22 Nisan 2020 Çarşamba

Millî Kimliğin İnşasında Edebiyatın Rolü (1911-1920)


Mehmet Sümer - Millî Kimliğin İnşasında Edebiyatın Rolü (1911-1920)

Osmanlı aydını XVIII. yüzyıldan itibaren Batı’yla karşılaştığı anda kendisinin kim olduğunu sorgulamaya başlar.
Elbette kimliğin diğer bir yüzü de ötekinin seni nasıl gördüğüdür. Öteki, yani Batı ise Osmanlı aydınını bu iki kelimeyi ifade eden bir tek kelimeyle tanımlıyordu: Türk.

Kimlik sorunu, araştırmaların da gösterdiği gibi XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı düzeninin varlığını devam ettirebilmekte sorunlarla karşılaşması üzerine başlamıştır.
XIX. yüzyılın ortasına gelindiğinde modernleşme, düşünce sahasında ilk ürünlerini vermeye başlar.

II. Meşrutiyet dönemi yoğun entelektüel tartışmalara sahne olur. Bu tartışmaların en önemlisini hiç tereddütsüz millî kimlik meselesi oluşturur.

Giriş bölümünde, millet kavramı, kavramın XIX. yüzyıldan itibaren nasıl bir anlam değişikliğine uğradığı, bununla paralel olarak milliyetçiliğin çıkış ve yükseliş süreci incelenerek millî kimlikle ilgili teorik bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştır.
Birinci Bölümünde, millî edebiyat kavramının nasıl ortaya çıktığı,
İkinci Bölümde millî edebiyat tartışmasının nasıl başladığı,

Asırlar boyunca dünyayı dinler temelinde birbirinden ayıran Osmanlı aydını, Tanzimat’la birlikte millet kavramını siyasî birliklerle özdeş olarak kullanmaya başlamıştır.

Giriş: Türk Millî Kimliğinin İnşasında Edebiyatın Rolü
…millet (nation) kelimesinin bugün anladığımız anlamda kullanımı modern çağın ürünüdür.

Zernatto, Latince natio kelimesinin natus kelimesiyle aynı kökten geldiğini ve her iki kelimenin de kökeninin nascor, yani “ben doğdum” olduğunu söyler. Bu nedenle natio Romalılara göre doğan bir şeydir. Nitekim, “Cicero’da natio’yu doğum tanrıçası olarak kişileştirilmiş buluruz.”

Natio, bir ülkede doğmuş büyümüş yabancılar topluluğuydu. Cicero, bir keresinde Yahudilerden ve Suriyelilerden nationes natae servituti, yani “hizmet etmek için doğmuş insanlar” diye söz eder (s. 2).

Eski Roma’da kendisiyle dalga geçilen insan grubuna natio deniliyordu.
Montesquieu keşişleri nation paresseuse [tembel millet] diye adlandırır

Zernatto’nun verdiği bu ayrıntılı bilgilerden kelimenin olumsuz çağrışımlı yabancılar topluluğu, kendisiyle dalga geçilen komik kişiler, aynı türden canlılar, yabancı öğrenci grupları ve kilise konsülleri gibi değişik zamanlarda değişik anlamlar taşıdığı anlaşılmaktadır.

Günümüze gelindiğinde ise, kelimenin giderek egemenliğin kaynağı halk yerine daha çok devletle eşanlamlı kullanıldığı görülmektedir.

Bugün nation karşılığı olarak kullanılan “millet” kelimesi, İbranice ve Aramicede “konuşmak, söylemek” manasına gelen “melel” ve “kelime, söz” anlamındaki “mille”den gelmektedir. Arapçada “ezberden yazdırmak, dikte etmek” anlamındaki “imlâl” kökünden türeyen millet, işitilen ve okunan bir şeye dayanması veya dikte edilmesi bakımından “din” karşılığında kullanılmıştır.

Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türkî’sinde (1901) kelime “din, mezheb, kîş [din, mezhep]” anlamlarıyla karşılanmıştır.

Millet kavramı, 1860’larda Şinasi ve Namık Kemal’in yazılarında daha güçlü bir şekilde modern anlamına yaklaşır.

Milletin ne olduğu sorusunu ilk soranlardan biri Ernest Renan’dır.
Renan milleti kuran faktörler üzerinde dururken ırkı, dili, dini ve coğrafyayı tek tek ele aldıktan sonra bunların hiçbirinin tek başına yeterli olmadığını kanıtlar ve nihayet şöyle der: “Sadece maddî olan hiçbir şey yeterli değildir. Bir millet spiritüel bir esastır, tarihin derin komplikasyonlarının bir çıktısıdır; millet, spiritüel bir ailedir, yerin şekli tarafından belirlenen bir topluluk değildir.”

Eric Hobsbawm’ın da eserinde ortaya koyduğu gibi milletin biri nesnel, diğeri öznel olmak üzere iki grup tanımı olduğu görülmektedir. Nesnel tanımlar genellikle dil, etnik köken gibi tek bir kritere ya da dil, ortak topraklar, ortak tarih, kültürel özellikler gibi bir kriterler kümesine dayanmaktadır.

…milliyetçilikler milletleri yaratmıştır.
Eric Hobsbawm, milliyetçiliğin icat edilmiş bir “gelenek” olduğunu öne sürer.

Edward H. Carr, Milliyetçilik ve Sonrası (1945) kitabında modern anlamda milletlerin Orta Çağ Hristiyanlık âleminin uluslararası düzeninin bozulmasının ürünü olduğunu ve terimin çağdaş anlamıyla uluslararası savaşların yapılmaya başlandığı ve modern uluslararası hukukun ilk şekillendiği XVI. ve XVII. yüzyıllara dayandığını kabul eder.

Benedict Anderson: Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur –kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir. Hayal edilmiştir.

Eski dilde “kimlik” karşılığı kullanılan kelime “hüviyet”tir. Hüviyet, yani “hüve”ye (üçüncü tekil şahıs zamiri, o) ilişkin bilgi, durum. Hüviyet insana özgüdür, nesnenin ise ancak mahiyetinden söz edilebilir.

Benedict Anderson, Walter Benjamin’den hareketle modern çağda insanın eşzamanlı olarak diğer insanları tahayyül etmeye ve onların geçmişten gelerek geleceğe doğru ilerlediklerini düşünmeye başladığını söyler. Bunu sağlayan iki şey ise gazete ve romandır (s. 21).

Herder, Alman romantik milliyetçiliğine ilham veren görüşler ortaya koymakla kalmaz aynı zamanda folklor çalışmalarını da başlatır.
…bu halk masalları ve halk şarkıları, Bakhtin’e göre romanın prototiplerini oluşturur.

…milliyetçilik araştırmacıları, Doğu milliyetçiliği ile Batı milliyetçiliğini birbirinden ayırmaktadırlar. Kohn, Batı milliyetçiliğini rasyonel ve kurumsal bulurken, Doğu milliyetçiliğini ise organik ve mistik bulmuştur.

İslamî Orta Doğu’da ve Akdeniz çevresinde egemen hayat tarzı göçebeliktir. Bu ise şecereyi (soyağacını), kan bağını ön plana çıkaran etnisite anlayışını doğurmuştur.

Türk milliyetçiliği yolundaki ilk çalışmalar, dilin sadeleştirilmesi ve Türk kültürünün kozmopolit niteliklerinden arındırılıp millîleştirilmesine dönüktür.

“Türk” ve “Türkiye” kelimeleri, Avrupa literatüründe yaygın olmakla birlikte, XIX. yüzyıla kadar Osmanlı metinlerinde modern anlamında görülmemiştir.

Nef‘î, Vahîd Mahtûmî, Bâkî, Nevâî gibi pek çok Osmanlı şairi “Türk” kelimesini son derece olumsuz anlamlarda kullanmaktadırlar.

Türklerin Müslümanlık anlayışları büyük oranda sürekli bir cihadla şekil aldı.

İlk olarak Mustafa Celaleddin, Ahmed Vefik, Süleyman Paşa ve Ali Suavi çalışmalarında Osmanlı kelimesi yerine Türk kelimesini tercih ederler.

Ahmed Vefik Paşa (1823-1891)
Fransa’ya gitmiş ve orada eğitim görme imkânı yakalamış şanslı Osmanlı aydınlarından biridir.
…asıl şöhretini Moliére oyunlarını Türkçeye adapte etmesiyle kazanır. Fakat Lehçe-i Osmanî (1876) adlı sözlüğü Türkçe kelimelerin de alındığı ilk sözlük olması itibariyle önemlidir.
Türk tarihini Osmanlıyla başlatmak yerine Orta Asya tarihine uzanan bir tarih görüşünü savunmuş

Mustafa Celaleddin Paşa (1826-1876)
Asıl adı Konstanty Polklozic-Borzêcki
Les Turcs Anciens et Modernes adlı Fransızca eserinde, eski Yunan ve Latin kaynaklarına dayanarak ilkçağ kavimleri arasında Türklerin çok geniş bir yeri olduğunu iddia ediyordu.

Ali Suavi (1839-1878)
(1868’de) Muhbir gazetesinde “Türk” başlıklı ilk makalesini yazar. Bu yazıda Türklerin soyu ve tarihi hakkında birtakım bilgiler verir ve Hunları, Moğolları ve
Macarları Türk olarak tanıtır.
Ali Suavi, Türk kelimesini eski anlamlarından ayırarak bir kavmin adı anlamında bilimsel şekliyle ilk defa kullananlar arasına dahil olurken asıl kaynağı Batılı araştırmacılardır.

Süleyman Paşa (1838-1892)
Askerî Mektepler Nâzırı bulunduğu sıralarda bu okullarda okutulacak ders kitaplarını tercüme yoluyla hazırlatan Süleyman Paşa, tarihin millî bir konu olduğunu düşündüğü için onu tercüme etmek yerine yazmak gerektiğini düşünmüş ve en önemli eseri sayılan Tarih-i Âlem’ini (1876) yazmıştır.
Süleyman Paşa, “Osmanlı” kelimesinin “Türk” kelimesine karşılık gelmediğini düşünmekte, gerek tarih ve gerekse dil ile ilgili çalışmalarında “Osmanlı” yerine “Türk” kavramını tercih etmektedir.

Mehmed Emin Yurdakul (1869-1944)
Türk milliyetçiliğini ilk olarak tarih ve dil araştırmalarından alıp edebiyata taşıyan kişidir.
Mehmed Emin, 1897’de Osmanlı Devleti’yle Yunanlılar arasında patlak veren ve yaklaşık beş ay süren Teselya Savaşı münasebetiyle yazdığı ve bir yıl sonra 1898’de yayımladığı Türkçe Şiirler kitabında hem Türkçü hareketin sanatına dair bir program çizmeye çalışıyor hem de edebiyatta ilk olarak açıktan açığa Türk kimliğiyle gurur duyduğunu ilan ediyordu.

Mehmed Emin’in kitabından birkaç yıl sonra Mısır’da Türk adlı bir gazete çıkacak ve bu gazetenin 24-34’üncü sayılarında Yusuf Akçura “Üç Tarz-ı Siyâset” başlıklı yazısıyla milliyetçiliğin Türkler için yegâne kurtuluş yolu olduğunu iddia edecektir.

1905’de yayımlanan Çocuk Bahçesi ve onun devamı olan Bahçe dergileri
Çocuk Bahçesi dergisi Mehmed Emin’in şiirlerini yayınladı
Mehmed Emin’in Türkçe Şiirler’i hakkında övgülerle başlayan bu açık mektuplar, birden bire Rıza Tevfik ile Ömer Naci arasında aruz-hece tartışmasına dönüşür.

1. Bölüm: Millî Kimliğin İnşası Yolunda Millî Edebiyatın Doğuşu
II. Meşrutiyet’in ilanından (1908) sonra, Türk milliyetçiliğinin de niteliği değişmiş ve etki alanı genişlemiştir.
25 Aralık 1908’de (veya diğer bir bilgiye göre 6 Ocak 1909’da) Yusuf Akçura’nın başını çektiği ve içlerinde dönemin pek çok yazar ve şairinin bulunduğu geniş bir kadro tarafından Türk Derneği kurulmuştur.
31 Ağustos 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti kurulmuştur.
12 Mart 1328’de (25 Mart 1912) Türk Ocağı kurulur.

Genç Kalemler dergisi ‘Millî Edebiyat’ deyimini ilk defa ortaya atarak, böyle bir edebiyat yaratma görevini de üzerine alır.

Millî Edebiyat hareketi, bilindiği gibi Ömer Seyfeddin (1884-1920) başta olmak üzere Ali Canib [Yöntem] (1887-1967) ve Ziya Gökalp’ın (1876-1924) başlattıkları bir harekettir.
Hareketin ilk tohumu Ömer Seyfeddin’in Ali Canib’e yazdığı 28 Ocak 1911 tarihli bir mektupla atılır.
Mektubun yazıldığı tarihte Ömer Seyfeddin sınır kasabası Yakorit’te askerdir.
Bu mektuptan yaklaşık iki buçuk ay sonra, 11 Nisan 1911 tarihli Genç Kalemler dergisinin ikinci cildinin ilk sayısındaki “Yeni Lisan” makalesiyle, Millî Edebiyat hareketi de başlamış olur (s. 58).

Ali Canib Ömer Seyfeddin’e yazarak ilk sayının başyazısını göndermesini ister. Bir hafta sonra Ömer Seyfeddin’den uzun bir mektupla “Yeni Lisan” adındaki meşhur yazı gelir.
Genç Kalemler’in ikinci cildinin ilk sayısı yeni bir formatta ve 11 Nisan 1911’de yayımlanır.

…o tarihlerde Genç Kalemler çevresinde toplanan gençler, dilde sadeleşme, aruz ve heceyle ilgili vezin meseleleri gibi konularda iş bölümü yaparak Merkez-i Umumi’de seminer tarzı toplantılar düzenlemektedir.

“Yeni Lisan”, özetle dilin eski yapay süslerden arındırılarak halkın anlayacağı doğal ve konuşma dilini esas alan bir yazı dili yaratmak şeklinde savunulur.

Ömer Seyfeddin’e göre Türk edebiyatı, iki devreye ayrılmaktadır. Birinci devrede Türk edebiyatı “Şarka doğru”, yani İran’a gitmiştir, ikinci devrede ise “Garba doğru”, yani Fransa’ya gitmiştir.

Ömer Seyfeddin’in bu hususta takip ettiği ilke, “doğallık” ve “içerik”tir. Yani süslü ifadeler, terkipler, teşbihler yalnızca cılız bir içeriğin örtülmesi için icat edilen yapaylıklardır. Oysa yapılması gereken, içeriğe, yani fikir ve manaya yer açmak ve doğal olmaktır.

Büyük bir kısmı Ömer Seyfeddin ile Ziya Gökalp ve az bir kısmı da Ali Canib tarafından yazılan Yeni Lisanla ilgili makaleler, Genç Kalemler’in on beş sayısı boyunca devam eder.

16 Ağustos 1912 tarihli Mercure de France adlı tanınmış Fransız dergisi, P. Risal imzasıyla “Les Turcs a la recherche d’une âme national” başlıklı otuz beş sayfalık bir yazı yayımlar. Bu yazı Genç Kalemler ve diğer Türkçülük hareketleri hakkında belki de iç ve dış basında yazılmış ilk ciddî yazıydı. Yazıyı yazan kişi Moiz Kohen’dir (1883-1961).

2. Bölüm: Bitmeyen Bir Tartışma: Millî Edebiyat Nedir?
Genç Kalemler dergisindeki “Yeni Lisan” bildirisiyle başlayan Yeni Lisan hareketi, sadece bir dil hareketi değil aynı zamanda bir edebiyat hareketidir.

Ömer Seyfeddin, “millî edebiyat”ın yokluğunu şu cümlelerle ifade eder: “Millî edebiyatımız yokmuş. Hâlâ da yok. Olanlar da muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden, ibtidaî şarkılardan ibarettir…”

…eski edebiyatın özellikle dilinden dolayı millî olamadığı ileri sürülür (s. 76).

Millî edebiyat görüşü ilk olarak Ali Canib ile Ömer Seyfeddin tarafından vurgulanır

Yeni Lisan ve Millî Edebiyat hareketine ilk itiraz Fuad Köprülü’den gelmiştir.
(tartışma bir yıl boyunca devam etmiştir)
Ali Canib, Genç Kalemler’in altıncı sayısında “Millî Edebiyat Meselesi” başlıklı bir yazıyla Köprülü’nün eleştirilerine cevap verir.
Türk edebiyatı, Arap-Acem eserlerini veya Batılı yazar ve şairleri taklit etmekten vazgeçmelidir. Çünkü edebiyat, taklitle bütün canlılığını ve şahsiyetini kaybeder.

Genç Kalemler’in esas meselesi Yeni Lisan davasıdır. Millî edebiyat konusu, Yeni Lisan meselesiyle birlikte gündeme gelmiş, fakat gerek bu konuda hareketin savunucularının yeteri kadar berrak düşüncelere sahip olmayışı ve gerekse kısa süre içinde “Millî Edebiyat”ın örnek ürünleri olarak gösterebilecekleri çok fazla edebî ürün ortaya koyamayışları nedeniyle tartışma daha çok dil meselesi etrafında dolaşmıştır (s. 92).

Süleyman Nazif, "terakki ve tekâmül[ün], basitten mürekkebe intikal" ettiğini, Yeni Lisan ve Millî Edebiyat’la başlayan hareketin ise "asırların terekküp ettirdiği şeyleri büyük tehâlükle besâtete irca' etti[ğini]" söyler. Şekle aşırı derecede bağlı kalan Süleyman Nazif’e göre aruz gibi mükemmel bir vezni bırakıp tekrar “parmak hesabı”na dönmek bir tekâmül değildir

Süleyman Nazif’in temel tezi, Türklerin yaklaşık bin yıldır yaşadıkları Anadolu’da artık Orta Asya’dan hem kültürel hem de ırken çok değişik bir terkip haline geldikleridir. Türkler, geldikleri coğrafyada Araplarla, Kürtlerle, Ermenilerle, Rumlarla ve diğer Osmanlı kavimleriyle geniş ölçüde etkileşime girmişler ve artık bunlar arasındaki yakınlık Orta Asya’daki Türklerle olan yakınlıktan daha esaslı bir hal almıştır. Bu bakımdan yeniden Orta Asya kültürüne dönmeyi son derece yanlış bulur. “Biz oradan ne fikren, ne cismen bir daha avdet etmemek azmiyle çıktık (s. 98).

3. Bölüm: İbn-i Arabî Müridi ve Durkheim Şakirdi Bir İdeolog: Ziya Gökalp
Babasının verdiği isimle Mehmed Ziya, 23 Mart 1876 tarihinde Diyarbakır’da doğmuştur.
Ziya Gökalp’a hürriyet ve vatan mefkûresini aşılayan, babası Tevfik Efendi’dir.
Ziya Gökalp amcasından Arapça ve Farsça ile Gazalî, İbn-i Sina, Farabî, İbn-i Rüşd gibi büyük İslam filozoflarını ve İbn-i Arabî, Celaleddin Rûmî gibi mutasavvıfların eserlerini öğrenir.
Dr. Yorgi, Ziya’nın 1891’de sınavla girdiği Diyarbakır Mülkî İdadîsinde Tabiiyye öğretmenliği yapmaktadır. Aynı zamanda belediye doktoru olan Yorgi, Ziya’ya Fransızca, Yunan mitolojisi ve felsefe öğretir.
Ziya’nın dikkatini sosyal ve siyasî konulara, bilhassa Fransız sosyolojisine çeken de Abdullah Cevdet’tir.
Ziya intihara teşebbüs eder. Bereket versin ki kurşun beynini zedelememiştir ve gerçekleştirilen ameliyatla kısa sürede iyileşir.
İstanbul’a gelir.
Mülkiye Baytar Mektebi’nin giriş sınavlarına katılır ve 1895-1896 öğretim yılında bu okula yerleşir.
Dr. Yorgi, Türkiye’deki bir inkılap için Türk milletinin sosyal psikolojisinin ve sosyolojisinin incelenmesi gerektiğini belirtir.
Gökalp kendisini Türk milletinin sosyolojisini ve psikolojisini araştırmaya vakfeder.
Naim Bey’le İstanbul’da Taşkışla’daki tutukluluğu sırasında hapishanede tanışır.
Türkçülüğü ararken üç tesirin altında olduğu anlaşılmaktadır: Birincisi klasik mektep tahsili ki ona Batı’nın müspet ilimlerini öğretmiştir. İkincisi babası vasıtasıyla tanıdığı ve okuduğu Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi şahsiyetlerdir ki ona vatanseverlik ve hürriyet gibi görüşleri aşılamıştır. Üçüncüsü ise ona Doğu felsefesini ve tasavvufu tanıtan amcası Hasip Efendi’dir (s. 118-119).

Ziya Bey’i cemiyete sokanlar ise İbrahim Temo ile İshak Sükûtî’dir (İttihad-ı Osmanî Cemiyeti).

Gökalp’ın entelektüel çizgisinde dönüm noktası şüphe yok ki “Turan” şiiridir.

İstanbul’a geldiğinde bir müddet Türk Yurdu dergisinde yazı ve şiirlerini yayımlar.

Gökalp düşüncesi ana hatlarıyla cemiyetçi, idealist ve romantiktir.

Gökalp’ın ilk şiiri 1895’te yazdığı ve iki sene sonra basılan “İhtilâl Şarkısı”dır.
Gökalp’ın basılan ilk kitabı Şakî İbrahim Destanı adlı, Diyarbakır yöresinde Milli aşireti reisi İbrahim Paşa’nın halka yaptığı zulümleri anlatan uzun bir şiirdir.

Gökalp’ın en son yayımlanan edebî eseri Altun Işık (1923) ise onun yeniden masallara döndüğünü gösterir.

Türkçülüğün Esasları’nın başka bir yerinde, estetik sahasında yükselmek isteyen bir milletin her şeyden önce millî zevkini bulmaya çalışması gerektiğini, bunun için de halka doğru gitmek, halk sanatlarından uzun uzadıya estetik terbiye almak gerektiğini söyler.

Gökalp, Malta sürgününden döndüğünde ilkin Ankara’ya gelir fakat burada karşılaştığı ekonomik sıkıntılar (nedeniyle) bir müddet Diyarbakır’da kalır ve burada Millî Mücadeleyi destekleyen Küçük Mecmua’yı çıkarır.
Gökalp, Küçük Mecmua’da yayımlanan şiirlerinde Millî Mücadelenin lideri Mustafa Kemal’e olan hayranlığını açıkça ifade eder.

4. Bölüm: İdeoloji ve Sanat İkileminde Bir Yazar: Ömer Seyfeddin
Ömer Seyfeddin, İzmir’de Türkçü Necip, Baha Tevfik, Şehabeddin Süleyman ve Yakup Kadri gibi aydınlarla tanışır ve sık sık görüşür.
Askeriye ve Tıbbiye, reformcu ve milliyetçi hareketlerin Osmanlı’da en erken başladığı kurumlardır.
Ömer Faruk Huyugüzel’in gösterdiği gibi Necip Türkçü’nün o sıralarda İzmir’de sâde Türkçeyle yazmak konusunda geniş bir faaliyeti vardı ve Ömer Seyfeddin de bu çevrenin içerisinde bir edebiyatçı olarak bu faaliyetlerden geniş ölçüde etkilenmiştir.
Necip Türkçü, 1911’de Selanik’te başlayan Yeni Lisan hareketinin “İzmir’den kapma veya İzmir’den götürülme bir şey olduğunu” ve “buradaki dil hareketinin taklidinden başka bir şey olmadığını” başkalarını tanık göstererek ifade eder (s. 155).

1911 yılı başlarında Genç Kalemler dergisinin ikinci cildinin hazırlık sürecinde Selanik’te olmayan Ömer Seyfeddin, birkaç ay içinde askerlikten istifa ederek Selanik’e gelir.

Genç Kalemler’in çıktığı iki yıllık süre içerisinde onun bu dergide yedi hikâyesi yayımlanır. Burada çıkan ilk hikâye ise, derginin “Yeni Lisan” hareketinin başlangıcı kabul edilen ikinci cildinin ilk sayısında, “yeni lisanla” notuyla yayımlanan “Bahar ve Kelebekler”dir.

Alangu’ya göre ise Ömer Seyfeddin’in Genç Kalemler dergisinde yolunu açtığı Millî Edebiyat adlı yeni edebiyat anlayışının asıl öncü hikâyesi “Pamuk İpliği”dir.
Aslında bir piyes de sayılabilecek bu hikâyede, Avrupa’da eğitim görmüş Behzat adlı zengin bir Türk genci ile evlenmek istediği Sürpik adlı Ermeni bir genç kız arasında geçen evlilik konulu bir tartışma anlatılır. Her iki karakterde de mensubu oldukları millete dair kimlik bilinci gelişmiştir.
…tartışma İslamiyet ile Hristiyanlığın evlilik meselesindeki farklılıklarına odaklanır. Kız, Behzat’a İslamiyet çokeşliliğe ve boşanmaya müsaade ettiği için evliliğin Türklerde bir “pamuk ipliği” olduğunu, oysa Hristiyanlıkta evliliğin çok sıkı kurallara bağlı oluşu, çokeşliliğin ve boşanmanın yasak oluşu gibi nedenlerden dolayı “kırılmaz bir zincir” olduğunu söyler.

Ömer Seyfeddin’in eserini, yazı hayatının acemilik dönemi sayılabilecek ilk birkaç yılda yazdıkları hariç tutulursa, nerdeyse baştan sona milliyetçilik/Türkçülük ideolojisi yönlendirir. Bu ideolojinin bağlılarının o dönemde İttihat ve Terakki Partisinin iktidar gücüyle siyasetten ekonomiye ve oradan da sanat ve sosyal yaşama kadar her alanda “millî” bir toplum yaratmaya çalıştığı gözlenir (s. 160).

Onun hikâyeleri millî kimliğin inşası bağlamında ise üç kategoriye ayrılabilir:
a. Doğrudan doğruya okuru uyandırarak Türk olduğunu ve millî kimliğinin diğer bütün kimliklerinden daha önemli ve öncelikli olduğunu göstermek üzere yazılmış hikâyeler

b. Tarihî bir olayı ve o devirlerdeki olumlu kişilerin meziyetlerini göstererek bugünkü okura kim olduğunu hatırlatmak veya günümüzdeki kozmopolit/hümanist kişiliklerin çelişkilerini sunarak birinci gruba nazaran daha dolaylı denebilecek bir surette kimlik bilinci geliştirme amacında olanlar.

c. Doğrudan millî kimlikle ilgili bir mesaj vermemekle birlikte dolaylı olarak da bu tür bir bilinç aşılamaya çalışan daha sanatsal ve mesajın dolaylı ve örtük olduğu hikâyeler.

Primo Türk Çocuğu

Nakarat

Ashab-ı Kehfimiz
Hikâye, bir Ermeni gencinin günlüğünden Osmanlılık fikrinin nasıl aşama aşama dağıldığını ve iflas ettiğini anlatır.

Ömer Seyfeddin, esirlikten döndüğü 1913 yılında 9 hikâye yayımlamıştır. Savaşın başladığı 1914’ten 1917 yılına kadar hiçbir hikâye yayımlamamıştır. Onun asıl verimli devresi 1917 yılından ölümüne (6 Mart 1920) kadar süren üç yıllık dönemdir.

5. Bölüm: Birinci Dünya Savaşı Yılları: Edebiyat ve Propaganda
İsmail Hami Danişmend’e göre Osmanlı’nın savaşa girmesine sebep dört kişi Enver Paşa (1881-1922), Sadrazam Said Halim Paşa (1863-1921), Talat Paşa (1874-1921) ve Meclis-i Mebusan başkanı Halil Bey (Menteşe) (1874-1948)’dir.

İttihat ve Terakki genel merkezi, 1912 Balkan Harbi’nden sonra İstanbul’a taşınınca Ziya Gökalp’in isteği üzerine genel merkezde “zengin ve güzel” bir kitap odası kurulur.
Gökalp, partinin kültür bakanı gibidir.
1908 ve 1909 seneleri zarfında sadece İstanbul`da çıkan gazete ve dergi sayısı 353`tür.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında halkı ve askerleri motive edecek yayınların eksikliği sorunu baş gösterir.
Bu amaçla Harbiye Nezareti, Çanakkale’ye bir gezi düzenlemeye karar verir.
Başkumandan Vekâleti (Genelkurmay Başkanlığı), sanatkârlara Çanakkale savaş alanlarını ziyaret etmelerini ve “hasıl edecekleri tahassüsleri halka, tarihe ve müstakbel nesillere tasvir ve tebliğ eylemelerini teklif ed[er].” Bu bir emir değil, bir tekliftir.
Davet edilen yirmi otuz kişinin tamamının kimler olduğunu bilmiyoruz, ama kendisine davet ulaşanlardan on sekiz kişi, 28 Haziran 1331 (11 Temmuz 1915) Pazar günü sol kollarında çift yeşil defne dalından işaretli hâki keten elbiseleriyle Sirkeci garında toplanır.
Katılan isimler şunlardır: Müfit Ratıb, Ağaoğlu Ahmed, Orhan Seyfi (Orhon), Enis Behic (Koryürek), Celal Sahir (Erozan), Hıfzı Tevfik (Gönensay), Hakkı Süha (Gezgin), Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ressam Çallı İbrahim, Ressam Nazmi Ziya, Selahaddin (Darüleytamlar müdürü), Ali Canib (Yöntem), Ömer Seyfeddin, Mehmed Emin (Yurdakul), Muhyiddin (Tanin gazetesi yazarı), Musikişinas Yekta (Ahmed Yekta Madran), Yusuf Razi ve İbrahim Alâaddin (Gövsa).
Heyet, 22 Temmuz 1915’te İstanbul’a döner ve böylece yolculuk süreleri de dahil olmak üzere gezi toplam 11 gün sürer.

Genel anlamda heyet, arzu edildiği şekilde edebî eserler üretememiştir. İçlerinden savaşla ilgili en çok yazan kişi Mehmed Emin’dir. Diğerleri doğru dürüst bir edebî eser üretiminde bulunmazlar.
Çanakkale’yle ilgili en çok yankı uyandıran ve hâlen de okunan eseri (“Çanakkale Şehitlerine”), o sıralarda büyük bir ihtimalle Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Tunuslu Şeyh Salih ve diğer birkaç teşkilat üyesiyle birlikte Ceziretü’l-Arab’ta bulunduğu için heyette bulunmayan Mehmed Âkif yazmıştır (s. 189).

Heyette bulunan Ömer Seyfettin ise Tahir Alangu’nun belirttiğine göre bu ziyaretten sonra “Eski Kahramanlar” dizisi gibi bir seri hikâye yazmaya niyetlendiği halde epey gecikerek “Yeni Kahramanlar” başlığı altında “umutsuz ve şevksiz bir hava içinde yazıldıkları belli olan” üç tane hikâye yayımlamıştır: “Kaç Yerinden?”, “Aleko: Bir Çocuk” ve “Müjde”. Bunlara bir de nispeten daha umutlu bir hikâye olan “Çanakkale’den Sonra”yı da eklemek gerekir.

1917 yılında, daha kapsayıcı bir başka kampanya yapmaya karar verilir.

İttihat ve Terakki Partisi, arzu ettiği sonuçları elde edemese de dönemin koşullarında edebiyatı propaganda aracı olarak kullanmak üzere çeşitli girişimlerde bulunmuştur.

Hâmid, Yadigâr-ı Harb’de asıl olarak Çanakkale zaferini işlemekteyse de Kutu’l-Amare ve Galiçya cephesinden de sahneler yansıtır.
Neticede Hâmid’in bu son eseri 5000 nüsha basılarak orduya dağıtılmış ve Hâmid’e de 1000 lira verilmiştir.

Savaş yıllarında devletin örtülü ödeneğinden (“tahsisat-ı mestûre”) yararlanan yazarlarla ilgili 7-8 Eylül 1920 tarihinde İstanbul gazetelerinde çıkan haberlerde, Abdülhak Hâmid’in de ismi geçer. Bu haberlere göre Hamid’e 1918 senesinde Sadaret tarafından 30.000 kuruş, 1916 yılında Maarif Nezareti tarafından Külliyât-ı Âsâr’ının telif bedeli olarak 100.000 kuruş, yine aynı yıl yayımlanan ve yukarıda sözü edilen İlham-ı Vatan için 15.000 kuruş verilmiştir (s. 195).

6. Bölüm: Mehmed Emin (Yurdakul): Şiirinden Büyük Şair
Mehmed Emin (1869-1944), İstanbul’da Terkos civarındaki Zekeriyaköy’de balıkçılıkla geçimini sağlayan Salih Reis ile Edirne çevresinde yaşayan köylü bir ailenin kızı Emine Hanım’ın çocuğu olarak Beşiktaş’ta doğmuştur. Bir süre Hukuk Mektebi’nde okumuşsa da devam etmeyip memurluğa geçmiştir.
Sonraki dönemlerde Musul, Şarki Karahisar, Urfa ve en son İstanbul milletvekilliği yapmıştır.
Mehmed Emin’in edebî şahsiyetini şekillendiren iki önemli kaynak vardır: İçinde doğup büyüdüğü dar gelirli ailesi ve ileriki yaşlarında tanıştığı Cemaleddin Afganî.

Mehmed Emin’in ruhu, Hamdulluh Suphi’ye göre “bozuk bir Frenk terbiyesiyle fesada uğramamış[tır.]”

Afganî, İslam’ın modernleşme karşısında hayatın her cephesinde kendini yenileyerek inşa etmesi düşüncesi demek olan İslamcılık akımının kurucusu, bütün İslam dünyasında etkili olmuş bir din âlimidir.

İlki 1870 yılında ve ikincisi 1892’de olmak üzere iki defa Türkiye’ye gelen Afganî, dönemin pek çok aydınını olduğu gibi Mehmed Emin’i de etkilemişti.

Afganî, 1912’de tercüme edilip Türk Yurdu’nda yayımlanan bir yazısında, dilin önemini anlatırken onu bütün yeniliklerin ilk basamağı sayar.
Afganî, kendi dilleriyle eğitim ve öğretim gören bir milletin siyaseten bozulsa bile yıllar sonra tekrar toparlanabileceğini, fakat yabancı bir dille eğitim-öğretim yapan bir milletin kısa zamanda yok olup gideceğini söyler.

Cemaleddin Afganî, 1892’den öldüğü yıl olan 1897’ye kadar ömrünün son yıllarını İstanbul’da Abdülhamid’in ilgi ve kuşku karışımı gözetimi altında geçirirken Mehmed Emin de genç bir şair olarak sık sık onun ziyâretine gider.

Türkçe Şiirler’de baskın olan iki tem vardır: Millî duygulardan beslenen kahramanlık ve sosyal merhamet.
Bu iki tem, şiirinin iki ana damarı halinde ileride yayımlanacak ikinci şiir kitabı Türk Sazı: Yaralar ve Sargılar’da (1914) da aynen devam eder.

Mehmed Emin’i yeni kılan şey, işlediği temler değil beslendiği milliyetçilik düşüncesidir. Bu düşünce dolayısıyladır ki hece vezninde ve basit bir Türkçeyle yazmakta ısrar eder ve bu özelliğiyle II. Meşrutiyet’ten sonra egemen olacak olan Millî Edebiyat hareketinin öncüsü vasfını kazanır.

Mehmed Emin’in kitabı (Ey Türk Uyan) Ahmed Hikmet’in arzu ettiği gibi köylülere dağıtılmaz ama önce 15.000, sonra 10.000 basılarak Enver Paşa’nın emriyle askerlere dağıtılır ve aynı zamanda okullarda okutulur. Kitap, kısa süre sonra başında eser ve şairi hakkında övücü bir mukaddimeyle Almancaya da tercüme edilir. Tanınmış oryantalist Martin Hartmann da kitabı Türkleri gaflet uykusundan uyandıran bir eser olarak selamlayan övücü bir yazı yazar.

Tan Sesleri (1915) de 20.000 nüsha basılarak askere dağıtılır.

Mehmed Emin, aslında kendi şiiriyle de bu duyguyu (milli duygu) uyandırmak peşindedir. Zira ona göre Prusya bu duyguyla uyanmış, bir zamanlar Tatarlara haraç veren Rusya bu duyguyla canlanmış, İtalya, Eski Roma hayalini bu millî duyguyla parlatmıştır.

“Çanakkal’a Kahramanlarına” ithafıyla yayımlanan Ordu’nun Destanı, Çanakkale savaşıyla ilgilidir.

Dicle Önünde ise Osmanlı ordusunun Çanakkale’den sonra muzaffer olduğu ikinci cephe olan Kutu’l-Amâre zaferi dolayısıyla yazılmıştır.

Hasta Bakıcı Hanımlar kitabı, savaşlarda yaralanan askerlerin yaralarını saran hemşirelerin övgüsüdür.

1918 yılında yayımlanan Turan’a Doğru’da ise Mehmed Emin, Turan hayalinin karşısında Ruslar olduğu için yeniden değişik yönlerden Rusları eleştirir.

İsyan ve Dua’da ise şairin savaşın sonunda yaşanan mağlubiyetten ve İstanbul’un işgalinden doğan büyük bir ümitsizlik içinde olduğu görülür.

1921’de İstanbul’dan yola çıkıp Ankara’ya giden Mehmed Emin, daha Ankara’ya varmadan İnebolu’dayken kendisine Mustafa Kemal’in gönderdiği bir telgraf ulaşır. Bu telgrafta Mustafa Kemal tarafından “milletimizin mübarek babası” olarak selamlanan Mehmed Emin, yeni dönemin parlak bir köşesinde yerini almıştır.

1921’de bastırdığı Aydın Kızları adlı eserinden sonra Mustafa Kemal (1928) adlı manzum mensur karışık bir eser yazar…

…ölümünden sonra basılabilen eserlerinde, şiirlerini ciddî bir tashih veya otosansür işleminden geçirdiği görülmektedir. Metinlerde yapılan bu düzeltme/değiştirmeler, zaman zaman şairin edebî kaygılarla metnin aksayan yerlerini düzeltmesi şeklinde olsa da önemli ekleme ve çıkarmaların tamamı bunun dışında temelde üç noktada toplanmaktadır: Eski rejimi çağrıştıran “hilâfet”, “saltanat” gibi kelimeler; dinî kelime ve kavramlar ve son olarak Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal tarafından Türkiye Cumhuriyeti vurgusu amacıyla daire dışı bırakılan Turan ülküsü etrafındaki irredentist (yayılmacı) görüşler (s. 217).

7. Bölüm: Halide Edib Adıvar: Hümanist Bir Milliyetçilik Arayışı
Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nin o zamanlar ilk Türk öğrencisidir.
…özel dersler aldığı hocası ve sonradan eşi olan Salih Zeki
Salih Zeki pozitivizme inanan ve matematikçi
Halide Edib’in entelektüel kişiliğini şekillendiren üçüncü etmense özel hocası olan Rıza Tevfik’tir.
…okuduğu kolej, Halide Edib’i Anglo-Amerikan kültüre bağlarken ders aldığı hocalardan biri pozitivizmi diğeri de bunun tam tersi olan tasavvufu ona ilham etmekle onda başından itibaren inkârı güç gerçeklikleri sentezleme kabiliyetini geliştiriyordu (s. 220).

II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihatçıların yayın organı olan Tanin gazetesindeki yazılarıyla yayın hayatında tanınmaya başlayan Halide Edib, aynı zamanda dönemin en önemli tartışma konularından biri olan milliyetçiliğe de bu yıllarda ilgi duyar

1910 yılına kadar Halide Salih imzasını kullanan yazarın, bu tarihten itibaren yazılarında Halide Edib ismini kullanmaya başladığı görülür.

İlk telif eseri Heyula’yı 1909 yılında Musavver Muhit dergisinde tefrika etmiştir.
Bu ilk romanında Halide Edib, karşılıksız bir aşk hikâyesini anlatır. Romanın kahramanı Ziya, arkadaşı Haşim’in karısı Selma’ya âşık olur. Fakat Selma, Haşim’in komşusu heykeltraş Şahap’la birbirlerini sevmektedirler. Şahap, sonunda Selma’yı yüzüstü bırakır.
Romanın sonunda Selma’nın gayri meşru yollarla edindiği çocuğunu doğururken kaybettiğini ve bu kayıpla birlikte de büsbütün ruh sağlığını yitirerek öldüğünü görürüz. Hem fazlasıyla melodram özelliği taşıması ve hem de toplumsal realitelere uymaması nedeniyle bu ilk romanın hiçbir bakımdan başarılı olduğu söylenemez.
Raik’in Annesi, Demet degisinde tefrika edilmeye başlandığı halde yarım kalmıştır. Daha sonra Resimli Roman Mecmuası’nda neşredilir, 1924 yılında da kitap olarak basılır.
Romanın başında Siret, komşu kızı Necibe’nin kendisiyle evlenmek istediğini ve kızın ailesinin de kendisinden haber beklediğini öğrenmesi üzerine İstanbul’u terk ederek Heybeliada’ya kaçar.
Raik’in annesi Refika’yla karşılaşır. Refika, tam da Siret’in tahayyül ettiği kadındır.
Kendisine ihanet eden kocası Rauf’u terk ederek çocuğuyla birlikte adaya gelmiştir. Refika, Rauf’un onurunu incitmiş olmasına nispetle Mansur adlı hasta bir gençle görüşmekte ve böylece o da Rauf’un onurunu zedelemek istemektedir.
Refika’ya âşık olur. Fakat onu kocasıyla barıştırmaya çalışır.

Seviye Talip, 1910 yılında Halide Edib’in gerek siyasî ve gerek ideolojik olarak Türkçülüğe yakınlaştığı bir sırada yayımlanır.
31 Mart olayları patlak verdiğinde bir müddet Amerikan Koleji’nde saklansa da iki çocuğuyla birlikte Mısır’a kaçar. İngiliz feminist Isabel Fry’dan aldığı davet üzerine İngiltere’ye gider. 1909 Ekim’inde yurda döndüğünde tifoya yakalanan oğlunun baş ucunda Seviye Talip’i yazar
Seviye Talip, İngiltere’de eğitim görmüş, Batılı düşünceler taşıyan Fahir adlı bir gencin karısı Macide’ye ve küçük oğlu Hikmet’e karşı taşıdığı sorumluluklarla kendi anlayış ve beğenisine uygun Seviye’ye beslediği aşk arasında yaşadığı çatışmayı anlatır (s. 224).
Bilhassa romanın ikinci yarısında Fahir’in bir genç kız gibi aşktan hastalanması, düşüp bayılması, gözyaşlarına boğulması hep biraz melodram özellikleridir.

Harab Mabedler, “Mensur Şiirler”, “Hikâyeler” ve “Aşk Fesaneleri” başlıklı üç bölümden oluşur.
Kimi zaman denizin, kimi zaman gölün, kimi zaman da musiki makamlarının anlatıcı veya karakter olarak canlandırıldığı bu metinler, Halide Edib’in konu ve üslup üzerinde değil anlatım teknikleri üzerinde de düşündüğünü gösterir.

Handan, Halide Edib’in yazarlık serüveninde önemli bir aşamadır.
Handan ile ihtilâlci Nâzım’ın aşk ve ideal arasında kendilerince koydukları bir hiyerarşi yüzünden anlaşamayıp ayrılmaları ve sonunda Nâzım’ın intiharı ve Handan’ın da mutsuz bir evlilikten sonra hastalanıp ölmesiyle sonuçlanan acıklı hikâyesi anlatılır.
Bütün bu hikâyenin yanıbaşında bir bakıma anlatıcı konumundaki Refik Cemal’in yaşadıklarına da tanık oluruz. Refik Cemal’in Handan’la tanışması ve onun hikâyesini öğrenmesi, karısı Neriman sayesinde olur.

Halide Edib’in Türkçülerle temasa geçmesi 1910-1912 yılları arasında olur ve Yeni Turan adlı “yegâne ideolojik romanını” Gökalp’ın ve Türkçülerin tesiriyle yazar.
Yeni Turan, kitabın yazıldığı tarihten yaklaşık yirmi yıl sonra yaşanmış bazı olayları anlatan ütopik bir romandır. Temelde Türkçülüğü savunan ve İttihat ve Terakki’nin devamı sayılan Yeni Turan Partisi ile Yeni Osmanlılar Partisi arasındaki siyasal rekabeti anlatır.
Anlatıcı Asım, Yeni Osmanlılar adlı muhalif partiye mensup Hamdi Paşa’nın yeğenidir. Karşı cephede ise Hamdi Paşa’nın arkadaşı Lütfü Paşa vardır.
Romanda edebî kaygılardan çok, mesaj verme endişesi ağır bastığı için tasvirler, tahliller veya kurgusal ayrıntılardan çok karakterlerin, özellikle de Yeni Turan ütopyasının romandaki sözcüsü olan Oğuz’un nutukları yer alır.
Romanda, Türkçülük ideolojisinin yanı başında kadın hakları sorunu da işlenir.
Halide Edib, bu romanında o yıllarda yaygınlık kazanmaya başlamış Türkçülüğü adeta bir din gibi misyon edinmiş insanları anlatır. Romanda bu misyonu taşıyan insanlar yarı mistik bir ruh hali içinde toplumdan ayrı hareket ederler.

Son Eseri, Harap Mabetler’de bulunan bir hikâyenin daha geniş bir planda tekrarıdır. Orada geçen “Feridun Hikmet’in Jurnalinden” başlıklı üç bölümden oluşan bir hikâyenin bu romanın temelini oluşturduğunu görürüz.

Mev‘ud Hüküm, ancak 1917 yılında tefrika halinde ve ardından 1918’de de kitap olarak basılır. Balkan Savaşı yıllarında geçen Mev‘ud Hüküm, idealist bir doktorun toplumsal duyarlılığını ve yaşadığı iç buhranları anlatır.

8. Bölüm: Edebî Turancılığın İki Temsilcisi: Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve Müfide Ferit
“Turan” kelimesi Avesta’da geçen “Tûra” kelimesiyle ilişkilendirilmekte ve bir İran efsanesinden kaynaklanmaktadır. Firdevsi, Şehname’sinde Avesta’dan aldığı bu efsaneyi farklı bir biçimde anlatır. Buna göre hükümdar Feridun’un üç oğlundan ikincisinin adı Tur’dur. Ülkesini üç oğlu arasında paylaştıran Feridun, Tur’a Turan ülkesini verir ve onu Türklerin ve Çinlilerin padişahı yapar.

Ferencz Pulszky (1814-1897) adlı bir Macar yazar ve politikacısı, 1839’da yayımladığı bir makalesinde Macarların kökenini Asya’ya bağlarken Turan kavramını yine İran karşıtlığı üzerinden kullanmayı yeğlemiş ve Turan’ı Türkistan-Toharistan olarak tanımlamıştır. Ardından XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Rusya’nın Orta Asya’yı işgale girişmesiyle birlikte kavram, bu coğrafî anlamını da muhafaza ederek daha çok dilsel ve etnik bir kategoriyi ifade eder hale gelmiştir (s. 254).

Ahmed Hikmet’in babası Yahya Sezai Efendi de tıpkı babası gibi tasavvufî şiirlerden oluşan basılmamış bir divan sahibi şair bir kişiliktir.
1877’de, henüz Ahmed Hikmet yedi yaşındayken vefat etmiştir.
Ahmed Hikmet, Galatasaray’da ağabeyi Refik Beyin kayınbiraderi olan Tevfik Fikret’le (1867-1915) tanışır.
İlk edebî eseri, Leyla yahut Bir Mecnunun İntikamı (1308/1891) başlıklı küçük bir hikâyedir.
…mezun olduktan sonra Hariciye Nezareti’ne girerek memuriyet hayatına atılır.

1893 yılından itibaren başta Hazine-i Fünûn ve Servet-i Fünûn dergilerinde Ahmed Hikmet ismine rastlanır. Bilhassa Servet-i Fünûn’da daha sonra Hâristan ve Gülistan’da (1901) toplayacağı küçük hikâyelerini yazar.

Çağlayanlar, 1911-1922 yılları arasında yazılmış kısa hikâyelerden oluşan bir kitaptır.
Çağlayanlar’ın ilk hikâyesi “Alpaslan Masalı” bir çeşit türeyiş efsanesidir. Çinliler tarafından kocası ve çocukları parçalanmış bir kadın, tek başına muhacir olmuştur. Yolda doğurduğu erkek evladını da bir kartal kapıp götürür. Kartal bebeği parçalayıp yemek üzere bir kayanın üstüne bırakmak isterken çocuk çalılığın arasındaki bir aslan yuvasına düşer. Aslan diğer yavrularıyla birlikte bu garip yavruyu da besler, büyütür. Fakat bu çocuk kendini hayvanlar âleminde yalnız ve garip hisseder (s. 262-263).
“Yarayı Kanatan” başlıklı hikâyede Müftüoğlu bir Macar masalı aracılığıyla Türklerin asıl sorunun milletine inanmayan insanlar olduğunu söyler. Söz konusu Macar masalına göre katili bulunmayan maktullerin cesetleri önünden zanlılar geçirildiği takdirde cesedin yarası kanarmış. Masalda kalbinde hançerle ölü bulunmuş bir Macar asilzadesinin bu yönteme göre katili arandığı halde bir türlü bulunamamış, nihayet gencin sevdiği kız geçince yara kanamaya başlamış. Müftüoğlu, Türklerin yarasını kanatanların onu beğenmeyip, ona itimat etmeyenler olduğunu düşünür.
“Padişahım Alınız Menekşelerimi, Veriniz Gülümü” başlıklı hikâyede babası ve nişanlısı Trablusgarp’a savaşa giden genç bir kızın ızdırabı anlatılır.
“Altın Ordu” hikâyesi, Türklerin büyük dalgalar halinde Orta Asya’dan göç etmelerini anlatır.
“Turhan Nasıl Çıldırdı” da Manisalı Karamemişoğlu Süleyman’ın oğlu olarak Kazan’da doğan ve Paris’te tahsil gördükten sonra bütün Avrupa müzelerinde Türkleri ve Müslümanları araştıran Turhan’ın yaşadıkları anlatılır.
“Ayşe Kızla Vato” hikâyesinde hiçbir eğitim almadan içgüdüsel bir kabiliyetle halı dokuyan Ayşe adlı muhayyel bir Türk kızının sanatını Fransız ressam Antoine Watteau’nun resimlerinden daha üstün gösterir.

Genel hatlarıyla Müftüoğlu hikâyelerinde Türklüğü vurgular. Okurda atalarının geldiği Orta Asya’yı ve ordan çıkan diğer kavimlerle bir yakınlık duygusu yaratmak ister.

Gönül Hanım
1917 yılı Eylül’ünde başlayan roman, 1. Dünya Savaşı başlangıcında Ruslara esir düşmüş bir Türk subayı Mehmed Tolun Efendi’nin esaret günlerinde tanıdığı iki Tatar kardeş Bahadır Bey ve Gönül Hanım ile yine kendisi gibi esir olan Macar Kont Béla Zichy’nin Orta Asya’daki Türk kitabelerini incelemek için yaptıkları geziyi anlatır.

Müfide Ferit Tek (1892-1971), Aydemir (1918) romanıyla milliyetçilik ve kimlik tartışmalarına katılmış Meşrutiyet dönemi kadın yazarlarındandır.
Aydemir, I. Dünya Savaşı başlarında uyanan ve 1918 yılında Azerbaycan’ın bağımsızlığı üzerine yeniden canlanan Turancılık düşüncesiyle yazılmıştır.
Roman, Türkistan’dan yeni gelmiş Demir’in Hazin ve Nevin’le görüştüğü romantik bir İstanbul akşamı tasviriyle başlar. Hazin ve Nevin, bir saray adamı olan Nedim Paşa’nın öksüz kızlarıdır.

Müfide Ferit’in Aydemir karakterini yazarken çocukluğundan beri tanıdığı Yusuf Akçura’dan ilham aldığını kızı Emel Esin söylemektedir.

Sonuç
XIX. yüzyılın ikinci yarısı ve XX. yüzyılın ilk yarısı hakkında yapılan çalışmalarda edebiyat, daha çok toplumu yansıtan, toplumun bir devrine ait sosyal ve siyasî meselelere ayna tutan bir alan olarak kabul edilir.
II. Meşrutiyet’ten sonra yaşanan birtakım siyasî tecrübeler, siyasî ve entelektüel elite azınlık milliyetçiliklerine ve emperyalist saldırılara karşı halkı uyandırmayı ve millî kimlik inşasını bir zaruret olarak dayatır.

Modernleşme düşüncelerini taşıyacak standart ve kolay anlaşılır “millî” bir dilin üretmesi beklenen en öncelikli hedef ise millî edebiyattır.
Fakat, meselenin asıl olarak Yeni Lisan hareketiyle ortaya çıktığı ve savunucularının değişik görüşlerine rağmen üç temel noktada odaklandığı görülür: Sade ve “millî” bir dil, hece vezni ve yerli Türk hayatını anlatmak.

Gökalp, birtakım şiirler, manzum masal ve destanlar yazsa da asıl olarak bir edebiyatçı değildir. O, millî bir edebiyatın nasıl kurulması gerektiği konusunda teorik bazı tezler ortaya koyar ve bir perspektif geliştirir. Onun millî edebiyatla ilgili geliştirdiği bu tezlerin en güzel uygulayıcısı ise şüphesiz Ömer Seyfeddin’dir.

Mehmed Emin, edebî olarak bugünün okuyucusunun beklentilerine cevap verecek bir şair değilse de devrin en üretken şairidir.
Mehmet Sümer - Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder