26 Nisan 2020 Pazar

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku


İlhami Algör - Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku
 
1
Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim.
İtalyan Yokuşu’ndan aşağı, rüzgâra asılıp Tophane’ye indim.

Kahvem geldi. Kıvamındaydı, sevdim.

“Ulan,” dedim, “bu milletin tarih kitabına ihtiyacı yok. Şarkıları peş peşe diz, koy kasete, ver radyodan...”

Yönümü Galata’ya verdim.

Gözümün önüne Müzeyyenin gülümseyişi gelmişti.

2
…kafayı bir hikâyeye takmıştım

Müzeyyen ile, aynı pencereden gelen sabah güneşlerine birlikte uzanmaya karar verdiğimizde, ufaklık bir yaşında bebekti ve babası, henüz Müzeyyen karnı bile şişmemiş taze hamile iken, trafik kazasında gitmişti.

3-4-5
Zırt dedi, telefon girdi. “Alo?” dedim, “Günaydın,” dedi Müzeyyen.
… “Akşamüstü Kuledibi’nde, kahvede bir çay içelim mi?”
“Olur.”
“Anahtarları eve bırakır mısın?”
Laf beni boylamasına ikiye böldü, tuz gölüne batırdı.
“Hikâye,” dedim, “gel seninle anlaşalım. Sen yarım kal, adını da Yarım Kalan Hikâye koyalım.”

6
Mesele açıktı. Müzeyyen âşık olmuş, durumu benden gizlemişti.

“Niye ulan, niye?” Alnımızda “Her nevi yanık tedavi edilir” mi yazıyordu? Nöbetçi eczane mi açmıştık? Kaporta mı tamir ediyorduk? Niye?

7
Müzeyyen, ikinci çayını söylemiş, yeni bir sigara yakıyordu. “Ne çok içiyorsun Müzeyyen,” dedim, “fosur fosur.”

Bir zarf aldım, fotoğrafı ve ev anahtarını çıkarıp zarfa koydum. Bakkalın cüce çırağına, “Koçum,” dedim, “şu zarfı, şurada oturan ablana götürür müsün?”
Velet zıpladı, zarfı uzattı. “Güle güle Müzeyyen,” dedim,
“Nereye gidiyorsun çocuk,” dedim içimden, “büyümeye mi?”
İletişim Yayınları
7. baskı, 2015

Viktor E. Frankl - İnsanın Anlam Arayışı


Viktor E. Frankl  - İnsanın Anlam Arayışı

Dr. Frankl, şöyle veya böyle çeşitli acılar içinde kıvranan hastalarına-bazen “Neden intihar etmiyorsunuz?" diye sorar.
Bir hastada, onu yaşama bağlayan çocuklarına yönelik sevgi söz konusudur; bir başkasında kullanılacak yetenekler; bir üçüncüsünde belki de sadece korunmaya değer canlı anılar. Parçalanmış yaşamın bu ince ipliklerinden sağlam bir anlam ve sorumluluk örgüsü dokumak, çağdaş varoluşçu analizin Dr. Frankl’e özgü yorumlanışı olan logoterapi'nin konusunu ve hedefini oluşturmaktadır.

Freud, bu can sıkıcı rahatsızlıkların kökenini, çatışan bilinçdışı güdülerin neden olduğu kaygıda aramaktadır.
Frankl ise acı çeken kişinin, varoluşunda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başaramayışına bağlamaktadır.

1945 yılında Kitabı dokuz günde yazmış ve kesinlikle isimsiz yayınlanmasına karar vermiştim.
İstediğim tek şey somut bir örnek yoluyla okura, yaşamın, her durumda, hatta en acınası durumlarda bile potansiyel bir anlam taşıdığım anlatabilmekti.
Mutluluğun kendiliğinden olması gerekir, aynı şey başarı için de geçerlidir: Ona aldırış etmeyerek, kendi kendine olmasına izin vermeniz gerekir.

1. Bölüm
TOPLAMA KAMPI DENEYİMLERİ
Bu kitap, gerçeklere ve olaylara ilişkin bir açıklama olma iddiasında değildir,

Bu kamplardan birisinde kalmış olanlar için kitap, orada yaşananları günümüzün bilgileri ışığı altında açıklamaya çalışacaktır.

…zamanımın çoğunu demiryolu hatları için kazı yaparak ve ray döşeyerek geçiriyordum.

SS subayı beni yavaş yavaş sağa çevirdi, böylece sağa yöneldim.
Bir süredir orada bulunan tutsaklara, meslektaşım ve arkadaşım P’nin nereye gönderilmiş olabileceğini sordum.
“Sol tarafa mı gönderildi?”
“Evet,” diye cevap verdim.
“O zaman onu orada görebilirsin,” dedi birisi.
"Nerede?” Bir el, Polonya'nın gri gökyüzüne alev saçan, birkaç yüz metre ötedeki bir bacayı gösterdi. Bacadan uğursuz bir duman bulutu yükseliyordu (s. 27).

Tiksinti, dehşet ve acıma: Bu olayı izleyen bir tutuklu artık böyle şeyler hissetmez. Birkaç haftalık kamp yaşamından sonra acı çekenler, can çekişenler ve ölümler öylesine sıradan şeyler olur ki, bunlar, tanıklık eden bir tutukluyu artık etkilemez olur (s. 36).

Tutuklunun ruhsal tepkilerinin ikinci evresinde ortaya çıkan semptomlar, duygu yitimi (apati), yani kişinin hissetmeyi göze alamadığı coşku ve duygularım köreltmesiydi; bu da sonunda tutukluyu, her gün ve her saat karşı karşıya olduğu dayağa karşı duyarsızlaştırıyordu (s. 38).

(Kâbus gören koğuş elemanı hakkında) O anda, ne kadar dehşet verici olursa olsun hiçbir rüyanın, bizi çevreleyen ve kendisini sarstığım takdirde adamın uyanacağı kampın gerçeklerinden daha kötü olmadığının, yoğun bir şekilde bilincine vardım (s. 44).

İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir.
Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım (s. 52).

…başhekim içeri dalıp tifüslü hastaların bulunduğu başka bir kampta tıbbi yardım için gönüllü olmamı istedi.
Çalışma grubunda kısa sürede öleceğimi biliyordum. Ama öleceksem, hiç olmasa bunun bir anlamı olmalıydı. Bir ot gibi yaşayıp sonunda o zamanlar olduğu gibi verimsiz bir işçi olarak ölmektense, bir doktor olarak yoldaşlarıma yardım etmeye çalışmanın elbette daha anlamlı olacağım düşündüm (s. 64).

…anlamlı olan sadece yaratıcılık ya da zevk değildir. Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz (s. 82).

Geleceğe olan inancın yitimi…

Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasılsa katlanabilir.
Yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen ve bu nedenle sürdürmeyi anlamsız bulan kişinin vay haline!
Yaşından ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu (s. 92).

2. Bölüm
GENEL İLKELERİYLE LOGOTERAPİ
…psikanalizin özünün ne olduğunu anlatabilir misiniz?
Psikanaliz sırasında, hastanın divana uzanıp, bazen söylenmesi hiç hoş olmayan şeyleri anlatması gerekir.
Logoterapide ise hasta dik oturabilir, ama bazen duyulması hiç hoş olmayan şeyleri duyması gerekir.

Logoterapi daha çok gelecek üzerinde, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerinde odaklaşır (s. 112).

İnsanın anlam arayışı, içgüdüsel itkilerin “ikincil bir ussallaştırması” değil, yaşamındaki temel bir güdüdür (s. 113).

Her çatışma zorunluluk gereği nevrotik değildir; bir ölçüde çatışma normal ve sağlıklıdır. Benzer bir şekilde acı çekmek her zaman için patolojik bir olgu değildir; acı, nevrotik bir semptom (belirti) olmaktan çok, özellikle varoluşsal engellenmeden kaynaklanıyorsa, insanca bir başarı da olabilir. İnsanın kendi varoluşuna anlam bulma arayışının, hatta buna yönelik kuşkusunun, her durumda bir hastalıktan kaynaklandığını ya da böyle bir hastalığa yol açtığım kesinlikle reddediyorum (s. 116).

Kuşkusuz insanın anlam arayışı içsel denge yerine içsel gerilim yaratabilir. Ne var ki, ruh sağlığının vazgeçilmez ön koşulu da işte bu gerilimdir (s. 118).

…ruh sağlığının, belli bir gerilim ölçüsüne, kişinin ulaşmış olduğu şeyle ulaşması gereken arasındaki ya da o anda ne olduğuyla olması gereken arasındaki gerilime dayandığı görülebilir.

İnsanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir.
Bir mimar eski bir kemeri güçlendirmek istediği zaman kemerin üzerindeki yükü arttıracaktır, çünkü böylece parçalar daha sağlam bir şekilde birleşir (s. 119).

Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışavurur.

Hastanın, yaşamın anlamının ne olduğunu sorması halinde ne yapabileceğimize bir bakalım (s. 122).

Tek kelime ile her insan yaşam tarafından sorgulanır ve herkes, sadece kendi yaşamı için cevap verirken yaşama cevap verir; sadece sorumlu olarak bunu yapabilir. Bu nedenle logoterapi insan varoluşunun özünü, sorumlulukta görmektedir (s. 123).

…logoterapistin rolü, bir ressamdan çok bir göz uzmanının oynadığı roldür. Ressam bize, dünyayı kendi gördüğü haliyle aktarmaya, göz uzmanı ise dünyayı gerçekte olduğu gibi görmemizi sağlamaya çalışır (s. 124).

Kişi, hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendim adayarak ne kadar çok kendim unutursa, o kadar çok insan olur ve kendim de o kadar çok gerçekleştirir (s. 125).

Sevmediği sürece hiç kimse, bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz (s. 126).

Anlam bulmak için acı çekmek kesinlikle gerekli değildir. Ben sadece acıya rağmen anlamın olası olduğunu -elbette acının kaçınılmaz olması koşuluyla- vurgulamak istiyorum.

Haz, bir yan ürün ya da yan etkidir ve öyle kalması gerekir ve kendi içinde bir amaç yapıldığı ölçüde yok edilmiş olur.

“Çelişik niyet” adı verilen logoterapi tekniği,
Bu yaklaşımda fobisi olan hastaya, bir an için de olsa, kesin olarak korktuğu şeye niyetlenmesi söylenir (s. 138).

…“nihilizm” öğretisinde, yapısal bir tehlike söz konusudur. İnsana ilişkin bu görüş, nevrotik bir bireyin, zaten inanmaya yatkın olduğu şeye, yani dış etkilerin ya da iç koşulların kurbanı olduğuna inanmasını sağlar (s. 144).

3. Bölüm
TRAJİK BİR İYİMSERLİK TARTIŞMASI
“Trajik bir iyimserlik”
Kısaca bu, insan varoluşunun (1) acı, (2) suçluluk, (3) ölümle tanımlanabilecek yanlarından oluşan ve logoterapide “trajik üçlü” adı verilen şeye karşın, insanın iyimser olduğu ve böyle kaldığı anlamına gelir (s. 149).

Birisinin gülmesini istiyorsanız, ona bir neden sunmanız, örneğin bir fıkra anlatmanız gerekir. Onu gülmeye zorlayarak ya da kendim zorlamasını sağlayarak, gerçek bir kahkaha yaratmak kesinlikle olanaksızdır.
Logoterapide bu tür bir davranış yapısına “aşırı niyet" denilmektedir.
…“haz ilkesi” denilen şey daha çok bir neşe yok edicidir.

Anlamsızlık duygusunun nedenine gelince, aşın basitleştirme de olsa, insanların yaşamalarını sağlayacak çok şeyin bulunmasına karşın, uğruna yaşayacakları bir şeyin olmadığı söylenebilir; insanlar araçlara sahip, ama amaçlan yok (s. 152).

Logoterapi, bilinci, belli bir yaşam durumunda ihtiyaç duyulduğunda takip etmemiz gereken yönü gösteren bir yönlendirici olarak değerlendirir.

Logoterapinin de ortaya koyduğu gibi, kişinin yaşamda bir anlama ulaşmasının üç temel yolu vardır. Bunlardan ilki bir eser yaratmak ya da bir iş yapmaktır. İkincisi bir şey yaşamak ya da bir insanla etkileşime girmektir; başka bir deyişle sadece işte değil, sevgide de anlam bulunabilir (s. 157).

Üçüncü yol: Değiştiremeyeceği bir kaderle yüz yüze gelen umutsuz bir durumun çaresiz kurbanı bile kendini aşabilir ve böylece kendini değiştirebilir. Kişisel bir trajediyi bir zafere dönüştürebilir.

…dünya kötü bir durumda ve her birimiz elinden geleni yapmadığı sürece her şey daha da kötüye gidecek.

Türkçeleştiren: Selçuk Budak
Okuyanus Yayınları
3. Baskı, 2009

Bilal N. Şimşir - Lozan Günlüğü


Bilal N. Şimşir - Lozan Günlüğü

Bu kitap, 1922-1923 Lozan Konferansı ve Barış Sürecinin belgesel bir kronolojisidir.

Başkomutan Mustafa Kemal, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” demiş, Türk ordusu İzmir’e çıkmıştı. Şimdi, “İkinci hedefiniz...” diyebilir ve muzaffer Türk orduları İstanbul ve Trakya üzerine yürüyebilirdi.

İsmet Paşa, İstanbul’da iki gün bazı temaslarda bulunduktan ve görüşmeler yaptıktan sonra, 9 Kasım günü öğleyin, heyetiyle birlikte, Sirkeci garından törenle uğurlandı.
Listede toplam 40 kişi görünmektedir: 3 delege, 24 danışman,         8 kâtip, 2 asker, 3 gazeteci. Listede adları, rütbeleri görünmeyen, beş-altı koruma görevlisi daha bulunduğu sanılmaktadır.

İsmet Paşa heyeti, 12 Kasım Pazar günü saat 22.00’de Lozan’a vardı.
13 Kasım Pazartesi günü açılması gereken Barış Konferansı, Türk tarafına bilgi bile verilmeden, son anda 20 Kasıma ertelenmişti.

O günlerde Türkiye'nin dış ilişkileri pek sınırlıydı. Dünya Savaşı dolayısıyla düşman ülkelerle ilişkiler kesilmişti. Mondros Mütarekesi üzerine Almanya, Avusturya gibi eski müttefik ülkelerle de ilişkiler kesilmişti. Avrupa’da yalnız altı tarafsız ülke ile ilişkiler kesilmeden kalmıştı; fakat o ülkeler de henüz Ankara Hükümeti ile resmi ilişki kurmamışlardı. Ankara’da yalnız üç elçilik vardı: Sovyet Rusya, Azerbaycan ve Afganistan
Yurtdışında da Ankara Hükümetinin Moskova’da ve Kâbil’de elçilikleri; Bakü’de, Roma’da ve Paris’te Mümessillikleri vardı. Hepsi o kadardı.

İsmet Paşa Lozan’da “kelle koltukta” görev yapmıştır.
Ermeni terörü Lozan’da İsmet Paşa’nın da peşindeydi.

Barış Andlaşması, 24 Temmuz 1923’te imzalanmıştır. 143 maddeli bir belgedir. Yugoslav delegeler bunu imzalamamışlardır.

Lozan ile Ankara arasında 1600 kadar telgraf gidip gelmiştir. Bir o kadar de Lozan ile Londra arasında telgraf yazışması yapılmıştır.

BİRİNCİ BÖLÜM
BÜYÜK ZAFERDEN LOZAN BARIŞ KONFERANSINA
(9 Eylül-19 Kasım 1922)
Lord Curzon’dan İstanbul’da Yüksek Komiser Rumbold’a tel, 10.9.1922
“Anadolu boşaltıldıktan sonra, çarpışan taraflar arasında temas kesilecek ve Türklere Trakya’da ödün vermeye gerek kalmayacaktır. Yunanlıların İstanbul’u işgal edecekleri korkusu Mustafa Kemal ile müzakerelerde önemli bir koz olabilir. Bu bakımdan Yunanlıların Trakya’dan geri çekilmeleri önerilerine karşıyız.” / s. 30


Hindistan Kral Naibinden Hindistan İşleri Bakanlığına tel, 11.9.1922
“Türk zaferi, İslam dünyasında şiddetli yankılar yapacak ve Hindistan’da güçlüklerimizi artıracaktır. Hindistan bakımından Majesteleri Hükümetinin amacı eski Türk-İngiliz dostluğunu diriltmek olmalıdır. O zaman Hindistan Müslümanları yatışacak, Afganistan sınırındaki güçlüğümüz azalacak; Türkiye, Rusya’dan ayrılmış olacaktır. Türklerin zaferlerinin meyvelerini ellerinden almaya kalkışmak ise İslam dünyasında fırtına koparacaktır.”

Yüksek Komiser Rumbold’dan Lor d Curzon’a tel, 14.9.1922
“Tezelden bir konferans toplanması önem taşımaktadır. Savaşan tarafların artık birbirleriyle temasları kalmadı. Konferans çağrısı için şimdi en uygun zamandır. Yoksa Mustafa Kemal rahat durmaz. Ordularına ‘İlk hedefiniz Akdeniz’dir’ diyen Mustafa Kemal’in ikinci hedefi Trakya’dır. Konferans olmazsa Trakya’ya geçmeye çalışacaktır. Gecikirsek güç durumda kalırız. Konferansın amacı mütareke, Trakya, Boğazlar ve azınlık sorunları olmalıdır.” / s. 31

Gazi M. Kemal’den “Daily Telegraph” muhabiri John Clayton’a demeç, 27.9.1922
“…İngiltere tarafsız bir bölge ilan etti. Hâlbuki bölge tarafsız değildir; bu husus Yunan ordusunun bakayasını (kalıntılarını) himaye için hazırlanmış bir tertiptir. İngiliz hükümetinin, Çanakkale Boğazı’ndan serbest geçişten bizi mahrum etme maksadının Yunanistan'ı himaye olduğu bir hakikattir.
İngiliz hükümetinin şimdiki tavrında iki maksat vardır; birincisi, Yunan ordusunun bakayasını kurtarmak, İkincisi, hem Çanakkale Boğazı’nı hem İstanbul’u tahakküm altında tutmak...” / s. 40

Lord Curzon’dan İstanbul’da Yüksek Komiser Rumbold’a tel, 1.10.1922
“Toplanacak Mudanya Konferansı konusunda yönerge:
1) Konferans sadece askeri konularla uğraşacak, Trakya’da Yunan askerinin hangi hattın gerisine çekileceğini belirleyecek.
2) Mustafa Kemal, Paris görüşmelerinde kararlaştırılmış olan esaslara uyacak, 3) Müttefik generaller siyasal konularda karar veremeyecekler ve bu gibi konular ortaya atılınca Yüksek Komiserlere danışacaklardır. Doğu Trakya’nın geçici yönetimi Müttefik hükümetlerce kararlaştırılacaktır.” / s. 43

M. Kemal Paşa, TMMM Gizli Oturumunda Açıklamalar yapıyor, 9.10.1922
“Müttefik devletlerin Mudanya Konferansını kabul etmeleri... Bir hat tespit edilecek ve Yunan ordusu o hatta çekilecektir... Tespit edilmek istenilen hat bizim tarafımızdan Edirne şehri ve Meriç batısıdır diye tespit edilmiş idi... Onlar da bunu kabul eder gibi oluyorlar. Fakat son günlerde bunun aldatıcı olduğunu anladık. Bize dediler ki, evet, tahliye söz konusudur, fakat teslim söz konusu değildir... Bizim maksadımız, Trakya’yı muharebesiz düşmandan, (düşmanın) ordu ve idaresinden tahliye ettirip TBMM idaresine almaktır. Fakat (...) karşımıza İngiltere, Fransa, İtalya çıktı... ‘Daha ileriye hareket edecek olursanız, Müttefik devletlere karşı harp ilan etmiş kabul edileceksiniz’ dediler... Diğer taraftan şunu da arzeyim ki, Mudanya Konferansını kabul ettiğimiz gün veyahut harekâtı durdurduk dediğimiz gün bizim harekâtımız durmuş değildir. Harekât kesintisiz devam etmektedir... Yani istediğimiz zamanda İstanbul’u, Boğazları derhal işgal edecek derecede muktedir bir haldeyiz... Mudanya Konferansından sonra asıl barış konferansı olacak. Gerçi biz ayın yirmisini kabul ettik. Onların yirmisini kabul edip etmeyeceklerini bilmem... Bu konferans ne kadar devam edecek, onu da bilmem. Bu konferans müddetince büyük ordularımızı böyle ayakta tutmak doğru bir şey değildir... Yapılacak işler derhal barış konferansına dahil olmak ve orada diplomatik vasıtalarla Misak-ı Milli gayelerine ulaşmaktır... Hedefimiz Misak-ı Milli’dir. Fakat göğüslenemez zemin ve istikamete gitmeyelim...” / s. 47-48

Yüksek Komiser Rumbold’dan Curzon’a rapor, 17.10.1922
“Kemalistler Anadolu’da Yunanlıların hesabını gördükten sonra, gelişmelerin ağırlık merkezi Boğazlara ve Trakya'ya kaydı ve Mudanya Konferansına gidildi. Kemalistler savaşmadan Doğu Trakya’yı kazandılar, karşılığında verdikleri ödün ise kalıcı değildir. Kemalistler Misak-ı Milli’den ödün vermek niyetinde değillerdir. Ama karşılarında İngiltere vardır. Sevr Antlaşması ölmüştür, ancak şimdi Müttefikler Misak-ı Milli ile boğuşmak durumundadırlar. Sınırlar çizilirken Kemalistler Batı Trakya’da plebisit isteyecekler, Musul’u geri almak isteyecekler, Suriye sınırında düzeltme yapılsın diye direnecekler, Boğazlar sorununda İstanbul’un güvenliğini öne sürecekler, mali ve ekonomik kontrole karşı çıkacaklar, kapitülasyonlar konusunda hiç boyun eğmeyecekler ve ‘Türkiye egemen ve bağımsız olmalıdır’ diye cevap vereceklerdir. Bu durumda İngiltere bu bölgedeki kuvvetlerini artırmalıdır... Barış konferansından önce İstanbul hükümetinin sahneden çekilmesi belki hayırlı olacaktır, yoksa Padişahın durumu ciddi sorun yaratacaktır.” / s. 52

Yusuf Kemal Bey Dışişleri Bakanlığından istifa etti, 25.10.1922
İsmet Paşa Dışişleri Bakanı oldu, 26.10.1922

Rusya hükümeti de Konferansa çağrıldı, 27.10.1922
İtilaf Devletleri, 27 Ekim 1922 günü Rusya’ya gönderdikleri nota ile Boğazlar sorunu görüşülmesine katılmak üzere Rus hükümetinden Lozan’a delegeler göndermesi istendi.

TBMM Saltanatı kaldırdı, 1.11.1922

4.11.1922 Dr. Fridtjof Nansen, Türk-Yunan nüfus mübadelesi konusunda Milletler Cemiyeti’ne raporunu sundu.
“…İstanbul’daki Yüksek Komiserler bana nüfus mübadelesi için bir anlaşma hazırlamamı tavsiye ettiler. 22 Ekimde Mustafa Kem al’den bir telgraf aldım. Mübadelenin ilke olarak kabul edileceğini, ancak bu işin hükümetler arasında görüşülmesi gerektiğini bildirdi…” / s. 80

İsmet Paşa, heyetiyle beraber Ankara’dan Lozan’a hareket etti, 5.11.1922

Lord Curzon’dan Paris Büyükelçisi Lord Hardinge’e ve Roma Büyükelçisi Sir R. Graham’a tel, 6.11.1922
“Lozan Konferansının 13 Kasımda toplanması pek güç olacak. Konferansın 1922 Kasım ayı sonuna ertelenmesini gerekli görüyoruz. Çünkü: 1) Türkiye’de kaygı verici ve nazik bir durum var, 2) Signor Mussolini de ertelemeyi arzu etmektedir, 3) İngiltere’de genel seçimler yaklaşmıştır104 ve 4) Konferansa gitmeden önce Müttefiklerin kendi aralarında görüş alışverişinde bulunmaları ve Türklere karşı birleşik bir cephe oluşturmaları gerekiyor. Bunları M. Poincare’ye/Signor Mussolini’ye açıklayınız ve konferansın mesela 27 Kasım tarihine ertelenmesi hakkında hükümetlerinin görüşlerini öğrenip bildiriniz. Yarın Lozan’a hareket edeceği anlaşılan İsmet Paşa’nın da yolculuğunu ertelemesi için İstanbul’a telgraf çekiyorum.” / s. 81-82

Musul ve Süleymaniye temsilcilerinden Mustafa Kemal’e tel, 9.11.1922
“Üç buçuk seneden beri antlaşmaya aykırı olarak İngilizlerin işgalinde bulunan Musul ve havalisinin kurtarılmasını Zâtı Samilerinden istirham eyleriz efendim. -Musullular namına eşraftan Şeyh Ahmet, Süleymaniyeliler namına Seyid Ahmed Hüseyin.” / s. 93

Havas Ajansı’nın flaş haberi, 12.11.1922
Türk heyetini götüren Doğu Ekspresi İsviçre sınırına yaklaştığı sırada, bomba gibi bir olay patlak verdi: Fransa, son dakikada İngiltere’nin teklifini kabul etmiş, Lozan Konferansı geri bırakılmıştı. Konferans, 13 Kasımdan, 20 Kasıma, yani bir hafta geriye atılmıştı. 12 Kasım Pazar günü Fransız Havas Ajansı Paris’ten flaş haberi verdi / s. 96

12 Kasım akşamı saat 22.00’de İsmet Paşa ve Türk heyeti, Lozan’a vardı.

Basın, önemli bir haber kaynağıydı ve Türkiye’nin dış haber kaynakları sınırlıydı. Bugünkü gibi beş kıtaya yayılmış elçiliklerimiz, konsolosluklarımız, basın ataşeliklerimiz yoktu; olanlar da tam teşekküllü değildi. Dış basını izlemek, genel havayı kavramak, Türkiye aleyhindeki yayınlara cevap yetiştirmek gibi işler çoğu zaman Lozan’daki delegasyona düşüyordu (s. 103-104).

13 Kasım sabahı Fransa’nın Bern Elçiliği Müsteşarı De Lacroix Konferansın, İngiltere ve İtalya’nın iç durumları dolayısıyla küçük bir gecikmeye uğradığını ve 20 Kasımda toplanacağını bildirdi ve İsmet Paşa’yı bu süre zarfında Fransa’ya davet etti.

Lord Curzon’dan Paris Büyükelçisi Hardinge’e tel, 13.11.1922
Konferans arifesinde ve Türk iddialarına karşı birleşik cephe (united front) halinde çıkabilmek, Fransa hükümetiyle kesin bir anlaşmaya varmak için bizim her türlü çabayı sarfettiğimiz bir sırada, Türk temsilcisinin Fransa Başbakanıyla ayrı görüşmeye girmesi katiyen doğru olmaz (s. 108).

“Ermeniler suikast için hazırlanmışlar!” Lozan’a varışının daha ikinci gününde İsmet Paşa’ya ulaşan haberlerden biri buydu.

İsmet Paşa Lozan’da 48 saat kaldıktan sonra trenle Paris’e gitti.

İsmet Paşa, Paris’e küçük bir grupla gidiyordu. Paris temsilcisi Ferit Bey’den başka Türk heyetinin Genel Sekreteri Reşit Safvet (Atabinen), Hukuk Danışmanı Münir (Ertegün), Askeri Danışman Yarbay Tevfik (Bıyıldıoğlu), Yaver Binbaşı Atıf (Esenbel) İsmet Paşa’yla beraberdi. Tren, saat 21.10’da Lozan’dan kalktı... / s. 111

Paris’te İsmet Paşa’yı ilk gören ve ziyaret boyunca yanından ayrılmayan Dr. Nihat Reşat (Belger) Bey oldu. Ölüm yatağında Atatürk’ün başucunda bulunan Dr. Nihat Reşat Bey, İstiklal Savaşı yıllarında Paris’teydi.

15 Kasım günü saat 17’de İsmet Paşa Fransa Başbakanı ve Dışişleri Bakanı M. Poincar’yi ziyaret etti.

Ankara Hükümetinin Paris Temsilciliği ise “Türk Diplomatik Mümessilliği” (Mission Diplomatique Turque) adını taşıyordu.
İsmet Paşa, Çeşitli ülkelerde bir düzineye yakın eski Osmanlı temsilciliğini, geçici olarak, Paris Mümessili Ferit Bey’e (Tek) bağladı.
Avrupa ve Amerika’daki son Osmanlı temsilciliklerinin, Türkiye’nin Paris Temsilciliğine bağlanması, Ankara Hükümetine bağlanması demekti (s. 124).

İsmet Paşa, bir gece yolculuğu yaparak 18 Kasım Cumartesi sabahı Paris’ten Lozan’a döndü.

Türkiye’nin Roma temsilcisi Celâlettin Arif Bey de Lozan’a gelmiş bulunuyordu.

M. Poincaré ile Lord Curzon Paris’te Mussolini ile buluştular. Orada üçlü bir görüşme yaptılar.

Mösyö Poincaré mali kapitülasyonların kaldırılmasında müsait davrandığı halde, adli kapitülasyonlar için kaçamaklı konuşuyordu... 'Bir intikal (geçiş) devri lazımdır’ düşüncesindeydi.

İKİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ DÖNEM LOZAN BARIŞ KONFERANSI
(20 Kasım 1922-4 Şubat 1923) (s. 145 vd.)

Mors alfabesi Latin alfabesi esasına dayandığından, Türk Yazı Devriminden önceki dönemde eski harflerle Türkçe uluslararası telgraf çekilemiyor, bu yüzden ya çeviri yazısıyla ya da yabancı dilde telgraf çekiliyordu (s. 150).

Lord Curzon’datı Foreign Office’de E. Crowe’a tel, 22.11.1922 (özet)
“Sınırlar Komisyonunun ilk toplantısı yapıldı. Toplantı, Türklerin, savaş öncesi bütün Trakya sınırlarının değiştirilmesi ve Batı Trakya’da plebisit yapılması istekleriyle açıldı. Venizelos, Batı Trakya’nın bir parçası olan Karaağaç üçgeni konusunda Türklere gereken cevabı verdi. Romanya adına Duca, Sırbistan adına da Ninçiç, bütün kalpleriyle Müttefiklerin yanında yer aldılar. Müttefik delegelerle benim odamda önceden yarım saatlik bir toplantı yaptık. ‘Trakya sınırlarıyla ilgili andlaşmaların yırtılıp atılmasını reddetmeli ve Meriç sınırını kabul etmeliyiz’ dedim. Sapasağlam bir müttefik cephe olduğumuzu Türklere gösterdik.” / s. 168
23 Kasım. Lozan’da, Trakya sınırı görüşüldüğü bir sırada, Lord Curzon, Fransız ve İtalyan delegeleriyle beraber, İsmet Paşayı özel bir görüşmeye davet ediyor.

Curzon, gayet nazik bir davranışla, İstanbul’daki durumun huzuru kaçırdığından, (…) durumun kaygı verici biçimde devam etmesinin Konferansın kesilmesine sebep olabileceği kaygısı dile getirildi.
Müttefiklerarası Komisyon ve Sağlık Komisyonu lağvedilmiş ve iki Türk bir İngiliz askerini öldürmüş. Türklerin tutuklanmasına izin vermemişiz.
Fransızın dediğine göre, okullar ve bankalar hakkında Ankara yasaları sert ve kaba biçimde uygulanmakta ve aşamalı olarak uygulanmasına asla uyulmuyor imiş
İtalyanın dediğine göre tüccar bazı yasak eşyayı daha önce ısmarladıkları için getirmişler. Şimdi ne satabiliyor, ne de geri göndermelerine müsaade olunuyormuş. Edremit’te bir miktar İtalyanın işine son verilmiş ama seyahatlarına da müsaade olunmuyormuş. Curzon, ekleme yaparak, Hıristiyanların zorla göç ettirilmelerine karar verildiği ve yolda bir milyon insan bulunduğu hakkında emin bilgisi olduğunu ve yirmi bine yakın Ermeni yetimin sınırdışı edildiğini bildirdiler (s. 175-176).

Bu görüşmenin ardından İngiliz, Fransız ve İtalyan delegeleri, söylediklerini yazıya da döküp İsmet Paşaya iki muhtıra verdiler. Birinci muhtırada, Müttefik çıkarlarına karşı eylemde bulunanların tutuklanmaları ve yargılanmaları konusu üzerinde durulmaktadır.
İkinci muhtırada, TBMM’nin Anadolu’daki Hıristiyanları sınırdışı etmeye karar verdiği, Hükümetin emri üzerine 12 bin Ermeni yetimin Türkiye’yi terk ettiği iddia edilmektedir (s. 177).

Lord Curzon, hem Batı Trakya’da plebisit yapılmasına, hem de Edirne’ye sadece 4 kilometre mesafedeki Karaağaç istasyonunun Türkiye’ye geri verilmesine tekrar şiddetle karşı çıktı. Curzon, İsmet Paşayı isteklerinden caydırmak için, kabaca gözdağı vermeyi de ihmal etmedi. Bu defa yalnız Müttefiklerin birleşik cephesi değil, Balkan blokunun da topyekûn Türkiye’nin karşısında bulunduğunu belirtti (s. 186).

İsmet Paşa, 26 Kasım akşamı Lord Curzon ile görüşmüş.
Akşam Lord Curzon ile Irak üzerine özel konuştuk. Musul vilayetini istediğimizi söyledim. Fakat reddetti. Müttefiklerle (bu konuda) tamamen mutabık olduğunu; Yunanlıları yendiğimizi fakat İngilizleri yenmediğimizi söyledi…” / s. 193

(Curzon İsmet Paşa’ya) Türkiye eğer topraklarında oturan Avrupalılara güvence vermezse, kendisi için de Avrupa’dan güvenceler bekleyemeyeceği uyarısında bulundum (s. 195).

(Boğazlarla ilgili ilk oturuma dair Curzon’un değerlendirmesi)
Türkiye, açıkça ve hiç gerek yokken, kendisini alçaltarak Rusya’ya bağımlı bir duruma soktu; Rusya da Karadeniz’i tahkim edilmiş bir Rus gölüne dönüştürmeyi ve Türkiye’yi de kendisine tâbi duruma sokmayı amaçlayan gülünç bir plan ortaya attı (s. 247).

(Aralık ayının son günleri)
Curzon, görüşmelerin Büyük Britanya’nın yegâne ilgili taraf olduğu bir konu yüzünden çıkmaza girmesindense, kendisi ve diğerlerinin dünyanın sempatisini kazanabileceği kapitülasyonlar konusunda sekteye uğramasını tercih etmişti.

Dış basından başlıklar, 29.12.1922
Dış basın da kapitülasyonlar, özellikle adli kapitülasyonlar yüzünden Lozan Konferansının kesilebileceğini yazıyordu.

30.12.1922: Amerikan Delegesi Mr. Grew’un günlüğünden
Ermenilere bir yurt tahsis edilmesi hususundaki açıklamamızı sunduk. (s. 321)

Gazi Paşa’nın Eskişehir konuşmasından, 15.1.1923
“…Lozan Konferansı, başlangıcı pek eski olan bir mücadelenin derin safhalarını tahlil ederek, bunu neticeye bağlamaya çalışıyor.
Bu barışın teessüsü hem cihanın menfaati, hem de bizim menfaatlerimiz içindir. Biz evvela kendi menfaatimize aykırı olan ve bütün cihanın huzurunun bozulmasına sebep olan harbin devamına taraftar değiliz (s. 346).”

Lord Curzon’dan Foreign Office’de Sir E. Crowe’a tel, 15.1.1923
…kapitülasyonların kaldırıldığını antlaşmaya koymak isterken; bunların yerine, Devletlerce onaylanacak ve Türk kanunlarında gerekli reformlar tamamlanıncaya kadarki yıllarda geçerli olacak geçici bir hukuk sistemi koymak zorundayız.
Yoksa bizim kendi hükümlerimizi antlaşmaya koymaktan ve bunlara ya katılırsınız ya da katılmazsınız demekten başka bir seçeneğimiz kalmaz (s. 349).

Gazi M. Kemal’in İzmit’te gazetecilere konuşmasından, 17.1.1923
“Batı Trakya hakkındaki maddeyi Misak-ı Milliye ithal edenler hiçbir şey düşünmemişlerdir. Bunu koyan ben değilim. Bu madde sonradan ithal edilmiştir... Batı Trakya'nın bize geçmesi kuvvet midir? Zaaf mıdır? Bunu düşünmek icap eder...
Şimdi bu özetten bir mana çıkaralım. Görülüyor ki, bizce esas olan kapitülasyonlar meselesinde bir ilerleme var. Boğazlar meselesinin halli, bulunacak şekle bağlıdır. Musul’da ısrar ediyorlar, belli ki vermeyeceklerdir. Karaağaç’ta ısrar ediyorlar, belki vermeyecekler...
Trakya’yı muhafaza için oraya ordular göndereceğimizi düşünmemeliyiz. İstanbul iki parçadan ibarettir. Anadolu tarafındaki parçası emniyetle müdafaa olunabilir. Diğer parçası Trakya üzerinde olduğu için Trakya’nın mukadderatına tâbidir.
Musul bizim için çok kıymetlidir... Bununla beraber Musul’u almamakla muharebeye devam mı edeceğiz? Hatta sizlere soruyorum: Her şey oldu bitti. Musul için harbe devam makul bir şey midir?”  s. 355 - 357

Amerikan Elçisi Grew’un günlüğünden, 18.1.1923
İsmet (Paşa), bizleri kolumuzdan yakalayarak gidişimize mani oldu. Bunun yerine bizleri bitişikteki odaya soktu, yeşil chartreuse likörü sipariş etti ve kadehleri daha önce benzerini görmediğim bir hız ve ritim ile birbiri ardından yuvarlamaya koyuldu.
…her ikimizin de ellerimizden tuttu ve hayatın ne kadar güzel olduğunu söyledi. İsmet, Amerika’yı görmek istediğini söylediğinde çarpıcı ayrıntılar ile kendisini nasıl Paris ve Londra’ya götüreceğimizi, ardından özel bir trenle bütün Birleşik Devletler’i gezdirerek, Niagara şelalesini, Colorado Kanyonunu ve Beyaz Saray’ı göstereceğimizi söyledik. Bunun için yapması gereken şey şu iki antlaşmayı imzalamaktan ibaretti.
Eğer antlaşmaları hazırlamış olsaydık büyük ihtimalle her şeye imzayı basacak durumdaydı (s. 360).

İstanbul’da Y. Komiser V. Henderson’dan Curzon’a rapor, 20.1.1922
Barış yapılınca bugünkü TBMM feshedilecektir ve Gazi buna hazırlanıyor. Seçim için en örgütlü olanlar İttihatçılardır; bunların başında Kara Vasıf vardır ve Gazi’nin düşmanları da bunlar arasındadır. Gazi’nin kendi partisi ise Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk örgütüdür ve birkaç hafta önce bunun siyasi partiye dönüştürüleceği açıklandı (s. 366).

Gazi M. Kemal Paşa’nın Bursa konuşmasından, 22.1.1923
Lozan’da en fazla kapitülasyonlar üzerinde ısrar ediyorlar.
Din, hükümete esas olarak adaleti emretmiştir.
En medeni milletler derecesinde hukuki hükümlerimizi de iyileştireceğiz. Yüz sene, beş yüz sene evvel yaşayan bir toplum için yapılan kanunlarla, bugünkü toplumları idareye kalkışmak gaflettir, cehalettir... Bu memlekette adli kapitülasyonların teşekkülü, bu gafletimizin, bu cehaletimizin cezasıdır (s. 368).

Amerikan delegesi Grew’un günlüğünden, 28 Ocak 1923
Bugün sekretaryadan antlaşmanın 100 teksir sayfasından oluşan 160 maddelik taslağının Fransızca metnini aldık. Bu metin dört ayrı antlaşma düzenini içeriyordu… / s. 394

Amerikan delegesi Grew’un günlüğünden, 29.1.1923 Pazartesi
Türklere resmi bir yemek verdik. (…) Hasan Bey ile konuşurken, Konferanstaki tavrımızdan heyet olarak son derece memnun olduğunu söyledi. Kendilerini rencide eden yegâne açıklamamız, Ermeni Ulusal Yurdu ile ilgili olandı ama bunu yapmaya mecbur kalışımızı da gayet iyi anlıyorlardı (s. 397).

Amerikan Delegesi Grew’un günlüğünden, 4.2.1923 Pazar
…müttefiklerin hazırlamış olduğu antlaşma taslağının -Türkler imzalasın ya da imzalamasın- bugün öğleden sonra saat 4.00’te konferans masasında olacağını ve sonuç ne olursa olsun Curzon’un saat 9.00 itibariyle gideceğine dair yemin ettiğini biliyoruz (s. 411).

Antlaşmanın imzalanmasını izlemek üzere çağrılma beklentisi içersinde böylece bekledik durduk. Birdenbire saat 8.00’de üst kattaki kapının açılma sesi geldi: Herkes ayağa kalkarak merdivenlere doğru yöneldi. Bir anda İsmet göründü. Silindir şapkasını çıkardı, sağa ve sola doğru hafifçe eğilerek lobideki kalabalığı selamladı ve olabildiğince gülümseyerek oteli terk etti. Tabiatiyle böyle bir hadiseyi unutmam asla mümkün olmayacaktı. Konferans başarısızlığa uğramıştı. İmzalama olmayacaktı... / s. 412

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ARA DÖNEMDE GELİŞMELER
(5 Şubat-22 Nisan 1923)
(s. 415 vd.)

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BARIŞ KONFERANSININ İKİNCİ DÖNEMİ: ÇOK TARAFLI BARIŞ ANTLAŞMASININ VE TÜRK-ABD ANTLAŞMASININ İMZALANMASI
(23 Nisan-8 Ağustos 1923)

İsmet Paşa’dan M. Venizelos’a mektup, 8.6.1923
“Karaağaç’tan her şeyin, hatta evlerin kapı ve pencerelerin bile Yunanistan’a taşındığını haber aldım. Bu hareketlerin önlenmesi ve götürülen eşyanın geri verilmesi için müdahalenizi rica ederim.”

M. Venizelos’tan İsmet Paşa’ya mektup, 8.6.1923
“Mektubunuzu Atina’ya telledim. Karaağaç halkının eşyalarını yok etmesi onların aleyhinedir. Alıp götürüldüğü söylenen eşyalar konusuna gelince, Yunan halkı kendi mallarını istediği gibi kullanabilir ve başka yere taşıyabilir.” / s. 527-528

Yüksek Komiser Vekili Henderson’dan Lord Curzon’a rapor, 24.6.1923
“Türkiye kötüye gidiyor. İç ayrılıklar artıyor. Mustafa Kemal’in sivil halk üzerindeki etkisi uçup gidiyor. Basın, İstanbul’daki milli idareyi her Allah’ın günü sürekli eleştiriyor. Çerkez Ethem’in, milli idareyi despot olarak gösteren, Türk ordusuna saldıran ve İttihat ve Terakki’yi öven mektubu sansüre rağmen basında yayımlandı. Seçimler bir göz boyamadır; Müdafaai Hukuk adayları, seçim özgürlüğü olmadığı için seçiliyorlar. Halk ve Kemalist’ler özellikle doğu illerinde kendilerini güvende hissetmiyorlar. Türkiye'nin gerçek güçsüzlüğü, ‘Ümid’ vapurundaki silahlara İngiliz donanmasınca el konulması olayında açıkça ortaya çıktı. Üzerinden bir hafta geçtiği halde Türkiye bu olayı hâlâ protesto bile edemedi. Fakat asıl tehlike şurada yatmaktadır: Türkiye, mali ve ekonomik bağımsızlığına aykırı gördüğü bir barış yapmaktansa Anadolu'ya çekilip gücünü burada toplamaya yönelmektedir. Buna karşı Müttefikler Anadolu’da fiili tedbirler alamazlarsa, Türkler, borç kuponlarını Sterlinle ödemeye razı olmaktansa barış antlaşmasını imzalamaktan vazgeçerek Konferansı kesintiye uğratabilirler. Bu riski göğüsleyerek Türklerin boyun eğmesini beklemek Müttefik Devletlerin takdirine kalmıştır. Bu takdirde İstanbul’un işgalini sittin sene sürdürmek gerekecektir.” / s. 547

Gazi M. Kemal’den Bayram Dolayısıyla Halife Abdülmecid’e tebrik telgrafı, 25.7.1923
“Şanlı bir barışın imza gününe tesadüf etmiş olarak idrak ettiğimiz bayram dolayısıyla Zâtı akdesi Hazreti Hilafetpenahilerine en kalbi özel tebriklerimi arz ve takdim ederim. -Gazi Mustafa Kemal” / s. 593

BEŞİNCİ BÖLÜM
LOZAN BARIŞININ YÜRÜRLÜĞE KONMASI, DEĞERLENDİRİLMESİ VE YAŞATILMASI

İstanbul’un kurtuluşu dolayısıyla Üsküdar’da mevlüt okundu, 5.10.1923
İstanbul’un yabancı işgalinden kurtuluşu dolayısıyla, 5 Ekim 1923 Cuma günü, Üsküdar Yeni Camiinde, Türkiye şanlı ordusunun sağlık ve güvenliği için dua edildi; şehitlerimizin ruhlarına bağışlanmak üzere hatim indirildi ve mevlüt okundu (s. 656).

İngiltere Lozan Barış Antlaşması ve eklerini onayladı, 15.4.1924

İngiltere, İtalya ve Japonya’nın Lozan Antlaşması’nı onay belgelerini sunmaları üzerine Lozan Barış Antlaşması yürürlüğe girdi, 6.8.1924

Fransa Hükümeti en son Lozan Barış Antlaşması’nı ve eklerini onayladı, 27.8.1924

Bilgi Yayınları, İkinci Baskı, 2012

Ömer Seyfettin Hikâyelerinde Siyasal İdeoloji ve Toplumsal Temalar II. Meşrutiyet'in Türkçü Eleştirisi


Ekin Erdem - Ömer Seyfettin Hikâyelerinde Siyasal İdeoloji ve Toplumsal Temalar II. Meşrutiyet'in Türkçü Eleştirisi

Birinci Bölüm
1. Liberalizm ve Milliyetçilik Çağında Bir Osmanlı Aydını
Osmanlı İmparatorluğu'nda siyasal liberalizmin ilk izleri 19. Yüzyıl'ın ilk yarısında görülmeye başlandı (3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı).
(19. asır boyunca gözlenen liberal hareketlerin amacı açıktır ki imparatorluğun parçalanma sürecinin önüne geçmekti.)
Jön Türklerin iki baskın fraksiyonu olan Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin gruplarının her ikisi de, Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet'ten devralınan Osmanlıcılık idealini benimsemiştiler. Comte'un pozitivizminden esinlenen Ahmet Rıza, düşünürün sosyal statiğe vurgu yapan Ordre (Düzen) ilkesini, Osmanlı halklarının birliğini öne çıkaran Union (İttihat) terimiyle değiştiriyor, sosyal dinamiği ifade eden Progres (Terakki) prensibini ise olduğu gibi bırakarak, başında bulunduğu cemiyete "İttihat ve Terakki" adını kazandırıyordu (s. 14-15).

Günümüzde daha çok Servet-i Fünun edebiyatındaki yeriyle anılan, ancak belki bu özelliğinden daha baskın olmak üzere, 1908 Devrimi'nin ilk birkaç yılının ideolojik söylemini hazırlayan kişi olarak değerlendirilmesi gereken Tevfik Fikret, tıpkı daha önce yazdığı “Sis”, “Tarih-i Kadîm” ve “Sabah Olursa” adlı politik manzumelerinde olduğu gibi, isyanın başlamasından birkaç gün sonra kaleme aldığı "Millet Şarkısı" adlı şiirinde, o döneme kadarki Türk edebiyatında hemen hiç rastlanmayan biçimde doğrudan "devlet" kavramını sorgulamaya açmış ve "Haksızlığın envaını gördük, bu mu kanun? En gamlı sefaletlere düştük, bu mu devlet? Devletse de kanunsa da artık yeter olsun, yeter olsun bu denî zulm ü cehalet" gibi mısralara yer vermiştir (s. 17-18)

10 Ekim 1908'den itibaren Avusturya'da üretilen feslere karşı boykot ilân edilmesi ve bir asker başlığı olan kalpağın takılmaya başlanması, Türkler arasında iktisadi ve kültürel bir milliyetçiliğin doğuşunun ilk belirtileri olarak görülebilir (s. 19).

Ömer Seyfettin'in de "İrtica Haberi" adlı öyküsünde tasvir ettiği üzere, Selanik'te Meşrutiyet'i kurtarma amacıyla toplanan Hareket Ordusu, 24-25 Nisan'daki çarpışmaların ardından İstanbul'a girer ve 27 Nisan'da II. Abdülhamid tahttan indirilir (s. 21).

1864 yılı / sürgünle Anadolu'ya gelenlerden biri de Ömer Seyfettin'in çocuk yaştaki babası Ömer Şevki Efendi idi.
Ömer Seyfettin, 12 Mart 1884'te Gönen’de dünyaya geldi. Kendisinden on yaş büyük bir ablası ve "Kaşağı" hikâyesinde kuşpalazından ölüşünü anlattığı Hasan adında bir kardeşi vardı.

Ömer Seyfettin İstanbul Harp Okulu ile devam eden kariyerinde ilk ilgi gösterdiği edebiyatçı liberal ve hümanist Tevfik Fikret oldu.

Kuşadası Redif Taburu'nda askerlik kariyerine başladığı yıllarda Tevfik Fikret, "Tarih-i Kadîm" şiirini yazmıştı.

1905 tarihli Sahir'e Karşı
Öyküde 21 yaşındaki yazar, büyük ölçüde kendini anlatmaktadır.
…yazarın zihninde askerlik karşısında edebiyatın, avcı karşısında entelektüelin, bedenini çalıştıran karşısında aklını işletenin nasıl konumlandığını açıkça gösterir (s. 26-27).


Ömer Seyfettin, Genç Kalemler Dergisi'nin 18 Aralık 1911'de yayımlanan yeni sayısında yer alan "Primo: Türk Çocuğu" başlıklı hikâyesinde, Meşrutiyet'in ilânından beri hemen hiç anmadığı İttihatçıları "Genç Türkler" adıyla selamlayacak ve "Kenan" karakterinin dilinden, Türk Milleti için kurtuluşun sadece onlardan gelebileceğini ileri sürer (s. 29).

1914 / makaleleri ve hikâyeleriyle Ömer Seyfettin’i iktidardaki İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin en öndeki savunucuları ve propagandistlerinden biri hâline getirmiştir.
(İlerleyen tarihlerde) Meşrutiyet ilkelerinden ne kadar koparsa İttihat ve Terakki’ye o kadar yaklaşmış görünmektedir (s. 33).

İkinci Bölüm
2. "Hürriyete Karşı Milliyet": 1908 Devrimi'nin Siyasal Eleştirisi
Ömer Seyfettin’in öyküleri kronolojik bir sınıflandırmayla ele alınırsa birinci dönemi II. Meşrutiyet’in ilânıyla, ikinci dönemi Balkan Savaşı sırasında düştüğü Yunan esaretinden dönüşüyle, üçüncü dönemi üç yıllık bir aradan sonra hikâyeciliğe yeniden başladığı Yeni Mecmua yazarlığıyla, son dönemi ise Mondros Mütarekesi’nin imzalanışıyla başlatmak mümkündür (s. 34).

…basitçe “devrim aleyhtarlığı” (1908 Devrimi) olarak tanımlanabilecek bu tutumu, yazara şimdiye kadar pek az işlenmiş olan özgün siyasal kimliğini kazandırmış, aynı zamanda toplumsal ve kültürel alanlardaki görüşlerinin biçimlenmesinde de rol oynamış görünmektedir.

Osmanlı parlamentosunun yeniden açıldığı 17 Aralık 1908’den iki gün sonra Aşiyan Mecmuası’nda yayımlanan “İki Mebus” adlı hikâyesi
Bütün İstanbul’un, hatta bütün Türkiye’nin “feylesof” adıyla tanıdığı, dokuz lisan bildiği ve “bir milyona yakın kitap okuduğu” iddia edilen eski vekil -ki her hâlinden Ömer Seyfettin’in hayatı boyunca hiç hoşlanmadığı Rıza Tevfik (Bölükbaşı) olduğu bellidir- genç parlamentere kendi dönemleriyle şimdiki zamanın farkı üzerine uzun bir söylev çekmektedir (s. 35-36).
1908 Devrimi’nin bütün başarısı, tanısı belli bir hastalık karşısında batının sayısız dehası tarafından hazırlanmış bir hapı “şüphelenmeden, tiksinmeden” yutmaktır.

“Gayet Büyük Bir Adam” adlı hikâyede ana tema, bu kez daha baskın olarak, dönemin başıboşluğu ve “millî mefkûre”lerden yoksunluğudur.

Hürriyet Gecesi, adından da anlaşılabileceği gibi İkinci Meşrutiyet’in ilân edildiği günün gecesine ilişkindir.
Hürriyet’in ilân edildiği gün (…) yazar herkes gibi kendini kaybetmiştir.
…kendini tekrar sokağa atar.
…birdenbire “Yaşasın hürriyet!” çığlığını basar ve elinde savurduğu bastonla bir havagazı fenerini parçalar.

Mütareke’den sonra yayımlattığı, (…) “Efruz Bey”le temsil ettiği Meşrutiyet rejimini, artık doğrudan doğruya budalalıkla tanımlamakta ve giderek bir tür “hıyanet” bağlamında değerlendirmektedir (s. 39).

“Küçük Hikâye”, bir mehtap sefasından dönen Niyazi Bey’in, yalısının penceresinden Boğaz’ı izleyerek, dünyadaki bütün insanların kendileri gibi iyi bir eğitim görmesi durumunda savaşların ve ayrılıkların yeryüzünden silineceğini düşlediği bir sahneyle başlar.
Niyazi Bey, Hürriyet’in ilânından sonra imparatorluğun bütün unsurlarını tek bir siyasal ve toplumsal kimlik altında birleştirme amacıyla açılan “Osmanlı Kaynaşma Kulübü”nün kurucuları arasındadır. Kulübün başında bulunan kimseler, Tevfik Fikret’i simgeleyen Şair Sait Bey ve Rıza Tevfik’i (Bölükbaşı) temsil eden Eserullah Nâtık’tır.
Niyazi Bey “Tanzimat dâhileri” tarafından kurgulanan Osmanlılığın henüz bir tohum hâlinde bulunduğunu, kendi emellerinin bu kitleyi “tıpkı Amerikalılar gibi ayrısız gayrısız bir millet yapmak” olduğunu söylemektir (s. 48).

Münif Paşa’dan beri zaman zaman gündeme gelen Lâtin alfabesini benimseme fikri, 1909’da Arnavutların bu alfabeyi kabul etmeleri üzerine Türkler arasında da konuşulmaya başlanmıştır.

…kendisini bir “mefkûreci” (idealist) olarak tanımlayan Ömer Seyfettin’in, siyaset ve kültür alanındaki hemen bütün ölçütlerini idea ya da kavram yerine bu şekilde maddeden ve doğadan çıkarması paradoksal olduğu kadar, yazarın ideolojik yönelimlerinin 19. yüzyıl sonundaki reaksiyoner Fransız sağı ve özelikle Charles Maurras ile olan benzerliğini vurgulaması bakımından dikkat çekicidir (s. 49).

“Ashab-ı Kehfimiz”de “Osmanlı Kaynaşma Kulübü” projesini bu kez Dikran Hayikyan adında bir Ermeni üyenin tuttuğu anı defteri üzerinden ele alır.
Metnin ilk mesajı, İttihat ve Terakki'nin resmi görüşünün aksine, Ömer Seyfettin için 31 Mart'ın rejime ilişkin boyutunun -meşrutiyete karşı mutlakıyeti ya da inkılâba karşı irticayı temsil etmesinin- neredeyse hiç bir önemi olmamasıdır.
…bir çarpıcı unsur ise Tanzimat yönetiminin Türk ve Türkiye tabirlerini resmi evraklardan ya da ders kitaplarından kaldırdıklarına yönelik iddiadır.
Ömer Seyfettin'in iddiasının tam karşıtı olarak, Türk, Türkiye ve Türkistan terimlerinin siyasal ve toplumsal alanlarda kullanıma girmeleri de ilk kez Tanzimat döneminde gerçekleşmiştir (s. 55-56).

(Devrimin ilkelerinden kardeşlik (uhuvvet)'in eleştirildiği ilk öyküsü, “Bomba”dır.
Ömer Seyfettin’in Boris tiplemesinde çizdiği sosyalist imajı, insaniyetçilik (hümanizm) ve savaş aleyhtarlığı (pasifizm) gibi fikirlerle, birkaç yıl sonra Efruz Bey, Niyazi Bey ve Dikran Hayikyan’da hicvedeceği Osmanlıcı aydın tiplemesinin hemen hemen aynısıdır.
Gece yarısı çiftin kapısı, komşuları Melina tarafından çalınır.
Boris çetelerin kendisinin kaçacağını anlayarak baskın yaptıklarını anlar, kalpağını başına alarak evden çıkar.
Bir sonraki sahnede çete mensupları Baba İstoyan’a Boris’le anlaştıklarını, bütün paralarının kendilerine verilmesi şartıyla oğlunun serbest bırakılacağını söyler.
Anlatının bundan sonraki bölümü, Ömer Seyfettin öykülerinde insan doğasının önlenemez ve değiştirilemez bir unsuru olarak kodlanan “itisaf” (zulmetme) arzusuna odaklanır.
Şafak sökerken Magda’ya ve Baba İstoyan’a aldıkları sekiz yüz lira için teşekkür eden komitacılar, anlaşma gereğince Boris’i serbest bırakmak vaadiyle evden ayrılırlar.
Gözden uzaklaşırlarken içlerinden birinin, “Hey Magda, dikkat et, bomban patlayacak!” diye haykırması üzerine can havliyle odaya koşan genç kadının paketi açtığında karşısında bulduğu şey, Boris’in kanlar içindeki kesilmiş kafasıdır (s. 61-62).

Primo Türk Çocuğu, s. 63 vd.

Beyaz Lâle, s. 72 vd.

Üçüncü Bölüm
3. “Medeniyete Karşı Tabiat”: Meşrutiyet Türkiyesinin Toplumsal Eleştirisi
…yazarın nihai ve temel yargısı “milliyeti Allah’ın yaptığı” yönündedir.
Ömer Seyfettin, her ne kadar –kendisini de ikna etmek istercesine- sürekli milletle ırkın farklı kavramlar olduğunu ileri sürüyorsa da benimsediği kuram doğaya dayalı olduğu için en küçük kriz anında milliyetçiliği yeniden ırkçılığa doğru savrulacaktır. Çünkü ırktan (ya da kavimden/ ethnie'den) ayrı olan bir milliyet tanımlamanın tek yolu, kavramı doğa yerine kültürel ya da siyasal bir zeminde temellendirmektir (s. 110).

Sonuç ve Değerlendirme
Ömer Seyfettin, tutarlı ve bütünlüklü bir düşünce sistemine sahiptir.
Modern-öncesi değerlere dayanan bir milliyetçiliğin, Sosyal Darwinizm'in savaşçı ve ayıklanmacı temalarıyla birleştirilmesinden oluşan bu sistem, keskin çizgilerle belirtilmiş iki temel karşıtlık üzerine oturmuştur. Bu karşıtlıklardan biri birey ve toplum, diğeri ise kültür ve doğa arasındadır.

Böyle bir şablonda bireyin önünde sadece iki seçenek sunulur. …uzvî arzularını ve kaprislerini izlemek ya da kendini transandantal bir varlık olarak tanımlanan millete ve onun siyasal görünümü olan devlete adamak, hatta kişiliğini bu unsurların içinde eritmek (s. 111).

Ömer Seyfettin hikâyeleri, İkinci Meşrutiyet Dönemi'ni neredeyse bütün yönleriyle yansıtan ve yine bütün yönleriyle eleştiren yoğun sosyo-politik içerikli anlatılardır (s. 114).
Doktora Tezi, Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa - 2015

23 Nisan 2020 Perşembe

Dücane Cündioğlu - Anlamın Buharlaşması ve Kur’an

Dücane Cündioğlu - Anlamın Buharlaşması ve Kur’an

Hermeneutik Bir Deneyim II

 

Önsöz

Kur’an’ı Anlama’nın Anlamı adlı ilk kitabımızın bir devamı niteliğindedir.

…her yorum eleştirisi, bir süre sonra “yorumlardan bir yorum” hâlini alacak ve tabiatıyla hâkim söylem yine yaşamaya devam edecektir.

 

Arap diline uygunluğu gösterilmedikçe, hiçbir yorum Allah’ın muradını temsil edemez, zira Allah Teâlâ muradını bu dil de, bu dil vasıtasıyla beyan etmiştir.

 

Arap dilini önemseme, Emevilerle başlayan süreçle birlikte Arap dilini kutsallaştırmaya dönüşmüş, Arap dili kutsanınca, Arap kavmi de bu kutsallıktan payını almıştır.

 

1. Bölüm

Kur’an’ı Anlama’nın Mahiyeti Üzerine Felsefî Bir Çözümleme

 

1. Kur'an’ı Anlamak

Bir Kur’an ayetinin hangi anlama geldiğini bilmek isteyeceklerin öncelikle ayetin nasıl ve niçin o anlama geldiğini bilmeleri gerekir.

Kesinliğin olmadığı yerde, doğru ya da yanlış anlam’dan söz edilemez. Dolayısıyla da anlamdan söz edilemez.

 

“Kur’an'ı anlamak" ne demektir?

 

İslâm Mantıkçıları, Mantık'ın konularını tasavvurat ve tasdikat olmak üzere iki bölümde incelemişler, kavramları ve tanımları tasavvurlar kısmına dahil edip hüküm ve önermeler ile akılyürütmeleri ise tasdikat kısmında ele almışlardır.

 

Otoriter Yorum ya da Otoritelerin Yorumu

Safsata vehimlere dayanır, bedihî değildir, aldatıcıdır ve en nihayet insanı heyecanlandırır, duygulandırır ama ona bir bilgi vermez, bir şey öğretmez; onu sadece oyalamış olur. Safsatayı kendisine sanat edinmiş popülizm ise tüm gücünü, halkın safsatayla yetinebilen bir yapıda oluşundan alır (s. 19-20).

 

Anlama’nın nesnel koşullan bulunmadığında, bulunamadığında, anlam’tn kendisini de bulamayız; anlam'ı bulamadığımızda ise metne anlam'ı biz vermek zorunda kalırız. "Bizce verilen anlam”, tabiatı gereği ilzam edici olamayacağından, son tahlilde ikna edici de olmaz ve gücünü, meselâ “yorumun sonu yoktur!”

 

Mahiyet-Muhteva Ayrımı

Kur'an’da Kur’an’ın kendisiyle ilgili olarak, meselâ, vahiy, tenzil, kelâm, kur’an, kitab, ilim, hikmet, huden, şifa, rahmet, nûr, ruh, tebyin, furkan, zikr, nezir şeklinde birçok sıfat geçmektedir

…hepsi de Kur'an'ın farklı yönlerine işaret etmektedirler.

 

Tenzil

Kelâm

Vahiy

(Hz. Muhammet) Furkan, Zikr, Şifa. Nûr, Rahmet – İnsanlar…

 

Mahiyet Soruşturması

Kur’an’ı anlamak demek, bir dili (lisanı), dilde, dille ifade edilmiş bir sözü (kelâmı) anlamak demektir.

 

Lisan’ı ve Kelâm’ı Anlamak

“Bir dili (lisanı), dilde, dille ifade edilmiş bir sözü (kelâmı) anlamak” ile kastedilen nedir?

 

Lisan ve Kelâm

İslâm düşüncesi geleneğinde de lisanullah diye bir kavram mevcut değildir. Kuran Arap diliyle, Arapça'yla nâzil olmuştur ve fakat Allah’ın Lisanı şeklinde değil, Allah'ın Kelâmı olarak tesmiye edilir.

 

Muvâdaa ve Kasd-ı Mütekellim

Kur’an’ı anlamanın ilk şartı, bu lisanı (Arap dilinde kullanılan kelimelerin ve ibarelerin delâlet ettikleri mânâyı) bilmektir.

 

Murad-ı İlahî

 

Metin ve Muhatab

Muhatabın, metnin anlamını çözmesi, genellikle ‘metne anlam vermesi’ şeklinde anlaşılır. Nitekim anlama faaliyetinin ‘yorumlama’ terimiyle ifade edilmesi de bu yüzdendir.

 

Sonuç

 

2. Bolum

“Kur An Dili” Üzerine Bir Soruşturma

Giriş

…ne denmek istendiğini bilmek için, önce ne dendiğini anlamak lâzımdır.

 

1. Nomos ve Physis

Dildeki sözcükler ile bu sözcüklerin delâlet edip gösterdikleri nesneler ve kavramlar arasındaki bağlantı doğal mıdır, doğuştan mıdır, aralarında sahici bir bağ var mıdır…

 

1/a. Doğanın Dili’nden Dilin Doğasına

Herakleitos’a göre tabiatta zıdlar arasında bir düzen, bir ahenk vardır. Lirde ve yayda görülen ahenk büyük düzenin örnekleridir.

Ruh tabiattaki nizamı görür ve onu diliyle ifade eder; gördüğü düzenle ifade ettiği düzen aynıdır, yani bu düzen insan dilinde de bulunmaktadır. Her ikisi de Logos’tur. Bu Logos bütün insanlar için aynıdır. Tabiat daima değişir, fakat bu Logos aynı kalır.

Logos, oluş

 

Ferdinand de Saussure’un (öl. 1913) asırlar sonra, “olguları tanımlamak için sözcüklerden yola çıkmak kötü bir yöntemdir” şeklindeki şikayetinin aksine, Yunanlılar sözcüklerin kaynağına inip sözcüklerin asıl anlamını açığa çıkarmayı (etimoloji yapmayı), doğanın gerçeklerinden birini ortaya çıkarmanın en heyecan verici yöntemlerinden biri olarak kullandılar. Çünkü köke, kökene inmek, doğruya ve gerçeğe ulaşmanın en müessir yoluydu (s. 79).

 

1/b. Doğa’dan İnsan’a

(Aristoteles) sözlerin veya söylenen kelimelerin ruhtaki intibaların sembolü ve işareti olduğunu, yazı ve sözün bütün insanlar arasında aynı olmadığını ve fakat etraftaki varlıkların ve bunların zihindeki intihalarının aynı olduğunu, seslerin ve işaretlerin kendiliklerinden bir anlama gelmediğini (…) kelimelerin insanlar arasındaki bir anlaşmadan doğduğunu, yani ‘doğal’ olmadığını söylemiştir.

 

2. Dillerin Menşei

Ehl-i Sünnet uleması (özellikle Eş‘ariler) dil’in, özellikle Arap dili'nin tevkifî olduğunu söylemekte, buna karşın Mutezilî âlimler bu görüşün aksini savunmakta ve dilin menşeinin ıstılahı olduğunu öne sürmektedirler.

 

2/a. Beyan: Dil Yetisi

…dil yetisi, düşünebilme ve konuşabilme melekesi insanoğlunun kendisinde doğuştan olarak vardır…

 

2/b. Lingua Sacra

 

3. Söylem ve Dil

Türk lisânı Arapça lisânı gibidir, Arapça'nın Türkçe'den farkı Kur’an-ı Kerim’in Arapça nâzil olmasıdır" diyor Gazzâlî

 

3/a. Cennet Ehli’nin Dili

 

3/b. Söylem’in Düzeni

Arap kavmiyetçiliği, birtakım siyasî gelişmelerin de tesiriyle yayılmış, Arap olmayan müslümanlar, toplumun âdeta ikinci sınıf vatandaşları konumuna itilmişti. Hz. Peygamber döneminin hiçbir ırka, hiç bir sınıf ve zümreye ayrıcalık tanımayan o eşitlikçi zihniyeti zamanla çözülerek, onun yerine —Hz. Hüseyin’in de dediği gibi— Cahilî duygular geçmişti.

 

3/c. Söylem’in Gücü

İşin doğrusu, Allah Teâlâ, kendi dillerinde konuşan kimselerin sözlerinin mânâlarını bize bizim anlayabileceğimiz bir dille (Arapça) nakl ve beyan etmektedir, o kadar.

 

3/d. Söylem ve Yorum

Kimse, dilin kutsallaştırılmasının metnin muradını gölgeleyeceğini, ‘gölgelemek’ ne kelime, bizatihi örteceğini ve bu nedenle de anlamın buharlaşacağını düşünemedi.

Anlam lafzın kendisine delâlet ettiği, murad’ın kendisinde tecelli ettiği, muradın kendisiyle ifşa olduğu bir ‘şey’ olmaktan çıkmış, bunun yerine lafız daha da önem kazanmıştı.

Anlam kelâm’da değil, salt lisan’da arandı ve kelâm bir kenara itilince, dileyenler diledikleri gibi diledikleri lafızlara diledikleri anlamlan yakıştırmak amacıyla lisan’ı istismar ettiler.

 

4. Varlık ve Dil

 

4/a. Ehl-i Sünnet’in Görüşü

Eş'arî mezhebinin ünlü Kelâm bilginlerinden Bâkıllanî (öl. 403/1013) et-Temhîd adlı eserinde isimle müsemmâ'nın aynı olduğunu söyler

 

Mâturidî âlimlerinden Ebu Muîn en-Nesefî (öl. 508/1114), Eş'arî âlimler gibi isimle müsemmâ’nın aynı olduğunu söyleyenlerdendir.

 

İsmin müsemmâ ile aynı olduğunu söyleyenlerin böyle bir görüşe zâhib olmalarının ardındaki sebep, Allah’ın sıfatlan konusunda takındıkları tavırla ilgilidir.

 

4/b. Mu‘tezile’nin Görüşü

Buna mukabil Mutezile, ismin müsemmâ’dan ayrı olduğunu iddia etmekle sıfatların kıdemi konusundaki görüşüne uygun bir tavır almış olmaktadır.

 

4/c. Varlığın Mertebeleri

Gazâlî’nin İlcâm’ul-Avâm adlı eserindeki varlığın mertebeleri

1. Hariçteki varlığı (uücud fî'l-a'yân)

2. Zihindeki varlığı (vücud fî’l-ezhân)

3. Dildeki varlığı (vücud fî’l-lisan)

4. Yazıdaki varlığı (uücud fî’l-beyaz’il-mektub)

“Ateş yakıcıdır" denirse, evet’ deriz. Eğer “Ateş kelimesi yakıcıdır" denirse, bu sefer ‘hayır’ deriz. Eğer “Bu kelimeyi oluşturan sesler yakıcıdır” denirse, yine ‘hayır’ deriz. Eğer “Kâğıt üzerine yazılı harfler yakıcıdır” denirse, yine ‘hayır’ deriz. Ancak bize denirse ki “Sesle veya yazıyla zikredilen ateşin kendisi yakıcıdır", işte o zaman ‘evet’ deriz.

 

4/d. Dilin Gerçekliği, Gerçekliğin Dili

Sözü, sözcükleri anlamlı kılan, onlara canlılık kazandıran, hayatiyet veren, sözün, sözcüklerin delâlet ettikleri, karşılık geldikleri varlıktır, varlıklardır; ne ki söz olmadan, sözcük olmadan da varlık suskunluğa, sessizliğe, anlamsızlığa gömülürdü, hatta var olamazdı, çünkü varlığını ifade edemezdi.

 

Sonuç

Doğada hiçbir nesne tek başına değildir ve hiçbir şey tek başına varolmamaktadır.

Bu bakımdan varlığı anlamaya çalışmak, aslında, değişik varlık mertebelerinden meydana gelen bu bütünlüğü anlamaya, bu bütünlüğe ulaşmaya çalışmak demektir.

Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'in dile getirdiği gerçekleri anlamak istediğimiz kadar, dile getirilen gerçekliğin mahiyetini de bilmemiz gerekmektedir. Çünkü dil’e getirilen (dil’de temsil olunan), aslında gerçekliğin kendisi değil, onun bir temsilidir.

 

6 Basım, Kapı Yayınları

 




İskender Türe - Kur’ân’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan - Zülkarneyn

 

İskender Türe - Kur’ân’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan - Zülkarneyn

 

Zülkarneyn; Allah'ın kendisine dünyada imkân sağlayarak uzak yerlere gidebilmesi için "sebeb" isimli vasıtayı verdiği şahıstır. O, kendisine verilen "sebeb'le üç ayrı seyahate çıkmıştır:

"Güneş'in battığı yere"

"Güneş'in doğduğu yere"

"İki sedd/südd arasına"

 

Zülkarneyn konusunda, yukarıda özetle belirttiğimiz Kehf Sûresi 83-98. âyetlerinde bildirilenlerin dışında, söylenmiş veya söylenecek her söz, sadece ve sadece bir görüştür

 

İslâm literatüründe Zülkarneyn ismi İskender ismi ile özdeşleşmiş bu doğrultuda nesir ve manzum eserler kaleme alınmıştır. Bu konuda en eski manzume Firdevsî'ye ait olup, Firdevsî'den sonra müstakil olarak kaleme alman ve aynı muhtevayı işleyen türdeş eserlere İskendernâme adı verilmiştir.

 

I. BÖLÜM

Zülkarneyn Kıssasının Anlatıldığı Kehf Sûresi'nin Özellikleri

 

…sûrenin sonuna doğru inanmayanlar için öbür dünyada terazi kurulmayacağı ve onların sonlarının cehennem olduğu, inananlar için Firdevs Cenneti'nin bulunduğu belirtilir.

 

Ashâb-ı Kehf kıssası

Krallara ilah diye tapıldığı bir devirde, Allah’a inanan bir grup gencin bir mağarada yüzyıllarca çürümeden, bozulmadan uyumaları ve uyanmaları hadisesidir.

 

II. BÖLÜM

Zülkarneyn’in Kimliği

…müfessirlerin hemen hepsi, Zülkarneyn hakkında soru soranların müşrikler veya Yahudiler olabileceğine kitaplarında işaret etmektedirler.

 

Zülkarneyn kelimesi, “karn” kelimesine verilen manâlara göre çeşitli şekillerde izah edilmeye çalışılmış

1- Başının iki yanına vurularak öldürülmüş olması sebebi ile ona bu isim verilmiştir.

2- Zülkarneyn, dünyanın en doğusuna ve en batısına gittiği için ona bu isim verilmiştir.

3- “Başında boynuza benzer iki çıkıntı olduğu” için bu ad verilmiştir

4- “Tacının üstünde bakırdan iki boynuzu olduğu” için bu ad verilmiştir.

5- “Saçları iki örgülü olduğu” için bu adı almıştır.

6- “Işığın ve karanlığın emrine verilmiş olması” veya; “ışığa ve karanlığa girmiş olması” sebebi ile bu isim verilmiştir.

7- “Cesâretinden” dolayı “koç” gibi manâsına bu ismin verilmiş olabileceği söylenmiştir.

8- “Rüyasında kendisinin yıldızlara tırmandığını ve Güneş’in iki ucundan tutunduğunu görmesi”nden dolayı bu ismi almıştır.

9- “Onun hayatı boyunca iki ‘karn’ (=çağ, nesil) insan gelip geçtiği” için ona bu isim verilmiştir.

 

Kur’ân’ın “karn” kelimesine yüklediği manâya göre, Zülkarneyn lakabı büyük ihtimalle “iki nesil sahibi, iki devir sahibi” manâsını ifade etmektedir.

 

İbn Kesîr tarafından Ezrâkî’den nakledildiğine göre Zülkarneyn, Hz. İbrahim (a.s.) zamanında yaşamıştır.

 

Himyerli Ebû Kerb Semiyy’in Zülkarneyn olma ihtimali…

 

Büyük İskender olarak bilinen Makedonyalı İskender

“Kur’ân’da Zülkarneyn diye bahsedilen bu insanın mülkünün doğu-batı ve kuzeyin en uç noktalarına kadar uzandığına âyetler delâlet etmektedir / Tarih kitaplarında mülkü böyle şöhret bulmuş tek hükümdar İskender'dir.

 

Âfrîdun b. Esfiyan b. Cemşîd'in Zülkarneyn olabileceği…

 

Akkad İmparatorluğu / Naram-Sin, M.Ö. 2225-2185 yıllarında yaşamış büyük bir cihangirdir.

 

Zülkarneyn’in Gılgameş olabileceği üzerinde durulmuştur.

 

Bazıları Zülkarneyn’in yanında Hızır (a.s.)’ın bulunduğuna dair rivayetlere dayanarak, Gilgameş’in yanındaki Engidu’yu Hızır (a.s.)’a benzetmişlerdir.

 

Kiyâniyân hanedanından olan İran İmparatoru Kisrâ Haris (II. Keyhüsrev=Kuruş=Kurach=Cyrus), M.Ö. 558 tarihinde Şuş tahtına çıkmış / Bâbil’i ele geçiren Kuruş, / Yahudilerin memleketlerine dönmelerine izin vermesi sebebiyle, / Zülkarneyn’in İran İmparatoru Kuruş olabileceğini ileri sürmüşlerdir.

 

Zülkarneyn’in, Tevrat’ta “iki boynuzlu koç” ile simgelenen İran krallarından biri olan I. Dârâ olması muhtemeldir.

 

Şiblî’nin vardığı sonuca göre; Zülkarneyn, Milât’tan önce beşinci yüzyılda yaşamış olan Fars Kralı Dârâ’dır. Ye’cüc-Me’cüc ise Kafkas Dağları’nın doğusunda yaşayan Tatar-İskitleridir. Yaptığı sedd Hazar Denizi’nin batısında bulunan Derbend Kenti yakınındaki Derbend Seddi’dir.

 

Kur’ân, Zülkarneyn’in kimliği üzerinde değil, ne yaptığı üzerinde durmuştur.

 

Kur’ân’da Ye’cüc-Me’cüc’le karşılaşan kişi Zülkarneyn, Tevrat’ta ise Hezekiel’dir.

 

III. BÖLÜM

Zülkarneyn’e Sağlanan İmkân ve Verilen Sebeb

…birinci âyette Zülkarneyn’e bir “sebeb” verildiği belirtilmiş, diğer âyetlerde ise onun bir “sebeb”i izlediği ifade edilmiştir.

 

(Sebep) kelimenin lûgât manâsı dikkate alındığında, “sebeb”, yukarıya tırmanmaya yarayan iki tür ipi göstermektedir. Birincisi, yüksekçe bir yerden sarkıtılmış olup, insanın tırmandığı iptir. Diğeri ise, -hurma ağacına çıkmaya yarayan ip manâsından hareketle- insanın beline bağladığı halka şeklindeki iptir.

 

IV. BÖLÜM

Zülkarneyn’in Güneş’in Battığı Yer’e Seyahati

-Birinci Seyahat-

“Güneş’in battığı yer” ibaresi tefsirlerde genellikle “batı istikametinin sonu” manâsına kullanılmış

 

Zülkarneyn’in “sebeb” vasıtasıyla göklere çıktığı ve Herkül Burcu yakınında bir yere vardığı düşüncesinden hareketle diyebiliriz ki; “Zülkarneyn Herkül Burcu yakınında bir Güneş sistemine vardığında, oradaki Güneş’i karabalçıklı bir gözeye/göze batar halde bulmuştur.”

 

“Sebeb”e tâbi olarak “Solar Apeks”e varan Zülkarneyn, orada bulduğu Güneş’i bir “karadelik”in içine girerken görmüştür.

 

V. BÖLÜM

Zülkarneyn’in Güneş’in Doğduğu Yere Seyahati

-İkinci Seyahat-

Zülkarneyn’in ikinci seyahatinde gittiği sistemin, Güneş’in Samanyolu’ndaki yörüngesinde peşinden gelen bir çift-yıldız sistemi olması gerektiği…

 

VI. BÖLÜM

Zülkarneyn’in İki Sedd/Südd Arasına Seyahati

-Üçüncü Seyahat-

…âyette geçen “süddeyn” kelimesi ile uzayda bulunan “iki bulutsu”nun kasdedildiği

Bu açıdan Zülkarneyn “iki nebula” arasına gitmiş olmalıdır.

 

İslâm literatüründe de, Ye’cüc-Me’cüc’ün Türkler olduğu düşüncesinin ağırlık kazandığı görülür.

 

Âyette Zülkarneyn'in kızgın demir üzerine katran dökerek seddi inşa ettiği bildirilir. Âyetin zahiri dikkate alındığında, seddin, mimari bir tarzla değil, kimyevî bir ayrıştırma sonucu meydana geldiği anlaşılmaktadır.

 

“Zülkarneyn’in, Ye’cüc-Me’cüc’ün bulunduğu gezegenin atmosferinin üst katmanlarında hidrojen gibi yanıcı ve hafif gazlardan oluşturduğu duvarın, kâinattaki birtakım değişikliklerle bir gün kendiliğinden (tabiî ki Allah’ın yaratacağı sebeplerle) ortadan kalkacağı, yok olacağı bize bildirilmektedir.”

 

Sonuç

Sebeb / göğe çıkmaya vasıta olan şeyi ifade etmektedir.

 

Karizma Yayınları, 2000

F. H. Yalçın Kaya - Ankebut

 

F. H. Yalçın Kaya - Ankebut

Kur'an-ı Kerim'in Issız Derinliği

 

Tasavvufta "Kur'an'ın özü Fatiha Suresi, Fatiha'nın özü Besmele'dir. Besmele'nin de özünü ararsan 'Be' harfinin altındaki noktadır" denir. Hatta Hz. Ali bir sözünde şöyle der: "İLİM BİR NOKTADAN İBARETTİ ONU CAHİLLER ÇOĞALTTI"

 

…kitap, önce Besmele'nin / daha sonra altı surenin yani; Kur'an'ın ilk suresi olan

Alak Suresi, Tarık Süresi, İbrahim Suresi, Neml Suresi, Ra'd Suresi ve Kehf Süresi'nin açıklamaları ile devam etmektedir.

 

BESMELE

Adem de İblis de birer hata yapmışlar, İblis af dilememiş, Adem, af dilemiştir.

 

Semamz yani evreninizdeki tüm bilinç toplulukları -ki bunlar galaksilerdir.

Her biri bir logos, bir bilinç taşır. Yani her biri Allah'ın isimlerinden birinin düzeniyle yaşar.

…dünya, içinde tüm evrendeki bilinçlerin tamamını barındıran fevkalade bir bilinç (logos) topluluğudur.

 

(yalan) "Bismillah" dediğinizde "Allah'ın bana verdiği sema ile ve barındırdığı isimler ile hareket ederim" demektesiniz.

"bismi" kelimesi "akıl", Rahman "Ruh", Rahim ise "Beden"dir.

 

(yalan) Nübüvvetten sonra "tasavvuf" denilen ilme hiç aldırış etmeyenlerin de başaramayacağı sonucuna varabiliriz.

 

Adem cennette yasak meyve yedi.

o yasak meyve nefsi oluşturdu.

 

…varlık rahmetten oluşmuştur. İşte insan da merhameti ölçüsünde insandır.

 

"Be" harfinin noktası Allah'ın birliğini ve bütün kainatın ve kainatların tek bir noktadan halk olunduğunu işaret

 

(Küfür) "be" "sin" ile birleştiğinde teklikten sonra çift yönlü var oluşla Teslis'i (üçleme) yani Cenabı Hakk'ın üç yönünü temsil eder.

 

"Be" harfi Rabbin gizli batın tekliği,

"Sin"i yani çift yönlü mahluku, eril ve dişil gücü olan idrak

Sonra onu gören gönül, düşünen akıl eyledi ki bunun temsili "mim" dir.

 

Karia Süresi / s. 47

İnsanların dağılmış kelebekler gibi olması, her ferdin kendi zevkinin peşine dağılması, birbirini düşünmez bencillere dönüşmesidir.

 

Çölde serap gördüğünde, gerçek görünene kadar serabı anlayamazsın.

 

(Yalan) Yaptığın, olan olay, eylem yani amel değil niyettir gerçeklik.

 

Alak Suresi / s. 83

"Alak", kelime anlamı olarak alaka ile aynı kökten gelir.

İnsan alakadan yaratıldı. Maddi ve manevi alaka...

"salla" kelimesi İslam'dan sonra namaz olmuş, ondan evvel "bir şeyin pişmesi için ateşe koymak" gibi bir manaya geliyor.

 

Tarık Suresi

Tarık, semanın işlevlerinin dünyada gerçekleşmesini sağlayandır.

Burada "biz" denmesinin nedeni Rabbin insanı yaratmada sebepler yani bilinçli varlıklar kullanmasıdır.

 

"Melek" kelimesi Arapçada "elk" kökünden gelir. "Elk", atın ağzındaki gemi çiğnemesine denir. Aynı kökten gelen "eluk" ise "risalet'' manasınadır. Zira risalet de ağızla, yani dille yerine getirilir.

 

Tarık bir yıldız daha doğrusu bir gezegen ve O ne zaman dünya semasında görünse büyük bir bilinç atlaması gerçekleşir.

 

Nasıl ki her gezegenin bir yörüngesi var.

sizde gezegenler gibi bir kadere sahipsiniz.

 

Süreyya yıldızı karanlıkta yolunu kaybedenlerin yolunu bulmasına yardım eden yıldızdır. Çöl de kaybolanlar bile yönlerini bu yıldızla bulurlar.

 

İbrahim Suresi / s. 133

Elif, Lam, Ra Kitap'la ilgili onu temsil eden harflerdir.

 

Zamanda yolculuk, uzayı aşarak mümkündür. Uzayın sakladığı zamandır.

 

Neml Suresi / s. 207

Ta Sin harfleri, arşta bulunan mahlûkların temsili resmidir.

 

Musa, "mesa" kökünden türemiş bir kelime olup Allah'ın eliyle yani müdahalesiyle kötülük ortamından iyilik ortamına çıkarılmış, kurtarılmış kişi demektir.

 

Dualar giriş parolası gibidir.

Doğru dua dünyadaki bütün değerlerden daha değerlidir.

 

Neyi neyden üstün tutarsan o senin taptığındır.

 

dokuz kişi / yeryüzünde bozgunculuk yapıyor:

güçlü zenginler.

fiskosçular

hırsız, katil takımı

aydın/lar

yönetim

asayişi sağlayanlar

hukuk adamları

popüler kişiler

askerler

 

Ra'd Süresi / s. 274

 

Kehf Süresi / s. 369

Yahudilerin gelip Resullullah'a Zülkarneyni sormaları

Onlar bunu Resullullah'ın bilemiyeceğini ve onu mahcup edip Yahudiliğin üstünlüğünü ispatlayacaklarını umdular.

 

Zülkarneyn iki devrin, iki vaktin, iki zamanın sahibi demektir. Geçmişin ve geleceğin yani. O, zamanda yolculuk edebilen dünyalı fakat başka bir gezegende büyümüş, çeşitli güçler kazanmış olağanüstü bir adamdı.

 

O, önce geleceğine seyahat etmiş dünyanın en son gün batımını görmek istemiş. Güneşin en son battığı yer orasıdır. Orada bir de bakar ki güneşin kendisi de bir balçık kara göze giriyor, kaybolmak üzere. Yani kara deliğe doğru gidiyor, güneş sisteminin kıyameti kopuyor.

 

Sonra zamanın ilk başlangıç anına yani güneşin ilk doğumuna, yeryüzüne ışığını gönderdiği ilk noktaya gitti.

Şira Yayınları, Mayıs 2009