27 Eylül 2014 Cumartesi

Küresel Siyaset


Hugo Grotius (1583-1645), Westphalia Anlaşmaları ile ülkelerarası ticaretin giderek artması nedeniyle bu alanı düzenleyecek bir hukuk sisteminin zorunluluğuna işaret etmiştir. Grotius bu ilişkiyi doğal hukuktan çıkardığı ilkelerle açıklamaya çalışmıştır.

Uluslararası İlişkiler Kuramları

İdealizm
Barışa dönük idealist düşüncelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İdealizmin özünde savaşın artık dünya siyasetine yön vermemesi gerektiği, devletlerarasındaki ilişkilerin karşılıklı diyalog ve uzlaşma yoluyla çözülebileceği düşüncesi bulunur.

Realizm
Ulusal çıkar esası üzerine oturur. Realizmin temelinde devletleri insan doğası ile özdeşleştirme anlayışı vardır. Her devlet, uluslararası platformda kendi çıkarlarını en üst düzeyde gerçekleştirmek için çalışır.

Marksizm
Uluslararası alandaki gelişmeleri de ekonomik temelli olarak açıklar. Marksistler, mevcut uluslararası düzeni, devletler arasındaki eşit ilişki alanı olarak değil güçlü olanın güçsüz üzerinde kurduğu mutlak tahakküm şeklinde algılarlar.

Eleştirel Kuram
Uluslararası ilişkilerin yalnızca devletlerin tekeline bırakılamayacağı, bunların yönettikleri halkların da mümkün olan en fazla şekilde sürece katılması gerektiği anlayışından hareket eder. Eleştirel kurama göre uluslararası ilişkiler, devletler tarafından biçimlendirildiği, alt kimlik grupları bu sürecin dışında bırakıldığı takdirde özgürlük ve demokrasi bağlamında bir kayıp yaşanır.

Uluslararası Sistemin Doğuşu
Bu konuda ilk normatif düzenlemelerin yapıldığı 1648 tarihli Westphalia Anlaşmalarına dek gider. Bir bakıma, bugün oluşan uluslararası sistemin temellerinin 1648 tarihinde ortaya çıktığı söylenebilir. Otuz Yıl Savaşları sonrasında 1648’de Westphalia Anlaşmaları aracılığıyla coğrafi açıdan kendi alanlarında özgürce hareket etmeyi ve birbirlerinin sınırlarına saygı göstermeyi kabul eden prenslikler, egemenliğin karşılıklı kabulüne dayanan modern devletler sisteminin temellerini atmışlardır.
1648’den sonra sistemin merkezine yerleşen egemenliğin, iç ve dış olmak üzere iki boyutunun olduğu söylenebilir. İç egemenlik, devletin yönettiği topraklar, yani ülkesi ve halkı üzerinde her bakımdan son sözü söyleyebilme yetkisine sahip olduğunu ifade eder. Dış egemenlik ise devletin başka devletlerle eşit statüde bulunduğunu ve uluslararası faaliyetlerinde tam bağımsız olduğunu anlatır.
ABD Başkanı Woodrow Wilson’un önerisiyle 10 Ocak 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) kurulmuştur. Milletler Cemiyetinin başlıca amacı, ülkeler arasındaki sorunların, yeni bir savaşa meydan bırakmadan barışçı yollarla çözülmesini sağlamaktır.
Bolşevik Devrimi sonrasında kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ise kısa sürede Doğu Avrupa ve Orta Asya başta olmak üzere pek çok bölgeyi kendi hegemonyası altına almıştır. SSCB sahip olduğu komünist ideolojiyi yayma mücadelesi vererek Batılı ülkelerin karşısında ciddi bir rakip olarak belirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya ölçeğinde düzeni ve barışı koruyacak kurumların oluşturulmasına yönelik tartışmaları da başlatmıştır. Nitekim İkinci
Dünya Savaşı’nın bitişinden hemen sonra 26 Haziran 1945’te imzalanan Birleşmiş Milletler Anlaşmasıyla bu çabalar ilk sonucuna ulaşmış olmaktadır.
Aynı süreçte, insan haklarının hukuksal zemine aktarılması için evrensel ölçekte çabalar da su yüzüne çıkmıştır. 10 Aralık 1948 tarihinde BM Genel Kurulu’nca onaylanan İnsan Hakları Evrensel Bildirisi aracılığıyla da söz konusu anlayış, devletlerle uluslararası toplum açısından bağlayıcılık taşıyacak şekilde genişletilmiştir.
BM, ulus-devletlerin oluşturduğu bir sistem düşüncesine dayanır.
BM’nin “ana tartışma forumu” olan Genel Kurul’a tüm üye ülkeler katılma hakkına sahiptir. Her üyenin bir oyu vardır.
Güvenlik Konseyi ise beşi daimi (ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa), onu iki yıl için seçilen geçici on beş üye ülkeden oluşur. Konsey, üye sayısının beşte üçüyle (yani dokuz oyla) uluslararası barış ve güvenlik konularında karar alabilir.
Ekonomik ve Sosyal Konsey, BM’nin ekonomik ve sosyal alanlardaki önceliklerini belirleyen ve çalışmalarını planlayan ana organdır.
BM’nin ana yargı organı ise Uluslararası Adalet Divanı’dır. Divan, her biri farklı ülkeden gelen toplam on dört yargıçtan oluşur.
BM Anlaşması’nın altına imza atan ulus-devletler, bir bakıma kendi hükmettikleri coğrafi alan içinde sınırsız bir özgürlüğe sahip olmadıklarını ve her şeyden önce evrensel insan hakları anlayışıyla bağlı olduklarını kabullenmişlerdir.

SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÜNYADA DEĞİŞEN DENGELER
İkinci Dünya Savaşı’nın bitişi, dünya ölçeğinde ülkelerin iki temel kutba ayrılmasına neden olmuştur. Bir tarafta, en güçlü temsilcisinin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olduğu liberal demokratik ülkeler bulunur. Diğer tarafta ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) öncülüğünde Doğu
Bloku tabir edilen sosyalist devletler, bir başka deyişle demir perde ülkeleri yer alır.
ABD’nin başını çektiği gurup 4 Nisan 1949’da Washington Anlaşması aracılığıyla
Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütünü (NATO) oluşturmuşlardır.
SSCB’nin başını çektiği gurup ise 14 Mayıs 1955’te Varşova Paktı’nı kurdular.
Bu iki blok, uzun süre silahlı çatışmaya girmeksizin tüm dünyada savaş gerginliğini diri tutmayı başarmışlardır. Tarihte bunun adı soğuk savaştır.
1985 yılında Sovyetler Birliği’nin başına geçen Mihail Gorbaçov, glasnost ve perestroyka politikalarını uygulamaya sokmuş ve ülkesi içindeki siyasal özgürlükleri genişletmeye çalışmıştır. Farklı Doğu Bloku ülkelerinde halktan kaynaklanan değişim hareketleri sosyalist ülkeler içinde çatlaklar oluşmasına neden olmuştur.
1980’lerin sonlarından itibaren Polonya, Romanya, Çekoslovakya gibi ülkelerde halk ayaklanmaları çıkmış ve komünist rejimler yıkılmıştır.
Berlin Duvarının 9 Kasım 1989’da yıkılması, İkinci Dünya Savaşından sonra birbirlerinden ayrılan Batı Almanya ve Sosyalist Doğu Almanya yeniden birleşmiştir.
1980’lerin başında SSCB ekonomisi olumsuz sinyaller veriyordu. Bunun farkına varan ABD Yıldız Savaşları projesini başlatarak, ekonomisi zayıf olan SSCB’yi köşeye sıkıştırmıştır. Yıldız Savaşları projesinin ekonomik külfeti SSCB’nin üzerinde baskı kurduğu doğu bloku ülkelerinden çekilmesine neden oldu. Bunun sonucunda Varşova Paktı hızlı bir çözülmeye girdi.

Yeni Dünya Düzeni
Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra doğu Avrupa’daki ülkeler liberal ekonomiye geçti. Bunun sonucunda da çift kutuplu dünya sona erdi. ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzeninin, yeni dünya düzeni inşasına geçildi. Fukuyama bu gelişmeye tarihin sonu demiştir.
Soğuk Savaşın sona ermesi dünyaya barış getirmedi. Aksine, yıllardır birikmekte olan gerilim çatışmaya dönüştü. Balkanlarda yaşanan Sırp katliamları bunun ilk örnekleridir. Huntington bu gelişmeleri medeniyetler çatışması kavramı altında açıklamaya çalışır. İddiasına göre dünya bundan böyle ekonomik temelli değil, inanç, kültür temelli çatışmaların içine girecektir.
Türkiye ve İspanya bu teze karşılık olarak Batı ile İslam dünyası arasındaki diyalog ve iş birliği imkânlarını artırmak için Medeniyetler İttifakı projesini başlatmışlardır.
Ekonomik ve askeri anlamda rakipsiz kalan ABD, 2000’li yıllardan itibaren direkt olarak İslam coğrafyasını hedef alarak askeri harekâtlara girişmiştir. Afganistan ve Irak’ın işgali bu yöndeki çalışmalarıdır.

KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE SİYASET
Küreselleşme, en genel şekilde, dünya ölçeğinde ülkeler ve toplumlar arasında kültürel, siyasal ve ekonomik etkileşimlerinin giderek artması, dolayısıyla insan topluluklarının giderek birbirlerine daha fazla yaklaşması anlamına gelir.
Marshall McLuhan, bu durumu, küresel köy kavramı aracılığıyla açıklamaktadır.
Küreselleşme, ekonomik, siyasal ve kültürel ögeleri olan bir süreçtir.
Immanuel Wallerstein, kapitalist ekonomik ülkeler ve bölgeler arası mal, sermaye ve insan gücü akışının, ulusal farklılıkları ortadan kaldırdığını savunmaktadır.
Ülkeler arasındaki ekonomik etkileşimin artması anlamında küreselleşmenin tarihinin kapitalizmin doğuş yıllarına dek gittiği görülmektedir. İlk küreselleşme süreci, kapitalist temellere dayalı bir dünya sistemin ortaya çıktığı 1450-1650 yılları arasındaki döneme uzanır.
İkinci dalga, emperyalizmin dünya ölçeğinde belirleyici bir konumu elde ettiği
1650-1900 yılları arasını içine alır. Bu süreçte, zengin emperyalist ülkeler dünyanın geri kalanını kendi çıkarları doğrultusunda kontrol etme eğilimine girmişlerdir. Son ve en büyük küreselleşme dalgası ise 1970’lerde başlayan ve hâlen dünyanın neredeyse her tarafına ulaşan ve ekonomik ilişkileri büyük ölçüde dönüştüren üçüncüsüdür.
Küreselleşmenin kültürel boyutu, farklı ülkelerin kültürlerinin giderek daha fazla şekilde birbirine benzemesidir. Bu duruma, en belirgin örnek olarak İnternet teknolojisi verilebilir.
Roland Robertson, bu süreci anlatmak üzere küreselleşme ve yerelleşme sözcüklerini birleştirerek küyerelleşme kavramını kullanır. Buna göre, dünya ölçeğinde yerel kültürel unsurlara yönelik ilginin artması, aslında küreselleşmenin doğurduğu bir olgudur.
Küreselleşme sürecinde ulus-devletler, kendilerini giderek daha fazla şekilde uluslararası sistemin parçalarından biri olarak görme eğilimi içine girmektedir.
Ayrıca, bu süreçte, toplumsal ve siyasal yaşamı yönlendirmek için devletin tek başına yeterli olmayacağına, vatandaşların karar alma süreçlerinde daha fazla söz sahibi olmalarına yönelik yaklaşımlar güçlenmiştir. Bu süreçte, yönetişim gibi kavramlar aracılığıyla vatandaşların kendileriyle ilgili kararların alınması açısından devlet yönetimini daha fazla etkileyebilmeleri söz konusudur.
Bu süreçte ön plana çıkan kavramlardan bir diğeri de uluslararası toplum olmaktadır. Söz konusu kavram ile özellikle insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda yalnızca devletlerin belirleyici olamayacağı, bunun yanında, tüm insanlığın devreye girebileceği vurgulanmaktadır.
Bu anlamda, insanî müdahale kavramı aracılığıyla bir devlete evrensel ve ahlakî ilkeler doğrultusunda silahlı güç kullanılabilmesinin önü açılmış olmaktadır.

ULUSÜSTÜ SİYASAL ÖRGÜTLENMELER
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomileri harap halde olan Almanya Fransa, bir yanda SSCB odaklı komünizm tehdidi, diğer yanda ise ABD hegemonyası tehdidi arasında kalmış ve bunun sonucunda da zoraki işbirliği yapmışlardır.
1951 yılında Almanya ve Fransa, aralarına İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’u alarak İtalya’nın başkenti Roma’da Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) Anlaşmasını imzalamışlardır.
1957 yılında adı geçen ülkeler tarafından gümrük birliği yönünde düzenlemeler yapan Avrupa Ekonomik Topluluğu ve nükleer enerji konusunda çalışan Avrupa
Atom Enerjisi Topluluğu kurulur.
1967 yılında imzalanan Brüksel Anlaşması ile de daha önce oluşturulan üç
ayrı topluluk Avrupa Topluluğu (AT) adıyla tek çatı altında toplanmıştır.
Başlangıçta ekonomik kaygılarla yolan çıkan AT zaman içinde iş birliğinin genel çerçevesini önemli ölçüde genişletmiştir. Örneğin, 1985 tarihli Schengen Anlaşması’yla üye devletler arasında pasaportsuz geçiş ve yolculuk yapabilme imkânı sağlanmıştır. 1986 yılında Avrupa Tek Senedi imzalanmış ve yapılanmanın ilerleyen süreçte daha geniş bir boyut kazanmasının önü açılmıştır. Aynı yıl Avrupa bayrağı da kullanılmaya başlanmıştır.
7 Şubat 1992’de imzalanan Maastrich Anlaşması aracılığıyla AT adı yerine
Avrupa Birliği adının kullanılması benimsenmiştir. 2002 yılında da Birlik üyesi ülkelerin ortak para birimi olan avro (euro) kullanılmaya başlanmıştır.
Avrupa Birliği projesinin asıl önemi, uluslararası değil, ulusüstü şeklinde nitelendirilebilecek bir oluşum olmasından kaynaklanır. Ulusüstü kuruluş olarak AB kendi karar alma mekanizmalarına sahiptir. Dolayısıyla AB’nin yetkili organları tarafından alınan kararlar üye devletler için bağlayıcılık taşır. AB, üye devletleri kapsayan bir ortak hukuk sistemi oluşturmuştur.
AB’nin yasama işlevi, Avrupa Parlamentosu tarafından yerine getirilir.
Parlâmento yasama işlevini Avrupa Birliği Konseyi ile birlikte yürütür.
Yargı ise temel hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlayan Avrupa Adalet Divanı’nın elindedir.

ULUS-DEVLETİN GELECEĞİ
Uluslararası anlaşmalar ulus-devletlerin egemenlik haklarını kısıtlar ve bunun sonucunda ulus-devlet kavramı zayıflamaya başlar. Asıl yıpratıcı etki, küreselleşme ile birlikte yaşanır. Evrensel bağlamda değerlendirilen insan hakları kavramı ulusları tektipleştirmektedir. Bunun doğal sonucu olarak ulus-devlet kavramı yine değer kaybeder.
Günümüzde devletler, ekonomik açıdan bir karar alırken altına imza koydukları uluslararası ekonomik anlaşmaları daha fazla dikkate almak zorunda kalırlar.

---
Siyaset Bilimi
Editör: Davut Dursun & Mustafa Altunoğlu

Anadolu Üniversitesi yayını

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder