13 Şubat 2015 Cuma

Zygmunt Bauman - Siyaset Arayışı

Zygmunt Bauman - Siyaset Arayışı


Sunuş
İnanmak için inançların tutarlı olması gerekmez.

İçinde bulunduğumuz durumu biçimleyen karmaşık ve kolayca görünmeyen toplumsal mekanizmaların nasıl işlediğini bilmenin hem iyi hem de kötü bir şey olabileceği artık herkesin malumu.

Ama ortada bilinmesi gereken ne var ki? Bu kitap işte bu soruyla hesaplaşmaya çalışıyor. Bulduğu cevap kabaca şöyle: Özel ve kamusal hayat arasındaki köprüler atıldığı ya da hiç inşa edilmemiş olduğu sürece (…)bireysel özgürlüğün artmasıyla kolektif iktidarsızlığın artması çakışabilir.

Güçlü ve devamlı köprüler olmayınca ve tercüme becerileri kullanılmaya kullanılmaya körelmiş veya bütün bütüne unutulmuş olunca, özel dertler ve acılar bir birikim oluşturmaz ve yoğunlaşıp ortak davalar haline gelmezler. Bu koşullarda, bizi ne bir araya getirebilir?

Toplumsallığımız düzenli çıkış imkânlarından yoksun olduğu için, tek atımlık şaşaalı patlamalarla boşaltır içini…

Bu durumu değiştirme şansı, agora'ya bağlıdır.
Ancak asıl sorun, eski tarz özel/kamusal alanlardan günümüzde pek bir şey kalmamış olması, bir yandan da bunların yerini alabilecek yeni alanların ortalıkta görünmemesidir.

Cornelius Castoriadis 1996 Kasımında Daniel Mermet'e, çağdaş siyasetin en bariz özelliğinin önemsizliği olduğunu söyler: "Siyasetçiler iktidarsız... Artık bir programları yok. Tek amaçları koltuklarında kalmak."

Liberalizm bugün basit bir "alternatif yok" amentüsüne indirgenmiştir.

Kendilerini güvensiz hisseden, geleceğin getirebileceklerine sakınarak bakan ve emniyetlerinden endişe eden insanlar, kolektif eylemin gerektirdiği riskleri göze alacak kadar özgür değildirler.

Soru sorma sanatını unutan ya da bu sanatın kullanılmaz hale gelmesine izin veren hiçbir toplum, kendini kuşatan sorunlara cevap bulabileceğine güvenmemelidir.
Sosyoloji sahneye işte burada girer…

Bu kitabın bütün savına çerçeve oluşturan fikir şudur: Bireysel özgürlük ancak kolektif çalışmanın ürünü olabilir.
İlk bölümün konusu siyasetin değişen anlamıdır;
İkinci bölümde mevcut siyasi eylem faillerini kuşatan dertler ve bu faillerin etkililiklerindeki düşüşün nedenleri tartışılıyor;
Üçüncü bölümde ise çok ihtiyaç duyulan reforma kılavuzluk edebilecek bir vizyonun ana hatları kabaca çiziliyor. İdeoloji sonrası bir dünyada ideolojinin, gelenek sonrası bir dünyada geleneğin, "değer krizi"nden mustarip bir toplumda ortak değerlerin bugünkü durumu ve geleceği ise ayrı bölümlerde ele alınıyor.

KAMUSAL ALAN ARAYIŞI
İnsanların hiç tanımadıkları bir pedofile tepki amacıyla bir araya toplanmalarının anlamı nedir? …ortak bir dava; toplulukla birlikte davranmanın verdiği heyecan muhtemelen. (s. 18-19)

Günümüzde yaşanan güçlükler ve ıstıraplar parçalı ve dağınık olduğu gibi meydana getirdikleri muhalefet de öyledir. Muhalefetin dağınıklığı, onu yoğunlaştırıp ortak bir davaya bağlamanın ve ortak bir suçluya karşı yönlendirmenin güçlüğü, sadece çekilen acıları daha da buruklaştırıyor.

İnsanlar arasında uyuşmazlığın ve kopukluğun had safhaya geldiği bir noktada bileştirici unsur olarak günah keçisini öneren Rene Girard, toplumun dolaylı olarak kurbanın katline iştirak etmesi halinde, insanlar arasındaki kopukluğun büyük ölçüde giderilebileceğini öngörür. (s. 23)

Sigmund Freud, Das Unbehagen in der Kultur
Freud bu çığır açıcı kitapta "uygarlık"ın bir değiş tokuş olduğunu ileri sürüyordu: doğadan, insanın kendi bedeninden ve başka insanlardan gelen birçok tehlikeye karşı güvenlik.

Postmodernity and its Discontents adlı kitabımda, Freud bu kitabı yetmiş yıl sonra yazsaydı, yaptığı teşhisi muhtemelen tersine çevirmesi gerekecekti diye iddia etmiştim: …sürekli genişleyen bireysel özgürlük sunağında günbegün kurban edilen şey güvenliktir.

Sicherheit'ın bu üç bileşeni de (güvenlik, kesinlik ve emniyet), rasyonel olarak düşünme ve hareket etme yetisinin bağlı olduğu özgüvenin koşullarıdır.

Günümüzde Sicherheit'ın üç bileşeni de sürekli ve yoğun darbeler almakta.

Günümüzün belirsizliklerinin, Anthony Giddens'ın yerinde ifadesiyle, imal edilmiş oldukları gittikçe bariz bir hal almakta ve böylece belirsizlik içinde yaşamak bir yaşam biçimi, eldeki tek yaşamın tek biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. (s. 27-28)

Manuel Castells, gelmekte olan "enformatik toplumu"nu konu alan yakın tarihli incelemesinde, sermaye serbestçe dolaşırken, siyasetin ümitsizce yerel kaldığını ileri sürer. Hareketin hızı gerçek iktidarı mekân-dışı kılmaktadır.

Der Spiegel'in iktisat uzmanları Hans Peter Martin ve Harald Schumann, günümüzdeki eğilim azalmadan sürerse, küresel (potansiyel) işgücünün yüzde 20'sinin "ekonomiyi işler durumda tutma"ya (her ne demekse) yeteceğini; bunun da dünya nüfusunun geri kalan gücü kuvveti yerinde yüzde 80'ini ekonomik olarak gereksiz kılacağını hesap ediyorlar.

Niklas Luhmann, oynadığımız rollerin ve bunları oynadığımız ortamların çokluğu göz önünde bulundurulduğunda, hepimizin her yerde "kısmen yerinden edilmiş" olduğu gibi hatırlanmaya değer bir önermede bulunmuştur. (s. 31)

Yaşam politikasının yüreğinde derin ve doyurulmaz bir güvenlik arzusu yatar; bu arzuyu gerçekleştirmek için eyleme geçilmesi ise daha fazla ve daha derin bir güvensizliğe yol açar.

Piyasa belirsizlikten güç alır; temel gıdası sürekli artan hacimde belirsizliği yeniden üretmektir.

Artık kimsenin dünyadaki mevcudiyeti emniyetli değildir. (s. 41)

Geçici olduğunu bilen tek canlı insandır; sadece geçici olduğunu bildiği için de, aynı zamanda kendi varoluşunun tersine başı ya da sonu olmayan daimi bir varoluşu, sonsuzluğu hayal edebilir - hayal etmek durumunda kalır. Bir kere sonsuzluk hayal edildikten sonra da, bu iki varoluş türünün birbiriyle karşılaştığı noktalar olsa da, aralarında hiçbir menteşe ya da perçin olmadığı bariz bir hale gelir. (s. 42)

Ölüm, ölen kişinin kabahati değildir, tıpkı doğumun onun erdemi olmadığı gibi. Kişi ne başlangıç ne de son karşısında kişisel sorumluluk taşımaz, bu yüzden de bunları ihmal etti diye kendisine eziyet etmesi gerekmez.

Hem millet hem de aile bireysel ölümlülüğün verdiği ezaya getirilen kolektif çözümlerdir.

Ancak artık ölümsüzlüğü peylemek şöyle dursun, emniyetli bile görünmeyen bu bütünlükler de yavaş yavaş ve amansız bir biçimde parçalanmakta ve bu yüzden de anlam verici güçlerinin büyük kısmını, belki de hepsini yitirmektedirler.
Modernlik, doğuşunda, ölümü aşkın anlamından mahrum bırakmıştı.

Durkheim, Tanrı'nın en baştan beri kılık değiştirmiş cemaatten öte bir şey olmadığını iddia ediyordu; ama -ister büyük olsun ister küçük, ister hayali olsun ister elle tutulur- artık cemaat, Tanrı'yı oynayamayacak kadar zayıftır.
Ölüm ancak şimdi tam anlamıyla ve gerçekten anlamsız bir hal alma yolundadır. (s. 48)

Eric Hobsbawm, The Nation and Globalization
"Küresel ekonominin temel yapısı, dünyanın siyasi yapısından gittikçe kopuyor ve onun sınırları üzerinden geçiyor." Bunun ulus-devletlerin kimlik inşa edici potansiyeli için yaratacağı yankılar dev boyutlardadır: "Toprağa ve iktidara sahip olan devletin tersine, 'millet'in diğer unsurları ekonominin küreselliği tarafından ayaklar altına alınabilir ve kolayca alınmaktadır. Etnilik ve dil bunun iki bariz örneğidir. (s. 49)

İnançsız insanlar yaptıklarına ve yaşama biçimlerine anlam verebilmek için kendine dönük zorlanmalar, depresyonlar, endişeler -modern hastalık formu olarak "psikopatoloji"- içinde kapana kısılmış olduklarını göreceklerdir. Zaten "psikopatoloji" teriminin kendisi Grekçe aslında ruhun ıstırabı anlamına gelir, ama modern kullanımda ruh atılıp yerine kişilik, daha doğrusu ego geçirilmiştir. (s. 51)

Bizi vesveseli ve kaygılı kılan varoluşsal korku, katıksız ve ham biçimi içinde, başa çıkılmaz, yola getirilmez ve bu yüzden de güçten düşürücü bir şeydir. Bu korkunç hakikati bastırmanın tek yolu, o büyük, bunaltıcı korkuyu daha küçük ve başa çıkılabilir parçalara bölmek - hakkında hiçbir şey yapamayacağımız büyük meseleyi başarmayı umabileceğimiz bir küçük, "pratik" görevler kümesi haline sokmaktır. Söküp atılamayan korkuyu en iyi, savaşılabilecek bir dert hakkında kaygılanıp halletmek için "bir şeyler yapmak" teskin eder. (s. 54)

Çağdaş dünya, ıstırap çeken birinin başkalarıyla paylaşmayı ummasının makul olacağı bir çıkış yolu bulmak için ümitsizce uğraşan yüzer-gezer korku ve hayal kırıklıklarıyla ağzına kadar dolu bir kaptır. (s. 65)

"Melekler İyi'nin değil ilahi yaratılışın partizanıdırlar", oysa şeytan "bu ilahi olarak yaratılmış dünyaya herhangi akılcı bir anlam yüklemeyi reddedendir" (s. 66)

FAİL ARAYIŞI
Bakhtin iktidarın beşiğindeki korkuyu bulup çıkarmaya çalışmıştı. Orada, (…) kozmikkorku'yu bulmuştu:
Ölçüsüz derecede büyük ve ölçüsüz derecede güçlü olan karşısındaki korku…
Bu kozmik -yüce- korku, Bakhtin'e göre, gündelik, dünyevi iktidarın prototipiydi. (s. 68)

Bütün dünyevi iktidarların "kurucu uğrağı," der Bakhtin, "şiddet, bastırılma, yalan, dehşet ve tebaanın korkusudur." (s. 69)

Modernlik yapısal olarak "ihlal edici" bir oluşumdur.
Modernlik döneminde yıkılan, bulanıklaşan ya da silinen diğer ayrım çizgileri arasında, korku ile gülme arasındaki ayrım çizgisi de vardır.
(Gülme, güçsüzün gücü…)

Birey olmak ille de özgür olmak demek değildir.

Artık kamusalın tanımı da tersine çevrilmiş durumda. Özel meselelerin ve tek bir kişiye ait mülklerin teşhire çıkarıldığı alan haline geldi kamusal…

Arzuyu kışkırtıp harekete geçiren, keyif verici ve daha önce denenmemiş bir duyumun yaşanacağı vaadidir.
…demek ki arzu başından itibaren nesne yönelimlidir. Bu yüzden, günümüzdeki seçme kodu, sahip olduğu beceriler öncelikle haz verici bir duyum vaadini tespit edip bu duyumu ele geçirmeye giden yoldaki ipuçlarını takip etme yeteneğinden ibaret olan bir fail yaratır.
Günümüzde yaygınlık kazanan seçme kodunun hizmet ettiği hayat stratejisi içinde, insan kolektiviteleri çoğunlukla, bu tür ben-yönelimli faillerin oluşturduğu toplamlar olarak değer kazanırlar.
Faillerin hep beraber aradıkları duyumlar ancak her biri tarafından tek tek deneyimlenebilir… (s. 86)

Hangi arzunun peşine düşersek düşelim, bunun gelecekteki arzu arayışlarımızı önlemesine mahal verilmemelidir. Adorno ve Horkheimer bu durumu biraz acı bir biçimde ifade ediyorlardı: "Bireyler hiçbir iz bırakmayan, daha doğrusu bıraktıkları izlerden akıldışı, yüzeysel ve trafikteki anlamıyla 'sollanmış' oldukları için nefret edilen anlık deneyimlerden oluşan bir seriye indirgenmişlerdir." (s. 87)

…toplumsallaştırma insanları yapmak zorunda oldukları şeyi kendi istekleriyle yapmaya ikna etmekten ibarettir.
İnsanlar özerk ya da kendilerinden emin olabilirler - ama aynı anda ikisi birden olamazlar. (s. 89)

Hiçbir varlık -ne bir birey ne de bir toplum- ölümlülüğü kabul etmeksizin özerk olamaz.
…ölümlülüğü kabul etmek demek, kurumların ve anlamlandırmaların fiili geçerliliğinin herhangi bir kalıcı zemini ve ölümsüz/sonsuz/zamandışı temelleri olduğunu inkâr etmek demektir. (s. 93)

Özerk olmak için toplumun özerk bireylere ihtiyacı vardır; bireylerse ancak özerk bir toplum içinde özerk olabilirler.
…bu iki alan arasındaki bağ, karşılıklı bağımlılık, iletişimdir aslında.
agora iki ucu birbirine bağlıyor ve bir arada tutuyordu. (s. 96-97)

POSTMODERN DÜNYADA İDEOLOJİ
Sözlerin de kendi yazgıları vardır
Etimolojik olarak, "ideoloji" sözcüğü "fikirler bilimi" anlamına gelir. (s. 119)

İnsan davranışına insanların savunduğu fikirler yön verir.

Bu dünyanın çok büyük bir ölçekte ürettiği birçok yanılsamadan biri de fikirlerin gücünün her şeye yettiğiydi.

Mannheim'ın "ideoloji" kavramı, (…)György Lukâcs tarafından (…)geliştirilmiş olan "yanlış bilinç" fikrinden etkilenmişti.

Oyun bilişim tiyatrosunda oynanıyor ve burada ideoloji hakikatin karşısına onun en büyük düşmanı olarak çıkıyordu.

Mekân onu alt etmek için gereken zamanın tortusudur; sermaye ve enformasyon hareketlerinin hızı elektronik sinyalin hızıyla eşit olduğunda, mesafenin alt edilmesi anlık bir şey olur ve mekân "maddiliği"ni, hareketi yavaşlatma, durdurma, ona direnme ya da başka bir yoldan kısıtlama yeteneğini -normalde gerçekliğin ayırt edici özellikleri sayılan bütün nitelikleri— yitirir.

Sermaye de bilgi de yerel sınırlarından kurtulmuş durumdalar.

Bir dünya algısının diğerinden üstün olduğunu göstermenin hiçbir yolu olmayınca, geriye kalan tek strateji, onları muazzam ve indirgenemez bir çeşitliliğe sahip oldukları şeklindeki kaba olgu etrafında gidip gelirken ki halleriyle kabul etmektir. (s. 135)

POSTMODERN DÜNYADA GELENEK VE ÖZERKLİK
"Gelenek", "âdet" ya da "alışkanlık"la eşanlamlı değildir, ama bu terimler sık sık birbiriyle karıştırılır. Aslında gelenek, âdet ve alışkanlığın tam zıttıdır. Âdete ya da alışkanlığa dayalı davranış düşünce içermeyen davranıştır. (s. 141)

Oysa "gelenek" bir seçim durumuna gönderme yapar.
Eric Hobsbawm söz dağarcığımıza "icat edilmiş gelenek" kavramını soktu: Hobsbawm'ın gösterdiği gibi, henüz oluşmamış cemaatlerin gözü yukarıda olan siyasi liderleri, sık sık, cemaati bir arada tuttuğunu ve onu bir araya gelmeye mecbur ettiğini ima ettikleri ortak bir geçmiş icat etmişlerdir.

Anthony Giddens'ın ileri sürdüğü gibi, bizler "gelenek sonrası bir toplum"da yaşıyoruz.
Kabul görmek için birbirleriyle çatışan geçmiş yorumlarının fazlalığı, genel ya da genele yakın bir güven kazanabilecek tek bir tarih yorumunun olmayışı söz konusudur bu fikirde.

Toplum, ancak üyelerine seçme hakkı veriliyorsa ve ve bu üyeler bu haktan hiçbir zaman feragat etmiyor ya da onu başka birine (ya da bir şeye) devretmiyorlarsa özerk olabilir. Özerk bir toplum kendi kendini kuran toplumdur; özerk bireyler kendi kendilerini kuran bireylerdir.

POSTMODERNLİK VE AHLAKİ VE KÜLTÜREL KRİZLER
Krizden bahsetmek için, önce bir teoriye, normal, sorunsuz duruma dair bir imgeye ihtiyaç vardır.

Martin Heidegger (…)ancak bir şeyler "yanlış gittiği "nde doğru ve uygun fikrini ortaya atar ve bu fikre daha yakından bakanz; ancak çekiç kırıldığında ve telaşla onun yerine koyacak bir şey aradığımızda çekicin "özü" hakkında, bir nesnenin çekiç olabilmek için sahip olması gereken özellikler hakkında sorular sormaya başlarız.
…“normal”e ilişkin bir teori arayışını teşvik eden, bir "normallik" imgesi koyutlayan şey kriz algısıdır – ve bunun tersi doğru değildir. Bu kriz algısı olmazsa, yolumuza düşünmeden ve teorileştirmeye başvurmadan, "normalliği" bir kere olsun düşünce konusu yapmadan, belki de sonsuza kadar devam ederiz. (s. 150-151)

Bugün "kriz" dediğimiz şey çelişkili yapıdaki güçlerin çatıştığı, geleceğin ortada olduğu ve hayatın yeni, ama önceden görülemeyen bir biçim almak üzere bulunduğu bir durum değildir yalnızca; öncelikle, içinde belirgin hiçbir şeklin katılaşıp uzun bir süre hayatta kalamayacağı bir durumdur. Başka bir deyişle, kararsızlık durumu değil, karar vermenin imkânsız olduğu durumdur. (s. 153)

Anthony Giddens'ın kullandığı yerinde terimle söyleyecek olursak, imal edilmiş bir belirsizliktir bizimkisi.

"Kültürel kriz" kavramı, normatif muğlaklık, çiftdeğerlilik, tutarsızlık, bulanıklık, belirsizlik durumuna ve bu durumun bir bütün olarak toplumun refahını ve bu toplumun üyelerinin doğru dürüst bir hayat sürmesini şu ya da bu şekilde tehdit eden, can sıkıcı bir durum olarak algılanmasına göndermede bulunur hale gelmiştir. (s. 159)

VİZYON ARAYIŞI
Liberal demokrasinin hedefi yalnızca, devletin kendi işini görmesine izin veren bir toplum ve toplumun kendi işini görmesine izin veren bir devlet değildir; aynı zamanda devletin işinin doğru dürüst yapılıp yapılmadığını denetleyebilen bir toplum ve toplumu, o toplumun işlerini görmenin yol açabileceği aşırılıklardan koruyabilen bir devlettir. (s. 163-164)

Liberal demokrasi ideali ile gerçekteki biçimi arasındaki mesafe azalacağına artmaktadır.

"Yabancılaşma" yerine bugünlerde "yersizleşme"den ya da "evsizlikken söz etmek daha yerinde olacaktır. Aslında, "yabancılaşma", birbirlerine yabancılaşabilecek bütüncül bir dünya ve bütüncül bir kişi varsayıyordu, oysa bugün ne çok-ağlı toplum bir bütünlük olarak yaşanabilecek fazla şey sunuyor, ne de onun modüler üyeleri bütüncül kişilerin özbilincini geliştirecek fazla vesileye sahip. (s. 169)

Ait olma fikrinin en bütünlüklü cisimleşmesi, insanlık tarihinin büyük bölümünde hüküm sürmüş birliktelik biçimi olan kabiledir.

Modern toplumsal bütünlükler, yapısı gereği tamamlanmamış olan iki bütünlüğün -"cumhuriyet" ve "milletin- bir bileşimi oldukları için kabilenin bağdaşıklığından yoksundurlar.

Kabile, tek alternatifi tek başına ölmek olan tek yaşam-belirleyici olduğu için, ideoloji, doktrin aşılama ve propaganda olmadan da yaşayabiliyordu; oysa millet bunlar olmadan yaşayamaz.

Ulus-devlet içindeki cumhuriyet, refahı tanımlama ve artırma kudretinin büyük kısmını hızla yitirmekte olduğu için, ulus-devletin topraklan gittikçe milletin özel arazisi haline gelmektedir. Cumhuriyetin, milletin uzun vadeli güvenliğini sağlayacak ve böylece onun "kuşatılmış kale" kompleksini iyileştirip ya da hafifletip hırçınlığını ve hoşgörüsüzlüğünü giderecek ya da azaltacak gücü kalmamıştır pek.

Sermayenin, finansmanın ve enformasyonun küreselleşmesi her şeyden önce bunların yerel makamların ve öncelikle de ulus-devletin denetim ve yönetiminden muaf olmaları anlamına gelir. Bunların işlediği mekânda, cumhuriyetçi devletin yurttaş katılımı ve etkili siyasi eylem için geliştirdiği araçları andıran hiçbir kurum yoktur. Ve cumhuriyetçi kurumların olmadığı yerde, "yurttaşlık" da yoktur. (s. 178)

Titanik bizleriz, bizim zafer kazanmış bir havayla kendi kendisini kutlayan, yoksullarına acımasızca davranan kör, ikiyüzlü toplumumuz - öngörü aracı dışında her şeyin öngörüldüğü bir toplum... Hepimiz sisler içinde bir yerlere gizlenmiş bizi bekleyen bir aysberg olduğunu tahmin ediyoruz; ona çarpacak ve müzik sesleri arasında batacağız (Jacques Attali).

Belirsizliğin Ekonomi Politiği
Gelecek için tasanlar yapma yeteneği, rasyonel olduğu düşünülen her türlü davranışın koşuludur... Devrimci bir proje tasarlayabilmek, yani bugünü tasarlanmış bir geleceğe göre dönüştürmeye yönelik, üzerinde iyice düşünülmüş bir niyete sahip olabilmek için, bugüne bir nebze de olsa bir yerinden tutunmak gerekir (Pierre Bourdieu).

"Bugüne tutunmak" çağdaş in-sanların içinde bulundukları durumda bariz biçimde eksik olan bir özelliktir.

İstikrarsızlık durumu, der Bourdieu, "bütün geleceği belirsizleştirir ve böylece her türlü rasyonel tahmin çabasını önler.

Belirsizliğin ekonomi politiği, mekânla bağlarını koparmış finansman, sermaye ve ticaret güçlerinin yerel siyasi otoritelere dayattıkları "bütün kurallara son verecek kurallar" kümesidir.

Belirsizliğin ekonomi politiğinin tartışmasız hâkimiyetine giden yolda, bir kenara atılan ilk kurbanlar cumhuriyetçi kurumlar oluyor.

ABD'de, nüfusun yüzde 16.5'u yoksulluk içinde yaşıyor; yetişkin kadın ve erkeklerin beşte biri okuma yazma bilmiyor; yüzde 13'ünün ortalama ömrü 60 yıldan az.

Öte yandan, dünyanın en zengin üç adamının şahsi varlıkları en yoksul kırk sekiz ülkenin toplam milli hasılasından fazla; en zengin on beş kişinin serveti Sahra-altı Afrika'nın tamamının toplam hasılasını aşıyor.

Fransa'da 1991'deki ulaşılabilen iş hacminin, 1891'dekinin yüzde 57'si olduğunu öğreniyoruz: 60 milyar saat yerine 34.1 milyar saat. Bu dönemde, gayri safi milli hasıla on kat, saat başı üretkenlik on sekiz kat artmışken, çalışan insanların toplam sayısı yüzyıl içinde 19 milyondan yalnızca 22 milyona çıkmış.

...günümüzde iş, her gün yapılan bir gereksizleşme provasıdır adeta. "Belirsizliğin ekonomi politiği", Ortodoks savunma hatlarının ve onlara yerleşmiş birliklerin dağıtılmasını sağlamıştır. Emek "esnek"leşmiştir…

Çağdaş erkek ve kadınların ezici çoğunluğunun yaşam dünyalarının yapısal istikrarsızlığı, cumhuriyetin günümüzdeki krizinin nihai nedenidir.

"Küreselleşme" terimi günümüz söyleminde, modern çağ boyunca "evrenselleşme" teriminin işgal ettiği yere yerleşmiştir.
"Küreselleşme" dünya işlerinin izlediği güzergâhın benzersiz doğallaştırılmasına işaret eder: Dünya işlerinin özünde sınır ve denetim dışı kalmasını, yan asli, plansız, beklenmedik, kendiliğinden ve olumsal bir karakter kazanmasını gösterir. Tıpkı İnternet kullanıcılarının ancak kendilerine sunulan seçenekler arasından seçim yapabilmeleri ve İnternetin işletim kurallarını ya da bu kurallarla ulaşılabilen seçenekler yelpazesini pek etkileyememeleri gibi. (s. 200)

Evrensellik, bütün insan türüne şâmil iletişim kurma ve karşılıklı anlayışa ulaşma yeteneğinden öte bir şey değildir.
Egemen ya da yan egemen cemaatlerin sınırları ötesine ulaşabilecek bu tür bir evrensellik, egemen ya da yan egemen devletlerin sınırlan ötesine ulaşacak bir cumhuriyetin olmazsa olmaz koşuludur; küreselleşmenin kör, yabanıl, sapkın, denetimsiz, bölücü ve kutuplaştı-ncı güçlerinin tek alternatifi tam da bunu yapacak bir cumhuriyettir.

In Search of Politics
Türkçeleştiren: Tuncay Birkan
Metis Yayınları

Kasım, 2000

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder