Rıza Kıraç – Annemin Bahçesi
1970 yılında İstanbul’da doğan Rıza Kıraç sinema eğitimi alıp uzun yıllar metin yazarlığı, asistan, yönetmen yardımcılığı ve yönetmen olarak sinema alanında çalışan Rıza Kıraç, belgesel ve kısa filmleriyle çeşitli ulusal ve uluslar arası festivallere katıldı.
1997 yılında başladığı ve halen devam ettiği sinema yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. Sinema yazılarından derlediği film eleştirilerini 2008 yılında Film İcabı ismiyle kitap haline getirdi. Rıza Kıraç’ın Sinemayla ilgili çalışmaları; Hulki Aktunç’la yaptığı söyleşilerden oluşan Yoldaşım 40 Yıl ve film yapımcılarımızdan Hürrem Erman için hazırlanmış biyografi çalışması olan Hürrem Erman, İzlenmemiş Bir Yeşilçam Filmi isimli eserlerle devam etti. Rıza Kıraç’ın sinema ile ilgili eserleri Atilla Dorsay ile yaptığı söyleşilerden oluşan 2009 yılında yayınlanan, Sinemayı Yazan Adam isimli çalışmayla devam etti.
Rıza Kıraç’ın edebiyata ait ilk çalışmaları olan öyküleri, çeşitli dergilerde ve çok yazarlı ortak kitaplarda yayınlandı. 2000 yılında yayınlanan ilk romanı Cin Treni’ni Senin İçin Değil ve Düşmüş Erkekler Masalı isimli romanları takip etti. Namahrem, yazarın 2007 yılında yayınlanmış dördüncü romanıdır. Yazarın öyküleri ise Komşumun Uzun Kızıl Saçlı Sevgilisi ve Araf’ta Bir Melek isimleriyle yayınlandı.
Yanlış Yapma Hakkı
Annemin Bahçesi üç ana bölüme ayrılmış bir kitap. Yazılmamış Romanın Bölük Pörçük Notları başlıklı ilk bölümün girişinde kitaba ismini veren Annemin Bahçesi adlı metinde anne basını yaşadıkları köyde kısa süreliğine ziyarete gitmiş olan anlatıcının gözlemlerini okuyoruz. Yazar, bahçede çalışan anne ve babasının anlatırken, isimler kullanarak uzun boylu tasvirlere ihtiyaç duymadan görsel yansımayı okuyucuya sunuyor bu bölümde. Kısa bir giriş metni olan Annemin Bahçesi sadece anları anlatarak, bu haliyle kitabın bütünü için okuyucuya imge hazırlığı yapıyor; bahçeden solunan toprak kokusuyla birlikte kavranan doğanın sürekli olarak kendini tekrar eden sonsuz döngüsü arka plana yerleşince; yazmak bu döngüden kurtulmak, bir tür sonsuzluk talebi olarak önümüzde kalıyor.
Bu bölümden sonra karşımıza çıkan, Yazılmamış Romanın Notları başlıklı ikinci metinde, ilk bölümde bahçeden soluduğumuz havayla zorunluluk haline gelmiş olan yazmak eylemini anlatıyor Rıza Kıraç. Bir roman için belirlenmiş sözcükler, sözcüklerin karşısında yazmak düşüncesinin kendini konumlaması, kurgu hazırlıkları, yazarın kaygıları, yazının kaygıları, okurun olası yargıları gibi değişik etkenler yazıya dahil olup, yazarın yazım sürecine okur olarak iştirak ediyoruz. Bu bölümde dikkat çekmek istediğimiz şöyle bir ayrıntı var; metnin bütünlüğünü ve iç mantığını oluşturan, metne ruhunu veren belirleyici etkenin, yazarın kimliğinden ziyade metne ruhunu verenin, metinde anlatılan hikaye olduğunu, yazarın metinde anlatılan karaktere atfedilecek niteliklere uygun bir üslup izlemesi gerektiğinin altını çizen yazar bu sayede metni sıradanlıktan kurtarıp kendi orijinalliğine kavuşturuyor. Metinde hüznü anlatmak istediğinde bunu yapmak için zorlama bir kurguyla hüznü resmetmek kaygısına düşmeyip hüznün olduğu yere, kaybedişe işaret edip, bir yitirişin hüznü önermesinin altını çiziyor. Kitabımızın ilerleyen sayfalarında bu başlığı taşıyan bir öyküyle karşılaştıktan sonra bu bölüm anlamını kavramış oluyor; yazı, yazarı yazıyor/yaşıyor.
Sabırsız Aşklar Durağı başlığını taşıyan birinci bölümün bu son metninde yazım sürecine tanıklığımız devam ediyor. Aşka dair yazmanın sıradanlığının sorgulamasına; “her insan aşkı başka keşfeder” ve “bunu herkes biliyor” önermeleriyle başlayan yazar; bütün anlamlar insanların çeşitliliği ve farklılıkları mesabesinde çeşitlenir ve bu nedenle saf düşünceye ulaşmak, aşkı herkesin kalbine dokunacak şekliyle ifade etmek, yazar için kaygı halini alır. Bu kaygıdan kurtulmak ve saf anlamlara ulaşabilmek için belirlenmiş kalıplardan ve klişeleşmiş yargılardan kurtulup yanlış yapmak özgürlüğünü savunur:
“Bu yazma işinin kuramını yapanlar, hiçbir zaman bir yazıyı zınk diye kesemezsiniz, diye öğüt verir, hiçbir yazı, mantığını gizleyenler bile, kendi içinde bir mantığı olmadan yazılamaz derler ya içimde fırtınalar kopar o zaman. Ama bugün, bunların hiçbirini takmıyorum… Yaptığım yanlışları nasıl olsa düzelterek okuyorsunuzdur. Bundan korkmayın, hep yanlışlar yaparak yazmadık mı, yanlış anlayarak okumadık mı, yanlış anlayarak sevmedik mi, yanlış aşk otobüsüne, sabırsızlıktan çok aptallığımızla binmedik mi?
Bunun ilacı yok, isterseniz durdurabileceğinizi sanırsınız ama öyle değil, yanlış yapmanın önüne geçebilecek bir ilaç henüz keşfedilmedi. Şimdi, önceden de böyleydi ya, daha da rahat hissediyorum kendimi, kimselere diyecek bir şeyim yok…” (s. 29)
Yine bu noktada disleksi(öğrenme bozukluğu) hastalığı belirlenmiş kurallara karşı durmanın metaforu olarak kullanılıyor; “ben bir disleksiyim” diyen yazar, gerekli olanı ezberlemeye/öğrenmeye karşı direnç gösteren zihnin özgün belki de saf düşünceye ulaşma imkanına sahip olduğuna dikkat çekerek yerleşik düşünceye karşı duruşunu netleştiriyor.
Kitabın ikinci bölümü, Yazılmamış Romanın Kısa Hikayeleri, Bahardan Akılda Kalan Arzular başlıklı bir öykü taslağı ile başlıyor. İlk bölümde neden ve nasılı hakkında bilgi sahibi olduğumuz yazım sürecine tanıklığımız yazarın taslak metin üzerindeki serüveniyle devam ediyor. Yazar bu bölümde metnin en başında belirli sözcükleri okuyucuya verip metni bu sözcükler etrafında örüyor. Tema olarak yalnızlık-korku-dostluk, nitelik olarak cesaret ve hareket ettirici, itici güç olarak arzu-haz, taslak metinde kısaca anlatılan bir aşk masalıyla aktarılıyor. İkinci bölümün ikinci metni; Yitirişin Öyküsü başlığını taşıyan öyküde yitirilmiş sevgilinin anısı hüzünle demleniyor. Yıllar önce eski sevgilisini tercih edip kendisini terk eden sevdiği kadının ölüm haberinin yaşattığı hüznü anlatıyor yazar. Kısa bir öykü olan bu bölümde baskın duygu olarak hüzün dışında başka temalara yer verilmiyor. Yazım sürecine tanıklığımız bağlamında tematik bir öykü gözlemlemiş oluyoruz okuyucu olarak. İkinci bölümün üçüncü ve Bir Gün Fazla başlığını taşıyan son öyküsünde ahlaki sorgulamalar yaşayan karakterin günah kavramıyla olan sorgusuna tanıklık ediyoruz.
Kitabın Yanlış Yapma Hakkı başlıklı son bölümünde kitabın genelinde hakim olan yargılarla şekillenmiş Yitirişin Hüznü isimli öyküyü okuyoruz. İlk iki bölüm boyunca yöntem ve biçim yönünden inceleme imkanı bulduğumuz yazım sürecinin sonunda bu bölümde ön hazırlık yapmış olduğumuz halde bir öykünün karşısında buluyoruz kendimizi. Bu haliyle okuyan herkese çok tanıdık görünecek olan öykü, okuyucuya çok özel bir okuma süreci vaat ediyor. Okudukça doğru bildiği birçok yargının yanlış olduğunu fark eden karakterimizin birbirinden ayırmadığı okumak ve yazmak tutkusuyla başlayan yazı hayatına tanıklık ediyoruz. Yeni şeyler öğrendikçe yazmaktan korkmak ve gizli gizlide olsa yazmaktan vazgeçememek… Yazarın yazmak halini zorunluluk olarak anlamamızı isteyen yazar, statü endişesiyle yazmak düşüncesini kendinden uzaklaştırıyor. Bunu anlatırken kişinin yerleşik yargılara bağlı kalarak, belirlenmiş kalıplara sadık kalarak yazması halinde “işi kitabına uydurmuş” olacağına işaret ederek, bunun sonucunda ortaya çıkan metnin tanım olarak edebiyata uygun olması nedeniyle “edebiyat yapmak” olacağını kabul ederek, edebiyat yapmak istemediği halde yazdığının altını çiziyor. Yanlış yapma hakkını kullanarak yazmanın edebiyat yapmak kaygısı taşımadan yazmak olduğunu anlatan yazar, öyküsünde yakın çevresi tarafından bile anlaşılmayan ve doğru değerlendirilemeyen bir yazı emekçisinin hüzünlü ve trajik öyküsünü aktarıyor. Yazmaya devam ettikçe ve yazdıkları yayınlanan, yazılarıyla okuyucuyla buluşma imkanı bulan yazar, bu sürecin ilerleyen dönemlerinde yazdıkça kendisinin de yerleşik doğrulara riayet eden nitelikte bir yazara dönüşmüş olduğunu gözlemler ve yanlış yapma yeteneğini kaybetmiş bir yazar olarak düştüğü bu durumun hüznünü yaşar tek başına. Çok satan okunan bir yazar olmuştur. Kitapları ödüller almıştır ancak bu durum onu iyice yalnızlaştırmıştır. Yazı serüveninin başında, bilmediklerinin çokluğundan dolayı kendini eksik ve yalnız hissetmiş olan yazar, zaman içinde özgünlüğü olmayan ve birbirinin tekrarından farkı olmayan, genel doğruları tekrar eden birine dönüşmüş ve bu sayede çok okunan, ödüller alan biri olduysa da kendine göre orijinalliğini kaybetmiş bir yazara dönüşmüştür. Hüznün ve yaşlılığın hakim olduğu bu döneminde şehirden uzaklaşıp küçük bir kasabada, rahatsızlığından dolayı geçmişi hatırlayamayan eşiyle birlikte inzivaya çekilir. Kasabada kendisini tanıyan ve kitaplarını okuyan genç bir çocukla karşılaşan yazar, genç hayranının gözlerinde parıldayan yazmak arzusunu fark eder. Yıllarca yazdığı halde edebiyat yapmak istemediğini kimseye anlatamamış olan yazarın genç hayranında yakaladığı, çok yakından tanıdığı bu arzu, hüzne karşı umut ışığı olur. Kitap, yanlış yapma hakkına bir şans daha tanıyarak sona erer.
Altın Kitaplar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder