2 Şubat 2015 Pazartesi

Schelling

Friedrich Wilhelm Joseph von Schelling (1775- 1854)

Almanya’nın Württemberg kesiminde, Leonberg’de bir rahibin oğlu olarak dünyaya geldi. Parlak bir öğrenciydi. 15 yaşında Tübingen Üniversitesinde felsefe ve ilahiyat eğitimine başladı. Burada kendisinden yaşça büyük olan Hegel ve Hölderlin’le arkadaşlık etti. Schelling bu dönemde Fichte’nin izleyicisidir.
1793’de Mitler Üzerine başlıklı denemesi,
1794’te Genel Olarak Bir Felsefe Biçiminin Olanağı Üzerine adlı yazısı yayımladı.
1795’te yayımlanan Felsefenin İlkesi Olarak Ben Üzerine başlıklı yazısı Fichte felsefesine ilişkindir. Dogmatizm ve Eleştiricilik Üzerine Felsefi Mektuplar başlıklı makalesinde Spinoza ile Fichte’yi karşılaştırır.
Fiche’nin doğayı ahlaki eylem için araç olarak gören düşüncesinden uzaklaşarak doğa felsefesi üzerine çalışmalar yaptı. 
1797’de Bir Doğa Felsefesine İlişkin İdeler,
1798’de Dünya Ruhu Üzerine,
1799’da Bir Doğa Felsefesi Üzerine İlk Taslak ve Bir Doğa Felsefesi Sisteminin Taslağına Giriş ya da Spekülatif Fizik Kavramı Üzerine başlıklı yapıtları yayınlandı.
1798’de Fichte’nin önderliğindeki Jena Üniversitesine profesör olarak atandı.
1802, 1803 yıllarında Hegel ile birlikte Eleştirel Felsefe Dergisi’ni (Kritisches Journal der Philosophie) çıkardılar.
Goethe’yle tanışıp Jena’yı romantizmin merkezi haline getirdi.
Romantizmin filozofu olan Schelling’in aşkınsal idealizmi Alman romantik felsefesinin temel bir örneği hâline gelmiştir.
1803’ten itibaren çeşitli üniversitelerde dersler verdi. 79 yaşında İsviçre’nin Bad Ragaz kentinde öldü.

Öznel İdealizm
Felsefenin İlkesi Olarak Ben Üzerine başlıklı yazısında ben (ego) kavramını insan bilgisinin en yüksek ve koşulsuz ögesi olarak postülalaştırmıştır.
Bu çalışma uzun vadeli imlemi bakımından ben-olmayanın mutlaklaştırılmasını içerir çünkü dogmatizmin kuramsal düzlemde çürütülemeyeceğine inanmaktadır. Çünkü Spinoza nesneyi mutlaklaştırıyor, Fichte ise özneyi mutlaklaştırıyor. Hâlbuki mutlak varlığın öznellik ve nesnellik arasındaki ayrımı aşması ve özdeşlik içinde özne ve nesne olması gerekir.
Bundan sonraki çalışmalarında doğaya metafizik konumu yükleme yoluna gitmiştir. Burada artık doğa mutlak varlığın nesnel belirişi olarak gösterilecektir.

Doğa Felsefesinin Metafizik Temeli
Bu dönemin ilk önemli yapıtı Bir Doğa Felsefesine İlişkin İdeler’dir. Schelling’e göre Fichte, doğayı ben-olmayan olarak belirleyerek doğa ile tin, nesnel ile öznel arasında yapay bir ikilik yaratmıştır. Kendi doğa metafiziği işte bu ikiliği aşmaya yönelir.
Schelling, öznel ve nesnel, ideal ve reel arasındaki bağdaşma ya da uygunluk sorununu çözmeye çalışır. Spinoza ve Leibniz’in çalışmalarını inceler. Spinoza tözün değişkelerini/moduslarını açıklanmamış bırakırken Leibniz ise sadece bir önceden saptanmış uyum varsayımını öne sürmüş olmanın ötesine gitmemiştir. İkisinin de üstünlüğü tinsel olanın ve nesnel olanın en sonunda bir oldukları gerçeğinin sezgisini taşımalarıdır. Schelling için önemli olan budur: Filozof göstermelidir ki, “Doğa görülür tindir ve tin görülmez doğadır.”
Tin ve doğanın bu özdeşliği bizi mutlak kavramına götürür.
Mutlak, öznellik ve nesnelliğin salt özdeşliğidir.

Tin ve doğanın özdeşliğini temsil eden Mutlak, üç mantıksal evre sergiler;
1. kendini ideal doğa olarak nesneleştirir,
2. nesnelleşmiş mutlak, öznellik olarak mutlaklığa dönüşür,
3. mutlak nesnellik ve mutlak öznellik yine tek bir Mutlak olarak belirir.
Kendini doğada nesnelleştiren, tasarım dünyasında öznellik olarak kendine geri dönen ve sonra kendini felsefi düşünmede ve onun yoluyla reel ve idealin, doğa ve tinin özdeşliği olarak bilen bir mutlak ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.

Doğa Felsefesi
Doğa, Mutlak’ın kendini nesnelleştirmesidir ama eğer bir nesnel doğa sistemi olacaksa bu sınırsız etkinliğe karşı durdurucu ya da sınırlayıcı bir kuvvet olmalıdır. Sınırsız etkinlik ve durdurucu kuvvet arasındaki etkileşimle en alt doğa düzeyi, dünyanın genel yapısı, cisimler dizisi ortaya çıkar. Schelling bu düzeye doğanın ilk potansiyelliği adını verir. Çekme ve itme kuvvetlerini sınırsız etkinliğe karşılık olarak ele alır ve bu ikisinin sentezini salt kütle yani madde olarak tespit eder. Etkileşim burada sona ermez. Sınırsız etkinliğin itkisi kendini yeniden ileri sürer ve doğanın kuruluşunda ikinci birlik ya da potansiyellik, evrensel mekanizm olarak karşımıza çıkar. Bu başlık altında Schelling ışığı, cisimlerin dinamik sürecini ve ya da dinamik yasalarını öne sürer.
Birinci düzeyde çekme ve itme kuvvetleri maddeyi çıkarır karşımıza. İkinci düzeydeki çekme ve itme kuvvetleri elektrik, manyetizma ve kimyasal fenomenler şeklinde karşımıza çıkar.
Doğanın üçüncü birliği ya da potansiyelliği organlaşma/organizmdir.
Bütün bunların oluşumunda Schelling’e göre, güçlerin kutupsallığı görüşü rol oynamaktadır. Bu kutuplaşma (polarite) doğadaki işleyişin genel ilkesi durumundadır.
Cansız doğadan canlı doğaya geçişi çözümleyebilmek için Schelling tüm doğanın canlılık ögesi taşıdığını öne sürer, cansız nesnelerde bu öge bilinçsiz bir oluşum süreci içindedir. Canlılarda aşama aşama gelişim sürecinden geçerek insan varlığında gelişmenin en yüksek basamağı olan bilinçlilik düzeyine ulaşmış olur.

Transsendental (Aşkınsal) İdealizm
Özne ve nesnenin kökensel özdeşliğini kabul ediyorsak bilgi alanında bu özdeşlik öz-bilinçtir. Öz-bilinç Schelling tarafından ‘ben’ olarak betimlenir ama ‘ben’ terimi bireysel ‘ben’i göstermez. “Genel olarak öz-bilinç” edimini simgeler.
Öz-bilinç, tek bir mutlak edimdir ve bu mutlak edim kendinin/benin nesne olarak üretilişidir. Ben, kendi öz nesnesi olan bir üretmeden başka bir şey değildir. Çünkü ‘ben’ kendini bilme yoluyla varlık kazanır. Bu öz-bilgi anlıksal bir sezgi edimidir ve bu edim tüm aşkınsal düşüncenin aracıdır. Anlıksal (zihinsel) sezgi ile aşkınsal düşünce nesnesinin üretimi bir ve aynı şeydir.
Schelling, bilincin tarihini üç ana evrede izler: İlk evre ilkel duyumdan üretken sezgiye dek yayılır ve doğa felsefesinde maddenin kuruluşu ile bağlantılıdır.
İkinci evre üretken sezgiden derin düşünmeye dek uzanır. Ben burada duyu düzeyinde bilinçlidir.
Üçüncü evrede organizmanın oluşumu devreye girer. Bu evre ben’in düşünme yoluyla kendisini ben-olmayandan, yani nesneden ayırt etmesini, bir zihin olarak tanımasını sağlayan mutlak soyutlama ediminde doruğuna ulaşır.
Aşkınsal idealizm sisteminin ikinci evresinde öz-bilincin gelişiminde başka-benlerin başka özgür istençlerin bilincine varılması tarafından oynanan rol dikkate alınmaktadır. Burada ben istenç olarak kendinin bilincine nasıl ulaşabilir? Yanıt: Ben’in öz-belirlenimden başka bir şeyi istememesi biçimindeki istem (talep) yoluyla olduğudur.
Öz belirlenim somut eylem yoluyla başarılabilir. Bu nedenle Schelling bu aşamada haklar sistemini ve devleti ahlaksal eylemin koşulları olarak öne sürer. Devlet insan eli tarafından, tinin etkinliği tarafından ortaya konmuş bir yapıdır.
Yine de iyi düzenlenmiş devlet bile başka devletlerin bencil istençlerinin karşısında durur. Toplum bu durumdan nasıl kurtulabilir? Bunun yanıtı, uluslararası çatışmaları ortadan kaldıracak bireysel devleti aşan bir “tüm devletler federasyonu”nda bulunabilir. Eğer böyle bir ideal gerçekleşebilirse politik toplum, yani devlet evrensel bir ahlaksal düzenin tam edimselleşmesi için güvenilir bir ortam olacaktır.

Tarih Felsefesi
Schelling’in inancına göre insan tarihinde sonsuz bir ilerlemeye yer vardır. Bütün olarak tarih, mutlak’ın sürekli bildirilişidir. Bu bildiriş kendini aşamalı olarak açığa koyar. Eğer böyle zorunlu bir ilerleme çizgisi varsa bireylerin özgür istençlerinden söz edilebilir mi? Schelling burada özgür eylemlerin mutlak bir sentezi düşüncesine başvurur: Buna göre, bireyler özgürce davranırlar. Yani herhangi bir birey yalnızca kişisel ve bencil bir erek ile davranabilir. Ama aynı zamanda gizil bir zorunluluk ilkesi de vardır. Bu ilkenin ışığında tarih, bireylerin bağıntısız görünen eylemlerinin bir sentezini başarır.
Bir insan bencil güdülerle davransa bile giderek istencine karşıt olarak insan tarihinin ortak ereğinin yerine getirilmesine katkıda bulunur.
Bu açıdan bakılırsa tarih insan soyunun özgürleşme yolundaki gelişimi olarak da betimlenebilir. Schelling’e göre, zorunluluk ile özgürlük arasında da mutlak bir özdeşlik vardır.
Schelling, transsendental idealizm bağlamında ortaya koyduğu görüşlerini doğa felsefesinin bütünlenmesi adına bir gereklilik olarak sistemin doğal bir uzantısı olduğu düşüncesiyle öne sürmüştür. Ne var ki bu alanda öne sürdüğü görüşleri Fichte’nin görüşlerinden çok farklı değildir. Schelling bu noktada kendi sistemine yeni bir araştırma alanı eklemiştir. Bu yeni araştırma alanı estetik sezginin, güzelin duyumsanmasının ve sanatsal yaratmanın alanıdır.

Sanat Felsefesi
Fichte’nin felsefesinde ağırlık noktasını pratik felsefe oluşturuyordu. Ben’in temel niteliği eylemdi. Schelling’in felsefesinde ise ben’in ulaşabileceği en yüksek basamak etik değil, estetiktir.
Schelling, estetik bilinçliliğe estetik sezgi der. Estetik sezgi kendisini sanatsal yaratmada dışlaştırır. Schelling’e göre, “Doğa yaratıcı tinin bilinçsiz bir şiiridir.” bir başka deyişle doğa, salt bir organizma değil bir sanat eseridir. Estetik sezgi bilinçsizin ve bilinçlinin, reelin ve idealin birliğinin temel gerçekliğidir.

Mutlak’ın yaratıcı etkinliği doğa nesnelerinin reel dünyasını oluşturur, sanat etkinliğinde ise ideal bir dünya yaratır. Sanatsal etkinlik aslında bu ikisinin birliğinden başka bir şey değildir: fiu hâlde tarih bir drama ise doğa da bir sanat yapıtıdır.
Sanatsal yaratım, dünyanın sezgisi için bir örnek görevi görür. Bu felsefenin gerçek organonudur yani felsefeciler de tıpkı yaratıcı dehalar gibi evrende bir uyum ve özdeşlik görebilmelidirler.
Sanatsal güzellik sonlu bir şeyde betimlenen sonsuzdur.
Nasıl ki yaratıcı sanatçı yapıtında karşıtları birleştiriyorsa aynı şekilde filozof da benzer zihinsel sezgi ile şeyleri bir bütün olarak görmelidir, tikelde tümeli, çoklukta birliği, farklılıkta özdeşliği görebilmelidir.
Sanat felsefesi Schelling’e göre aşkınsal idealizm sisteminin doruğudur.

Schelling, Bruno adlı yapıtında Platon’un ideaları gibi sonsuz tanrısal idealar kavramını devreye sokarak şeylerin bu idealara katılmak yoluyla güzel olduklarını öne sürdü.
Böylece güzelliğin olduğu yerde reel olan kendi ideası ile öylesine uyum içindedir ki bu uyum içinde ideanın kendisi sonsuz olarak sonluya katılır ve bu reel olan içinde sezilir ve bu ideanın sezilmesi sonlu varlığı güzel kılar.

Özdeşlik Felsefesi
Schelling’e göre, doğa felsefesi ile bilgi felsefesi birlikte alındıklarında bir bütünün sadece bir yarısını oluştururlar. Öteki yarıyı ise doğanın ve bilginin ayrımlaştırılamayan özdeşliği oluşturur.
Gerçekliğin üretimi mutlaktan doğan bir şey olarak doğadaki tüm şeylerin özdeşliği üzerine kurulur.
Akıl, kendinde-şeyleri ve şeylerin bilgisini kapsarken birdir ve sonsuzdur.
A=A uzay ve zaman koşullarına bağlı kalmaksızın doğrudur. A=A formülünde özne ve nesne arasındaki ayrım formel ve görelidir (rölatif). Özne ve nesne burada sadece biçime ilişkindir, öze gittiğimizde bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur.
Schelling inorganik dünyanın temelinde yaşam bulunduğuna inan bir panteisttir.

Olumlu (Pozitif) Felsefe
Schelling’in 1809’dan sonraki yazılarında insanlık tarihinde özellikle mitoloji ve dinde kutsal ilkenin evrimi temelinde pozitif bir felsefe kotarmaya çalışmıştır. Pozitif, çünkü daha önceki dönemlerinin felsefe yapma biçimini ussal düşünüş temeline dayalı ama tümüyle negatif tutumlu bir felsefe olarak nitelemektedir.
Negatif felsefe deyince evreni açıklama amacında olan sistemin tümüyle kavramlara ya da özlere sınırlı olduğunu ve bu sistemlerin mantıksal çıkarım düzeyinde kaldığını öne sürer. Gerçi hiçbir sistem kavramlar olmaksızın oluşturulamaz. Ama Schelling’e göre burada varoluşun da vurgulanması gerekir, işte bunu da pozitif felsefeci yapacaktır. Bu felsefe varoluşsal anlamda bir salt edim ya da varlık olarak tanrı ile başlar ve bu en yüksek edimden başlayarak tanrının kavramına ya da doğasına geçer. Buna göre tanrı kişisel olmayan bir kavram ya da öz değil, yaratıcı bir varlıktır.
Ona göre “Tüm felsefelerin temel işlevi dünyanın varoluşu sorununa bir çözüm bulmaktır.” Schelling bunu tanrı ve insan kavramına yeniden bir bakışla açıklamaya çalışır.
Negatif felsefeden pozitif felsefeye geçiş, salt düşünme yoluyla olamaz. Ancak istenç aracılığıyla bu mümkün olur. Ona göre istenç bir iç zorunluluk olarak tanrının salt bir düşünce olmamasını ister.
Pozitif felsefenin temelinde yatan inanç yaratıcı ve kefaret ettirici, kişisel bir tanrıya duyulan inançtır.

Schelling Kant’ın bu alandaki görüşünü de eleştirir: “Onun salt akıl sınırları içinde kalan dininde gerçek din için hiçbir yer yoktur.” Olumsuz felsefenin sonunda sadece olanaklı dini bulabiliriz, olgusal dini değil.
Pozitif ve negatif felsefe arasındaki ayrımı gerçek din felsefesi ile dinsel bilinci ve istemleri özümsemeyen felsefe arasındaki ayrım olarak koyar.

Schelling, pozitif felsefe adı altında salt bir Hıristiyan felsefesi yapmaktadır.

---
Modern Felsefe II
Editör: Prof. Dr. Sara Çelik & Yrd. Doç. Dr. Serdar Uslu
Anadolu Üniversitesi, Ekim 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder