Mehmet Sümer - Millî Kimliğin İnşasında Edebiyatın Rolü (1911-1920)
Osmanlı aydını XVIII. yüzyıldan
itibaren Batı’yla karşılaştığı anda kendisinin kim olduğunu sorgulamaya başlar.
Elbette kimliğin diğer bir yüzü de
ötekinin seni nasıl gördüğüdür. Öteki, yani Batı ise Osmanlı aydınını bu iki
kelimeyi ifade eden bir tek kelimeyle tanımlıyordu: Türk.
Kimlik sorunu, araştırmaların da
gösterdiği gibi XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı düzeninin varlığını
devam ettirebilmekte sorunlarla karşılaşması üzerine başlamıştır.
XIX. yüzyılın ortasına gelindiğinde
modernleşme, düşünce sahasında ilk ürünlerini vermeye başlar.
II. Meşrutiyet dönemi yoğun
entelektüel tartışmalara sahne olur. Bu tartışmaların en önemlisini hiç
tereddütsüz millî kimlik meselesi oluşturur.
Giriş bölümünde, millet kavramı,
kavramın XIX. yüzyıldan itibaren nasıl bir anlam değişikliğine uğradığı,
bununla paralel olarak milliyetçiliğin çıkış ve yükseliş süreci incelenerek
millî kimlikle ilgili teorik bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştır.
Birinci Bölümünde, millî edebiyat
kavramının nasıl ortaya çıktığı,
İkinci Bölümde millî edebiyat
tartışmasının nasıl başladığı,
Asırlar boyunca dünyayı dinler
temelinde birbirinden ayıran Osmanlı aydını, Tanzimat’la birlikte millet
kavramını siyasî birliklerle özdeş olarak kullanmaya başlamıştır.
Giriş: Türk Millî Kimliğinin
İnşasında Edebiyatın Rolü
…millet (nation) kelimesinin bugün
anladığımız anlamda kullanımı modern çağın ürünüdür.
Zernatto, Latince natio kelimesinin
natus kelimesiyle aynı kökten geldiğini ve her iki kelimenin de kökeninin
nascor, yani “ben doğdum” olduğunu söyler. Bu nedenle natio Romalılara göre
doğan bir şeydir. Nitekim, “Cicero’da natio’yu doğum tanrıçası olarak
kişileştirilmiş buluruz.”
Natio, bir ülkede doğmuş büyümüş
yabancılar topluluğuydu. Cicero, bir keresinde Yahudilerden ve Suriyelilerden
nationes natae servituti, yani “hizmet etmek için doğmuş insanlar” diye söz
eder (s. 2).
Eski Roma’da kendisiyle dalga
geçilen insan grubuna natio deniliyordu.
Montesquieu keşişleri nation
paresseuse [tembel millet] diye adlandırır
Zernatto’nun verdiği bu ayrıntılı
bilgilerden kelimenin olumsuz çağrışımlı yabancılar topluluğu, kendisiyle dalga
geçilen komik kişiler, aynı türden canlılar, yabancı öğrenci grupları ve kilise
konsülleri gibi değişik zamanlarda değişik anlamlar taşıdığı anlaşılmaktadır.
Günümüze gelindiğinde ise,
kelimenin giderek egemenliğin kaynağı halk yerine daha çok devletle eşanlamlı
kullanıldığı görülmektedir.
Bugün nation karşılığı olarak
kullanılan “millet” kelimesi, İbranice ve Aramicede “konuşmak, söylemek”
manasına gelen “melel” ve “kelime, söz” anlamındaki “mille”den gelmektedir.
Arapçada “ezberden yazdırmak, dikte etmek” anlamındaki “imlâl” kökünden türeyen
millet, işitilen ve okunan bir şeye dayanması veya dikte edilmesi bakımından
“din” karşılığında kullanılmıştır.
Şemseddin Sami’nin Kamus-ı
Türkî’sinde (1901) kelime “din, mezheb, kîş [din, mezhep]” anlamlarıyla
karşılanmıştır.
Millet kavramı, 1860’larda Şinasi
ve Namık Kemal’in yazılarında daha güçlü bir şekilde modern anlamına yaklaşır.
Milletin ne olduğu sorusunu ilk
soranlardan biri Ernest Renan’dır.
Renan milleti kuran faktörler üzerinde
dururken ırkı, dili, dini ve coğrafyayı tek tek ele aldıktan sonra bunların
hiçbirinin tek başına yeterli olmadığını kanıtlar ve nihayet şöyle der: “Sadece
maddî olan hiçbir şey yeterli değildir. Bir millet spiritüel bir esastır,
tarihin derin komplikasyonlarının bir çıktısıdır; millet, spiritüel bir
ailedir, yerin şekli tarafından belirlenen bir topluluk değildir.”
Eric Hobsbawm’ın da eserinde ortaya
koyduğu gibi milletin biri nesnel, diğeri öznel olmak üzere iki grup tanımı
olduğu görülmektedir. Nesnel tanımlar genellikle dil, etnik köken gibi tek bir
kritere ya da dil, ortak topraklar, ortak tarih, kültürel özellikler gibi bir
kriterler kümesine dayanmaktadır.
…milliyetçilikler milletleri
yaratmıştır.
Eric Hobsbawm, milliyetçiliğin icat
edilmiş bir “gelenek” olduğunu öne sürer.
Edward H. Carr, Milliyetçilik ve
Sonrası (1945) kitabında modern anlamda milletlerin Orta Çağ Hristiyanlık
âleminin uluslararası düzeninin bozulmasının ürünü olduğunu ve terimin çağdaş
anlamıyla uluslararası savaşların yapılmaya başlandığı ve modern uluslararası
hukukun ilk şekillendiği XVI. ve XVII. yüzyıllara dayandığını kabul eder.
Benedict Anderson: Ulus hayal
edilmiş bir siyasal topluluktur –kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de
sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir. Hayal edilmiştir.
Eski dilde “kimlik” karşılığı
kullanılan kelime “hüviyet”tir. Hüviyet, yani “hüve”ye (üçüncü tekil şahıs
zamiri, o) ilişkin bilgi, durum. Hüviyet insana özgüdür, nesnenin ise ancak
mahiyetinden söz edilebilir.
Benedict Anderson, Walter
Benjamin’den hareketle modern çağda insanın eşzamanlı olarak diğer insanları
tahayyül etmeye ve onların geçmişten gelerek geleceğe doğru ilerlediklerini
düşünmeye başladığını söyler. Bunu sağlayan iki şey ise gazete ve romandır (s.
21).
Herder, Alman romantik
milliyetçiliğine ilham veren görüşler ortaya koymakla kalmaz aynı zamanda
folklor çalışmalarını da başlatır.
…bu halk masalları ve halk
şarkıları, Bakhtin’e göre romanın prototiplerini oluşturur.
…milliyetçilik araştırmacıları,
Doğu milliyetçiliği ile Batı milliyetçiliğini birbirinden ayırmaktadırlar.
Kohn, Batı milliyetçiliğini rasyonel ve kurumsal bulurken, Doğu
milliyetçiliğini ise organik ve mistik bulmuştur.
İslamî Orta Doğu’da ve Akdeniz
çevresinde egemen hayat tarzı göçebeliktir. Bu ise şecereyi (soyağacını), kan
bağını ön plana çıkaran etnisite anlayışını doğurmuştur.
Türk milliyetçiliği yolundaki ilk
çalışmalar, dilin sadeleştirilmesi ve Türk kültürünün kozmopolit
niteliklerinden arındırılıp millîleştirilmesine dönüktür.
“Türk” ve “Türkiye” kelimeleri,
Avrupa literatüründe yaygın olmakla birlikte, XIX. yüzyıla kadar Osmanlı
metinlerinde modern anlamında görülmemiştir.
Nef‘î, Vahîd Mahtûmî, Bâkî, Nevâî
gibi pek çok Osmanlı şairi “Türk” kelimesini son derece olumsuz anlamlarda
kullanmaktadırlar.
Türklerin Müslümanlık anlayışları
büyük oranda sürekli bir cihadla şekil aldı.
İlk olarak Mustafa Celaleddin,
Ahmed Vefik, Süleyman Paşa ve Ali Suavi çalışmalarında Osmanlı kelimesi yerine
Türk kelimesini tercih ederler.
Ahmed Vefik Paşa (1823-1891)
Fransa’ya gitmiş ve orada eğitim
görme imkânı yakalamış şanslı Osmanlı aydınlarından biridir.
…asıl şöhretini Moliére oyunlarını
Türkçeye adapte etmesiyle kazanır. Fakat Lehçe-i Osmanî (1876) adlı sözlüğü
Türkçe kelimelerin de alındığı ilk sözlük olması itibariyle önemlidir.
Türk tarihini Osmanlıyla başlatmak
yerine Orta Asya tarihine uzanan bir tarih görüşünü savunmuş
Mustafa Celaleddin Paşa
(1826-1876)
Asıl adı Konstanty
Polklozic-Borzêcki
Les Turcs Anciens et Modernes adlı
Fransızca eserinde, eski Yunan ve Latin kaynaklarına dayanarak ilkçağ kavimleri
arasında Türklerin çok geniş bir yeri olduğunu iddia ediyordu.
Ali Suavi (1839-1878)
(1868’de) Muhbir gazetesinde “Türk”
başlıklı ilk makalesini yazar. Bu yazıda Türklerin soyu ve tarihi hakkında
birtakım bilgiler verir ve Hunları, Moğolları ve
Macarları Türk olarak tanıtır.
Ali Suavi, Türk kelimesini eski
anlamlarından ayırarak bir kavmin adı anlamında bilimsel şekliyle ilk defa
kullananlar arasına dahil olurken asıl kaynağı Batılı araştırmacılardır.
Süleyman Paşa (1838-1892)
Askerî Mektepler Nâzırı bulunduğu
sıralarda bu okullarda okutulacak ders kitaplarını tercüme yoluyla hazırlatan
Süleyman Paşa, tarihin millî bir konu olduğunu düşündüğü için onu tercüme etmek
yerine yazmak gerektiğini düşünmüş ve en önemli eseri sayılan Tarih-i Âlem’ini
(1876) yazmıştır.
Süleyman Paşa, “Osmanlı”
kelimesinin “Türk” kelimesine karşılık gelmediğini düşünmekte, gerek tarih ve
gerekse dil ile ilgili çalışmalarında “Osmanlı” yerine “Türk” kavramını tercih
etmektedir.
Mehmed Emin Yurdakul
(1869-1944)
Türk milliyetçiliğini ilk olarak
tarih ve dil araştırmalarından alıp edebiyata taşıyan kişidir.
Mehmed Emin, 1897’de Osmanlı
Devleti’yle Yunanlılar arasında patlak veren ve yaklaşık beş ay süren Teselya
Savaşı münasebetiyle yazdığı ve bir yıl sonra 1898’de yayımladığı Türkçe
Şiirler kitabında hem Türkçü hareketin sanatına dair bir program çizmeye
çalışıyor hem de edebiyatta ilk olarak açıktan açığa Türk kimliğiyle gurur
duyduğunu ilan ediyordu.
Mehmed Emin’in kitabından birkaç
yıl sonra Mısır’da Türk adlı bir gazete çıkacak ve bu gazetenin 24-34’üncü
sayılarında Yusuf Akçura “Üç Tarz-ı Siyâset” başlıklı yazısıyla milliyetçiliğin
Türkler için yegâne kurtuluş yolu olduğunu iddia edecektir.
1905’de yayımlanan Çocuk Bahçesi ve
onun devamı olan Bahçe dergileri
Çocuk Bahçesi dergisi Mehmed
Emin’in şiirlerini yayınladı
Mehmed Emin’in Türkçe Şiirler’i
hakkında övgülerle başlayan bu açık mektuplar, birden bire Rıza Tevfik ile Ömer
Naci arasında aruz-hece tartışmasına dönüşür.
1. Bölüm: Millî Kimliğin İnşası
Yolunda Millî Edebiyatın Doğuşu
II. Meşrutiyet’in ilanından (1908)
sonra, Türk milliyetçiliğinin de niteliği değişmiş ve etki alanı genişlemiştir.
25 Aralık 1908’de (veya diğer bir
bilgiye göre 6 Ocak 1909’da) Yusuf Akçura’nın başını çektiği ve içlerinde
dönemin pek çok yazar ve şairinin bulunduğu geniş bir kadro tarafından Türk
Derneği kurulmuştur.
31 Ağustos 1911’de Türk Yurdu
Cemiyeti kurulmuştur.
12 Mart 1328’de (25 Mart 1912) Türk
Ocağı kurulur.
Genç Kalemler dergisi ‘Millî
Edebiyat’ deyimini ilk defa ortaya atarak, böyle bir edebiyat yaratma görevini
de üzerine alır.
Millî Edebiyat hareketi, bilindiği
gibi Ömer Seyfeddin (1884-1920) başta olmak üzere Ali Canib [Yöntem]
(1887-1967) ve Ziya Gökalp’ın (1876-1924) başlattıkları bir harekettir.
Hareketin ilk tohumu Ömer
Seyfeddin’in Ali Canib’e yazdığı 28 Ocak 1911 tarihli bir mektupla atılır.
Mektubun yazıldığı tarihte Ömer
Seyfeddin sınır kasabası Yakorit’te askerdir.
Bu mektuptan yaklaşık iki buçuk ay
sonra, 11 Nisan 1911 tarihli Genç Kalemler dergisinin ikinci cildinin ilk
sayısındaki “Yeni Lisan” makalesiyle, Millî Edebiyat hareketi de başlamış olur
(s. 58).
Ali Canib Ömer Seyfeddin’e yazarak
ilk sayının başyazısını göndermesini ister. Bir hafta sonra Ömer Seyfeddin’den
uzun bir mektupla “Yeni Lisan” adındaki meşhur yazı gelir.
Genç Kalemler’in ikinci cildinin
ilk sayısı yeni bir formatta ve 11 Nisan 1911’de yayımlanır.
…o tarihlerde Genç Kalemler
çevresinde toplanan gençler, dilde sadeleşme, aruz ve heceyle ilgili vezin
meseleleri gibi konularda iş bölümü yaparak Merkez-i Umumi’de seminer tarzı
toplantılar düzenlemektedir.
“Yeni Lisan”, özetle dilin eski
yapay süslerden arındırılarak halkın anlayacağı doğal ve konuşma dilini esas
alan bir yazı dili yaratmak şeklinde savunulur.
Ömer Seyfeddin’e göre Türk
edebiyatı, iki devreye ayrılmaktadır. Birinci devrede Türk edebiyatı “Şarka
doğru”, yani İran’a gitmiştir, ikinci devrede ise “Garba doğru”, yani Fransa’ya
gitmiştir.
Ömer Seyfeddin’in bu hususta takip ettiği
ilke, “doğallık” ve “içerik”tir. Yani süslü ifadeler, terkipler, teşbihler
yalnızca cılız bir içeriğin örtülmesi için icat edilen yapaylıklardır. Oysa
yapılması gereken, içeriğe, yani fikir ve manaya yer açmak ve doğal olmaktır.
Büyük bir kısmı Ömer Seyfeddin ile
Ziya Gökalp ve az bir kısmı da Ali Canib tarafından yazılan Yeni Lisanla ilgili
makaleler, Genç Kalemler’in on beş sayısı boyunca devam eder.
16 Ağustos 1912 tarihli Mercure de
France adlı tanınmış Fransız dergisi, P. Risal imzasıyla “Les Turcs a la
recherche d’une âme national” başlıklı otuz beş sayfalık bir yazı yayımlar. Bu
yazı Genç Kalemler ve diğer Türkçülük hareketleri hakkında belki de iç ve dış
basında yazılmış ilk ciddî yazıydı. Yazıyı yazan kişi Moiz Kohen’dir
(1883-1961).
2. Bölüm: Bitmeyen Bir Tartışma:
Millî Edebiyat Nedir?
Genç Kalemler dergisindeki “Yeni
Lisan” bildirisiyle başlayan Yeni Lisan hareketi, sadece bir dil hareketi değil
aynı zamanda bir edebiyat hareketidir.
Ömer Seyfeddin, “millî edebiyat”ın
yokluğunu şu cümlelerle ifade eder: “Millî edebiyatımız yokmuş. Hâlâ da yok.
Olanlar da muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden, ibtidaî şarkılardan ibarettir…”
…eski edebiyatın özellikle dilinden
dolayı millî olamadığı ileri sürülür (s. 76).
Millî edebiyat görüşü ilk olarak Ali
Canib ile Ömer Seyfeddin tarafından vurgulanır
Yeni Lisan ve Millî Edebiyat
hareketine ilk itiraz Fuad Köprülü’den gelmiştir.
(tartışma bir yıl boyunca devam
etmiştir)
Ali Canib, Genç Kalemler’in altıncı
sayısında “Millî Edebiyat Meselesi” başlıklı bir yazıyla Köprülü’nün
eleştirilerine cevap verir.
Türk edebiyatı, Arap-Acem
eserlerini veya Batılı yazar ve şairleri taklit etmekten vazgeçmelidir. Çünkü
edebiyat, taklitle bütün canlılığını ve şahsiyetini kaybeder.
Genç Kalemler’in esas meselesi Yeni
Lisan davasıdır. Millî edebiyat konusu, Yeni Lisan meselesiyle birlikte gündeme
gelmiş, fakat gerek bu konuda hareketin savunucularının yeteri kadar berrak
düşüncelere sahip olmayışı ve gerekse kısa süre içinde “Millî Edebiyat”ın örnek
ürünleri olarak gösterebilecekleri çok fazla edebî ürün ortaya koyamayışları
nedeniyle tartışma daha çok dil meselesi etrafında dolaşmıştır (s. 92).
Süleyman Nazif, "terakki ve
tekâmül[ün], basitten mürekkebe intikal" ettiğini, Yeni Lisan ve Millî
Edebiyat’la başlayan hareketin ise "asırların terekküp ettirdiği şeyleri
büyük tehâlükle besâtete irca' etti[ğini]" söyler. Şekle aşırı derecede
bağlı kalan Süleyman Nazif’e göre aruz gibi mükemmel bir vezni bırakıp tekrar
“parmak hesabı”na dönmek bir tekâmül değildir
Süleyman Nazif’in temel tezi,
Türklerin yaklaşık bin yıldır yaşadıkları Anadolu’da artık Orta Asya’dan hem
kültürel hem de ırken çok değişik bir terkip haline geldikleridir. Türkler,
geldikleri coğrafyada Araplarla, Kürtlerle, Ermenilerle, Rumlarla ve diğer
Osmanlı kavimleriyle geniş ölçüde etkileşime girmişler ve artık bunlar
arasındaki yakınlık Orta Asya’daki Türklerle olan yakınlıktan daha esaslı bir
hal almıştır. Bu bakımdan yeniden Orta Asya kültürüne dönmeyi son derece yanlış
bulur. “Biz oradan ne fikren, ne cismen bir daha avdet etmemek azmiyle çıktık
(s. 98).
3. Bölüm: İbn-i Arabî Müridi ve
Durkheim Şakirdi Bir İdeolog: Ziya Gökalp
Babasının verdiği isimle Mehmed
Ziya, 23 Mart 1876 tarihinde Diyarbakır’da doğmuştur.
Ziya Gökalp’a hürriyet ve vatan
mefkûresini aşılayan, babası Tevfik Efendi’dir.
Ziya Gökalp amcasından Arapça ve
Farsça ile Gazalî, İbn-i Sina, Farabî, İbn-i Rüşd gibi büyük İslam
filozoflarını ve İbn-i Arabî, Celaleddin Rûmî gibi mutasavvıfların eserlerini
öğrenir.
Dr. Yorgi, Ziya’nın 1891’de sınavla
girdiği Diyarbakır Mülkî İdadîsinde Tabiiyye öğretmenliği yapmaktadır. Aynı
zamanda belediye doktoru olan Yorgi, Ziya’ya Fransızca, Yunan mitolojisi ve
felsefe öğretir.
Ziya’nın dikkatini sosyal ve siyasî
konulara, bilhassa Fransız sosyolojisine çeken de Abdullah Cevdet’tir.
Ziya intihara teşebbüs eder.
Bereket versin ki kurşun beynini zedelememiştir ve gerçekleştirilen ameliyatla
kısa sürede iyileşir.
İstanbul’a gelir.
Mülkiye Baytar Mektebi’nin giriş
sınavlarına katılır ve 1895-1896 öğretim yılında bu okula yerleşir.
Dr. Yorgi, Türkiye’deki bir inkılap
için Türk milletinin sosyal psikolojisinin ve sosyolojisinin incelenmesi
gerektiğini belirtir.
Gökalp kendisini Türk milletinin
sosyolojisini ve psikolojisini araştırmaya vakfeder.
Naim Bey’le İstanbul’da Taşkışla’daki
tutukluluğu sırasında hapishanede tanışır.
Türkçülüğü ararken üç tesirin
altında olduğu anlaşılmaktadır: Birincisi klasik mektep tahsili ki ona Batı’nın
müspet ilimlerini öğretmiştir. İkincisi babası vasıtasıyla tanıdığı ve okuduğu
Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi şahsiyetlerdir ki ona vatanseverlik ve hürriyet
gibi görüşleri aşılamıştır. Üçüncüsü ise ona Doğu felsefesini ve tasavvufu
tanıtan amcası Hasip Efendi’dir (s. 118-119).
Ziya Bey’i cemiyete sokanlar ise
İbrahim Temo ile İshak Sükûtî’dir (İttihad-ı Osmanî Cemiyeti).
Gökalp’ın entelektüel çizgisinde
dönüm noktası şüphe yok ki “Turan” şiiridir.
İstanbul’a geldiğinde bir müddet
Türk Yurdu dergisinde yazı ve şiirlerini yayımlar.
Gökalp düşüncesi ana hatlarıyla
cemiyetçi, idealist ve romantiktir.
Gökalp’ın ilk şiiri 1895’te yazdığı
ve iki sene sonra basılan “İhtilâl Şarkısı”dır.
Gökalp’ın basılan ilk kitabı Şakî
İbrahim Destanı adlı, Diyarbakır yöresinde Milli aşireti reisi İbrahim Paşa’nın
halka yaptığı zulümleri anlatan uzun bir şiirdir.
Gökalp’ın en son yayımlanan edebî
eseri Altun Işık (1923) ise onun yeniden masallara döndüğünü gösterir.
Türkçülüğün Esasları’nın başka bir
yerinde, estetik sahasında yükselmek isteyen bir milletin her şeyden önce millî
zevkini bulmaya çalışması gerektiğini, bunun için de halka doğru gitmek, halk
sanatlarından uzun uzadıya estetik terbiye almak gerektiğini söyler.
Gökalp, Malta sürgününden
döndüğünde ilkin Ankara’ya gelir fakat burada karşılaştığı ekonomik sıkıntılar
(nedeniyle) bir müddet Diyarbakır’da kalır ve burada Millî Mücadeleyi
destekleyen Küçük Mecmua’yı çıkarır.
Gökalp, Küçük Mecmua’da yayımlanan
şiirlerinde Millî Mücadelenin lideri Mustafa Kemal’e olan hayranlığını açıkça
ifade eder.
4. Bölüm: İdeoloji ve Sanat
İkileminde Bir Yazar: Ömer Seyfeddin
Ömer Seyfeddin, İzmir’de Türkçü
Necip, Baha Tevfik, Şehabeddin Süleyman ve Yakup Kadri gibi aydınlarla tanışır
ve sık sık görüşür.
Askeriye ve Tıbbiye, reformcu ve
milliyetçi hareketlerin Osmanlı’da en erken başladığı kurumlardır.
Ömer Faruk Huyugüzel’in gösterdiği
gibi Necip Türkçü’nün o sıralarda İzmir’de sâde Türkçeyle yazmak konusunda
geniş bir faaliyeti vardı ve Ömer Seyfeddin de bu çevrenin içerisinde bir
edebiyatçı olarak bu faaliyetlerden geniş ölçüde etkilenmiştir.
Necip Türkçü, 1911’de Selanik’te
başlayan Yeni Lisan hareketinin “İzmir’den kapma veya İzmir’den götürülme bir
şey olduğunu” ve “buradaki dil hareketinin taklidinden başka bir şey
olmadığını” başkalarını tanık göstererek ifade eder (s. 155).
1911 yılı başlarında Genç Kalemler
dergisinin ikinci cildinin hazırlık sürecinde Selanik’te olmayan Ömer
Seyfeddin, birkaç ay içinde askerlikten istifa ederek Selanik’e gelir.
Genç Kalemler’in çıktığı iki yıllık
süre içerisinde onun bu dergide yedi hikâyesi yayımlanır. Burada çıkan ilk
hikâye ise, derginin “Yeni Lisan” hareketinin başlangıcı kabul edilen ikinci
cildinin ilk sayısında, “yeni lisanla” notuyla yayımlanan “Bahar ve
Kelebekler”dir.
Alangu’ya göre ise Ömer
Seyfeddin’in Genç Kalemler dergisinde yolunu açtığı Millî Edebiyat adlı yeni
edebiyat anlayışının asıl öncü hikâyesi “Pamuk İpliği”dir.
Aslında bir piyes de sayılabilecek
bu hikâyede, Avrupa’da eğitim görmüş Behzat adlı zengin bir Türk genci ile
evlenmek istediği Sürpik adlı Ermeni bir genç kız arasında geçen evlilik konulu
bir tartışma anlatılır. Her iki karakterde de mensubu oldukları millete dair
kimlik bilinci gelişmiştir.
…tartışma İslamiyet ile
Hristiyanlığın evlilik meselesindeki farklılıklarına odaklanır. Kız, Behzat’a
İslamiyet çokeşliliğe ve boşanmaya müsaade ettiği için evliliğin Türklerde bir
“pamuk ipliği” olduğunu, oysa Hristiyanlıkta evliliğin çok sıkı kurallara bağlı
oluşu, çokeşliliğin ve boşanmanın yasak oluşu gibi nedenlerden dolayı “kırılmaz
bir zincir” olduğunu söyler.
Ömer Seyfeddin’in eserini, yazı
hayatının acemilik dönemi sayılabilecek ilk birkaç yılda yazdıkları hariç
tutulursa, nerdeyse baştan sona milliyetçilik/Türkçülük ideolojisi yönlendirir.
Bu ideolojinin bağlılarının o dönemde İttihat ve Terakki Partisinin iktidar
gücüyle siyasetten ekonomiye ve oradan da sanat ve sosyal yaşama kadar her
alanda “millî” bir toplum yaratmaya çalıştığı gözlenir (s. 160).
Onun hikâyeleri millî kimliğin
inşası bağlamında ise üç kategoriye ayrılabilir:
a. Doğrudan doğruya okuru
uyandırarak Türk olduğunu ve millî kimliğinin diğer bütün kimliklerinden daha
önemli ve öncelikli olduğunu göstermek üzere yazılmış hikâyeler
b. Tarihî bir olayı ve o
devirlerdeki olumlu kişilerin meziyetlerini göstererek bugünkü okura kim
olduğunu hatırlatmak veya günümüzdeki kozmopolit/hümanist kişiliklerin
çelişkilerini sunarak birinci gruba nazaran daha dolaylı denebilecek bir
surette kimlik bilinci geliştirme amacında olanlar.
c. Doğrudan millî kimlikle ilgili
bir mesaj vermemekle birlikte dolaylı olarak da bu tür bir bilinç aşılamaya
çalışan daha sanatsal ve mesajın dolaylı ve örtük olduğu hikâyeler.
Primo Türk Çocuğu
Nakarat
Ashab-ı Kehfimiz
Hikâye, bir Ermeni gencinin
günlüğünden Osmanlılık fikrinin nasıl aşama aşama dağıldığını ve iflas ettiğini
anlatır.
Ömer Seyfeddin, esirlikten döndüğü
1913 yılında 9 hikâye yayımlamıştır. Savaşın başladığı 1914’ten 1917 yılına
kadar hiçbir hikâye yayımlamamıştır. Onun asıl verimli devresi 1917 yılından
ölümüne (6 Mart 1920) kadar süren üç yıllık dönemdir.
5. Bölüm: Birinci Dünya Savaşı
Yılları: Edebiyat ve Propaganda
İsmail Hami Danişmend’e göre Osmanlı’nın
savaşa girmesine sebep dört kişi Enver Paşa (1881-1922), Sadrazam Said Halim
Paşa (1863-1921), Talat Paşa (1874-1921) ve Meclis-i Mebusan başkanı Halil Bey
(Menteşe) (1874-1948)’dir.
İttihat ve Terakki genel merkezi,
1912 Balkan Harbi’nden sonra İstanbul’a taşınınca Ziya Gökalp’in isteği üzerine
genel merkezde “zengin ve güzel” bir kitap odası kurulur.
Gökalp, partinin kültür bakanı
gibidir.
1908 ve 1909 seneleri zarfında
sadece İstanbul`da çıkan gazete ve dergi sayısı 353`tür.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında
halkı ve askerleri motive edecek yayınların eksikliği sorunu baş gösterir.
Bu amaçla Harbiye Nezareti,
Çanakkale’ye bir gezi düzenlemeye karar verir.
Başkumandan Vekâleti (Genelkurmay
Başkanlığı), sanatkârlara Çanakkale savaş alanlarını ziyaret etmelerini ve
“hasıl edecekleri tahassüsleri halka, tarihe ve müstakbel nesillere tasvir ve
tebliğ eylemelerini teklif ed[er].” Bu bir emir değil, bir tekliftir.
Davet edilen yirmi otuz kişinin
tamamının kimler olduğunu bilmiyoruz, ama kendisine davet ulaşanlardan on sekiz
kişi, 28 Haziran 1331 (11 Temmuz 1915) Pazar günü sol kollarında çift yeşil
defne dalından işaretli hâki keten elbiseleriyle Sirkeci garında toplanır.
Katılan isimler şunlardır: Müfit
Ratıb, Ağaoğlu Ahmed, Orhan Seyfi (Orhon), Enis Behic (Koryürek), Celal Sahir
(Erozan), Hıfzı Tevfik (Gönensay), Hakkı Süha (Gezgin), Hamdullah Suphi
Tanrıöver, Ressam Çallı İbrahim, Ressam Nazmi Ziya, Selahaddin (Darüleytamlar
müdürü), Ali Canib (Yöntem), Ömer Seyfeddin, Mehmed Emin (Yurdakul), Muhyiddin
(Tanin gazetesi yazarı), Musikişinas Yekta (Ahmed Yekta Madran), Yusuf Razi ve
İbrahim Alâaddin (Gövsa).
Heyet, 22 Temmuz 1915’te İstanbul’a
döner ve böylece yolculuk süreleri de dahil olmak üzere gezi toplam 11 gün
sürer.
Genel anlamda heyet, arzu edildiği
şekilde edebî eserler üretememiştir. İçlerinden savaşla ilgili en çok yazan
kişi Mehmed Emin’dir. Diğerleri doğru dürüst bir edebî eser üretiminde
bulunmazlar.
Çanakkale’yle ilgili en çok yankı
uyandıran ve hâlen de okunan eseri (“Çanakkale Şehitlerine”), o sıralarda büyük
bir ihtimalle Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Tunuslu Şeyh Salih ve diğer
birkaç teşkilat üyesiyle birlikte Ceziretü’l-Arab’ta bulunduğu için heyette
bulunmayan Mehmed Âkif yazmıştır (s. 189).
Heyette bulunan Ömer Seyfettin ise
Tahir Alangu’nun belirttiğine göre bu ziyaretten sonra “Eski Kahramanlar”
dizisi gibi bir seri hikâye yazmaya niyetlendiği halde epey gecikerek “Yeni
Kahramanlar” başlığı altında “umutsuz ve şevksiz bir hava içinde yazıldıkları
belli olan” üç tane hikâye yayımlamıştır: “Kaç Yerinden?”, “Aleko: Bir Çocuk”
ve “Müjde”. Bunlara bir de nispeten daha umutlu bir hikâye olan “Çanakkale’den
Sonra”yı da eklemek gerekir.
1917 yılında, daha kapsayıcı bir
başka kampanya yapmaya karar verilir.
İttihat ve Terakki Partisi, arzu
ettiği sonuçları elde edemese de dönemin koşullarında edebiyatı propaganda
aracı olarak kullanmak üzere çeşitli girişimlerde bulunmuştur.
Hâmid, Yadigâr-ı Harb’de asıl
olarak Çanakkale zaferini işlemekteyse de Kutu’l-Amare ve Galiçya cephesinden
de sahneler yansıtır.
Neticede Hâmid’in bu son eseri 5000
nüsha basılarak orduya dağıtılmış ve Hâmid’e de 1000 lira verilmiştir.
Savaş yıllarında devletin örtülü
ödeneğinden (“tahsisat-ı mestûre”) yararlanan yazarlarla ilgili 7-8 Eylül 1920
tarihinde İstanbul gazetelerinde çıkan haberlerde, Abdülhak Hâmid’in de ismi
geçer. Bu haberlere göre Hamid’e 1918 senesinde Sadaret tarafından 30.000
kuruş, 1916 yılında Maarif Nezareti tarafından Külliyât-ı Âsâr’ının telif bedeli
olarak 100.000 kuruş, yine aynı yıl yayımlanan ve yukarıda sözü edilen İlham-ı
Vatan için 15.000 kuruş verilmiştir (s. 195).
6. Bölüm: Mehmed Emin
(Yurdakul): Şiirinden Büyük Şair
Mehmed Emin (1869-1944),
İstanbul’da Terkos civarındaki Zekeriyaköy’de balıkçılıkla geçimini sağlayan
Salih Reis ile Edirne çevresinde yaşayan köylü bir ailenin kızı Emine Hanım’ın
çocuğu olarak Beşiktaş’ta doğmuştur. Bir süre Hukuk Mektebi’nde okumuşsa da
devam etmeyip memurluğa geçmiştir.
Sonraki dönemlerde Musul, Şarki
Karahisar, Urfa ve en son İstanbul milletvekilliği yapmıştır.
Mehmed Emin’in edebî şahsiyetini
şekillendiren iki önemli kaynak vardır: İçinde doğup büyüdüğü dar gelirli
ailesi ve ileriki yaşlarında tanıştığı Cemaleddin Afganî.
Mehmed Emin’in ruhu, Hamdulluh Suphi’ye
göre “bozuk bir Frenk terbiyesiyle fesada uğramamış[tır.]”
Afganî, İslam’ın modernleşme
karşısında hayatın her cephesinde kendini yenileyerek inşa etmesi düşüncesi
demek olan İslamcılık akımının kurucusu, bütün İslam dünyasında etkili olmuş
bir din âlimidir.
İlki 1870 yılında ve ikincisi
1892’de olmak üzere iki defa Türkiye’ye gelen Afganî, dönemin pek çok aydınını
olduğu gibi Mehmed Emin’i de etkilemişti.
Afganî, 1912’de tercüme edilip Türk
Yurdu’nda yayımlanan bir yazısında, dilin önemini anlatırken onu bütün
yeniliklerin ilk basamağı sayar.
Afganî, kendi dilleriyle eğitim ve
öğretim gören bir milletin siyaseten bozulsa bile yıllar sonra tekrar
toparlanabileceğini, fakat yabancı bir dille eğitim-öğretim yapan bir milletin
kısa zamanda yok olup gideceğini söyler.
Cemaleddin Afganî, 1892’den öldüğü
yıl olan 1897’ye kadar ömrünün son yıllarını İstanbul’da Abdülhamid’in ilgi ve
kuşku karışımı gözetimi altında geçirirken Mehmed Emin de genç bir şair olarak
sık sık onun ziyâretine gider.
Türkçe Şiirler’de baskın olan iki
tem vardır: Millî duygulardan beslenen kahramanlık ve sosyal merhamet.
Bu iki tem, şiirinin iki ana damarı
halinde ileride yayımlanacak ikinci şiir kitabı Türk Sazı: Yaralar ve
Sargılar’da (1914) da aynen devam eder.
Mehmed Emin’i yeni kılan şey,
işlediği temler değil beslendiği milliyetçilik düşüncesidir. Bu düşünce
dolayısıyladır ki hece vezninde ve basit bir Türkçeyle yazmakta ısrar eder ve
bu özelliğiyle II. Meşrutiyet’ten sonra egemen olacak olan Millî Edebiyat
hareketinin öncüsü vasfını kazanır.
Mehmed Emin’in kitabı (Ey Türk Uyan)
Ahmed Hikmet’in arzu ettiği gibi köylülere dağıtılmaz ama önce 15.000, sonra
10.000 basılarak Enver Paşa’nın emriyle askerlere dağıtılır ve aynı zamanda
okullarda okutulur. Kitap, kısa süre sonra başında eser ve şairi hakkında övücü
bir mukaddimeyle Almancaya da tercüme edilir. Tanınmış oryantalist Martin
Hartmann da kitabı Türkleri gaflet uykusundan uyandıran bir eser olarak
selamlayan övücü bir yazı yazar.
Tan Sesleri (1915) de 20.000 nüsha
basılarak askere dağıtılır.
Mehmed Emin, aslında kendi şiiriyle
de bu duyguyu (milli duygu) uyandırmak peşindedir. Zira ona göre Prusya bu
duyguyla uyanmış, bir zamanlar Tatarlara haraç veren Rusya bu duyguyla
canlanmış, İtalya, Eski Roma hayalini bu millî duyguyla parlatmıştır.
“Çanakkal’a Kahramanlarına”
ithafıyla yayımlanan Ordu’nun Destanı, Çanakkale savaşıyla ilgilidir.
Dicle Önünde ise Osmanlı ordusunun
Çanakkale’den sonra muzaffer olduğu ikinci cephe olan Kutu’l-Amâre zaferi
dolayısıyla yazılmıştır.
Hasta Bakıcı Hanımlar kitabı,
savaşlarda yaralanan askerlerin yaralarını saran hemşirelerin övgüsüdür.
1918 yılında yayımlanan Turan’a
Doğru’da ise Mehmed Emin, Turan hayalinin karşısında Ruslar olduğu için yeniden
değişik yönlerden Rusları eleştirir.
İsyan ve Dua’da ise şairin savaşın
sonunda yaşanan mağlubiyetten ve İstanbul’un işgalinden doğan büyük bir
ümitsizlik içinde olduğu görülür.
1921’de İstanbul’dan yola çıkıp
Ankara’ya giden Mehmed Emin, daha Ankara’ya varmadan İnebolu’dayken kendisine
Mustafa Kemal’in gönderdiği bir telgraf ulaşır. Bu telgrafta Mustafa Kemal
tarafından “milletimizin mübarek babası” olarak selamlanan Mehmed Emin, yeni
dönemin parlak bir köşesinde yerini almıştır.
1921’de bastırdığı Aydın Kızları
adlı eserinden sonra Mustafa Kemal (1928) adlı manzum mensur karışık bir eser
yazar…
…ölümünden sonra basılabilen
eserlerinde, şiirlerini ciddî bir tashih veya otosansür işleminden geçirdiği
görülmektedir. Metinlerde yapılan bu düzeltme/değiştirmeler, zaman zaman şairin
edebî kaygılarla metnin aksayan yerlerini düzeltmesi şeklinde olsa da önemli
ekleme ve çıkarmaların tamamı bunun dışında temelde üç noktada toplanmaktadır:
Eski rejimi çağrıştıran “hilâfet”, “saltanat” gibi kelimeler; dinî kelime ve
kavramlar ve son olarak Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal tarafından Türkiye
Cumhuriyeti vurgusu amacıyla daire dışı bırakılan Turan ülküsü etrafındaki
irredentist (yayılmacı) görüşler (s. 217).
7. Bölüm: Halide Edib Adıvar:
Hümanist Bir Milliyetçilik Arayışı
Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nin o zamanlar
ilk Türk öğrencisidir.
…özel dersler aldığı hocası ve
sonradan eşi olan Salih Zeki
Salih Zeki pozitivizme inanan ve
matematikçi
Halide Edib’in entelektüel
kişiliğini şekillendiren üçüncü etmense özel hocası olan Rıza Tevfik’tir.
…okuduğu kolej, Halide Edib’i
Anglo-Amerikan kültüre bağlarken ders aldığı hocalardan biri pozitivizmi diğeri
de bunun tam tersi olan tasavvufu ona ilham etmekle onda başından itibaren
inkârı güç gerçeklikleri sentezleme kabiliyetini geliştiriyordu (s. 220).
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra
İttihatçıların yayın organı olan Tanin gazetesindeki yazılarıyla yayın
hayatında tanınmaya başlayan Halide Edib, aynı zamanda dönemin en önemli
tartışma konularından biri olan milliyetçiliğe de bu yıllarda ilgi duyar
1910 yılına kadar Halide Salih
imzasını kullanan yazarın, bu tarihten itibaren yazılarında Halide Edib ismini
kullanmaya başladığı görülür.
İlk telif eseri Heyula’yı
1909 yılında Musavver Muhit dergisinde tefrika etmiştir.
Bu ilk romanında Halide Edib,
karşılıksız bir aşk hikâyesini anlatır. Romanın kahramanı Ziya, arkadaşı
Haşim’in karısı Selma’ya âşık olur. Fakat Selma, Haşim’in komşusu heykeltraş
Şahap’la birbirlerini sevmektedirler. Şahap, sonunda Selma’yı yüzüstü bırakır.
Romanın sonunda Selma’nın gayri
meşru yollarla edindiği çocuğunu doğururken kaybettiğini ve bu kayıpla birlikte
de büsbütün ruh sağlığını yitirerek öldüğünü görürüz. Hem fazlasıyla melodram
özelliği taşıması ve hem de toplumsal realitelere uymaması nedeniyle bu ilk
romanın hiçbir bakımdan başarılı olduğu söylenemez.
Raik’in Annesi, Demet
degisinde tefrika edilmeye başlandığı halde yarım kalmıştır. Daha sonra Resimli
Roman Mecmuası’nda neşredilir, 1924 yılında da kitap olarak basılır.
Romanın başında Siret, komşu kızı
Necibe’nin kendisiyle evlenmek istediğini ve kızın ailesinin de kendisinden
haber beklediğini öğrenmesi üzerine İstanbul’u terk ederek Heybeliada’ya kaçar.
Raik’in annesi Refika’yla
karşılaşır. Refika, tam da Siret’in tahayyül ettiği kadındır.
Kendisine ihanet eden kocası Rauf’u
terk ederek çocuğuyla birlikte adaya gelmiştir. Refika, Rauf’un onurunu
incitmiş olmasına nispetle Mansur adlı hasta bir gençle görüşmekte ve böylece o
da Rauf’un onurunu zedelemek istemektedir.
Refika’ya âşık olur. Fakat onu
kocasıyla barıştırmaya çalışır.
Seviye Talip, 1910 yılında
Halide Edib’in gerek siyasî ve gerek ideolojik olarak Türkçülüğe yakınlaştığı
bir sırada yayımlanır.
31 Mart olayları patlak verdiğinde
bir müddet Amerikan Koleji’nde saklansa da iki çocuğuyla birlikte Mısır’a
kaçar. İngiliz feminist Isabel Fry’dan aldığı davet üzerine İngiltere’ye gider.
1909 Ekim’inde yurda döndüğünde tifoya yakalanan oğlunun baş ucunda Seviye
Talip’i yazar
Seviye Talip, İngiltere’de eğitim
görmüş, Batılı düşünceler taşıyan Fahir adlı bir gencin karısı Macide’ye ve
küçük oğlu Hikmet’e karşı taşıdığı sorumluluklarla kendi anlayış ve beğenisine
uygun Seviye’ye beslediği aşk arasında yaşadığı çatışmayı anlatır (s. 224).
Bilhassa romanın ikinci yarısında
Fahir’in bir genç kız gibi aşktan hastalanması, düşüp bayılması, gözyaşlarına
boğulması hep biraz melodram özellikleridir.
Harab Mabedler, “Mensur
Şiirler”, “Hikâyeler” ve “Aşk Fesaneleri” başlıklı üç bölümden oluşur.
Kimi zaman denizin, kimi zaman
gölün, kimi zaman da musiki makamlarının anlatıcı veya karakter olarak canlandırıldığı
bu metinler, Halide Edib’in konu ve üslup üzerinde değil anlatım teknikleri
üzerinde de düşündüğünü gösterir.
Handan, Halide Edib’in
yazarlık serüveninde önemli bir aşamadır.
Handan ile ihtilâlci Nâzım’ın aşk
ve ideal arasında kendilerince koydukları bir hiyerarşi yüzünden anlaşamayıp
ayrılmaları ve sonunda Nâzım’ın intiharı ve Handan’ın da mutsuz bir evlilikten
sonra hastalanıp ölmesiyle sonuçlanan acıklı hikâyesi anlatılır.
Bütün bu hikâyenin yanıbaşında bir
bakıma anlatıcı konumundaki Refik Cemal’in yaşadıklarına da tanık oluruz. Refik
Cemal’in Handan’la tanışması ve onun hikâyesini öğrenmesi, karısı Neriman
sayesinde olur.
Halide Edib’in Türkçülerle temasa
geçmesi 1910-1912 yılları arasında olur ve Yeni Turan adlı “yegâne ideolojik
romanını” Gökalp’ın ve Türkçülerin tesiriyle yazar.
Yeni Turan, kitabın yazıldığı
tarihten yaklaşık yirmi yıl sonra yaşanmış bazı olayları anlatan ütopik bir
romandır. Temelde Türkçülüğü savunan ve İttihat ve Terakki’nin devamı sayılan
Yeni Turan Partisi ile Yeni Osmanlılar Partisi arasındaki siyasal rekabeti
anlatır.
Anlatıcı Asım, Yeni Osmanlılar adlı
muhalif partiye mensup Hamdi Paşa’nın yeğenidir. Karşı cephede ise Hamdi
Paşa’nın arkadaşı Lütfü Paşa vardır.
Romanda edebî kaygılardan çok,
mesaj verme endişesi ağır bastığı için tasvirler, tahliller veya kurgusal
ayrıntılardan çok karakterlerin, özellikle de Yeni Turan ütopyasının romandaki
sözcüsü olan Oğuz’un nutukları yer alır.
Romanda, Türkçülük ideolojisinin
yanı başında kadın hakları sorunu da işlenir.
Halide Edib, bu romanında o
yıllarda yaygınlık kazanmaya başlamış Türkçülüğü adeta bir din gibi misyon
edinmiş insanları anlatır. Romanda bu misyonu taşıyan insanlar yarı mistik bir
ruh hali içinde toplumdan ayrı hareket ederler.
Son Eseri, Harap Mabetler’de bulunan
bir hikâyenin daha geniş bir planda tekrarıdır. Orada geçen “Feridun Hikmet’in
Jurnalinden” başlıklı üç bölümden oluşan bir hikâyenin bu romanın temelini
oluşturduğunu görürüz.
Mev‘ud Hüküm, ancak 1917 yılında
tefrika halinde ve ardından 1918’de de kitap olarak basılır. Balkan Savaşı
yıllarında geçen Mev‘ud Hüküm, idealist bir doktorun toplumsal duyarlılığını ve
yaşadığı iç buhranları anlatır.
8. Bölüm: Edebî Turancılığın İki
Temsilcisi: Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve Müfide Ferit
“Turan” kelimesi Avesta’da geçen
“Tûra” kelimesiyle ilişkilendirilmekte ve bir İran efsanesinden
kaynaklanmaktadır. Firdevsi, Şehname’sinde Avesta’dan aldığı bu efsaneyi farklı
bir biçimde anlatır. Buna göre hükümdar Feridun’un üç oğlundan ikincisinin adı
Tur’dur. Ülkesini üç oğlu arasında paylaştıran Feridun, Tur’a Turan ülkesini
verir ve onu Türklerin ve Çinlilerin padişahı yapar.
Ferencz Pulszky (1814-1897) adlı
bir Macar yazar ve politikacısı, 1839’da yayımladığı bir makalesinde Macarların
kökenini Asya’ya bağlarken Turan kavramını yine İran karşıtlığı üzerinden
kullanmayı yeğlemiş ve Turan’ı Türkistan-Toharistan olarak tanımlamıştır.
Ardından XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Rusya’nın Orta Asya’yı işgale
girişmesiyle birlikte kavram, bu coğrafî anlamını da muhafaza ederek daha çok
dilsel ve etnik bir kategoriyi ifade eder hale gelmiştir (s. 254).
Ahmed Hikmet’in babası Yahya Sezai
Efendi de tıpkı babası gibi tasavvufî şiirlerden oluşan basılmamış bir divan
sahibi şair bir kişiliktir.
1877’de, henüz Ahmed Hikmet yedi
yaşındayken vefat etmiştir.
Ahmed Hikmet, Galatasaray’da
ağabeyi Refik Beyin kayınbiraderi olan Tevfik Fikret’le (1867-1915) tanışır.
İlk edebî eseri, Leyla yahut Bir
Mecnunun İntikamı (1308/1891) başlıklı küçük bir hikâyedir.
…mezun olduktan sonra Hariciye
Nezareti’ne girerek memuriyet hayatına atılır.
1893 yılından itibaren başta
Hazine-i Fünûn ve Servet-i Fünûn dergilerinde Ahmed Hikmet ismine rastlanır.
Bilhassa Servet-i Fünûn’da daha sonra Hâristan ve Gülistan’da (1901)
toplayacağı küçük hikâyelerini yazar.
Çağlayanlar, 1911-1922 yılları
arasında yazılmış kısa hikâyelerden oluşan bir kitaptır.
Çağlayanlar’ın ilk hikâyesi
“Alpaslan Masalı” bir çeşit türeyiş efsanesidir. Çinliler tarafından kocası ve
çocukları parçalanmış bir kadın, tek başına muhacir olmuştur. Yolda doğurduğu
erkek evladını da bir kartal kapıp götürür. Kartal bebeği parçalayıp yemek
üzere bir kayanın üstüne bırakmak isterken çocuk çalılığın arasındaki bir aslan
yuvasına düşer. Aslan diğer yavrularıyla birlikte bu garip yavruyu da besler,
büyütür. Fakat bu çocuk kendini hayvanlar âleminde yalnız ve garip hisseder (s.
262-263).
“Yarayı Kanatan” başlıklı hikâyede
Müftüoğlu bir Macar masalı aracılığıyla Türklerin asıl sorunun milletine
inanmayan insanlar olduğunu söyler. Söz konusu Macar masalına göre katili
bulunmayan maktullerin cesetleri önünden zanlılar geçirildiği takdirde cesedin
yarası kanarmış. Masalda kalbinde hançerle ölü bulunmuş bir Macar asilzadesinin
bu yönteme göre katili arandığı halde bir türlü bulunamamış, nihayet gencin
sevdiği kız geçince yara kanamaya başlamış. Müftüoğlu, Türklerin yarasını
kanatanların onu beğenmeyip, ona itimat etmeyenler olduğunu düşünür.
“Padişahım Alınız Menekşelerimi,
Veriniz Gülümü” başlıklı hikâyede babası ve nişanlısı Trablusgarp’a savaşa
giden genç bir kızın ızdırabı anlatılır.
“Altın Ordu” hikâyesi, Türklerin
büyük dalgalar halinde Orta Asya’dan göç etmelerini anlatır.
“Turhan Nasıl Çıldırdı” da Manisalı
Karamemişoğlu Süleyman’ın oğlu olarak Kazan’da doğan ve Paris’te tahsil
gördükten sonra bütün Avrupa müzelerinde Türkleri ve Müslümanları araştıran
Turhan’ın yaşadıkları anlatılır.
“Ayşe Kızla Vato” hikâyesinde
hiçbir eğitim almadan içgüdüsel bir kabiliyetle halı dokuyan Ayşe adlı muhayyel
bir Türk kızının sanatını Fransız ressam Antoine Watteau’nun resimlerinden daha
üstün gösterir.
Genel hatlarıyla Müftüoğlu
hikâyelerinde Türklüğü vurgular. Okurda atalarının geldiği Orta Asya’yı ve
ordan çıkan diğer kavimlerle bir yakınlık duygusu yaratmak ister.
Gönül Hanım
1917 yılı Eylül’ünde başlayan
roman, 1. Dünya Savaşı başlangıcında Ruslara esir düşmüş bir Türk subayı Mehmed
Tolun Efendi’nin esaret günlerinde tanıdığı iki Tatar kardeş Bahadır Bey ve
Gönül Hanım ile yine kendisi gibi esir olan Macar Kont Béla Zichy’nin Orta
Asya’daki Türk kitabelerini incelemek için yaptıkları geziyi anlatır.
Müfide Ferit Tek
(1892-1971), Aydemir (1918) romanıyla milliyetçilik ve kimlik
tartışmalarına katılmış Meşrutiyet dönemi kadın yazarlarındandır.
Aydemir, I. Dünya Savaşı başlarında
uyanan ve 1918 yılında Azerbaycan’ın bağımsızlığı üzerine yeniden canlanan
Turancılık düşüncesiyle yazılmıştır.
Roman, Türkistan’dan yeni gelmiş
Demir’in Hazin ve Nevin’le görüştüğü romantik bir İstanbul akşamı tasviriyle
başlar. Hazin ve Nevin, bir saray adamı olan Nedim Paşa’nın öksüz kızlarıdır.
Müfide Ferit’in Aydemir karakterini
yazarken çocukluğundan beri tanıdığı Yusuf Akçura’dan ilham aldığını kızı Emel
Esin söylemektedir.
Sonuç
XIX. yüzyılın ikinci yarısı ve XX.
yüzyılın ilk yarısı hakkında yapılan çalışmalarda edebiyat, daha çok toplumu yansıtan,
toplumun bir devrine ait sosyal ve siyasî meselelere ayna tutan bir alan olarak
kabul edilir.
II. Meşrutiyet’ten sonra yaşanan
birtakım siyasî tecrübeler, siyasî ve entelektüel elite azınlık
milliyetçiliklerine ve emperyalist saldırılara karşı halkı uyandırmayı ve millî
kimlik inşasını bir zaruret olarak dayatır.
Modernleşme düşüncelerini taşıyacak
standart ve kolay anlaşılır “millî” bir dilin üretmesi beklenen en öncelikli
hedef ise millî edebiyattır.
Fakat, meselenin asıl olarak Yeni
Lisan hareketiyle ortaya çıktığı ve savunucularının değişik görüşlerine rağmen
üç temel noktada odaklandığı görülür: Sade ve “millî” bir dil, hece vezni ve
yerli Türk hayatını anlatmak.
Gökalp, birtakım şiirler, manzum
masal ve destanlar yazsa da asıl olarak bir edebiyatçı değildir. O, millî bir
edebiyatın nasıl kurulması gerektiği konusunda teorik bazı tezler ortaya koyar
ve bir perspektif geliştirir. Onun millî edebiyatla ilgili geliştirdiği bu
tezlerin en güzel uygulayıcısı ise şüphesiz Ömer Seyfeddin’dir.
Mehmed Emin, edebî olarak bugünün
okuyucusunun beklentilerine cevap verecek bir şair değilse de devrin en üretken
şairidir.
…
Mehmet Sümer - Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder