dünya devletleri birbirlerine karşılıklı olarak bağlıdırlar. Bir devletin kendi kendine yetinmesi, artık gerilerde kalmıştır. Ortak egemenlik, karşılıklı bağımlılıkla sağlanır."
Bu tür ilişki, teslimiyetçi beyinler yetiştirir. Onlar için de ABD'ye karşı çıkmak yanlıştır. Çünkü bağımlılığımız tehlikeye girer. İşte bu nedenle, ABD, Türkiye'yi 'oltadaki balık' gibi görüyor.

ORTADOĞU VE ABD'NİN ÇIKARLARI
Sovyetler'in potansiyel bir tehlike sayıldığı günlerde, ABD, Batı'yı yanında tutmayı başarmıştı.
Sovyetler, sosyalist sistemi, dünya sistemi olarak özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaymak ve yerleştirmek çabası içindeydi.
Suriye ve Irak'ın bugünkü askeri gücünün temelinde Sovyet desteğinin yattığı bilinen bir gerçektir. Libya'nın kendine özgü politikasının da, Sovyet desteğine dayandığı ya da bir ilginç dengeye oturtulmak istendiği bilinir.

Sovyetler'in bu ülkelerden desteğini çekmesiyle, ona bağlı siyasa izleyenler boşlukta kaldılar.
Saddam, bu boşluktan yararlanarak, öteden beri üstün güç olma düşünü gerçekleştirmeye kalkıştı. Amacı, Ortadoğu petrolünü denetim altına, daha da ileri giderek kullanımı altına almak ve bölgede lider olmak idi. Hırsı, aklının önünde olduğu ve dünya siyasasının dinamiklerini bilmediği için, daha adım attığı gün yenilmişti.
Ortadoğu'da yeni dengeler aranırken, "Çekiç Güç" adıyla konuşlandırdığı, bizdeki
ABD üslerinden yararlanan bir askeri gücün korumasında, Kürt Devleti'nin çekirdeğini oluşturdu.

BÖLÜM I
YENİ EMPERYALİZM
Emperyalizm, askersel işgalli sömürüyü, Ulusal Kurtuluş Savaşları'nın yaygınlaşması nedeni ile sürdüremeyeceğini anlamış ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir yöntem geliştirmiştir. Emperyalizm, bu kez dostluk ve yardım anlaşmalarıyla gelmiştir. Bunun bir başka adı, "Dolaylı İşgal"dir.
ABD, dünyanın az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerine ve Türkiye'ye, bu yöntemle yerleşmiştir.

Türkiye'ye gelen, ekonomik ve sosyal sorunlarımızla ilgili raporlar düzenleyen ve bize kalkınma stratejileri öneren her uzmanın, "ağır sanayiyi bırakın, siz Avrupa'nın yiyecek ve tahıl tarlası olun" önerileri işte bu sistemin önerileridir. Böylece hammadde kaynakları emperyalizmin hizmetine ve denetimine sunulacaktır.

…her gelişmişlik kendinden daha geri olan kesimin sırtındaki yüktür.

EMPERYALİZMİN KÜRESEL ÖRGÜTLENİŞİ
İkinci Dünya Savaşı sonunda, ABD, uluslararası sermaye hareketlerine yön vererek dünyaya egemen olunacağının bilinciyle, uluslararası bir örgüt kurma gereğini duydu. Önce, Bretton-Woods Antlaşması’nı sağladı.
44 ülkenin katıldığı bu antlaşma ile önce elindeki allın stoklarını değerlendirerek, paranın uluslararası değerini altın kambiyo standardına bağlattı. Daha sonra Dolar, altının yerine geçti.
Daha sonra Dünya Bankası, İMF ve AID gibi kuruluşlarla -evrensel finans sistemi yoluyla- az gelişmiş Ülkelerin kaynaklarını; hangi ekonomik alanda çalışacaklarından, yatırım plan ve programlarına değin her noktayı kontrol etmeye başladı.

NATO, CENTO vs. yoluyla emperyalizmin savunması -az gelişmiş ülkelere- yaptırılmaktadır.

Bundan üç yüz yıl önce bir Amerikan Ulusu yoktu. Amerika'nın keşfi ile bu yeni kıtaya başlayan göçler, bugünkü kuşakların ana ve babalarını oraya; Avrupa'da bulamadıklarını arayıp bulmak için taşıdı. Zenginlik en büyük özlemleriydi.
Ve işte Amerikan Ulusu, böylece çıkar temeline oturtulan birleşmeyle gerçekleşti.

…kapital, olduğu gibi kaldığı sürece küçülür. Bu nedenle, emperyalizm, kapitalizm için bir tercih sorunu değil, kapitalist bir toplumun yaşama biçimidir.

Ekonominin musluklarını ele geçiren yerli ve yabancılarla ortaklık kurmuş özel girişimciler eliyle, siyasal sisteme egemen olunur.
O andan sonra artık ABD ile çıkar ortaklığınız(!) kurulmuştur.

BÖLÜM II
ABD ORTADOĞU VE TÜRKİYE
“Mısır, Sudan, Somali, Kenya ve Umman'daki üsleri birbirine bağlayan su yollarının kesiştiği nokta olan Doğu Akdeniz eğer Türkiye nötr bir yol seçerse tehdit altında kalır.
Türkiye, cepheye birbiri ardından dizi dizi insan sürülebilir…”

ABD emperyalizmi teorisyenlerinin değişik yer ve zamanlarda ürettikleri bu kuramlara göre, ABD için önemimiz, "insan fazlasının dizi dizi cepheye sürülebileceği" ve bizdeki üslerin gerçekte emperyalizmin Basra Körfezi ve Güney Batı Asya'daki çıkarlarının korunmasında kullanılacağı düşüncesidir.

İkinci Dünya Savaşı'ndan önce, Ortadoğu petrol yatakları işletme hakkının yüzde 10'dan azı ABD firmalarına, yüzde 72'si İngiltere'ye ait iken, 1960'larda ABD payının yüzde 59'lara çıktı…

Dünya'yı altüst eden 6 yıllık savaş bitmiş ve savaşın utku kazanmış (muzaffer galipleri) yeni bir düzen vermek üzere, Dünya'yı aralarında paylaşmışlardır. Bu statükonun bozulması, yeni bir dağılmaya değin istenmez. Soğuk savaş, işte bu statünün sürdürülmesini sağlamıştır.
İngiltere, savaş sonrası eski gücünü kazanamayacağını anlamış ve Ortadoğu'da nüfuz bölgelerini yavaş yavaş ABD'ye terk etmiştir. Türkiye ve Yunanistan, ilk önce terk edilen alanlardır.
Churchill’in Boğazlar sorunu ile ilgili ikili oyunu, Rusya'nın, savaş sonrası bu sorunla bizi zorlaması ile sonuçlanır.

ABD'de partiler değişir -zaten iki parti esasına dayalı bir sistemdir- ama ABD'nin dünyaya egemen olma, öteki ülkelere söz geçirme ve sömürme ilkesi/politikası değişmez. Çünkü ABD'de politikanın çerçevesini evrensel soygun şirketleri çizer.

BÖLÜM III
ÇOKULUSLU ŞİRKETLERİN TUZAĞINDA OLTADAKİ BALIK TÜRKİYE
Bugün dünyada görülen tüm önemli mücadele, çokuluslu şirketlerin en fazla alana sahip olma açlığına dayanmaktadır.

Eisenhower'la birlikte, ABD başkanlık katında Rockefeller Grubu etkili olmuştur. Daha önce (Truman döneminde), Morgan firmasında olan nöbet, Eisenhower'la Rockefeller Grubuna geçmiştir.

Nelson Aldrich Rockefeller, Amerika'nın ilk petrol tröstü Standart Oil Company'nin kurucusu John Rockefeller'in torunudur.

İran Başbakanı Muhammed Musaddık, 1952'de petrol alanlarının millileştirilmesinin ülkenin yararına olacağına karar verdiği zaman, ClA onu hemen bilindiği gibi yerinden yürütüverdi. Musaddık'ı deviren, Şah'ı destekleyen ordu, Amerika tarafından eğitilmiş ve donatılmıştı.

Güney Vietnam'ın ABD yanlısı, Rockefeller'in deyimi ile, "ABD'ye uygun ve bağlı hükümetinin" Başbakanı Kao-Ki, Vietnam'dan kaçırılmış, O'nu kullanan Amerika desteğini çekince, Amerika'da barmenlik yapmıştır.

“ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardımı artırmalı ve böylece bu iş adamlarının, ilgili ülkenin ekonomisinde kilit noktalarını ele geçirmeleri, buna dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır.” Rockefeller’ın mektubundan…

Maliye eski bakanlarından Cihat Bilgehan, 1977 Ekim ayında, Dünya Bankası ve IMF den eli boş dönerken, Koç Grubu, Dünya Bankası'ndan yirmi milyon dolarlık kredi alıyordu.

ABD'nin, kendi kurtuluşundan bu yana karşı olduğu en önemli konu ulusal kurtuluş hareketleridir.

ABD- ayrıca az gelişmiş ülke aydınları için de, özel programlar hazırlar. Bunlarla da aydınlara kendi ideolojisini benimsetme ve o aydınların ülkelerindeki kültür çalışmalarını yönlendirmeye çalışmaktadır.

Barış Gönüllüleri adıyla gelen bu görevliler, Amerikan ideolojisini halka aşılama programı uygulamak amacındaydılar.

Barış gönüllülerinden istenen, Bir Müslümanın Mekke'ye yönelmesi gibi, bir insanın Washington'a bakmasını sağlayacak ideali bulmaktır.

BÖLÜM IV
ABD NEDEN TÜRKİYE'DE
Toplum Dışardan teknoloji ithal ediyorsa, genellikle bu teknolojiye uygun ideoloji de ithal eder. Kimi durumlarda ise, bir ideolojinin benimsenmesi güdümlü toplumsal değişmenin başlatıcısı olur.

"ABD neden Türkiye'dedir?" sorusunun yanıtı, "ABD, Dünya'nın öteki ülkelerinde hangi nedenle bulunuyorsa, bizde de o nedenle bulunuyor" olmalıdır.

22 Mayıs 1947 tarihli Kongre Kanunu:
"Amerika Birleşik Devletleri Kongresinin Senatosu ve Temsilciler Meclisi tarafından kanunlaştırılmıştır ki, bir başka kanunun hükümleri ile çatışmadıkça Cumhurbaşkanı, Birleşik Devletlerin çıkarına uygun mütalaa ettiği zamanlarda Yunanistan ve Türkiye'ye, bu hükümetlerin talebi üzerine ve kendisinin tayin edeceği kayıt ve şartlarla, yardımda bulunabilecektir."

Türkiye-ABD ilişkilerinde, emperyalist sistem içinde Türkiye'ye verilmek istenen rol işte bu 1947 Antlaşmasıyla başlar.

"Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve karan kurtaracaktır." Amasya Protokolü ile dünyaya böyle haykıran bir ulusun, tam bağımsız bir Cumhuriyet kurduktan sonra, emperyalizme sığınması, tarihin yargısında aklanamayacaktır…

BÖLÜM V
SÖZLEŞMELERİN TUZAĞINDA YA DA
BAĞIMSIZLIKTAN BAĞIMLILIĞA-1-
"Tam bağımsızlık elbette, siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir."

“Amerikan yardımını, bir kere bizi şimdiden istiklalimizden mahrum edeceği ve Amerikan himayesi altına koyacağı için istemiyorum. Yardımın şartları malum: Amerikan Cumhurbaşkanından tutun da derece derece ta Amerikalı radyo ve gazete muhabirlerine kadar birtakım yabancılar, yardımın yerinde kullanılıp kullanılmadığım kontrol etmek bahanesiyle bizim içişlerimize müdahale edeceklerdir.” M. Ali Aybar

"Büyük Amerika Cumhuriyeti'nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlamalıdır." İ. İnönü

ABD Emperyalizmi'nin en büyük düşmanı, ulusal kurtuluş eylemleridir.

Türkiye'nin 1940'larda girdiği emperyalist tuzaklarından biri de, 1954 Askeri Kolaylıklar Antlaşması ve bunun uzantılarıdır. Bu uzantının sonuncusu 1980 Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması (SEİA)dır.

ABD Emperyalizmi Ortadoğu'yu petrol yatakları nedeni ile denetimde tutmak istemektedir.
(Emperyalizm kendini böyle koruyor; düşünsün insanlar, ABD, petrol vs. enerji kaynakları nedeniyle mi Türkiye’nin dibindedir, yoksa başka kaygıları da var mıdır?)

SÖZLEŞMELERİN TUZAĞINDA YA DA
BAĞIMSIZLIKTAN BAĞIMLILIĞA -II-

1964'deki Kıbrıs bunalımı sırasında, Kıbrıs'a asker çıkarma kararı üzerine, zamanın Başkanı Johnson’un ünlü mektubuyla da uyarılmıştık.
1974 Kıbrıs Harekâtı'ndan sonra da, ABD bizi ambargo ile üç yıl cezalandırmıştı... Parasını ödediğimiz malzemeleri bile yollamamıştı.
12 Eylül ve sonrası, emperyalizmin tuzakları daha da arttı. Anayasa'sıyla; yeni düzenin kurumlarıyla, Türkiye'ye bağımsızlık eğilimi kaybettirilmeye çalışıldı...

Türkiye, 1946 yılının 7 Eylül'ünde ilk kez devalüasyonla tanıştı.
1947 yılının 11 Mart'ında da IMF'ye üye olduk.

Türkiye, 1946'lardan bu yana genelde çoğunlukla IMF’nin, Dünya Bankası'nın ve AID'nin önerilerine uymuştur. Ama krizden krize düşmüş, borç batağına batmıştır.

1977 sonlarında kurulan Ecevit Hükümeti, 1978 Şubat'ında devalüasyona gider; faizleri artırır…

Dünya Bankası, İMF ve benzeri Uluslararası kuruluşlar, uzun yıllar, bizim ağır sanayie değil, tarım sektörüne yatırım yapmamızı önermişlerdir. Ancak, Türkiye'nin bu önerileri yeterince dikkate almaması ve özellikle Sovyetlerle yapılan anlaşmalarla ağır sanayie önem verilmesi (İskenderun Demir-Çelik, Seydişehir Alüminyum Kuruluşlarıyla, Orta Anadolu Rafinerisi vb. gibi kuruluşlara yönelinmesi) nedeniyle olsa gerek, bu konudaki baskı giderek yön değiştirir. Bu kez de "siz ağır sanayie değil, hafif sanayie önem verin," önerisiyle karşı karşıya bırakılırız.

1977 sonlarında, Dünya Bankasından bir uzman gelir. Adı Kemal Derviş'tir.
Derviş, Dünya Bankası'nın Ecevit'in Ekonomik Programı'nı öğrenmek ve ne yapması gerektiğini O'na duyurmak için gelmiştir.

ABD, Sovyet tehdidi ile, bizdeki sosyal uyanışı ve ekonomik gelişmeyi denetim altına almak istemiştir. Emperyalizm için asıl tehlike buradadır; ekonomik gelişme ve sosyal uyanıştadır. Özellikle bizim gibi, Ulusal Kurtuluş Savaşırının görkemli utkusuna sarılan bir ulusun, dizginlenebilmesi önemlidir. Ne diyordu Rockefeller, "... ekonomik yardım, onlardaki bağımsızlık eğilimini arttırır, -Türkiye gibi - düşünülenin tersi sonuçlar yaratır..."

Özetle ekonomik yaşantısı ve politikası, emperyalizmin kuruluşlarınca yönlendirilen ve denetlenen, parlamentosu ABD'nin ya da IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların isteklerine göre yasa çıkarma yükümü altında bulunan, genel olarak iç ve dış politikasını" tek başına saptayıp uygulayamayan bir ülkenin, tam bağımsız ve egemen bir ülke olması ne kadar olanaklı ise, Türkiye o kadar bağımsız ve egemendir.

SON SÖZ'DEN ÖNCE
…bu gaflete bugün girmedik. Bu gafletin temelleri 1947'lerde atıldı, yapıtaşları 1950’lerden sonra döşendi. Bu gafletten uyanmak gerektiğini birkaç kez gördük. Johnson'un mektubu ile açılan gözlerimiz ne yazık ki, Dickson Raporu ve 12 Mart'larla kapatılmak istendi. Ve 12 Eylül ile susturulduk.
---
Çınar Yayınları
4. Baskı