27 Şubat 2012 Pazartesi

Rollo May – Aşk ve İrade

Rollo May – Aşk ve İrade

Önsöz
Her ikisi de var olmanın birleştirici süreçleridir; başkalarını etkileme, ötekinin bilincini biçimlendirme, yoğurma, yaratma çabasıdır. Fakat bu sadece, kişi kendi iç dünyasını, aynı anda ötekinin etkisine açarsa olasıdır. (s. 7)

İçsel değerlerimizin iflasının tüm sonuçlarını gördüğümüz bir geçiş dönemi olan 20. YY’da, aşk ve iradenin kaynaklarını aramamızın özellikle önemli olduğuna inanıyorum. (s. 8)

  1. Şizoid Dünyamız
Geçmişte kendimizi yönlendirdiğimiz eski mitler ve simgeler yok artık; kaygı kol gezmekte ve biz, birbirimize sıkıca sarılıp, hissettiklerimizin aşk olduğuna kendimizi ikna etmeye çalışıyoruz. İrademizi kullanmıyoruz çünkü bir şeyi veya kişiyi seçersek diğerini kaybedeceğimizden korkuyoruz. (s. 9)

Aşk ve seks teknikleri konusunda, basını meşgul eden kitapların, haftalarca en çok satılanlar listelerinde bulunmalarına rağmen, içleri boştur. Çünkü pek çok kişi, kurtuluşa ulaşmak için kullandığımız tekniklerin çileden çıkmışlığıyla, aradığımız kurtuluşun izini kaybetme derecesinin birbiriyle doğru orantılı olduğunun farkındadır. Yolumuzu kaybettiğimizde daha hızlı koşmak, insanların eski ve ironik bir alışkanlığıdır. Aşkın anlamını ve değerini unuttuğumuzda da, cinsellik konusundaki araştırma, istatistik ve teknik yardımlara hücum ederiz. (s. 11)

…insanlar terapistlere, kaybettikleri iradelerinin yerine koyabilecekleri bir şey bulmak için gidiyorlar artık.
“bozuk irade çağı” (s. 12)

Bu bölümün başlığında kullandığım “şizoid” terimi dünyayla ilişksini kesme, yakın ilişkilerden kaçınma, hissetmeme anlamındadır… Terimi bireysel psikopatoloji açısından açıklayan Anthony Storr, şizoid bir kişinin soğuk, ilgisiz, kibirli ve insanlardan kopuk olduğunu savunur. Bu şiddetli bir saldırganlığa yol açabilir. Yine Storr, bütün bunların bastırılmış bir aşk özlemi için karmaşık bir maske olduğunu söyler. (s. 13)

Kahin Olarak Sorunlar
Sanatçı ve Nevrotik
Sanatçılar ve nevrotikler, toplumların bilinçaltı ve bilinçdışı derinliklerini bilmekte ve onlardan beslenmektedir. Sanatçı bunu olumlu, nevrotik ise olumsuz bir biçimde gerçekleştirir. (s. 19/20)

Sie Herbert Read sanatçının ırkın gelecekteki bilimsel ve zihinsel deneyimini önceden sezdiğini belirtmiştir. (s. 20)

Şizoid olmak ve Cézanne olmak aynı anlama gelir. (s. 22)

Ancak şizoid bir kişi, şizoid bir dünyayı resmedebilir, ancak altında yatan ruhsal çatışmaların içine dalacak kadar duyarlı olan bir kişi, dünyamızı daha derin biçimleriyle, olduğu gibi bize sunabilir. (s. 22)

Haberci Olarak Nevrotik
Kayıtsızlığın Doğuşu
Kayıtsızlık ve duygu eksikliği aynı zamanda kaygıya karşı birer savunmadır. Bir kişi sürekli olarak üstesinden gelemeyeceği tehlikelerle karşı karşıya ise, son savunma hattı nihayet bu tehlikeleri hissetmekten bile kaçınmaktır. (s. 29)

Kayıtsızlık; a-patos
Hissetmekten geri çekilme

Kayıtsızlık içinde yaşamak şiddete yol açar. (s. 33)

İç yaşam kuruduğunda, hissetme azalıp kayıtsızlık çoğaldığında, kişi başkasını etkileyemediği ya da ona hiç değilse gerçekten dokunamadığında şiddet, temas için şeytani bir gereksinim, en dolaysız yoldan dokunmayı zorunlu kılan çılgın bir dürtü olarak alevlenir. (s. 33)

Etkin bir şekilde nefret edilmek, etkin bir şekilde hoşlanılmak kadar iyidir; baştan aşağı dayanılmaz bir durum olan adsızlık ve yalnızlığı sonlandırır. (s. 34)

Birinci Bölüm
Aşk

  1. Seks ve Aşk Paradoksları
Batı geleneğinde dört çeşit aşk vardır. Birincisi seks ya da şehvet diye adlandırdığımız libidodur. İkincisi üreme veya yaratma dürtüsü –eski Yunanlıların deyişiyle, daha yüksek varlık ve ilişki biçimlerine gereksinim- olan Eros’tur. Üçüncüsü Philia, veya dostluk, kardeşlik sevgisidir. Dördüncüsü ötekinin refahı için adanmış sevgi, ilk örneği insanın Tanrı sevgisi olan agope veya Latinlerin adlandırdıkları biçimiyle caritas’dır. İnsanın her gerçek aşk deneyimi, bu dördünün değişen oranlarda karışımıdır. (s. 41)

Cinsel Yaban
“Arzulayıpda bir şey yapmayan, kıran üretir.” William Blake (s. 43)

Teknikler Yoluyla Kurtuluş
Seks tekniğini gereğinden fazla vurgulamak, sevişmeyi mekanikleştiren bir tavra yol açar ve beraberinde yabancılaşmayı, yalnızlık duygusunu ve benlik yitimini getirir. (s. 49)

Yeni Püritenler
Viktorya dönemi insanı, sekse karışmadan aşkı elde etmeyi aradı; modern insan ise aşka karışmadan seksi elde etmeyi arıyor. (s. 52/53)

Birinin kullanıldıktan sonra çöpe bile atılmayacak kadar önemsiz olduğunu belirtmek için küçümseme sözü olarak “s.ktir git” ya da “s.kerim seni” deriz. Bunun kazayla olduğunu düşünmüyorum. (s. 55/56)

Freud ve Püritenlik
Freud, cinselliğin dizginlenmesi ve yönlendirilmesi gerektiğine inanıyordu ve bunun hem kültürel gelişim hem de kişinin kendi kişiliği için özel bir değer taşıdığını düşünüyordu. (s. 58)

Sorunların Güdüleri
Geçmişte insanlar seksi yadsırken günümüzde seksin zorlanımlı bir zihin uğraşı olmasına yol açan nedir? (s. 62)

Daha iyi başarı için kendini daha az hisseder hale getirmek. (s. 65)

Sekse Karşı Ayaklanma
Seks makineleştikçe, tutku önemsizleştikçeve hatta zevk azaldıkça sorunun başa dönmüş olması şaşırtıcı değildir. Cinsel temas böylece rafa konup uzak durulması gereken bir şey haline gelir.
“Şu anda anladığımız seks yakında ölebilir.” McLuhan (s. 72)

  1. Erosun Seksle Çatışması
“Aşk, tutku olmadan büyüyemez.” Themis (s. 76)

Bastırılmış Erosun Dönüşü
Yabancılaşma, samimi bir biçimde yakınlaşma becerisi yitimi olarak hissedilir. Duyduğum kadarıyla bu insanlar; “konuşmayı arzuluyor ama kurumuş seslerimiz cam kırığı üzerindeki sıçan ayakları” diye bağırıyorlar. Birbirimizi duymadığımız için yatağa giriyoruz; birbirimizin gözlerine bakamayacak kadar utangaç olduğumuz için yatağa giriyoruz, yatakta baş çevrilebilir. (s. 85/86)

Seksi erostan ayırdık ve sonra erosu bastırmaya çalıştık, yadsınmış erosun bir ögesi olan tutku daha sonra onun bastırılmışlığından kurtulup kişinin tüm varlığını altüst etmek için geri dönecektir. (s. 86)

Eros Nedir
Seks; Latince “ayrılma” anlamındaki sexus’tan gelir
Eros; kaderdir.
İnsanoğlu sürekli değişmektedir. (s. 94)
Peki bu değişimin içinde, bu farklılığı bir arada tutan nedir? Erostur. (s. 95)

Eros kendini gerçekleştirmeye doğru iter, fakat bu kişinin öznel kaprisleri ve edilgen bir dünya dileklerinden doğan benmerkezci iddiası değildir.
Doğaya veya gerçeğe “hakim olma” fikri Yunanlıları dehşete düşürürdü ve hemen kibir veya tanrıları gücendirecek, insanın kıymetine kesin bir davetiye çıkaracak haddinden fazla gurur damgası yerdi. Yunanlılar her zaman nesnel, verilmiş dünyaya hürmete varan bir saygı gösterdiler. (s. 97)

Freud ve Eros
Freud tamamıyla tatmin olmuş bir libidonun, ölüm içgüdüsü yoluyla özkıyıma götüreceğini anlar, ve Eros –yaşam ruhu- kendisiyle çatışırken yok olan libidoyu kurtarmak için çağırılır. (s. 99)

İnsanın varoluşu artık yeni bir devler savaşından ibarettir; Thanatos’a karşı Eros.

Erosun Birliği: Bir Vaka İncelemesi
Duygu içinizden gelen öznel bir itiştir, duygular sizi harekete geçiren güçlerdir ve şu anda hissettiklerinizi yansıtmanızı sağlayanlardır.
Hissetmek, yalnızlıkları azaltmak yerine daha acı verici kılar, bu yüzden hissetmeyi bırakırlar. (S. 110/111)

Eros Hastalanıyor
Eros, Aphrodite’in olduğu kadar Ares’in de çocuğudur. Yani aşk, ayrılmaz bir biçimde saldırganlıkla bağlantılıdır. (s. 116)

Eros tutkuyu yitirdi ve yavanlaştı, çocuklaştı, sıradanlaştı. (s. 117)

Eros, bir kültürün canlılık merkezidir, kalbi ve ruhudur. Gerilim boşaltımı yaratıcı erosun yerine geçtiğinde, uygarlığın çöküşü kesinleşir. (s. 120)

Aşk ve Ölüm
Ölümle yüzleşmek aşk ve tutku için bypass’tır.
Eros “tüm tanrılarda tüm insanlarda… uzuvların gücünü kırar!” Eros, yarattıkça yıkar. (s. 122)

Ölümlülük İması Olarak Aşk
…bilinç yoğunluğu…

…ölüm her zaman aşk hazzının gölgesindedir. O ürkütücü, akıldan çıkmayan “bu yeni ilişki bizi yok edecek mi?” sorusu, belli belirsiz de olsa hep mevcuttur. Aşık olduğumuzda, benliğimizin merkezinden vazgeçeriz. Önceki varoluş durumumuzdan alınıp boşluğa fırlatılırız ve yeni bir dünyaya, yeni bir varoluşa ulaşmayı umsakda, bundan asla emin olamayız. Hiçbir şey aynı gözükmez. Dünya yok edilmiş, bir daha kurulacağını nasıl bilebiliriz. Kendi merkezimizi veririz ve ondan vazgeçeriz. (s. 123)

Güvenlik teminatının olmayışı.
Tehlike algısı -> Aşk!
Çocuğa duyulan sevgi, daha büyük bir savunmasızlık deneyimidir. (s. 124)

“Hiç ölmeyeceğimizi bilsek, tutkulu biçimde sevebilir miydik?” A. Maslow

Mitolojideki tanrıların yavan aşkları (???)

Aşk ölümlülük duygularımızla yalnızca zenginleşmez, onlardan oluşur. (s. 125)

Ölüm ve Cinsellik Saplantısı
Cinsel etkinlik, içsel ölüm korkusunu susturmanın ve üreme simgesi sayesinde, onu yenmenin en kolay yoludur. (s. 130)

Doğaya yabancılaşmamız ne kadar büyükse, -yabancılaşmanın en büyük simgeleri atom bombası ve radyasyondur- ölüme de o kadar yakınızdır. (s. 131)

(Mit terimini yaygın olan “yalan” anlamında değil, tarihsel açıdan doğru olan deneyime anlam katan yön veren psikobiyolojik örüntü anlamında kullanıyorum) İktidar miti rönesanstan bu yana, Batılı insanın kimlik mücadelesinde merkezi bir rol oynamış, psikolojik ve ruhsal kişiliğinin biçimlenmesinde özellikle önemli olmuştur. Batılı insanın, fiziksel bilimlerde ve sanayileşmede şaşırtıcı başarılara yol açan doğayı kullanma uğraşı, ondokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılda insanı da kapsamına almıştır. Buna göre kendimi kullanarak iktidar kazanıyorum. Fakat bunda başarılı olursam, gerçekten iktidarlı olamam; çözülemez bir ikileme düşüyorum. Benliğim kullanılmaya boyun eğen hareketsiz bir canlı parçası. Kendini kullanma, başkasını kullanma gibi, iktidarı asla artırmaz, tam tersine onu zayıflatır. (s. 132)

…trajediyi yaygın olan “felaket” anlamında değil, aşkın hem neşe hem yıkım getirdiğinin özbilinçli, kişisel fark edilişi anlamında kullanıyorum… Cinsel aşkın, insanları sadece kendilerini değil aynı zamanda başka bir sürü da yok edebilecek durumlara iten bir gücü olduğunu anlatmaya çalışıyorum. (s. 135)

Trajik, insan yaşamına zenginlik, değer ve saygınlık kazandıran bilinç boyutunun bir dışavurumudur. Bu nedenle, trajik sadece –eski Yunan anlamında acıma, duygudaşlık ve anlayış gibi- en insancıl duyguları mümkün kılmakla kalmaz, onsuz aşk aşırı tatlılaşır, yavanlaşır ve eros hiçbir zaman büyümeyen hastalıklı çocuğa dönüşür. (s. 135)

Didi “gidelim” der ve oyunun sahne talimatları, “kıpırdamazlar” diye belirtir. Çağdaş insanın irade sorunu önemli eylemlerde bulunmamasını daha iyi anlatan bir parça yoktur. (s. 137)

Trajik ve Ayrılık
Aşkın trajik  yönünün bir başka kaynağı vardır. Bu da, birbirimizi sürekli arzulamamıza, geçici olmaya mahkûm tamamlama hasretine yol açan, kadın ve erkek olarak yaratılmış olduğumuz gerçeğidir. (s. 137)

“Hiç haz almadı. Bu yüzden yalnı adam haz almaz.” Upanişad
Bunun üzerine “boşluğu doldurmak için kadın yaratılmıştır.” (s. 139)

Etrafta kadın olduğunda daha erkeksi olduğumuzu, onların da daha kadınsı olduklarını ileri sürüyorum. İki cinsin de, karşı cinsin özyapısını vurgulama işlevi vardır.
…cinsler adeta birbirini ateşler. (s. 140)

On dokuzunu yüzyılın sözde erkeksi erdemlerinin, erkeğin iktidarını kanıtlaması için sadece doğayı değil, kendini ve yoluna çıkan tüm kadınları da fethetmesini gerektirdiği doğrudur. (s. 142)

…erkek, belli bir noktanın üzerinde heyecanlandığında kendini tutması imkansız hale gelir. (s. 143)

…kadın ilk aşkını tattığı gün onu ikiye keser. Erkek ilk aşkından sonra öncesi gibidir. Kadın ilk aşkından itibaren başkadır. Bu yaşamı boyunca sürer. Erkek, kadınla bir gece geçirir ve gider. Yaşamı ve bedeni hep aynıdır. Kadın gebe kalır. Anne olduğunda, çocuksuz kadından farklı bir insandır… (s. 143)

Gebelik Önleyiciler ve Trajik
Gebelik önleyiciler, tüm aletler ve makineler gibi özgürlük ve seçme alanımızı artırabilir. Fakat bize verilen bu yüce özgürlük ve güç aynı zamanda kararlılığımızı, kendini artık seksin ve aşkın sıradanlaşmasıyla dışa vuran kararsızlığı ve kaygımızı da  artırır. (s. 148)

Gebelik önleme yardımıyla, seks en azından bazı durumlarda tümüyle kişisel bir ilişki haline gelebilir. Bunun yarattığı sorun da bu kişisel ilişkinin anlamını bulmak gibi büyük bir sorundur. (s. 149)

  1. Aşk ve Daimonik
“Şeytanlarım beni terk ederse,
Korkarım meleklerim de uçup gider…” Rilke (s. 150)

“Eros bir daimondur.” Platon (Şölen)

Yunanlılar için çok doğal olan Eros’u daimonikle bağdaştırmak, tüm çağdaş aşk kuramlarının takılıp düştüğü engeldir.
Daimoniğin zıt kutbu ussal güven ve sakin mutluluk değil, “cansıza dönüş”: Freud’un deyişiyle ölüm içgüdüsüdür. Daimoniğin karşıtı kayıtsızlıktır. (s. 150)

Daimonik, vicdan değildir; çünkü vicdan, kültürel göreneklere ve psikanalitik anlamda süperegonun gücüne bağlı, büyük ölçüde sosyal bir üründür… İyi ve kötünün ötesindedir.
Heidegger ve daha sonra Fromm’un dediği gibi, insanın “kendine geri dönüşü” de değildir; çünkü kaynağı, benliğin, benlikten öteye giden doğal güçlerde kök salmış ve kaderin bizi ele geçirişinin hissedildiği o alanlarda yatar. (s. 152/153)

Daimonik, tam olarak benlik değil, daha çok varlık zemininde yükselir. (s. 153)

Yunan dilinde mutluluk iyi bir dehayla kutsanmanın bir sonucuydı. Mutluluk, kişinin daimonuyla ahenk içinde yaşamasıdır. (s. 153)

“Genius” (Latince kökü “Genere”), üretme, doğurma anlamında olduğundan, daimonik de bireyin içindeki üretici sürecin sesidir. (s. 153)

Daimonikte canlılığımız, kendimizi erosun gücüne açabilme yetimiz yatar.
Daimoniği yönetmek ve yönlendirmek gerekir. (s. 154)

“Daimonik, doğanın gücüdür.” Goethe

(Daimonik) Bir gece sarhoş arkadaşlarıyla eve dönen baba Karmazov, geri zekalı kadınla hendekte ilişkiye girmeye yüreklendirilir ve bu sırada katilinin tohumlarını atar. Çünkü Dostoyevski, sanatçının gerçek daimonik içgüdüsüyle, bu ilişkiden doğan çocuğa babasını öldürtür. (s. 155)

Daimonik asla ussal bir “hayır”ı kabul etmez.
Bu bakımdan daimonik, teknolojinin düşmanıdır. Kendimizi robot gibi teslim ettiğimiz hiçbir saat başını, dokuz-beş mesaisini veya montaj hattını kabul etmez.

“Har şair, şeytan heyetindendir.” Blake

“Ve kalbimde daimonlar ve tanrılar
Sonsuz bir savaş sürdürüyorlar.” Yeats (s. 156)

Terime İtirazlar

Daimonik kavramı gerçek nedenlerden değil simgelediği şeyi inkâr etme mücadelemiz yüzünden bu denli kabul edilmez görünmektedir. Narsizmimize büyük bir darbe indirir. (s. 159)

İlkel Psikoterapide Daimon
Daimoniği içinize alamazsınız, o “sizi iradesi altına alır. Daimonik iradesini yenmenin tek yolu, onunla yüzleşerek, onunla hesaplaşarak, onu özsisteme katarak idare altına almaktır. (s. 164)

Bazı Tarihsel Araştırmalar
Arkaik Yunanistan’da daimon terimi theos terimiyle, birbirinin yerine geçer şekilde kullanılıyordu ve kadere benzer bir anlamı da vardı. Kader gibi, Homeros veya Platon öncesi yazarlar tarafından (? Kimse onlar) asla çoğul olarak kullanılmazdı. “Kaderim” olduğu gibi, “daimonum” da var. Mirasçısı olduğumuz bir yaşam koşulunu yansıtır. (s. 165)

“İnsanın öz yapısı onun daimonudur.” Herakleitos (s. 166)

Daimonik hem nesnel hem özneldir. Sorun daima daimonun her iki yönünü de görmek, bireyin iç deneyim olgusunu, doğayla, kaderle ve varlığımızın temeliyle olan ilişkilerimizi devamlı psikolojikleştirmeden görmektir.
Daimonik tamamen nesnel olursa, insanın dış güçlerin kurbanı olduğu batıl inançlara kayma tehlikesi yaşarsınız. Öte yandan, onu tamamen öznel olarak alırsanız, daimoniği psikolojikleştirirsiniz; her şey yansıma oluverir, git gide daha da yüzeyselleşir; doğanın gücünden yoksun kalırsınız. Varoluşun hastalık ve ölüm gibi nesnel koşullarını yoksaymış olursunuz… Böylesine bir tekbenciliğe tutulduğunuzda, son umudunuzu bile yitirirsiniz. (s. 167)

MÖ. beşinci yüzyılın sonlarında daimonik, insanın akli özeliğinin koruyucusu olmuştur. İnsanın kendini gerçekleştirmesinde yardımcısıydı; özerkliğini yitirmek üzereyken onu uyaracaktı. (s. 167)

Daimonik / daimon ilahiyle insan arasındaki köprüdür. (s. 169)

Şeytan ve iblis, Yunancadaki diabolos sözcüğünden gelir; bunun çağdaş İngilizcedeki karşılığı “diabolic”tir. Diabolic, diabolos sözcüğü ilginçtir ki “parçalara ayırmak” (diabollein) anlamındadır. Diabolic sözcüğünün zıt anlamlısının da “symbolic” oluşu dikkat çekicidir. İkinci sözcük “sym-bollein” den gelir ve bir araya getirmek, birleştirmek anlamına gelir. Bu sözcüklerde, iyi ve kötünün varlıkbilimine dair büyük çıkarımlar yatar. Symbolic, bireyi kendisine ve topluluğuna çeken, onlara bağlayan ve onlarla bütünleştirendir, diabolic ise tersine, dağıtan ve parçalayandır. Her ikisi de daimonikte mevcuttur. (s. 170)

…şeytan bahçede, doğanın açıkça daimonik öğesi olan yılanı yardıma çağırmıştır. Cennete şeytan şehvetin daimoniğinin ve insanı tanrı gibi ölümsüz kılacak bilgi yoluyla güç kazanma arzusunun vücut bulmuş halidir. Tanrı, Adem ve Havva’yı “iyi ve kötü bilgisinin ağacından yedikleri için azarlamıştı ve “ya ebedi hayat ağacının meyvesini yerlerse” diye kaygılanmıştı. Bahçedeki bu oyun ve İsa’nın dağda aklının çelinişi, şehvet ve güç gibi daimonik dürtülerin simgesel temsilleridir. Şeytan da bu daimonik dürtülere vücut veren simgedir. (s. 171)

Bir zamanlar başmelek olan şeytan, iblis ve diğer daimonik kişiler psikolojik olarak gereklidir. İnsan eylemini ve özgürlüğünü mümkün kılmak için icat edilmeliydiler, yaratılmalıydılar. Yoksa bilinç olmazdı. (s. 171)

Yoksa bilinç olmazdı çünkü her düşünce yarattıkça yıkar; buna “evet” demek, şuna “hayır” demek ve “evet”in kararsızlığının içinde “hayır”ı tutmaktır. Bir şeyi algılamak için diğer şeyleri dışarıda bırakmalıyım. Çünkü bilinç ya/ya da yoluyla işler; yapıcı olduğu kadar yıkıcıdır. Başkaldırı yoksa bilinç de yoktur. (s. 171)

Şeytanlar ve melekler arasındaki ikileşim Ortaçağ boyunca sürüp gitti ve daimonik sözcüğü artık “demon”du. (s. 172/173)

Doğada keşfedilmiş canlı ve cansız, ruhlu ve ruhsuz, sadece çelişkilerde ortaya çıkan ve bu nedenle bir kavramla anlaşılmaz, yine de tek bir sözcükten az… yalnızca imkânsızca zevk buluyor gibiydi ve imkânlıyı kendinden iğrenerek atıyordu.
Diğer tüm ilkelere adeta karışan, onları ayıran ve birleştiren bu ilkenin adını, eskilere ve benzer bir şeyin farkına varanlara dayanarak, daimonic koydum. (Goethe) (s. 174/175)

Aşk ve Daimonik
…kişi kendini ortaya koyamazsa, gerçek bir ilişkiye katılamaz. (s. 180)

Yunanlıların uygarlık olarak böylesine üstün bir düzeye yükselmelerinin ana nedenlerinden birinin, daimonikle yüzleşme cesaretleri ve açıklıkları olduğunu öne sürme cüretini gösteriyorum. (s. 185)

Daimonik = Baştançıkarıcı keşif arzusu / başkaldırı
…Dünyayı yitirmek benliği yitirmektir, benliği yitirmek de dünyayı; benlik ve dünya ilişkilidir. Kaygının işlevi benlik-dünya ilişkisini yok etmektir. Yani kurbanın mekânda ve zamanda yönünü kaybettirmektir. (s. 187/188)

  1. Diyalog İçinde Daimonik
Diyalog ve Bütünleşme
Daimoniği anarşiden ayıran en önemli ölçüt diyalogdur.
Diyalog, insanın ilişki içinde varolduğunu ima eder.
İletişim cemaati varsayar, bu da sırasıyla cemaatteki insanların bilinci arasında bir paylaşım anlamına gelir.
Logos – gerçekliğin anlamlı yapısı / dia – logos  (s. 192)

…yüzleşilmediğinde daimonik düşmana yansıtılır. (s. 195)

Rakiplerimizle savaşırken, yadsımış da olsak aslında kendimizle savaştığımızın pek farkına varamayız. (s. 195)

Daimoniğin Aşamaları
Daimonik ve Adsız
“Daimonik adsızlıktır.” Ricoeur

Sanayileşmiş bujuva toplumumuzda insanın daimondan kaçınmasının en etkili yolu kendini sürüde kaybetmesidir. (s. 198)

Bu uymacılık ve adsızlık, daimonik güdülerimizin tatminini sağlarken bizi onların sorumluluğundan, yükünden kurtarır. Fakat aynı zamanda daimoniğin kişilikdışı kalmasını da sağlar. Daimonik güçleri bireysel bütünleşme için kullanışsız kılarlar; kişinin ödediği bedel, kendi becerilerini kendi özel yoluyla geliştirme fırsatını yitirmesidir. (s. 199)
(Televizyon aracılığıyla odasından çıkmasa bile) o hepsini tanır, fakat o hiçbir zaman tanınmaz. Adı bilinmez. Hep diğer on binlerce adsız yabancının metroda ittikleri yabancı  olarak kalır. Bunun içinde derinden kişiliksizleştirilen bir trajedi vardır.

“Adları, yaşayanların kitabından silinecektir.” Yehova (s. 199)

Yalnızlık ve onun üvey çocuğu olan yabancılaşma, daimonik cinneti biçimleri olabilirler. (s. 200)

İnsan olmak, adsızla kişisel arasındaki sınırda var olmak demektir. Daimoniği yönlendirebilirsek daha çok bireyselleştirebiliriz; yayılmasına izin verirsek adsızlaşırız. İnsanın ödevi, bilincinin derinleşmesi ve gelişmesi sayesinde daimoniği kendine katmaktır. (s. 201)

Daimonik ve Bilgi
Bilmek tehlikelidir ama bilmemek daha tehlikelidir. (s. 204)

İnsan kendisi hakkında ne  kadar bilgiye dayanabilir? (s. 204)

Tanrı seni, kim olduğun bilgisinden korusun! (s. 205)

Daimoniği Adlandırma
Geleneksel olarak insanın daimoniği yenmesinin yolu onu adlandırmaktır. Bu yolla insan önceleri tehditkâr bir kişilikdışı kaos olandan kişisel anlam çıkarır. (s. 206)

Adlar kutsaldır. Adlandırma, kişiye diğer insan ya da şey üzerinde bir güç kazandırır.

Sözcükler insanı doğanın geri kalanından ayırandır ve sözcükler onu kullanmaya cesaret edenler için tehlikelidir. (s. 208)

“…adın ne?”
“Yakup”
“Adın bundan böyle Yakup değil İsrail olacak, çünkü Tanrı’yla ve insanla çekiştin ve üstün geldin.” (s. 209)

“Kişinin kendini yazıda ifade etme gereksinimi, yaşama uyumsuzluktan veya eylemle çözemediği (…) içsel bir çatışmadan kaynaklanır.” A. Maurois (s. 210)

Hiçbir yazar sorununa yanıt bulduğuna dair yazmaz; daha çok sorunu olduğuna ve çare istediğine dair yazar. Çare çözümden oluşmaz, yazarın sorunuyla güreşmesi sayesinde, daha derin ve daha geniş bir bilinç boyutuna taşınmasından oluşur.
Van Gogh sakattı, Nietzsche sakattı, Kierkegaard sakattı. Bu, yaratıcı insanın yaşadığı yüksek bilincin bıçak kadar keskin kenarının tehlikesidir. Hiçbir insan Tanrı’yı görüp de yaşayamaz.
Bu bilinç paradoksudur; insan ne kadar özfarkındalığa dayanabilir?
Yaratıcılık kişiyi bilincin sınırlarına götürüp onu daha öteye iter mi? (s. 211)

Diagnosis = İyice bilmek
Eumenides = Merhamet işçileri
2. Bölüm
İrade
İrade Bunalımda
Kişisel Sorumluluğun Zayıflaması
Kendimizi tarihimizden ayırmadan, bilincimizi sakatlamadan, bu bunalımı yarıp yeni bir bilinç ve bütünleşme düzlemine çıkma fırsatını kaçırmadan Freud’un keşiflerini görmezden gelemeyiz ya da bir kenara atamayız. İnsanın benlik imajı bir daha asla aynı olmayacak; tek seçeneğimiz göklere çıkarılan “irade gücü”müzün yıkımı karşısında geri çekilmek veya bilincimizi yeni düzeylerde bütünleştirmeye çabalamaktır. İlkini yapmayı dilemiyorum ya da “seçmiyorum”; fakat sonuncuyu henüz başaramadık ve irade bunalımımız öyle bir durumda ki ikisi arasında felç olmuş durumdayız. (s. 226)

Kişinin kaderi eskiden nasıl irade tarafından belirleniyorduysa şimdi de bastırılımış zihinsel yaşam tarafından belirlenir.
İrade nasıl değer yitirdiyse cesaret de yitirmiştir; çünkü cesaret yalnızca iradenin hizmetinde varolabilir ve hizmet ettiği şeyden daha fazla değerli olması zordur. (s. 227)

İradedeki Çelişki
Tanrı kaostan biçim yaratmıştı ve biz biçimden kaos yarattık. (s. 228)

John Vakası
…Katatoniğin patolojik dünyasında, bizim gerçeklik dünyamızda kısılıp kaldığımız çıkmazın aynısına kısılır. Katatoniğin sorunu değerler ile iradeye dayanır ve hareketsizliği yaşantıladığı çelişkinin bir dışavurumudur. (s. 233)

…hareketsizlik sınırını aşabileceği tek eylem intihar etmekti. Böylece inrihar etmek yaşamaktı, ona kalan tek yaşama eylemi. (s. 235/236)

Psikanalizde İrade
Yanılsama ve İrade
…ego tanımı itibariyle kişiliğin bir parçasıdır, bir parça nasıl özgür olabilir? (s. 245)

8. Arzu ve İrade
Arzu ve İrade
İrade Gücünün Ölümü
Freud’un İrade Karşıtı Sistemi
Arzu
Bizi harekete geçiren “irade” değil “arzu”dur. (s. 257)

“Arzu en insani eylemdir.” William Lynch (s. 261)

Arzulamama Hastalığı
Arzulamayı bırakmak ölmek ya da en azından ölüler ülkesini mesken tutmaktır. (s. 263)

Arzulama Yetisinin Yokluğu
W. Lynch, hastalığa neden olanın arzulama değil arzulama eksikliği olduğu savını geliştirir…
Arzuyu “hayalde olumlu görüntüleme” olarak tanımlar. (s. 266)

…irade özbilinçlilik gerektirir, arzu gerektirmez. İrade ya / ya da seçiminin olasılığını ima eder, “arzu” etmez. “Arzu”, “irade”ye sıcaklık, içerik, hayal gücü, çocuk oyunu, tazelik ve zenginlik kazandırır. “İrade”, “arzu”ya benlik yönü, olgunluk kazandırır. “İrade”, “arzu”yu korur, onun çok büyük tehlikelerle karşılaşmasını önler, devamını sağlar. Fakat “arzu” olmadan “irade” yaşam gücünü, canlılığını yitirir ve kendiyle çelişerek yok olur.
Sadece “irade” var “arzu” yoksa elinizde kurumuş, Viktorya dönemi, neopüriten insan kalır. Sadece “arzu” var, “irade” yoksa, elinizde çocuk kalmış yetişkin olarak robot adama dönebilecek, yönlendirilen, özgür olmayan, çocuksu insan kalır. (s. 269)

William James ve İrade
“…yaşamı boyunca tereddütlülükten ve kararsızlıktan mustaripti.”
“Bozuk irade çağı” (s. 270)

Soru şu; neden bir şey ilgimi çekmez…
İrade uygulamasına harcanan çaba gerçekte dikkat çabasıdır. (s. 272)

…Kısaca nesnelerle ve benlik arasında belirli bir ilişki anlamına gelen irade ve inanç, tek ve aynı psikolojik olgunun iki adıdır.
Mümkün olan en kısa formül belki de, inanç ve dikkatimizin aynı şey olduğudur. W. James  (s. 273)

9. Amaçlılık
Amaçlılık bilincin esasını oluşturur.
İlk olarak bu terim ne anlama gelir? Bunu iki aşamada tanımlayacağız; ön aşama, amaçlarımızın dünyayı nasıl algıladığımıza göre sonuca götürdüğüdür. Fakat bu, amaçlılığın sadece bir yönüdür. Diğer yönü, bir nesneden geldiğidir. Amaçlılık bu ikisinin arasındaki köprüdür. (s. 278)

Amaçlılığın Kökleri
“Gözlere verilen, ruhun amacıdır.” Aristoteles (s. 278)

“Amaçlılık, aklın anlaşılan şeye dair ne kavradığıdır.”  St. T. Aquinas (s. 279)

Akıl, zekâ eyleminde bilgilendirilme yoluyla, alışılmış şeyin amacını biçimlendirir.

Birine bir şey söylemek, onu bilgilendirmek, onu biçimlendirmektir. (s 279)

Husserl, bilincin asla öznel bir boşlukta var olmadığını, daima bir şeyin bilinci olduğunu öne sürdü.
Bilinç sadece nesnel dünyasından ayrılmamakla kalmaz, dünyasını da oluşturur. Bunun sonucu, “anlamın aklın amacı” olduğudur. (s. 281)

Aldırış, Kant’ın anlayışına benzer bir anlamda dünyamızı kurandır. (s. 282)

Amaçlamak, amaç = Latince’de “intendere” gövdesinden gelir.

Tendere = gerilim, -> intendere = esnemek
Intent = niyet
Intention = amaç (s. 283)

Bir şey istemezsem, onu asla bilemem ve onu bilmezsem, istememin bir içeriği asla olmaz.
“Sadece anlam yaratır” (s. 286)

Psikanalizden Örnekler
Özgür çağrışım saf bilinçli amacın ötesine gitme ve kişinin benliğini amaçlılık dünyasına teslim etmesi tekniğidir. (s. 291)

Algılama ve Amaçlılık
Bir şeyi tasarlayamadan onu algılayamam. (s. 293)

Conceive = Anlamak, kavramak, tasarlamak aynı zamanda “gebe kalmak”

Beden ve Kasıtlılık
Kişi bedensel isteklerini dikkate almadan kesinlikle karar insanı olamaz. (s. 295)

Bedensel arzular iradeyle bütünleştirilmeli, yoksa biri diğerini engeller.

Duyular, beden içi değişimlerin algısı

Kültürün yabancılaştırdığı bedenle hesaplaşma. (s. 296)

Bedensel isteklere karşı değil, beden ile isteme, içeriden isteme vardır. (s. 297)

Bedenim birey olduğumun en eşsiz ifadesidir. (s. 298)

İrade ve Amaçlılık
İnsanoğlunun kimliği yaşantıladığı yer amaçlılık ve iradededir.
Descartes, o ünlü “düşünüyorum, öyleyse varım” cümlesinde hatalıydı, çünkü kimlik, düşünceden gelmez; düşünselleştirmeden hiç gelmez. (s. 302)

Güçlerimi harekete geçirme beklentim ve olanağım varsa, ilerlerim. Fakat kaygı boğucu hale gelirse, hareket olasılıkları silinir.

Nevrotik kaygı, amaçlılığı yok eder.

Amaçlılık olmadan gerçekten de “hiçbir şey”izdir. (s. 303)

10. Terapide Amaçlılık
“Ne teorik ne de pratik alanda, risk veya tehlike sınırında yaşama hissi olmayanlara aldırmayız, onların yardımına gitmeyiz.” William James (s. 305)

Nevroz, kabaca, kişinin kendini gerçekleştirememesinin iki yolu arasında bir çatışma olarak tanımlanabilir. (s. 306)

Presto Vakası
Dün gece bazı rüyalar gördüm, onları anımsıyorum ama gördüğümü hatırlıyorum… Hatırlasaydım, bir şey değişecekti… Kendime temas edebilecektim… İnce bir duvar… Neden onu geçemiyorum? (s. 309)

…hiç olmadığım kadar kötüyüm. Bu bir alışkanlık… Hiç ilgimi çekmiyor. (s. 310)

…Yani, istediğimi düşündüm… ya da istemeliyim, Tanrım, bilmiyorum. (s. 313)

…Kişi en azından tüm sorununu kassal davranış düzeyinde tutarsa, daha güç olan özsaygı tehdidiyle yüzleşmek zorunda kalmaz. (s. 322)

Yetişkin hastalarda, eylemleme, genellikle arzuyu veya niyeti bilinçliliğe dönüştürmeden ondan kurtulma çabasıdır. Eylemlemeden amaçlılıkla yaşamak kolay değildir, Niyet ve eylem kutupluluğunda yaşamak, kişinin kaygıyla yaşaması demektir.
Bundan dolayı hastalar eyleme dönüştüremezlerse, tam tersini yapıp, niyeti olduğu gibi reddederek gerilimden kaçınmaya çalışırlar. (s. 323)

Kültürlü hasta, amacı düşünselleştirme yöntemini kullanır ve bu şekilde duygularını yadsır, tüm deneyimi kısırlaştırır ve deneyimin içini boşaltır. Böyle bir hastanın yaptığı tam da amaçlılığı deneyimden çıkarmaktır. Onu kısırlaştırır, böylece hiçbir şeyi gerçekten amaçlamaz; hiçbir şeye doğru hareket etmez ve ayrık bir fikri tartışır. (s. 323)

Terapide Aşamalar
Arzudan İdareye
İkinci boyut farkındalığı özbilince dönüştürmedir. Bu insanoğlunun ayırt edici farkındalık biçimiyle, yani bilinçle bağlantılıdır.
Köken olarak “con” ve “scire”den gelen bilinç terimi (consciousness) “birlikte bilmek” anlamına gelir. (s. 330)

Tennyson’ın çatlak duvardaki çiçeği gördüğünde söylediği gibi: “Tanrı ve insanın ne olduğunu anlayabiliyorum.” İnsan yaratıcılığının ortaya çıktığı boyut budur. İnsan saf hazla kalmaz, deneyimini diğer insanlara ileteceğini umduğu bir resim çizer ya da bir şiir yazar. (s. 331)

Arzu ve İradeden Karara
Sorumluluk karşılıklı olmayı, karşılık vermeyi gerektirir… Bu boyuta, arzular ve kendini ortaya koyan iradeyi yadsıyarak ulaşılmaz. Bu boyut, önceki iki boyutu bütünleştirir ve mevcut kılar.
Kullandığımız anlamda karar, önceki iki boyuttan, arzularla güçlenen ve zenginleşen, iradeyle kendini ortaya koyan ve uzun dönemdeki hedeflerini gerçekleştirmede kişinin benliği için önemli olan kişilere karşılık veren, onlar için sorumlu bir eylem ve yaşama yapısı yaratır.
(Sullivan, Buber) hepsi arzu, irade ve kararın, bireyin yalnızca tatmini için değil varoluşu için ihtiyaç duyduğu ilişkiler bağı içinde meydana geldiğini öne sürer. (s. 332)

İnsan Özgürlüğü
“Karar” ne arzu ne de irade eylemi, ne ilişkinin birleşimidir.
…bir şeye karar vermek onu almak için çabalayacağımı resmen (kendime) açıklamamdır. Bu nedenle karar vermek bir bağlılıktır. Tüm varlığımın katıldığı bir eylemdir. (s. 333)

Özgürlüğümüz gerekircilik yönetimi ele geçirdiğinde bize kalan eksi alansa, artıklarsa, gerçekten kaybolduk demektir. Özgürlük ve seçim küçülür, yeni gerekircilik keşfedilene kadar masadan bize geçici olarak atılan kırıntılar oluverir. O zaman da insanın iradesi ve özgürlüğü çocukça saçmalıklar haline gelir. (s. 333/334)

Cennet Bahçesi’nden bilince “düşmeden” önceki ya da bebeğin bilince ulaşmaya ve onu genişletmeye çabalamaya başlamadan önceki saf özgürlüğü… (s. 334)

Ögürlük asla, sanki “irade”miz gerekircilikten geçici bir sınır indirimiyle çalışırmış gibi kanuni vazgeçiş olamaz. Tasarlama, biçimlendirme, hayal kurma, değer seçme, amaçlılık insan özgürlüğünün nitelikleridir.
Özgürlük ve irade gerekircilikten vazgeçişimize değil, onunla ilişkimize bağlıdır. Spinoza, “özgürlük”, gerekliliği tanımadır” diye yazar. (s. 334)

Kaderimizin eşyaratıcılarıyız. (s. 335)

(William James) Yirmili yaşlarının sonunda ve otuzlu yaşlarının başında, depresyonuyla felç olduğu ve hiçbir şey isteyemediği beş yıldan sonra, bir gün özgürlüğe inanma şeklinde bir irade eyleminde bulunabileceğini farketti.
Özgürlüğü istedi, onu bir karar haline getirdi. “Özgürlüğün ilk eylemi, onu seçmektir.” diye yazdı. (s. 336)

3. Bölüm
Aşk ve İrade
Aşk ve İrade İlişkisi
Birbirini Tıkayan Aşk ve İrade
Kaderimin efendisi olmaya bağlanmalıysam, kendimi asla tutkuya bırakmayacağım, çünkü tutkulu aşkın trajik olasılıkları vardır… Eros “uzuvların gücünü kırar” ve “zekânın tüm kurnaz planlarını alt eder”. (s. 343)

İradeden ayrılan aşk, ya da iradeyi engelleyen aşk, tutkuyu katmayan tutkuyla büyümeyen bir edilgenlikle nitelenir; bu nedenle böyle bir aşk çözülme eğilimindedir. (s. 345)

Dış rehberler yoksa ahlakımızı içe yönlendiririz; bireyden artık yeni bir kişisel sorumluluk talep edilir. İnsan olmanın ne demek olduğunu daha derin bir düzeyde keşfetmemiz gerekmektedir. (s. 346)

Örnek Olarak İktidarsızlık
İktidarsızlık amacın değil amaçlılığın başarısızlığıdır. (s. 347)

Hayal ve Zaman
Zamanın önemi erosu seksten ayıran özelliklerden biridir. Eros diğer insanı ilk gördüğü anda devreye girer. Bir anda sevilen, geçmiş deneyimlerimizden ya da gelecek hayallerimizden karışık bir imgeyi ortaya çıkarır; o anda o’nu biçimlendirdiğimiz yaşam boyu yanımızda taşıdığımız ve kendimizi daha iyi tanıdıkça daha da netleşen kişisel “yaşam tarzımız”la ilişkili bir şekilde yaşantılarız. (s. 350/351)

Aşk ve İradenin Birleşimi
İnsanın görevi aşk ve iradeyi birleştirmektir. Onlar… bilinçli gelişmemizin bir parçası olmalıdırlar. İlk deneyimlerimizde, annelerimizin göğsünde emzirilirken onunla birleşmemize dair bir anımız, evren tarafından tamamen kabul edilmiş olduğuma dair mutluluk dolu bir his… Bu ilk özgürlük, ilk evettir.
Fakat bu ilk özgürlük her zaman bozulur. (s. 351)

“Hayır!”
İrade, karşı çıkmayla başlar. (s. 353)

12. Aldırışın Anlamı
“Sadece gerçekten nazik insan, sevmeyi ve nefret etmeyi bilir.” Konfüçyüs (s. 355)

Aşk ve İradede Aldırış
Aldırış, kayıtsızlığın zıttıdır. Aldırış erosun gerekli kaynağı, şefkatin kaynağıdır. (s. 357)

Eski Yunanlılar da eros tutkusuz yaşayamazdı, şimdi de eros’un aldırış olmadan yaşayamayacağını söyleyebiliriz.
Heidegger’e göre aldırış (sorge) iradenin kaynağıdır.
Aldırmadığımızda, varlığımızı yitiririz, aldırış varlığa geri dönüş yoludur.
İrade ve arzu, aldırışa dayanak olmazlar, tersi geçerlidir. Onlar aldırışın üzerine kurulmuşlardır. Başta aldırmazsak, isteyemeyiz veya arzulayamayız; gerçekten aldırırsak, istemeden ve arzulamadan yapamayız. Heidegger, istemenin özgürleştirilmiş aldırış olduğunu söyler. (s. 358/359)

Sonlu olduğumuz gerçeği aldırışı mümkün kılar. Aldırış aynı zamanda Heidegger’in kavramında, vicdanın kaynağıdır. “Vicdan aldırışın çağrısıdır” ve “kendini aldırış olarak gösterir.” (s. 359)

Arzulama, Macquarrie’nin yazdığı gibi “sanki irade uykusunda kıpırdamış ama eylemi düşlemekten öteye gidememiş gibi huzursuz bir özlemdir.” İrade arzunun tamamen çiçek açmış, olgunlaşmış halidir ve varlıkbilimsel bir gereklilikle aldırışta kök salmıştır. (s. 360)

İlgi önemlidir çünkü günümüzde eksik olan şey odur.
Tehdit, kayıtsızlık… Aldırış bunun panzehiridir. (s. 361)

Aldırış, birinin iyiliğini dilemektir.
Amaçlılık ve aldırışın yaygın özgün anlamları, hem amaçlılığın kökü hem de aldırışın anlamı olan “tend” teriminde yatar. Bu sözcük hem eğilim, yönelim, ağırlığı bir yana verme, hareket, hem de önemli olmak, dikkat etmek, beklemek, özen göstermek anlamındadır. Bu bakımdan hem aşkın hem de iradenin kaynağıdır.

Aldırış Mutosu / Mitosu
…ölülerini terk etmektense (kendi) kanlarını dökmeyi tercih eden, anlamsızca sevdiklerine tutunmaya çalışan insanoğlu resmi, insan yaşamının tüm doğal açıklamaları aştığını gösteren en güçlü simgedir. (s. 372)

13. Bilinç Ortaklığı
Günümüzde Aldırış
Soren Kierkegaard, “aşkta her insan baştan başlar.” Ötekinin varoluşunun senin için önemli olduğu bir ilgi ilişkisi, haz almaya ya da son noktada, öteki için acı çekmeye hazır olmanın en üst biçimini alan bir bağlılık ilişkisi ifade eden bir hissetme eylemidir.

William James, “hissetmek her şeydir.” Dediğinde… her şeyin oradan başladığını söyler. Hissetmek kişiye söz verdirir, kişiyi nesneye bağlar ve hareketi sağlar.

Hissediyorum, öyleyse varım. (s. 375/376)

Preston, “…sevgisizlikten hastayım
Gerçek değilim, ben olmayanım
Kendime inanamıyorum (?)” (s. 376)

Terapist, “Godot’yu Beklerken’de birbirlerine bir şey hissediyorlar.”
Preston, “Evet, ikisinin birlikte bekliyor olması çok önemli.” (s. 377)

Beklemek aldırmaktır ve aldırmak umud etmektir. (s. 378)

Carl Jung bir keresinde, yaşamın ciddi sorunlarının içgörüyle hiçbir zaman çözülmediğini ve çözülmüş görünürlerse, önemli bir şeyin kaybolduğunu söylemişti. (s. 381)

Aşk ve iradenin yokluğunun sonucu ayrılıktır, bizimle diğer insanlar arasında mesafe koymaktır ve uzun vadede kayıtsızlığa yol açar. (s. 383)

Kişisel Olarak Aşk
En ummadığımız kaynaklarda, insanaltı düzeylerde bile seksin düşündüğümüz gibi birincil gereksinim olmadığına dair etkili kanıtlar buluruz. (s. 384)

Aşkın kişisel olduğu gerçeği, aşk eyleminin kendisinde görülür. Yüz yüze sevişen, eşine bakarak çiftleşen tek yaratık insandır… Bu kişinin önünü (en hassas, korumasız bölgelerini) tamamen eşin şefkatine veya zulmüne açar. Erkek böylece kadının gözlerinde zevk ve hayret arasındaki, ürkeklik ve endişe arasındaki küçük farkları görebilir; bu benliğin sonunna kadar soyunduğu duruştur. (s. 385/386)

Aşk Eyleminin Yönleri
Aşk yapmak… duyguya yanıt vermek için en güçlü teşviktir.
Öylesine artan bir dokunma, temas, birleşme deneyimi yaşanır ki, bir an için ayrılık farkındalığı kaybolur. (s. 391)

Bilinç Yaratma
Sadece –fakat nadiren-
sevgilinin eli elimize değdiğinde
koşuşturmadan ve ihtişamdan yorgunken
bitmeyen saatlerde,
gözlerimiz başkasının gözlerinde açıkça okunurken,
dünyaya sağır kulağımız
sevilenin sesiyle okşanırken
göğsümüze bir ok saplanır
ve yitmiş bir nabız atmaya başlar yeniden,
gözler yuvarlarında döner ve kalp sessizce durur,
ve istediğimizi söyler, bileceğimizi biliriz
yaşamın akışının farkına varır insan.
M. Arnold



Çeviren: Yudit Namer
Okuyanus Yayınları, 2. Baskı, Mayıs 2008

Gabriel Garcίa Mάrquez – Mavi Köpeğin Gözleri

Gabriel Garcia Marquez – Mavi Köpeğin Gözleri 

Üçüncü Teslimiyet (1947)

Gürültü
Ses
Gürültüyü hassas avuçları arasına alıp ezebilmek isterdi. (s. 11)
Ah şu değiken varlığı kendi gölgesinden ayırıp atabilseydi! Onu kıskıvrak yakalayabilseydi! Sımsıkı kavramayı becerip kaldırıma çarpabilse ve canını çıkarıncaya dek üstünde tepinebilseydi!
Bu gürültüyü “başka seferler” de aynı ısrarcı biçimde hissetmişti. Örneğin ilk kez öldüğü gün hissetmişti; başında dikildiği cesedin kendisine ait olduğunu idrak ettiği gün. (s. 12)

Ölmediğini biliyordu; canı kalkmak isteseydi kolaylıkla kalkabilirdi.
Ama buna değmezdi.
Uzun zaman önce doktoru annesine soğukkanlılıkla şöyle söylemişti:
“Señora, oğlunuz ağır bir hastalıktan mustarip; oğlunuz yaşayan bir ölü.”
Oğlunuz ‘yaşarken ölüm’den mustarip. Sahici ve somut bir ölüm bu… (s. 13)

Öldüğünde yedi yaşındaydı. Annesi ona yeşile boyalı ahşaptan küçük bir tabut, bir çocuk tabutu yaptırmak için sipariş vermişti.
Hayatının yarısı böyle geçmişti. Şimdi yirmi beş yaşındaydı. (s. 14)

Annesi
Bakımlı görünsün diye, oğlunun fışkırırcasına büyüyen mavi sakalını tarayıp kırpardı.
Ama onu “bu gürültü”den daha fazla rahatsız eden başka bir şey vardı: fareler!
Islak tüyleri ışıldayan beş fareydiler, masanın ayağından tırmanıp tabuta giriyor ve bedenini dişliyorlardı. Annesi olan biteni fark ettiğinde iş işten geçmiş, bedeninden geriye et artıklarıyla katı ve soğuk kemikler kalmıştı.
Neticede iskelete dönüşse de yaşamaya devam ediyordu.
Farelerden biri gözkapağına kadar tırmanmış ve göz küresini kemirmeye koyulmuştu. (s. 15)

Kendi cesediyle baş başa kaldığı son gecesi mutlu geçmişti. (s. 18)

Ne de olsa ölüler, durumlarının dermansızlığına rağmen mutlu olmasını bilirdi. (s. 20)

Artık kendisi bile kendi cesedinden kurtulmak istiyordu.
Ölümü öylesine kabullenmişti ki hayatta olsa bile teslimiyetten ölecekti. (s. 21)

Eva, Kedisininİçinde

Hayatına böyle bir yükle devam etmesi imkansızdı.
Odasının dört duvarı arasındaki her şey kendisine düşmandı adeta. (s. 23)

Günün doğmasıyla birlikte bu yaratıklar yakasını bırakacaktı. Güzelliğin böylesi neye yarardı ki?
Çirkin olsaydı daha çok sevinirdi, zira böylelikle herkes gibi rahat bir uyku çekebilirdi. (s. 25)

Huzurunu en çok kaçıran şey de bu korkunun herhangi bir temele dayanmamasıydı; benzersiz, sebepsiz, hiç yoktan var olan bir konuydu bu. (s. 29)

Kedi hiçbir yerde yoktu. (s. 36)

Kadın, ilk portakalı yemeyi arzu ettiği o günün üstünden üç bin yıl geçtiğini ancak o zaman anladı. (s. 36)

Tubal-Kabil Bir Yıldız Dövüyor (1948)

Durakladı. (s. 37)
Çocukluğunun yüksek kale duvarlarının ardına ulaşmaya çalıştı. (s. 38)
İp, boğazını sımsıkı kavradı, bir daha asla gevşemeyecekti. (s. 47)

Ölümün Öteki Kaburgası (1948)

Uyandı.
Koku geliyor
Horozun sesi geliyordu…
Gökyüzünün mavisi görünüyordu…
Bir his vardı… (s. 49)

Erkek kardeşinin … aynanın önünde dikilmiş, elinde makasla sol gözünü çıkarmakta olduğunu gördü. (s. 51)

İkiz kardeşinin, ölen kardeşinin, yatağın kenarında oturduğunu hissetti. (s. 52)

İkizinin canından can kopuyormuşçasına kıvrandığı son anlarına tanık olmuştu. (s. 53)

Yakup topuk bağından ebediyen kurtulmuştu! (s. 56)

Aynayla Sohbet (1949)

Aynada gördüğü kanamayı kendi yüzünde bulmaya çalıştı ama parmağına kan bulaşmadı ve herhangi bir kesik hissetmedi. (s. 64)

Üç Uyurgezerin Çilesi (1949)

Kadın artık oradaydı
Beklenmedik bir gölgeyi andıran bedeni…

Onun ancak bir çocuk olduğuna ancak o zaman inanabilmiştik.
Ona ölmesini dileyecek kadar değer verdik. (s. 68)

İkinci katın penceresinden avlunun katı zeminine kafa üstü düşmüş ve çarpılıp kaskatı kesilmiş halde oracıkta kalakalmıştı. (s. 69)

İçimizi acıtan şey … karanlık köşelere sıkışarak yaşama konusundaki ısrarıydı.
Büsbütün ölümü andıran bir varlığa benzemeye başladığını görebiliyorduk. (s. 70)

Natanael’in Ziyareti (1950)

Dört rüzgâr
Sizden ümidi kestim

Mavi Köpeğin Gözleri (1950)

Aniden bana baktı
Rüyalarımda bana bunu söyleyen adamı bulmam lazım. (s. 88)

Saat Altıda Gelen Kadın

Muhafazakar ve istikrarlıydı
Lokantaya ne zaman birisi girse José aynı şeyi yapardı (s. 93)
“Zaten hiçbir şeyin farkında değilsin” (s. 94)

“Benim uğruma yalan söyler miydin José?” (s. 100)

Çullukların Gecesi (1950)

Üçümüz masanın etrafında oturuyorduk.
Elinde bardakla birlikte yere çakıldı.
Yakınlarda bir yerlden döne döne üstümüze gelen bir müzik kulağımıza çalındı.
Mutsuz kadınların kokusunu hissettik (s. 107)
“Kenara çekilin”
“… çekilemeyiz. Çekilirsek çulluklar gözlerimizi oyar.” (s. 108)

“Ne işiniz var burada?”
“Bilmiyoruz. Çulluklar gözlerimizi oydu.”

Gazeteler üç adamın beş-altı çulluğun bulunduğu bir bahçede bira içtiklerini yazmıştı.
Adamlardan biri çulluk taklidi yaparak ötmeye başlamıştı.
…böyle yapmayı bir saat boyunca sürdürmüş.
İşte o zaman kuşlar masaya sıçrayıp adamların gözlerini oymuşlar. (s. 109)

Nerede olduğunu bilmediğimiz bir yerde oturduk. Yanımızdan birçok ses geçti.
Çulluklar gözlerimiz oydu. (s. 112)

Birisi Bu Gülleri Darmadağın Ediyor (1950)

Yağmurun İçinden Bir Adam Geliyor (1954)



Çeviren: Emrah İmre
Can Yayınları, Eylül 2011

Ian McEwan – Masumiyet

Ian McEwan – Masumiyet
Ya da Özel İlişki

Karakterler
Berlin Tüneli ya da “Altın Operasyon”, CIA ile MI6’nın ortak projesiydi.
Operasyon Nisan 1956’da sona ermişti.
McEwan’ın baş karakteri 25 yaşındaki Leonard, operasyonda görevli bir MI6 ajanıdır.
Leonard’ın sevgilisi Maria’nın kaldığı apartmanda yaşayan George Blake, operasyonu Sovyet subaylarına ihbar eden kişi olarak tarihte yerini almış bir başka karakterdir.

(Notlar)
Toplantıyı yöneten Teğmen Lofting’di.
Sorun Amerikalılar. Hiçbir şey bildikleri yok.
Posta Servisi memuru Leonard Marnham.

Leonard’ın dairesi üçüncü kattaydı.

Eckneipe / İçerisi gürültülüydü. Altmış yaşın altıda kimse yoktu.
Glass yaklaşık 1,65 boyunda, Leonard’dan yirmi santim kadar kısaydı.
(Leonard) Kente esas varoluş nedenini kazandıran gizli kaymak tabakasının üyesiydi.

(Glass) “Neva Hotel’e gidiyoruz.”(Leonard ile Maira, burada tanışacaklar.)
Asansör ağır ağır iniyordu.
Barda otuz kırk kişi sessizce içkilerini içiyorlardı.

(Glass anlatıyor) Kızılların satmaya çalıştığı şey sefalet.
Şimdi zorla ihraç ediyorlar. Adamlar mutluluğu asgariye indirmenin yolunu bulmuş yahu!

Hepimiz bütün gün bir arada aynı şeyleri yapardık. Sürüler halinde yaşardık. Bu yüzden de dile gerek yoktu.
Biri tek başına kalmak isteyip de sürüden ayrılırsa ne olur?
Artık diğerlerinde olmayan bir şeyi vardır, bir sırrı vardır, bu da bireyciliğinin, bilincinin başlangıcıdır. Sırrını paylaşmak isterse dili icat etmesi gerekir. (s. 41)

(bir not) “Sevgiler, 89 numaralı masa”

Leonard hayatının değişmek üzere olduğunu düşündü, yanılmıyordu da.
Adı Maria Louise Eckdorf, otuz yaşındaydı. (s. 42)
Oto tamirhanesinde daktilo ve tercüman olarak çalışıyordu.
Otto adında bir eski kocası vardı. (s. 43)

Leonard, günde on beş saat çalışıyordu.

Kışkırtıcı bir hafiflikle öpüştüler.

(Maria) “Gitmeni istiyorum. Evine dönmeni istiyorum.” (s. 87)

Daha yarım saat önce kol kola yürüyorlardı. O noktaya nasıl geri dönecekti?
Onun bir anısı vardı… daha ağırdı. (s. 88)

Leonard ertesi gün işten çıktığında çiçek alıp Maria’ya gitti ama onu bulamadı. (s. 89)

Otto, Maria’nın yüzüne bütün gücünü kullanarak yumruk atmıştı. (s. 118)

(Glass) Leonard ve Maria on yıl önce savaş halinde olan iki ülkenin evledı. Nişanlanmak suretiyle uluslarına kendilerince kendi barışlarını sunuyorlar. (s. 129)

Dolapta biri var. (s. 136)
Adam yerde, oturur pozisyonda, dizleri yukarı çekili uyuyordu. (s. 138)

(Otto, iyice/sarhoş olana kadar içtikten sonra Maria evde değilken onun kaldığı daireye gelir, yatak odasındaki dolaba girip saklanır, tabii daha sonra sızıp uyuyakalır. Nişanlı çiftlerin ilk gecesi böyle bir sürprizle başlayacaklar, sevgililer Otto'yu fark ettikten kısa bir süre sonra Otto kendine gelir/uyanır ve kavga başlar.)

Ben bu domuzla evliydim. (s. 140)

(Maria) Otto’nun ne istediğini söyleyeyim sana.
Otto’yla ilk tanıştığımda iyi bir adamdı.
İlk anda iyi kalpliydi.
Sonra bu iyi kalpliliğin sahiplenme olduğunu anladım.
Kıskanıyordu, sonra beni dövmeye başladı, hikâyeler uydurmaya başladı, ben ve başka erkeklerle ilgili hikâyeler.
Berlin’in yarısının benimle yattığını, diğer yarısının da sırasını beklediğini zannediyordu.
Bu olayı, benimle başka bir erkeği o istiyor. Öfkeleniyor ama istiyor.
Tahrik ediyor bu onu. (s. 141) (McEwan'ın "Solar" isimli romanında da Otto'nun karakteristik saçmalığına/sapıklığına göndermeler var)

Otto’nun yüzünü bütün gücüyle ısırdı.
Kavgadan sonra on dakika boyunca dişlerini fırçalamıştı. Sonra cesedin üstüne bir battaniye örtmüşlerdi. (s. 151)

Hiçbir hata yapmamalıyız.
Birlikte hareket etmeliyiz, demişti Leonard. (s. 162)

Bavullardan birini açtı.
Bir muşamba, kesme bıçağı, bir testere ve bir balta çıkarıp bir kenara koydu. (s. 165)

Maria, marangozluktan anlıyordu. (s. 168)

Maria, açık bavulların başında tahta bir iskemlede oturuyordu. Eski kocasının her bir parçasını kucağına alıyor, sabırla, neredeyse anaç bir özenle sarıyor, yapıştırıyor ve dikkatle diğerlerinin yanına yerleştiriyordu. O anda kafayı paketlemekteydi. İyi bir kadındı, becerikliydi, iyi kalpliydi. (s. 171)

Köpek hırlayıp inlemeye başlamıştı. Bavulun bir köşesini dişlemeye çalışıyordu. (s. 178)

(Leonard, iki bavul dolusu ceset parçasıyla birlikte, operasyonun devam ettiği tünele/karargaha gider)
Asker, bavulun kapağını kaldırdı.
Bu adamlar son derece hassas malzemeyi elliyorlar.
Bu aramanın durdurulmasını istiyorum.
Sen bayağı büyük bir sır taşıyormuşsun meğer yanında. (s. 192/193)

MacNamee, Leonard’ın ne gibi bir malzemeyi ele geçirdiğini öğrenmek için yanıp tutuşarak stadyumdan depoya doğru yola çıkmış olmalıydı. (s. 194)

(bavulu açılıp, ceset parçaları ortaya çıkarsa Leonard ve Maria cinayet suçundan mahkûm olacaklardı, bu kaçınılmazdı. Leonard, bunu önlemek için operasyonla ilgili bilgileri Suvyet subaylarına ihbar eder, böylece Sovyet askerleri tüneli basacak, karargâhtaki subayların bavul açmaya ihtimali ortadan kalkacaktı.
Nedir elinizdeki?
Elimdeki Sovyet ordusunu ilgilendiriyor.
Schönefelder Chaussee’nin doğu yakasında, Altgleinicke’deki şu mezarlığın hemen kuzeyindeki telefon hatları dinleniyor. Bağlantılar şu hendek boyunca uzanıyor. Bakmaları gereken yeri işaretledim.
Bu … imkansız.
İnanmaları gerekmiyor, gidip bakmaları yeterli. (s. 197)

Tanrım!
Buldular bizi. Bağlantı odasına girdiler. (s. 199)

“Pekala”, dedi MacNamee. “Anlat bakalım”
Boş zamanlarımda bir cihaz imal etmeye giriştim.
Sizi boş yere umutlandırdıysam özür dilerim.
Nelson’un aletinin bir uyarlamasını bulduğunu sandım. (s. 202)

Maria’ya Cumartesi öğleden sonraki uçuşunun ayrıntılarını belirttiği bir kart gönderdi. (s. 210)

Lofting, Leonard’ın kapının yanında duran bavullarını işaret etti. “Çocukların bunları aşağı taşımasını ister misin?”
“Evet,” dedi Leonard, “Çok memnun olurum.” (s. 211)

İşitme cihazları parçaları imal eden küçük bir şirketin sahibi olan Leonard Marnham, Haziran 1987’de tekrar Berlin’e gitti. (s. 217)

Mektubu açıp bir kez daha okudu. (s. 223)

(Maria'nın mektubu) Bob geldi ve birkaç şey sormak istediğini söyledi.
Sonra, bir de baktım, hikâyeyi baştan sona anlatıyorum.
Bob, olayı örtbas etti ve soruşturmadan vazgeçildi. (s. 224/225)

Bob’la … Temmuz 1957’de New York’ta evlendik. (s. 226)


Çeviren: Roza Hakmen
Yapı Kredi Yayınları, Ocak 2012

Berna Moran – Edebiyat Üzerine

Berna Moran – Edebiyat Üzerine
Makaleler / Röportajlar

Bu kitaptaki yazıların çoğunluğunu Berna Moran’ın İngiliz edebyatında Türkler ile ilgili yaptığı çalışmalar oluşturuyor. (s. 10)

Kitaptaki en ilgi çekici makalelerde biri…
“Ben Türk romanı adamı değilim” diyen Berna Moran’ın Türk şiiri üzerine tespit edilen tek yazısı olan “Orhan Veli’nin ‘Yol Türküleri’nde Ton Değişiklikleri adlı makalesidir.
1984’te Murat Belge ile yaptığı bir röportajda söylediğine göre kendisinin İngiliz edebiyatında öğrendiklerini Türk edebiyatına uyguladığı ilk yazısıdır.
1960’ta yayımlanan bu yazısında yazar, Orhan Veli’nin şiirini, şiirdeki tema ile ton arasındaki bağlantıyı da göz önünde bulundurarak inceler. İncelemesinin sonunda ise Yol Türküleri’ni Faruk Nafiz’in Han Duvarları şiiri ile karşılaştırır. (s. 12)

Berna Moran, Türkiye’ye karşılaştırmalı edebiyatı getiren ve edebiyat kuramları konusundaki çalışmaları başlatan eleştirmendir. Edebiyat eleştirisine geniş bir bakış açısı kazandırmıştır. (s. 13)

Hobbes’un Siyasi Felsefesinde İsyan Hakkı
Hobbes, Dahili Harbi müteakip neşrettiği Leviathan adlı eserinde tebaaya isyan hakkı vermeyen koyu bir mutlakiyetin müdafaasını yaparken davayı riyazi bir katiyetle hallettiğine inanıyor.
“Mukaveleyi aktedenler yekdeğerlerine verdikleri sözü niçin tutmak mecburiyetinde olsunlar?” İşte Hobbes bu suali istediği veya icap ettiği gibi cevaplandıramadığı içindir ki isyan hakkını (bizce) silemiyor.
Hobbes’un kullandığı delillerden biri korku delilidir. (s. 18)
Emniyeti hürriyetin üstünde tutan Hobbes’a göre insanlar böyle akılsızca bir işe kalkışmazlar. (s. 19)

Madem ki iyi ve fena yalnız ferde nispetle mevcutdur, o halde hoşuma giden şeyler iyi, gitmeyenler fenadır; mutlak iyi ve mutlak fena, saçma sözlerden başka bir şey addedilemez.
…insanlar arasında müşterek ahlak kaideleri olamaz. (s. 20)

Sir Thomas Browne’ın Türkler ile İlgili Okumaları
Türk ordusunun savaş gücü ve cesareti kısmen Kur’an inancına bağlandığından bu kutsal kitap aleyhine bir propaganda kampanyası önerilmekteydi. (Bu kararlılık …Din ile büyütülmüştür)
Şüphesiz yapılabilecek en iyi şey Türklerin Hıristiyanlığa geçirilmesi olacaktı. Bu Ortaçağ’a kadar giden ve Aziz Francis’in Damietta’de Müslümanlara verdiği vaaza da sebep olan bir umuttu. (s. 29)

Donne’un Beden ve Ruh Sorununa Yaklaşımına İlişkin Bazı Notlar
“Ruh ile beden arasındaki antitezi kabul etmediği” söylenmektedir, çünkü o “bedenin payını asla göz ardı etmez. Bedensel olan, ruhsal olana hizmet etmelidir; ruh da bedenle birlik içinde olmalıdır. (s. 39)

İnsan ruh ile bedenin bütünlüğüdür.
İnsan bütününden koptuğunda, öldüğünde, artık bizden biri değildir, insan değildir. (s. 42)

İnsanın, “Tanrı’nın insan bedenini yapmaktaki, korumaktaki ve yüceltmekteki amacına karşı çıktığı” üç yolu vardır: a) işkence yapmak, b) zina yapmak, c) “Tanrı’nın Azizlerinin ölü bedenlerine ilişkin saygıyı ve görevleri ihmal etmek.” (s. 43)

“Beden günahsızdır, ruh da günahsızdır. Ancak bedenle ruhun karşılaşıp birleştiği ilk anda, tam o anda biz Adem’in günahı nedeniyle suçlu oluyoruz.” (Donne) (s. 46)

Donne orta yaşlarındayken, bedeni İlk Günah’ın tevarüs edilmesindeki araç olarak da değerlendirmiş, ancak daha sonra bu görüşünden vazgeçmiş ve bedeni böyle bir sorumluluktan arındırmıştır. (s. 49)

Irene Hikâyesi ve Dr. Johnson’ın Kaynakları
Knolles’in Türklerin Tarihi, Johnson’ın oyununun kaynakları arasında
Irene’in Knolles’deki hikâyesi;
Irene, Konstantinopol’ün düşüşü sırasında esir alınan ve Sultan II: Mehmet’e sunulan bir Yunan kızıdır. Sultan, Irene’e derin bir aşk duyar.
Bunun üzerine büyük paşalar alarma geçer ve onlardan biri olan Mustafa, padişah ile konuşup ona önemli görevlerini hatırlatarak Yunan kızına olan tutkusunu kontrol altına alması için yalvarır. Aşkla görev arasına sıkışıp kalan Mehmet, sonunda seçimini yapar.
Paşaların huzurunda aniden Irene’in kafasını keser.
Irena’nın bilinmeyen yazarı (1664) ile Johnson’ın bu malzemeyi oldukça farklı biçimde yorumladıkları doğrudur. (s. 53)

Johnson’ın oyununda… Mehmet sürekli Irena’ya kur yapmakta ve onu kralçesi olmaya davet etmektedir. (s. 56)

Joseph Trapp’ın Abra-Mule Adlı Eserinin Kaynağı
Joseph Trapp, Oxford Üniversitesi’nde ilk şiir profesörü olmadan (1708/1718) ve tiyatro sanatının doğasını yorumlama fırsatı bulmadan önce, Abra-Mule ya da diğer adıyla Aşk ve İmparatorluk adlı bir oyun yazmıştı.
Oyunun kaynağı Türk tarihine dayanmaktadır ve temelinde Sadrazam Süleyman Paşa’ya karşı çevrilen entrikalar ve 1687 yılında IV. Mehmet’in tahttan indirilmesi yatar.
Oyunun asıl düğüm noktası hiçbir tarihsel zemini olmayan bir aşk hikâyesidir.
M. Le Noble tarafından Fransız dilinde yazılan… Abra-Mule ya da IV. Mehmet’in Tahttan İndirilmesinin Gerçek Hikâyesi (1696)

Eustache Le Noble de Tenneliere, bu tarihi romanda Sadrazam Süleyman Paşa’nın idam edilmesi, IV. Mehmet’in tahttan indirilmesi ve II. Süleyman’ın tahta çıkışının ardında yatan gizli nedenleri vermeye çalışır. (s. 58)

İngiliz Edebiyatı’nda Fatih Sultan Mehmed Hakkındaki Piyesler
1580 senelerinden sonra Türklerle ilgili piyesler birbirini takip ediyor. Louis Wann’ın yaptığı araştırmalardan anlaşılıyor ki 1579 ile 1642 arasında yazılmış Şark milletlerini ele alan 47 eserde karşımıza en çok çıkan Türklerdir. (31 piyes)
İngiltere’de Püriten’lerin tesiriyle 1642’de tiyatrolar kapatılmıştı. (s. 65)

Elizabeth devri sahnesinde Türkler her zaman değilse de çoğu defa zalim ve hunhar karakterleri temsil ederler. (s. 66)

Fatih Sultan Mehmet hakkında Irene mevzuu ele alınarak yazılmış İngilizce piyesler:
George Peele, The Turkish Mahomet and Hiren the Fair Greek, 1594
Gilbert Swinhoe, The Tragedy of the Unhappy Fair Irene, 1658
…, Irene, A Tregedy, 1664
Nevile Payne, The Siege of Constantinople, 1675
Charles Goring, Irene or The Fair Greek, 1708
Samuel Johnson, Irene, 1749 (s. 68)

Orhan Veli’nin ‘Yol Türküleri’nde Ton Değişiklikleri
Ana tema yolculuk değil
İstanbul için duyulan hasrettir. (s. 79)

…yüzey estetiğine yani doğrudan doğruya duyularımıza yapılan seslenmeye dayanmıyor. Duyusal imajlar yok, hatta imaj hiç yok gibi.

Şiir vardır ki belirli bir konuyu, bir yaşantıyı, ona zıt bütün unsurlardan sıyırarak vermeye çalışır.
Bir de bunun aksini yapmak vardır. (s. 80)
Orhan Veli’nin ikinci yolu “uzlaştırma” yolunu… (kullanmış) (s. 81)

Sanat Eseri ve Güzellik
Yapmak istediğim, daha ziyade, güzellik ile sanat eseri arasındaki münasebeti araştırmak. (s. 89)

…güzel kelimesi kendi nevi içinde başarıyla yapılmış bir şeye işaret etmektedir.
Fakat bunun sanat eserindeki güzellikle alakası… (yok)
Tabiatta güzel
…sanat tartışmalarında anlaşmazlıklara ve kavgalara umumiyetle güzelliğin bu manası sebep olur. (s. 90)

İlk İngiliz Gazetelerinde Türkiye Haberleri
Gulielmus Caouris’in Rodos kuşatmasını anlatan 1482 tarihli haber risalesini Türklerle ilgili ilk eser sayabiliriz. (s. 106)

Batı Dillerine Çevrilen İlk İki Türk Şiiri
Barthalomeus Georgievitz
On altıncı yüzyıl ortalarında yayımlanan bir eserinde ilk defa olarak Türk şiirinden bir örnek vermesini önemli sayabiliriz. (s. 129)
Bir Macar olan Georgievitz, Kanuni devrinde Türklere esir düşmüş.
Kudüs yoluyla kaçarak Avrupa’ya geçmiş ve 1560’ta ölmüştür.
On üç yıl esaret hayatı yaşayan Georgievitz, Türkler hakkında edindiği bilgiyi, yazdığı birkaç kitapta anlatmıştır. (s. 130)

Georgievitz aynı zamanda, Anadolu halk şiirinin, Türkçe adlı mevcut olmayan en eski örneklerinden birini bize kazandırmış oluyor. (s. 131)

Akşit Göktürk’ün Okuma Uğraşı
Akşit Göktürk
1974 yılında gittiği Konstanz Üniversitesi’nde Alımlama Estetiği’nin geliştirilmesine tanık oldu.Wolfgang Iser ile birlikte çalışma fırsatı bulan Göktürk’ün, Türkiye’ye döndükten sonra çalışmalarını daha çok yazın kuramlarına yöneltmesine şaşmamak gerekir. İşte bu çalışmaların ilk ürünü olmuştur Okuma Uğraşı. (s. 141)

Ne Marksist Eleştiri’de, ne Yeni Eleştiri’de, ne de Yapısalcılık’ta, anlatı metninin anlamı sorunuyla okur arasında bir bağıntı kurulur. Marksist Eleştiri, yapıtla toplum arasındaki ilişkileri vurgularken… Yeni Eleştiri’ye göre ise, yazınsal yapıt… kendi başına varolan organik bir bütün olduğu için, nasıl meydana geldiği de, okur üzerindeki etkisi de onun özüyle ilgili değildir.
Yapısalcılık da nesnelcidir, çünkü… yazınsal metinlerin arkasında, onların uyduğu bir yazınsal gramer… bir sistem yatar.
Alımlama Estetiği… yazına dil açısında yaklaşan dilbilimsel yöntemlere benzemektedir. (s. 142)

Alımlama Estetiği… okur-merkezci bir kuramdır.
…metnin anlamı yalnızca dilsel öğelerin ilişkisine değil, bağlamına tabidir. (s. 143)

Okuma Uğraşı… yazınsal yapıtın anlamı sorununa iki uçtan yaklaşıyor: Metin ve okur…
Alımlama Estetiği’ne göre, yazınsal yapıt bir nesne değil, okurun da katıldığı bir olaydır. (s. 145)

Soruşturma: Romanda “Tip” Olgusu ve “Tip”in İşlevleri Üzerine
(Zeynep Karabey)

Z.K. …”Tip”in tanımıyla başlayalım.
B.M. “Tip” sözcüğü genellikle üç anlamda kullanılıyor. Birincisi, çok genel anlamda bir tipin uygulanması. İkincisi, gerek Batı’da gerek bizde yerleşmiş olan anlamı diyebileceğimiz bir kullanım biçimi. Üçüncü... “Tip”in daha dar bir anlamda kullanılışı. Bundan kastım, Lukacs’ın kullandığı anlam: Lukacs, ancak sosyal ve tarihsel koşulların belirlediği bir kişiliğe tip diyebiliriz diyor. Benşm asıl üstünde durmak istediğim yerleşmiş olan kavram. …genel anlamda tip uygulaması sonucu, tüm roman kişilerine “tip” diyenler çıkıyor.
Oysa bunlara “roman kişisi” demek lazım.
Yereşmiş anlamdan ise ben şunu anlıyorum: “Tip” kendi dışında bir şeyi temsil eden roman kişisidir. (s. 149)

…dış dünyada mevcut bir kavramı ya da bir insan türünü temsil eden bir roman kişisidir. (s. 150)

Batılı eleştirmenlerin belirttikleri bir şey var: Romanda “tip”, ikinci derecedeki karakterlere verilen bir rol.
Bu yüzden, “tip”leşme eğilimlerini romanın başkişisinden çok, ikinci kişiler yoluyla yapma yoluna gidiyor, Batılı yazarlar. (s. 151)

Batı’da romana anlam kazandırmanın ilk yolu… Rönesans’ta gittikçe daha mimetik olan, yani gerçek yaşamda bulunan kişilerle romana veya hikâyeye hayat verme yöntemi başlatıldı. (s. 153)

1950’lerden sonraki romanda tip bir değişikliğe uğruyor gibi. 50’lere kadarki romanımızda özellikle sosyal tipler olarak karşımıza çıkan kişileri, bu dönemden sonraki romanda politik hüviyet kazanmaya başlıyorlar. Politik değil, toplumsal da diyebiliriz. (s. 157)

Türk Romanının 10 Klasiğinden Kiralık Konak

Y. K. Karaosmanoğlu, gençliğinde katılnış olduğu Fecr-i Âti topluluğunun “sanat için sanat” görüşünden Balkan Harbi sıralarında kuşku duymaya başlamış ve sonunda sanatın “evvela bir cemiyetin, bir milletin malı… Sonra da nihayet bir devrin ifadesi” olduğu inancına varmıştı. Nitekim II. Meşrutiyet döneminin bir “ifadesi” olarak yazdığı Kiralık Konak’ta o günlere, Mustafa Kemal’in ülküsünü paylaşan bir milliyetçinin gözleriyle bakar ve can çekişen Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi İstanbul’da yozlaşmış bir toplumu romanın konusu yapar. (s. 159)

Bilimsel Eleştirici Gibi Bir Deyiş, Yanlış ve Yanıltıcıdır.
(Murat Belge)

Üniversite öğrencisi olduğumuz yıllarda… İngiltere’de geçerli eleştiri yöntemi, yapıtı toplumsal tarihe ya da psikolojik nedenlere bağlayarak açıklamak yöntemiydi. (s. 163)

Türk romanının gelişimine bakmak için biçim dışındaki sorunlara eğilmek gerekecektir.

Beni asıl ilgilendiren, yazarlarımızın dile getirmek istedikleri toplumsal, siyasal, ahlaksal görüşlerin romancılıklarını nasıl belirlediği idi, bir. İkincisi de, romanda başvurdukları yolları, kullandıkları teknikleri, dile getirmek istedikleri görüşleri sanat düzeyine ne derece başarıyla çekebildikleriydi. Kısacası, toplumsal eleştiri ile biçimci eleştiriyi bağdaştırmaya çalıştım. (s. 167)

…eleştirinin görevi, sanat eserinin zenginliğini ortaya çıkarmaya yönelik olmalı… Her eleştirmen farklı yöntemlerle buna katkıda bulunabilir. (s. 168)

Anadolu Romanlarında Eylem Öğesi Ağır Basar
(Mürşit Balabanlılar)

M.B. …Yaşar Kemal, dağlardan yanadır; Kemal Tahir, fermandan yana…
B.M. …Kemal Tahir kişisel ya da toplu başkaldırıları meşru görmez. Merkezi devletin zayıf düştüğü zamanlarda görülen bu tür hareketlere, eşkıyalığa kalkışanlar da onun gözünde hırsız, serseri, çapulcu takımındandır…
Yaşar Kemal ise, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki isyanları haksızlığa ve zulme karşı halk ayaklanmaları olarak görür.

…Devlet Ana romans türünde bir anlatıdır ve Kemal Tahir, bu türü biraz da çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun millette yarattığı aşağılık duygusunu silmek için yazmıştır.
Kemal Tahir, Devlet Ana’da tarihsel doğruluktan çok ideale yönelir. Sonuçta doğal olarak bir romans çıkar ortaya. Aslında ciddi bir tezi savunan Devlet Ana, romans olarak başarılıdır. Ama bu başarı, Türk romanında ileriye dönük bir aşama anlamına gelmez. İnce Memed için de aynı şey söylenebilir.


Yayına Hazırlayan: Seval Şahin Gümüş
İletişim Yayınları, 2004