27 Eylül 2014 Cumartesi

Siyasetin Dili: Kavramlar, Kurumlar

İktidar
Siyaset biliminin merkezi kavramıdır. Egemenlik ve meşruluk iktidarın sıfatlarındandır.
Genel anlamda bir bireyin yahut bireyler topluluğunun kendi istekleri doğrultusunda, rızaları olup olmadığına bakmaksızın diğer insanların davranışlarını etkileyebilme, yönlendirebilme veya denetleyebilmesi; toplumu yönetme, yönlendirme gücü, bu gücü elinde bulunduran otorite, ilişki veya organ anlamına gelmektedir.
Max Weber’e göre iktidar, bir toplumsal ilişkide, bir kişi ya da grubun kendi iradesini, dirençleri aşıp yerine getirme olanağıdır. Yani iktidar bir toplumsal ilişki, sosyal yaşam düzleminde var olur.
Bir etkileme, belirleme becerisi olarak iktidarın farklı yüzleri, boyutları ortaya çıkar. İktidar bazen karar verme, gündem belirleme, gündemi saptırma becerisi olabileceği gibi bazen de hegemonik (ikna ederek, bilinç inşa ederek -A. Gramsci) tarzda başkalarının düşüncelerini, isteklerini veya ihtiyaçlarını belirleme (S. Lukes) şeklinde ortaya çıkabilir.
Bu açıdan propaganda, ideoloji aşılama, psikolojik kontrol gibi uygulamalar da iktidarla ilgilidir. İktidar gündemi belirleyerek, tartışmaları sınırlandırarak, hakikatin ne olduğunu belirleyerek, ıslah ederek, normalleştirerek, bilgiyle birleşerek (M. Foucault) istenilen kararların çıkmasını sağlayarak işleyebilir.
Michel Foucault’nun ifadesiyle iktidar, ‘şebeke, ağ benzeri bir örgüt aracılığıyla’ işler. İktidar tek merkezli değildir. Bu şebekenin, ağın bir tarafında bilgi, diğer tarafında bilim, cinsellik, ekonomi, din vs. olabilir.
F. Nietzsche, tüm yaşamın aslında iktidarın artırılmasına yönelik bir çaba olduğunu belirtir (Güç İstenci).
Her toplumsal oluşum kendine özgü bir siyasal sistem (rejim) geliştirir. Bu siyasal sistem aynı zamanda toplumsal düzeni tesis edecek ve işletecek iktidarı elde etme mekanizmalarının neler olduğu ve iktidarın nasıl işletileceğini belirleyen iktidar yapıları oluşturur.

İktidarın Kaynakları ve Teknikleri
Başkalarının davranışlarını etkileyebilme gücüne sahip olmak, bazı araçlara ve farklılıklara sahip olmayı gerektirir. Bir iktidar ilişkisi servete, konuma, bilgiye,  karizmaya dayanabilir ya da sadece otoriteden kaynaklanabilir.
Toplumsal düzlemde işleyen iktidarın kaynağı fiziksel, ekonomik veya sembolik olabilir.

Fiziksel Kaynak
Denetim kurmanın en önemli aracı kuvvet kullanımıdır. Kuvvet kullanımı, maddi (asker, polis vs.) veya gayrı maddi (tehdit, caydırma, korkutma vs.) olabilir. Kuvvet kullanımı meşru veya yasa dışı olabilir. Zor kullanma iktidar ilişkilerinin en görünür özelliklerinden biridir. Şiddet araçları üzerindeki denetim ve kuvvet kullanma keyfiyeti iktidarın temel niteliğidir. Bu nitelik var olmadan hiç bir devlet ayakta kalamaz.

Ekonomik Kaynak
İktidarın en önemli ikinci ayağıdır ekonomi (para/ekonomi + silah/güç = iktidar).
Ekonomik kaynaklara sahip olanlar, bu kaynağa dayanarak iktidarı elde edip bu konumlarını devam ettirirler. İktidarı elde etmek için sahip oldukları ekonomik kaynakları dağıtma ve belli kişi ya da grupları yararlandırma yoluna gidebilirler.

Sembolik Kaynak
Bu kaynak, itibar kazandıran bir kaynaktır ve iktidar ilişkisini meşrulukla bezeyerek otoriteye dönüşmesini sağlar. Sembolik kaynaklar kapsamındaki teknikler arasında propaganda, endoktrinasyon (fikir aşılama) ve yönlendirme (manipülasyon) yer alır.
Meşruluk niteliğini kazanan iktidar ilişkisi uzun süre ayakta kalabilir. Bu yüzden tüm iktidarlar meşru olduklarına dair bir kanaat oluşturma çabasına girerler ve sembolik kaynakları kullanırlar.

Zor Kullanma ve Otorite
İktidar ilişkileri ekonomik ve fiziksel kaynağa dayalı olduğunda ilişki cebir yani zor kullanma görünümünde ortaya çıkar. Zor kullanma biçimindeki iktidar en görünür, en sonuç alıcı ama aynı zamanda en riskli ve en pahalı iktidar ilişkisidir.
Otorite ise bir zorlama veya manipülasyondan ziyade kabul görmüş itaat yükümlülüğüne dayanır. Otorite ilişkisi kaba kuvvete dayanmaz. İtaat adeta kendiliğindendir.

Sosyal İktidar
Bir şeyleri yapma iktidarından çok, bir şeyler üzerindeki iktidara odaklanıldığında, belli birey veya grupların kendi iradelerini diğerlerine dayatmasının bir sonucu olarak sosyal iktidar ortaya çıkar.
Toplumsal iktidarın üç biçimi vardır. Bunlar: (1) Ekonomik iktidar: Nadir olan mal ve kaynakları elde tutup diğerlerinin emek gücüne sahip olmak, (2) İdeolojik iktidar: Bir otorite tarafından desteklenen belirlenmiş bir yapıya ait fikirleri ve inançları elde tutmak, (3) Siyasal iktidar: Fiziksel zor kullanmayı mümkün kılan bir takım donanımlara sahip olma ile temellenmiş yetki.
İktidarın işlediği iki ana düzlemden bahsedilebilir: Siyasal iktidarın da yer aldığı kurumsal olarak işleyen yapısal iktidar (örneğin, devlet-yurttaş ilişkisi) ve kişiler arası ilişkiler üzerinden işleyen mikro-iktidar (örneğin, öğretmen-öğrenci ilişkisi).
Siyaset sosyolojisi kapsamında, iktidarın sosyal hayatta işleyişi, paylaşımı ve dağılımı konusunda, dört ana yaklaşım vardır. Bunlar: korporatizm, Marksizm, elitizm ve demokratik çoğulculuktur.
Korporatizm iktidarı, özel sektör (meslek örgütleri) ile devletin işbirliği çerçevesinde ele alır.
Marksizm ise iktidarın, üretim araçlarına sahip olan yönetici sınıfın elinde yoğunlaştığını öne sürer.
Elitistlere göre İktidarın toplumda eşitsiz paylaşılması evrensel bir gerçekliktir. İyi örgütlenmiş azınlık her zaman örgütsüz yığınlara hükmeder.
Mills’in araştırmalarına göre tüm yönetimler kaçınılmaz olarak oligarşik (azınlığın iktidarı) niteliktedir. Bu durum elitistler tarafından ‘oligarşinin tunç kanunu’ (Michels) biçiminde ifade edilir.

Klasik Elit Teorileri
Toplumun küçük bir azınlık tarafından yönetilmesi ilkesi ilk olarak Platon ve Aristoteles’te karşımıza çıkar. Modern dönemdeki en önemli temsilcileri G. Mosca, V. Pareto, R. Michels ve C. W. Mills’dir.
Mosca’ya göre tüm toplumlar, yöneten ve yönetilen olarak iki sınıfa ayrılır. İyi örgütlenmiş seçkin azınlıklar, örgütsüz yığınlara her zaman hükmederler.
Mosca, küçük bir azınlığın çoğunluğa hükmetmesini, bu azınlığın iyi örgütlenmesine bağlar. Yönetilen çoğunluk ise örgütsüz, dağınık ve kendi içinde çelişkilerle dolu bir gruptur. Seçkinlerin zekâ, servet, itibar, soyluluk gibi üstünlükleri olduğu varsayılır. Bu üstünlükleri olmasa bile, sanki öyleymiş gibi toplumu inandırırlar.
Elitizm kavramını siyaset literatürüne kazandıran düşünür Pareto’dur. Pareto’ya göre özellikle zekâ, çalışkanlık ve beceri gibi özellikler açısından toplum elit ve elit olmayan diye iki sınıftan oluşur. Pareto, elit gruplarının kapalı olmadığını, açık olduğunu hatta olması gerektiğini belirtmiştir; eski elitin yerini yeniler alır yani “elit dolaşımı- devri daimi” vardır. Bu dolaşım, toplumsal patlamaları engelleme işleviyle adeta düzenin sigortasıdır. Gönüllü olmayan değişim, zorla ya da devrimle değişime yol açar.
Roberto Michels de seçkin azınlık yönetiminin kaçınılmazlığını vurgular.
Ona göre kitleler yönetme becerisinden uzaktırlar (gündelik işleri bile onları yönetimden uzak tutmak için yeterli bir engeldir) bu nedenle de yönetilme ihtiyacı duyarlar.

Demokratik Elit Teorileri
Elitizm genel kabul görmekle beraber bu çatı altında demokrasinin nasıl tesis edileceği önemli bir sorun olarak karşımıza çıkar.
H. Laswell’e göre, demokrasilerde, seçkin bir azınlık da olsa siyasal iktidarı ellerinde tutanlar seçimle işbaşına gelirler ve yönetilen halk yığınları yönetenleri denetlerler.
R. Aron, ekonomik güce sahip sınıfın kendileriyle ilgili kararları etkileyebileceğini ama tüm siyasal sürece hükmedemeyeceklerini iddia eder. Ona göre çok partili demokratik sistemler, rekabetçi doğalarıyla yönetici eliti sürekli yenileyip değiştirebilir.
R. Dahl’in poliarşi (çoğulculuk) yaklaşımına göre iktidar, birbirleriyle rekabet hâlindeki çoğul seçkin grupları tarafından paylaşılır ve bu çoğulluk, oligarşinin demokrasiyle uyumlu olmasını sağlar. Sonuçta iktidar, çıkarlar ittifakını temsil eden bu rakip ve gönüllü gruplar tarafından kullanılır. İktidarın işleyişinin ana belirleyicisi, sosyal gruplar arasındaki bu rekabettir.

Siyasal İktidar ve Ayırt Edici Özellikleri
İktidarın ilişkisel niteliği çerçevesinde toplumsal ilişkilerin tümünü kapsayan iktidar ilişkilerinden (baba/oğul, doktor/hasta) bahsedebilmek mümkündür.
Siyasal iktidar ise en genel anlamda “toplum adına bağlayıcı karar alma ve bunları uygulama gücü” şeklinde tanımlanır.
Siyasal iktidarın kapsayıcılık, üstünlük ve zor kullanma tekeli gibi birtakım ayırt edici özellikleri vardır.
(1) Siyasal İktidarın Kapsayıcılığı: Siyasal iktidar ülke sınırları içindeki tüm birey, grup ve kurumlar üzerinde bir güce, yaptırıma sahiptir.
(2) Siyasal İktidarın Üstünlüğü: Siyasal iktidar, başka hiçbir merciden emir almaz, başka hiçbir iktidarın altında yer almaz. Üstünlük özelliği ile siyasal iktidar, ülke çapında bürokratik olarak örgütlenir ve tüm kişi ve grupları bağlayıcı kararlar verir.
(3) Siyasal İktidarın Zor Kullanma Tekeli: Siyasal iktidarı kullanan devlet dışındaki hiç kimse ceza veremez. Weber, siyasal iktidarın bu özelliğini, modern devleti oluşturan ana öğelerden biri olarak görmektedir. Suçları ve cezaları siyasal iktidar belirler.

EGEMENLİK
Egemenlik özünde yasa yapma, kural koyma ve etkin biçimde hüküm sürme becerisidir. Egemenlik, egemenin ülke içinde kendi iktidarına rakip olabilecek bir iktidar, ülke dışında da üstün bir kuvvet tanınmadığına ilişkin hukuki bir formüldür.
Egemen iktidar, hiyerarşideki en üstün iktidardır. Modern demokratik devletlerdeki hukuki anlamda egemenlik, yukarıdan aşağıya işletilen tek yönlü bir süreç değil döngüsel bir sürece dönüşmüştür. Modern demokrasilerde hiçbir kurum ya da kişi egemenliği yalnız başına kullanmaz karar almada yasama, yürütme, yargı organları, sivil toplum örgütleri vb. sürece müdahil olur.

Egemenliğin Tarihsel Çerçevesi
Egemenliğin kaynağının Tanrısal irade olduğu Orta Çağ’da egemen yasama merci Tanrı idi. Kraliyet, meşruluğunu uyrukları olan nüfustan değil, kutsallıktan alırdı. Modern dönemde egemenliğin kaynağı dünyevileşmiş (sekülerleşmiş) ve bunun bir sonucu olarak modern ulus devletlerde egemenliğin kaynağı halk olmuştur.
Egemenlik kavramı, modern ulus devletin 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıkmasıyla gündeme gelen bir kavramdır.
J. Bodin (1530-1596) ve T. Hobbes (1588-1679) gibi mutlakiyetçi düşünürlere göre bir devlet içerisinde düzen ve istikrarın teminatı, üstün hukuk kaynağının ve sadakat odağının tekliğidir.
Rousseau (1712-1778) genel irade fikrinde ifadesini bulan “halk egemenliği” ve John Austin (1790-1859) “parlamenter egemenlik” görüşleri çerçevesinde, egemenlikle halk iradesini bütünleştirmişlerdir.
Klasik egemenlik anlayışı iki açıdan sorunludur. Çünkü tüm grup ve bireyler etkileşim içindedir ve devlet de dâhil hiçbir siyasal ve sosyal varlık mutlak anlamda bağımsız değildir. İkincisi, klasik egemenlik görüşü, demokratik devletin işleyişiyle uyuşmamaktadır.
Liberal demokrasinin temel bileşenleri bireysel özgürlükle beraber halk egemenliğidir.
Locke’un başını çektiği liberaller, klasik egemenlik anlayışının aksine, ülke içinde mutlak egemenliğin bireysel özgürlükler için risk oluşturacağını ve bu yüzden egemenliğin sınırlanması gerektiğini savunurlar.
Carl Schmitt egemeni, “istisnai duruma” (olağanüstü hâl) karar veren merci olarak tanımlar. Liberallerin aksine Schmitt, anayasa temelli sınırlı egemenlik iddiasına karşı siyasal açıdan egemen olanın her zaman daha üstün olduğunu savunur.
Halk egemenliği kavramı birtakım belirsizlikler taşımaktadır. Bunun ana nedeni, millî iradenin soyut bir bütüne işaret etmesidir.
Millet, ölmüşleri ve doğacakları da kapsayan soyut bir bütün iken halk yaşayanlara karşılık gelmektedir. Ancak tüm nüfusun halk olmadığı da açıktır. Egemenlik bir anlamda, siyasal irade sahibi olduğu varsayılan yetişkin vatandaşlara bölüştürülmüştür.


İç Egemenlik
İç egemenliğe sahip olan bir devlet kendi halkının üzerinde mutlak otoriteye sahiptir. “Halk egemenliği”, “parlamenter egemenlik” gibi terimler, iç egemenlikle ilgilidir. İç egemenliğin iki ana bileşeni vardır: Hukukî egemenlik ve siyasal egemenlik.
Hukuki egemenlik, devletin ülkesi üzerindeki hiyerarşinin en üstünde yasa yapma otoritesine sahip olması ve bu otoriteyi kullanması anlamını barındırır.
Devlet yöneticilerden ayrı gayrişahsi bir kurumdur. Devletin koyduğu yasalar herkes için bağlayıcıdır ve bu bağlayıcılığı ortadan kaldırabilecek herhangi bir kişi ya da grup yoktur.
Siyasal Egemenlik: Egemenlik siyasal ve hukuki bir hiyerarşi demektir. Siyasal egemenlik, fiilen olmasa da hukuki olarak sınırsız bir siyasal iktidarı ifade eder.

Dış Egemenlik
“Ulusal egemenlik” ve “egemen devlet” terimleri dış egemenlik kapsamındadır.
Bir ulus, ancak kendine has ihtiyaçlar ve çıkarlara göre kendi kaderini tayin edebilme becerisine sahip olduğunda egemendir.
Modern dönemde devletlerin dışsal egemenlikleri, Westphalia Antlaşması’yla (1648) uluslararası hukuki bir nitelik kazanmıştır.
İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan küreselleşmeyle birlikte ulus-üstü örgütler oluşmuştur. Bunun sonucunda devletler, yasama faaliyetlerinde ulus-üstü örgütlere verdikleri taahhütleri dikkat almak zorunda kalmışlardır.

Küreselleşme ve Egemenlik
Küreselleşme toplumların ekonomik, siyasal, kültürel, sosyal, teknolojik ve ekolojik alanlarda bütünleşmesi, farklılıkların azalması, gücün ve etkinin yerelden küresel alana taşınmasıdır.
Küreselleşen dünyada sınır tanımayan para, bilgi, insan akışı üzerindeki egemenlik daha önemlidir.
Küresel süreçteki etkileşimler, devletleri dış etkilere karşı daha hassaslaştırmış ve bu devletlerin siyasal karar alma özerklikleri zayıflamıştır.
Egemenlik açısından modern ulus devletler hem yukarıdan hem de aşağıdan bir basınç altındadır. Heterojen nitelikteki toplumsal talepler içeriden basınç uygularken para, mal, insan, bilginin uluslararası dolaşımı dışarıdan basınç yapmaktadır. Yerel, bölgesel ve küresel ölçekte ulus devletin egemenliğini paylaşan yönetişim birimleri ortaya çıkmıştır. Bu birimlerin ilişkilerinin sıkılaşması ‘paylaşılan egemenlik’ anlayışını doğurmuştur.

MEŞRULUK
Meşruluk iki belirleyici nitelik barındırır: (i) yönetme hakkı veren usullerin var olduğu fikri ve (ii) yönetim biçimini haklı kılacak şekilde yöneten ve yönetilenlerin beraberce paylaştığı bazı dayanakların (ideoloji, rıza, inanç) varlığı. Bu niteliklere dayalı olarak meşruluğun iki türünden bahsedilebilir:
Usullerden doğan meşruluk anlayışına göre, bir düzeni meşrulaştıran ögeler arasında kurallar ve karar alma süreçlerinde takip edilen usûller önceliklidir.
Esaslardan doğan meşruluk anlayışına göre ise meşruluğun değerlendirilmesinde usuller değil, iktidarın haklılaştırılması ve sorumluluğu ön plandadır.
Meşruluk genel olarak yönetenlerin sahip olduğu araç ve kaynakların kullanılmasının onlara ait bir hak olduğuna ilişkin emir alan veya yönetilenlerin inancıdır.
Yasallık kavramı ile meşruluk kavramının anlamlarının ortak çağrışımları vardır. Ancak meşruluk, yasallığı aşan bir kavramdır. Meşruluk, hukukilik ile beraber makul, haklı ve uygun olma anlamları da taşır.
Siyasal iktidarın kaynağını işaret eden meşruluk, tarihsel süreç içerisinde işaret ettiği kaynağa göre farklı anlamlar kazanmıştır. Modern öncesi dönemlerde meşruluk, yönetenlerin eylemlerinin ilahi iradeye uygunluğu şeklinde anlam kazanmaktadır.
Siyasal otoritenin nasıl meşru kılınabileceği ya da hangi yönetimin meşru olabileceği sorusu modern dönemlerin ana siyasal sorularındandır. Hobbes,
Locke, Rousseau gibi modern dönem siyaset düşünürleri meşruluğu, gelenek ya da Tanrısal iradeye değil, bireysel rızaya dayalı olarak açıklamaya çalışmışlardır.
Liberal demokratik devletlerde meşruluk, bireysel özgürlüğe ve kamuoyuna karşı sürekli açık ve duyarlı olmakla tesis edilir.

Max Weber’in Meşru İktidar (Otorite) Tipolojisi
Meşrulukla beraber iktidar ilişkisi, otorite ilişkisine dönüşür.
Otorite; başkalarının aksi halde yapmayacakları bir şeyi bir ödev olarak yerine getirmeleri demektir. Otorite kendine has bir buyruğu ve bununla bağlantılı itaati kapsar. Otorite ilişkisinde emirler makul ve haklı görülür.
Max Weber, üç tip otorite ilişkisi tanımlamıştır:

Geleneksel Gerekçelerden Doğan Meşruluk (Geleneksel Otorite)
İktidar pratiklerinin kutsallığını öne sürerek meşruluk iddiasında bulunan ve kendisine inanılan otorite türüne geleneksel otorite denir. Bu otorite çerçevesinde oluşan hiyerarşide resmî görevliler arasında ast-üst ilişkisi değil efendi-hizmetçi ilişkisi vardır. Bu tipte otoritenin gerekçesi inancı zorunlu kılar.
Gelenek, iktidarın sıkça meşruiyet devşirdiği bir kaynaktır. Köklü geleneklere sahip devletler, geçmişe göndermeler yaparak meşruluklarını takviye edebileceklerinden dolayı daha avantajlıdırlar.
Kısaca geleneksel otorite meşrulaştırma sürecinde kutsallık, örf, adet, alışkanlıklar ve geleneksel öğelerin yer aldığı otorite ilişkisidir.

Karizmatik Gerekçelerden Doğan Meşruluk (Karizmatik Otorite)
Karizmatik otorite, olağanüstü kişilik (peygamberlik, kahramanlık gibi) özellikleri olan karizmatik bireyin koyduğu kurallara adanmaya dayalı otoritedir. Bu, karizmatik bir hakimiyettir ve peygamber, seçilmiş bir savaş kahramanı, büyük demagog veya parti liderince kullanılır.
Weber’e göre karizmatik otorite, kısa ömürlü ve istikrarsız olsa da siyasal meşrulukta dinamik ve devrimsel bir öğedir. Napolyon, Gandi, Hitler ve Atatürk bu tipin temsilcileridir.

Yasal-Ussal Gerekçelerden Doğan Meşruluk (Yasal-Ussal Otorite)
Bu otorite tipinde meşru hükümranlık, yasal konum ve işlevsel yeterliliğin geçerliliğine olan inanca dayanır. Modern siyasal ve bürokratik sistemler, bu otoritenin örnekleridir. Yasallık, zorunlu olarak meşruluğu beslemeyebilir.
Yasallık, meşruluğun bir öğesidir sadece. Weber, sistemlerin meşruluk temellerinin, her üç otorite tipinin karışımından oluştuğunu belirtir.
Weber’in tipolojisinde otoritenin dayatma yoluyla tesis edilebileceği seçeneği ihmal edilmiştir.
Ülke içine ve dışına ilişkin kararlar alıp uygulayan devletin, bu faaliyetlerinde yönetilenlerin onayını alma ihtiyacı vardır. Bu durum siyasal rejimlerin hepsinde ortaktır.
Meşruluk, iki aşamada ortaya çıkar. Birinci aşama, siyasal sistem içinde iktidarın ele geçirilmesiyle ilgiliyken bir diğer aşama iktidarın işleyişiyle ilgili meşruluk meselesidir.
Birçok devlet ve merkezî siyasal kurumlar zor kullanma sonucu yani askerî fetihler ile doğmuştur, asıl önemli olan uygulama aşamasındaki meşruluktur.
Yönetilenlerin düzene inançları kalmadığında ya da yönetim koordinasyonu başarısız görüldüğünde, meşrulaştırma krizi doğar.
Habermas’a göre devletler, sosyal harcamalar gibi bir takım görevler üstlendikçe yurttaşlarının gündelik yaşamlarına daha fazla müdahil olmakta, devlet müdahale ettikçe halkın talepleri artmakta ve devlet bu talepleri karşılamakta güçlük çekmeye başlayınca da meşruluk kaybı ortaya çıkmaktadır. Yani devletlerin performansları ile meşrulukları ilişkilidir.

Devlet ve Siyasal Sistemler
Devlet, doğası gereği soyut bir varlıktır. Ancak, onun adına yasaları yapacak bir yasama organı, bu yasaları uygulayacak ve ülkeyi yönetecek bir icra organı ile icra organının yasalara uyup uymadığını denetleyecek bir yargı organı vardır.
Devletin siyasi kurumlarını teşkil eden bu organlar arasındaki ilişkilerin yapısı ve niteliği bizi “hükümet sistemi” kavramına götürür.
Siyasal sistem kavramı, bir ülkede mevcut olan yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkinin türü, niteliği, kaynağı ve dayanağını anlatmaktadır. Devlet toplum ilişkilerinin niteliği, yani bir toplumdaki cari siyasal sistem, o toplumdaki egemen siyasal kültür kalıpları, tarihi geçmiş, ülkedeki ekonomik ve sosyal durum ve daha birçok parametre ile yakından ilişkilidir.

Devlet Kavramı
Devlet her şeyden önce bizim için zorlayıcı bir otoritedir. Bunun dışında devlet bizi dış düşmanlardan ve içerdeki zorbalardan korur.
Devlet iktidarı, toplumdaki diğer iktidar biçimlerinden daha geniştir ve tüm ülkeyi kapsar. Gerek teoride kavramsal olarak gerekse pratikte kurumsallaşmış bir iktidar tipi olarak devlet 16. yüzyılda doğmaya başlamıştır. 15. yüzyılın başında Machiavelli, belli bir toprak parçası ve topluluk üzerinde etkili otoriteyi anlatmak üzere stato sözcüğünü kullanmıştır. Daha sonra Jean Bodin, ürettiği
“egemenlik” kavramı ile devletin kavramsal olarak biraz daha ete kemiğe bürünmesine katkı sağlamıştır. Modern devlet bugünkü şekline ise ancak 19. yüzyılda ulaşmıştır.
Klasik Fransız kamu hukuku doktrininde devlet “milletin hukuki kişilik kazanmış şekli” olarak tanımlanmıştır. Avusturyalı hukukçu Hans Kelsen’e göre “devlet, etkili olarak yürürlükte bulunan bir hukuki normlar sistemidir”. Alman sosyoloğu Max Weber (1864-1920) ise devleti, “belirli bir toprak parçası üzerinde meşru şiddet kullanma tekelini elinde başarıyla bulunduran insan topluluğu” olarak tanımlamaktadır. Marksist teoride devlet, bir sınıf yapısı olarak telakki edilir. Liberal teoride devlet belirli hizmetleri yerine getirmek üzere kurulmuştur. Liberaller devleti, sürekli denetim altında tutulması gereken bir araç olarak görürler.

G.W.F. Hegel (1770-1831)
Hegel’e göre insan bireyci, bencil, çıkarcı, doyumsuz ve saldırgandır. Sivil toplum, her zaman insanın bu doğal tutkularının tehdidi altındadır. Hegel’e göre insanın bu tutkularını gemleyecek, barış ve istikrarı sağlayacak olan devlettir.
Hegel’in “sivil toplum”u kapitalist topluma tekabül eder. Sivil toplum, kişisel hazzın ve dolayısıyla bencilliğin, devlet ise diğerkâmlığın alanıdır. Hegel’in devletin kökeni olarak aileyi göstermesi tam da bu yüzdendir. Bilindiği üzere insani etkileşim başlıca iki ilke üzerinden yürür: Çıkar ilkesi, armağan ilkesi. Birincisinde eyleme iten ilke rasyonellik (akılcılık, hesabilik), ikincisinde ise diğerkâmlıktır (hasbilik). Birincisinde alınanla verilen arasındaki orantıya bakılır. Kârlılık ve fayda temel motiftir. Ancak ikincisinde aile fertlerinin ihtiyaçları, hakları ve mutluluğu, insanı eyleme iten tek güdüdür.
Hegel’e göre kısıtlanmamış sivil toplumdaki rekabet, zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun büyümesi sonucunu verir. Hegel sivil toplumu, özel çıkarların çarpıştığı bir savaş meydanına benzetir. Dolayısıyla devletsiz bir sivil toplum, kendi çoğulluğunu felce uğratma ve yok etme eğilimindedir.
John Keane’in ifadesiyle; “Sivil toplum siyasal olarak düzenlenmediği, “devletin daha yüksek gözetimine” tabi kılınmadığı sürece “sivil” olarak kalamaz”.
Hegel’in dizgesinde yurttaşların devlet iktidarını nasıl ve hangi koşullar altında sorgulayacakları -siyasal demokrasi ve aktif yurttaş olma sorunu- muallakta bırakılmıştır.

Thomas Hobbes (1588-1679)
Hobbes’a göre devlet sivil toplumun tanrısıdır. Hobbes, insan doğası hakkında Hegel’den daha kötümserdir. Hobbes, devlet öncesi doğa durumunu, bir savaş hâli olarak tasvir eder (“insan insanın kurdudur”).
Hobbes’un devlet teorisinde toplumun varlığı ve devamı, devletin var oluşu ile mümkündür. Devletin kurulması ile doğa durumu son bulur ve uygar dönem başlar. Hobbes’un hayalini kurduğu devlette siyasal rejim bir totalitarizmdir.
Hobbes’a göre bu egemen bir mutlak monark da olabilir bir kurul da yeter ki insanın potansiyel saldırganlığını kontrol altında tutacak kadar güçlü olsun (Leviathan).

John Locke (1632-1704)
Locke, insan doğası hakkında Hegel ve Hobbes gibi kötümser değildir. Locke’a göre devlet, insanların, canlarına ve mallarına saldıranları cezalandırma yetkisini bir koruyucuya devretmesiyle doğmuştur. Locke devleti, sadece bu özel ilişkiler alanının koruyucusu sınırlı bir otorite olarak düşünür. Ona göre devlet bizzat barış ve huzuru tesis etmeye çalışmaz, yani toplumun doğal işleyişine müdahale etmez var olan düzeni korumaya çalışır. Locke’da doğa durumu aşamasında baskın olan çatışma ve huzursuzluk değil, barış ve erdemdir. Kısaca
Locke’un istediği sınırlı ve zayıf bir devlettir.

Devletin Kökeni ve İşlevi
Devletin doğuşu konusundaki hipotetik teoriler içinde en bilineni “sözleşme kuramları”dır. Bu teorilere göre, insanlık tarihinde devletin kurulmasından önceki aşama bir “doğa durumu” evresidir. Bu evrede insanlar belirli nedenlerle aralarında bir sözleşme yaparak devleti var etmişlerdir.
Hipotetik kuramların içeriği felsefidir. Tarihsel süreçten ziyade devletin varlık nedeniyle ilgilidirler.

MODERN DEVLETİN OLUŞUMU
Feodal düzenin yıkılmasından sonraki süreç kapitalist piyasa örgütlenmesinin ihtiyaçlarının yerine getirilmesi şeklinde gelişti. Modern devletler bu süreçte ortaya çıkan yapılardır.
Feodalite
Batı Roma İmparatorluğu 5. yüzyılda Cermen kabileleri tarafından yıkıldıktan sonra Avrupa’da merkezi ve otoriter bir yönetim değil, küçük toprak parçaları üzerinde senyör veya lort denilen maliklerin denetiminde bir örgütlenme öne çıktı. Senyörlere ait arazilerde yaşayan mülkü/arazisi olmayan insanlar (bunlara serf denir) senyörün malı olarak, onun emrinde/hizmetinde yaşadılar. Serşer bu hizmetleri karşılığında senyörün koruması altındadır. Artı değer, senyörün bir üstü konumundaki bir başka feodal bey tarafından alınırdı. Bu dönemde üretim küçük ölçeklidir. Yol güvenliği olmadığı için ticaret cazip bir iş kolu değildi.
Haçlı Seferleri sonrasında ticaret yoluyla zenginleşen yeni bir sınıf ortaya çıktı. Burjuva denilen bu sınıf, kentlerde yaşıyordu. Ticaret, bu sınıfın elinde gelişmeye başladı. Ticaretle birlikte hem şehirlerin cazibesi arttı hem de şehirlerarası etkileşim çoğalmaya başladı.
Feodal sistem, burjuva sınıfın taleplerine cevap veremeyecek kadar hantaldı; dahası bundan bir çıkarı da yoktu. Tüccarlar bu süreçte krallarla aralarını hep iyi tuttular. Feodal sistemde çok fazla güç odağı vardır. Feodal beyler kendi bölgelerinde etkili ve güçlüydüler. Kral, bütün bu yapının en tepesinde idiyse de etkinliği sınırlıydı. Tüccarların da desteğini alan krallar, feodal beylerin karşısındaki gücünü arttırdı ve bunun sonucunda monarşiler ortaya çıktı.
Mutlak monarşinin üç düşünürü İtalya’da Machiavelli (1469-1527), Fransa’da
Jean Bodin (1530-1596), İngiltere’de Thomas Hobbes (1588-1679), merkezî devletin teorik temelini attılar.
Machiavelli’ye göre İtalyan birliğinin sağlanması için bu birliğe engel oluşturan bölük pörçük feodal birimlere ve papalığa boyun eğdirecek kadar güçlü bir merkezî otoriteye, yani mutlak monarka ihtiyaç vardı. Machiavelli’ye göre güç, devletin varlık koşulu, belirleyici özelliği, hatta kurucu unsurudur.
Jean Bodin, ürettiği egemenlik kavramı ile merkezî iktidarın pekişmesine güçlü bir teorik destek sağladı. Onun çabaları, egemenliğin kralla özdeşleşmesine neden oldu. Bu mutlakçılık, Güneş Kral olarak yaftalanan Fransa Kralı 14. Louis’nin şu sözlerinde somutlaştı: “L’Etat, c’est moi (Devlet Benim)”.
Burjuvazinin yükselmesi için monarşiye ihtiyaç vardı. Burjuva sınıfı bunu kolayca başardı. Ancak kısa bir süre sonra siyasi yetkiye ihtiyaç duyan burjuvazi bu defa kralla sürtüşmeye başladı. Modern devlet, burjuvazinin monarşiyle olan sürtüşmesinin sonucudur. İngiliz Devrimi (1640-1688), Amerikan Devrimi (1776), Fransız Devrimi (1789), burjuva sınıfının siyasi hak taleplerinin sonucudur.
Bu devrimler sonucunda egemenlik kraldan alınıp parlamentoya devredildi.

Feodal dönemde ve Osmanlı gibi patrimonyal sistemlerde, kişiler arası ilişkiler yönetimin temel taşıydı. Yönetim hiyerarşisi içindeki her kişi, konumunu, bir üsttekine olan bağlılıktan ve sadakatten alıyordu. Osmanlı’da bütün topraklar hanedanın mülkü kabul ediliyordu.
Günümüzde ise devlet, yönetenlerin şahsından bağımsız bir tüzel kişiliktir. Bu tüzel kişilik sayesinde devletin hak ve borç sahibi olması, borçlanması, sorumluluğu, davada taraf olması söz konusu olabilmektedir.

DEVLET TÜRLERİ

Tekçi / Üniter Devlet
Siyasi iktidar tek merkezde toplanmıştır. Kısaca bütün vatandaşlar tek bir siyasal merkezin otoritesine tabidirler. Tekçi devlette bir tek yasama, yürütme ve yargı gücü ve tek bir anayasa vardır.

Birleşik Devlet
Birden çok siyasi otorite merkezinin ve dolayısıyla birden çok yasama, yürütme ve yargı organının bulunduğu devletlerdir. İki ya da daha fazla sayıda devlet bir araya gelerek birleşik (federal) devleti oluşturmuşlardır. Her federe (kurucu) devletin kendi anayasası, yasama, yürütme ve yargı organı bulunmaktadır. Ancak federe meclislerce yapılan yasaların federal anayasa ve temel yasalara aykırı olmaması gerekir. Kurucu (federe) devletler içişlerinde bağımsız, dışişlerinde birleşik devlete tabidirler. Yani federe devletlerin uluslararası alanda ayrı bir devlet olarak tanınmaları söz konusu değildir.

SİYASAL SİSTEMLER
Siyasal sistemle, ülkelerin özgül koşulları arasında yakın bir ilişki vardır. Bir ülkedeki siyasi sistemin niteliği yani demokratik, otoriter ve totaliter oluşu, o ülkenin ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyi, tarihî geçmişi, gelir ve eğitim düzeyi, siyasal kültür kalıpları gibi çok sayıda faktöre bağlıdır.
Talcott Parsons’un sosyal bilimler alanına taşıdığı sistem analizi kavramının bize anlattığı gibi; toplumsal gerçeklik başlı başına bir sistem oluşturur.
Platon’a göre ilk yönetim biçimi patriarşi’dir. Patriarşi, iktidarın babanın ya da klan ve kabile şefinin elinde olmasıdır. Nüfusun artışı, kabile ve klanların birleşmesi ile bu yönetim biçimi son bulmuştur. Bu aşamada yönetim, bu kabile şeflerinden birine verilirse ortaya çıkan yönetim biçimi monarşidir. Aile şeflerinin birlikte yönetimi söz konusu olursa bu sistemin adı aristokrasidir.
Toplumdaki zengin bir azınlığın yasaya dayalı olmayan yönetimi oligarşidir, tek kişinin zora dayalı yönetimi tiranlık olarak adlandırılır.

Çoğulcu Sistemler
Tarih boyunca insanoğlunun keşfettiği gerçek anlamda tek bir çoğulcu sistem vardır, o da demokrasidir.
Atina’da M.Ö. 5. yüzyılın ortasından 4. yüzyılın ortalarına kadar kamusal meselelerin çözümünün yurttaşların çok yönlü aktif katılımı ile gerçekleştiği demokratik bir sistem bulunmaktaydı.
Demokrasi karşıtı rejimler, varlıklarını, insanların eşit olmadığı savı üzerine temellendirmişlerdir.
İnsanın doğal eşitsizliği ve bunun üzerine bina edilen aristokratik yönetim fikrine ilk itiraz, Eski Yunan’da Stoacılar olarak adlandırılan akımdan gelmiştir. Kısacası, Batı siyasi düşünce tarihinde insanın eşitliği fikri, karşıtı kadar eskidir. Stoacılara göre tüm insanlar doğuştan eşittir.
Modern zamanlarda insanın eşitliği ve iktidarın halka dayanması gerektiği fikrinin en güçlü savunucularından biri John Locke (1632-1704) olmuştur.
Batı tarihinde eşitlik yönünde hatırı sayılır ilerlemeler, 17. yüzyıl ortalarında başladı ve 20. yüzyılda zirve noktasına ulaştı.
İngiltere’de kralın otoritesini sınırlamaya yönelik ilk girişim 1215’te Magna Carta (Büyük Sözleşme) ile gerçekleşmiştir.

Çağdaş Demokrasi
Demos halk; kratos ise güç, iktidar anlamına gelir. Demokrasi, siyasi iktidarın halk tarafından tayin edilmesi, halkın kendi adına siyasi ve hukuki kararları alacak kadroları seçimle işbaşına getirmesi olarak tanımlanabilir. Demokraside egemenliğin yegâne kaynağı halktır.
Politik kararlara halk doğrudan katılmaz ve katılamaz. Demokrasilerde halk ancak kendisi adına bu kararları alacak temsilcileri seçer. Demokrasi bu noktada karşımıza çıkar. Seçim tertip edilir; halkın önüne birileri çıkartılır ve halka “seçin bakalım” denir. Seçimin bir kazananı olur. Kaybeden azınlık yasalar dâhilinde tahakküm endişesinden korunur. Bir şekilde herkes mutlu edilmiş olur.
Demokrasi, başarısız olan hükümetlerin kolayca iktidardan uzaklaştırılmalarına olanak sağlar. Karl R. Popper, demokrasiyi, iktidarın şiddete başvurmaksızın el değiştirmesine imkân veren kurumların korunması olarak tanımlamaktadır.
Demokrasinin olmazsa olmazlarından birisi örgütlü bir muhalefetin varlığıdır.
Zira ancak bu nitelikte bir muhalefet, iktidarı dizginleyebilir.
Demokratik bir ülkede, devletin, resmî ve dolayısıyla herkes için bağlayıcı bir iyi anlayışı ve ideolojisi olamaz.
Demokrasi, demokratik siyasal kültürü gerekli kılar.
Demokrasinin ilkelerinden bir diğeri güçler ayrılığı ilkesidir. Güçler ayrılığı, yasama, yürütme ve yargı yetkisinin birbirinden bağımsız ayrı organlarda toplanmasıdır. Devlet iktidarının farklı erkler arasında bölüştürülmesindeki amaç, iktidar sahiplerinin girişecekleri hukuksuz uygulamaları engellemek için gücü güçle sınırlamaktır. Bu erkler birbirlerini denetler ve sınırlarlar. Bu ilke Montesquieu ve John Locke’un fikrine dayanır. Bu güçlerin ikisi veya üçünün aynı elde toplanmasına yetki toplulaşması adı verilir.

Liberal Demokrasi
Demokrasi en genel anlamda kim yönetmelidir sorusuna cevap oluşturur.
Liberalizm ise yönetimin hangi sınırlar içinde kalarak yönetme görevini yerine getireceği ile ilgilidir. Liberalizm için temel çıkış noktası birey ve onun özgürlüğüdür.
Liberallere göre bireyin özgürlüğüne yönelik en büyük tehdit kaynaklarından biri devlettir. Bu nedenle devletin sınırlanması, hatta devletin başlangıçta sınırlı bir devlet olarak kurulması esastır. Devletin sınırlanması için en temel araçlardan biri anayasadır.
Demokrasinin iki idealinden biri eşitlik, diğeri özgürlüktür.
Liberal demokraside özgürlük ön plandadır, sosyal demokraside ise eşitlik.
Liberaller, devletin toplumsal ilişkilere müdahalesine karşıdırlar. Bu hususta liberallerin sloganı “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”dir. Özgürlük, negatif özgürlük (freedom from) olarak düşünülmektedir. Negatif Özgürlük: Bireyin engellenmemesi, başkalarına zarar vermemek koşuluyla hareketlerinde serbest olmasıdır.

Sosyal Demokrasi
Sosyal demokrasi, kapitalizmin gelişimine koşut olarak ortaya çıkan işçi sınıfının sorunlarına yönelik entelektüel ilgiden doğmuştur.
Kapitalist sistemin esası, yarışma ve rekabettir. Bu sistem doğası itibariyle işçilerin aleyhine işleyen, onları düşük ücrete, uzun çalışma saatlerine ve kötü yaşam koşullarına mahkûm eden bir sistemdir.
Liberalizm, ekonomik bakımdan güçlü olan sınıfların çıkarlarına hizmet eden bir ideoloji olarak gelişmişti. Sosyalizm ise tam aksine işçi sınıfının sorunlarına bir cevap olarak doğdu. Sosyalizme göre liberalizmin altını çizdiği hak ve özgürlükler, ancak bu özgürlüklerin gerçekleşmesine temel oluşturacak maddi koşulların sağlanması hâlinde var olabilirdi.
Sosyal demokraside Marksizm’den farklı olarak kapitalist üretim biçimi reddedilmemektedir. Sosyal demokraside özgürlük, geliri daha adil dağıtmak üzere devletin müdahalesiyle var olabilecek pozitif özgürlüktü (freedom to).
Pozitif Özgürlük: Negatif özgürlük durumunda bireyin teorik olarak sahip olduğu özgürlükleri fiilen kullanmasına temel oluşturacak mali imkânlara devlet tarafından sahip kılınmasıdır.

Tekilci Sistemler
Tekilci sistemlerde iktidar belirlenmesinde halkın etkin rol almasına izin verilmez. Tekilci sistemler, kısaca, totaliter ve otoriter sistemler olarak iki başlık altında incelenebilir.
Totaliter rejimlerde toplumsal bütünleşme devlet tarafından sağlanır. Hakikatin bütününü içerdiği ve tüm toplumu ebedî saadete eriştireceği düşünülen ideoloji bu bütünleşmenin gerekçesini oluşturur. Totaliter sistemlerde yasal bir muhalefete yer yoktur.
Ototiter rejimler, herhangi bir kişi ya da grubun iktidarı ele geçirerek yönetilenler üzerinde zora dayalı bir hâkimiyet kurduğu rejimlerdir. Kapsayıcı, totalist bir ideoloji yoktur. Bu sistemler iktidardaki azınlığın çıkarına hizmet ederler.

Marksist Rejimler
Marks’a göre, insanlık tarihinde iş bölümünün ortaya çıkması ile iki sınıf doğmuştur: Mülk sahipleri ve mülksüzler. Mülk sahipleri, sömüren ve mülksüzler ise sömürülen sınıfı oluşturur. Kapitalizmde sömürünün asıl nedeni, üretim araçlarının, yani sermayenin bir azınlığın özel mülkü olmasıdır.
Yabancılaşma: Kapitalist üretim biçiminde işçilerin aslen kendi emeklerinin ürünü olan hasılanın büyük kısmına sermayedar sınıfın el koyması sonucu kendi ürünlerinden ve üretim sürecinden psikolojik olarak kopmalarını ve uzaklaşmalarını ifade eder.
Marks’ın ütopyasına göre gerçek özgürlük ve demokrasi, kapitalist toplumun yıkılması ve insanın insanı sömürmesinin ortadan kalkması ile gerçekleşecektir.

Faşist Rejimler
Faşizm ilk kez 1922 yılında İtalya’da ortaya çıktı. 1933’te onu Alman Nazizmi izledi. 1927’de Portekiz’de, 1930’da Japonya’da ve 1938’de İspanya’da kurulan rejimler faşizme benzer nitelikler taşımaktaydılar.
Faşizm, liberalizme ve sosyalizme bir tepki olarak doğmuş eklektik bir ideolojidir. Faşist diktatörlükler, kapitalistleşme konusunda nispeten geç kalmış ülkelerde ortaya çıkmıştır. Faşizm, kapitalist ekonomiden yanaydı. Ancak liberalizmin bireyciliğini reddediyordu. Faşizme göre gerçek yarışma ve savaş, sınıflar arasında değil uluslar arasındaydı. Bu savaşta başarıyla çıkabilmek için ulusun sınıflara bölünmesi değil “ulusal çıkar” ortak paydasında birleştirilmesi gerekiyordu. Bunun için faşizm akıldan çok duygulara hitap etmiş ve manevi değerleri maddi değerlerin önüne geçirmiştir.
İnsanlar doğuştan eşit yaratılmamışlardır. Eşitsizliği, insanlara, doğal, ontolojik, istense bile değiştiremeyecekleri bir durum gibi göstermek ana amaçtır. Faşizm insan doğası hakkında kötümser bir tablo çizer.
Faşizmde ulus, onu oluşturan topluluklardan bağımsız, onların üzerinde bir gerçeklik olarak görülmektedir.
Faşizmde bireycilik ve özgürlük toplumsal çatışmaya ve düzensizliğe neden olduğu için reddedilmektedir. Faşizm, demokrasiyi de reddeder.

 ---
Siyaset Bilimi
Editör: Davut Dursun & Mustafa Altunoğlu
Anadolu Üniversitesi yayını

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder