27 Eylül 2014 Cumartesi

Siyâsî Düşünceler ve İdeoloji

Siyâsî Düşünceler ve İdeoloji

MUTLAKİYETÇİ (OTORİTER) DÜfiÜNCE
Feodal yapının sona ermesi için gücün tek merkezde toplanması gerekliydi. Bu nedenle mutlakiyetçi düşünce, Orta Çağ’da palazlanmaya başlar.
Modern dünyadaki mutlakiyetçi düşünce geleneğini başlatan İtalyan düşünür Niccolo Mahciavelli’in temel amacı sınırsız güce sahip mutlak bir prensin şahsında İtalya topraklarında bulunan küçük güç merkezlerini bir araya getirerek güçlü bir İtalyan devleti ortaya çıkarmaktı.
İngiltere, 17. yüzyıl boyunca yaşanan sınıf çatışmalarından kurtulmak üzere mutlakiyetçi bir rejime ihtiyaç duymuştur. Hobbes’un eseri bu ihtiyacı dile getirmiştir (Leviathan). Aynı yüzyılda Fransa’da da insanlar mezhep çatışmaları yüzünden birbirlerini öldürüyorlardı. Bunun önüne geçebilmek için yine mutlakiyetçi bir rejime ihtiyaç vardı. Jean Bodin ve Jean Jacques Rousseau gibi düşünürler sınırsız güçle donatılmış bir gücü gerekli görmüşlerdi.

Mutlakiyetçi Düşüncede İnsan ve Toplum
Mutlakiyetçi düşünceyi savunan düşünürler insanı bencil, aç gözlü, doyumsuz ve saldırgan bir varlık olarak kabul ederler. İnsan, mutlak bir siyâsî güç olmadan başkasıyla barış içinde bir arada yaşayamaz.
Mahciavelli’ye göre yönetim insan bencilliğinin sonucunda gelişmiştir. Yöneten ile yönetilenin bencilliğinin buluştuğu noktada yönetim ortaya çıkar. Yönetenin bencilliği iktidara sahip olmayı arzularken yönetilenin bencilliği sahip olduklarını korumayı ister.
Mutlakiyetçi düşünürler toplumsal farklılaşmayı bir kaos, karmaşa ve tehdit olarak algılarlar. Onlara göre toplum, devlet tarafından dönüştürülmeli ve yeniden yaratılmalıdır.
Hegel, aşkın bir devletin ortaya çıkarak sivil toplumdaki farklılıkları yok etmesi ve sivil toplumu kendi şemsiyesi altında aynı amaçlara yöneltmesi gerektiğini savunmuştur. Hegel, bu düşünceyi “asimile etmek medenileşmektir” ifadesiyle dile getirmiştir.

Mutlakiyetçi Düşüncede Otorite ve Devlet
Mutlakiyetçi düşünce bireyi değil, devleti önemser.
Machiavelli, devleti bir hükümdarın şahsında en üstün varlık olarak kabul etmiştir. Machiavelli’ye göre “sonuca giden her yol mubahtır”. Hükümdar açısından sonuç, kendi iktidarını korumaktan başka bir şey değildir.
Hobbes’a göre devlet ortaya çıktıktan sonra egemenlik hakkı bireylerden devlete geçer. Devlet de zor kullanarak toplumu yönetir ve insanları barış içinde bir arada tutar.
Rousseau’ya göre devlet çoğunluğun iradesine göre çalışır. Bu aynı zamanda Genel İrade (Millî İrade) denen şeyi oluştur. Genel İrade mutlak olup her tür yanılgının ve sınırlamanın ötesindedir. Rousseau’ya göre Genel İrade meşruiyetin kaynağıdır. Çoğunluğun kabul ettiği bir yasa veya karar mutlak olarak doğrudur. Rousseau, toplumsal farklılaşmanın devlet tarafından eğitim yoluyla yok edilmesini savunur.
Hegel’de devlete sözleşme yoluyla değil, tarih içinde diyalektik yoldan ulaşılır. Sivil toplum içindeki farklı unsurlar arasındaki diyalektik ayrışma ve çatışma sonucunda devlet bir çözüm noktası olarak ortaya çıkar. Devlet ortaya çıktıktan sonra toplumu kendi şahsında homojen hâle getirir.

LİBERALİZM
Liberalizm esas olarak modern dünyada gelişen bir ideolojidir. Erken dönemde Locke, Kant, Montesquieu, Tocqeuveille, Bentham; yirminci yüzyılda ise Hayek,
Robert Nozick, Ludwig von Misses gibi düşünürler tarafından savunulmuştur.
On yedinci yüzyılda ortaya çıkan klasik liberalizm, temel insan hakları, sınırlı devlet, hukukun üstünlüğü, serbest piyasa ekonomisi gibi değerleri savunmaktadır. Klasik liberalizmin iki önemli fikir babası John Locke ile Adam Smith’tir. Locke, siyasi liberalizm öğretisini geliştirirken Smith ise iktisadi liberalizm düşüncesini geliştirmiştir.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren gelişmiş olan sosyal liberalizm; sivil ve siyasal hakları, katılımı ve eşitlik düşüncesini savunan bu anlayış klasik liberalizmin aksine devlete belli alanlarda yükümlülükler yükler. John Stuart Mill ve Thomas H. Green gibi düşünürler bu düşüncenin önemli isimlerindedir.
Yirminci yüzyılda Hans-Hermann Hoppe, Robert Nozick ve Ayn Rand gibi düşünürler tarafından geliştirilen liberteryen düşünce; devleti bir gece bekçisi gibi düşünmekte ve sosyal, ekonomik, siyasal yaşamın her alanından çekmeyi savunmaktadır. Liberteryen anlayışa göre alt yapı, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi faaliyet alanları dâhil olmak üzere güvenlik ve adalet dışındaki tüm hizmetleri toplumun kendisine bırakmak gerekir.

Liberalizmde Birey ve Toplum
Liberalizmin dört temel değeri bireycilik, özgürlük, çoğulculuk ve hoşgörüdür.
Liberalizm, temel insan haklarını birey ekseninde formüle ettiği gibi, birey-devlet ilişkisini de bireyi esas alarak kurgular.
Liberalizmin özgürlük anlayışı bireye müdahalesizliği öngörür. Bireysel özgürlük için siyasal iktidarın sınırlandırılmasını ve hukukun vesayeti altına alınmasını şart koşar.
Liberalizm her insanın kendi seçimini kendisinin belirleme hakkını savunduğu için doğal olarak insan tercihlerinin toplumsal yansıması çoğulculuk olur.
Devlete düşen görev farklılıkların bir arada barış içinde yaşamasını korumaktır.
Çoğulculuğun gelişebilmesi için “hoşgörü” kültürüne ihtiyaç vardır. Eğitimin ana işlevlerinden biri hoşgörü kültürüne katkıda bulunmasıdır.

Liberalizmde Siyâsî Yapı ve Demokrasi
Liberalizme göre yönetimin temeli halkın rızası olmalıdır. İktidar, serbest seçimler yoluyla halkın rızasını alarak yönetime gelmelidir.
Liberal devlet, hukukun üstünlüğü ilkesine göre işlediği için devleti hukukla sınırlandırmıştır. Liberalizme göre devlet bir hakem olarak toplumsal kesimler arasında tarafsız olmalıdır.

Liberalizmin İktisadi Boyutu
Adam Smith ile başlayan iktisadi liberalizmin temel felsefesi “laissez faire, laissez passer” düşüncesiyle dile getirilen “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” öğretisidir. Adam Smith, firmaların devletin sınırlamasına maruz kalmaksızın rahatça yatırım ve üretim yapabildikleri ve bu ürünleri gümrük engeline takılmadan dünyaya pazarlayabildikleri bir toplumda zenginlik ve refahın gelişeceğini ileri sürmüştür. Liberallere göre ekonomi serbest piyasa koşullarına göre işlemelidir.
Buna aynı zamanda “pazar ekonomisi” de denmektedir. Liberaller, tüketici ile üretici arasındaki ilişkinin ikisi arasındaki karşılıklı rızaya dayanması durumunda bir sorun olmayacağını düşünürler.

MUHAFAZAKÂRLIK
Fransız devriminden sonra sistemli bir öğreti hâline gelmiştir. On dokuzuncu yüzyılda David Hume, Edmund Burke ve Joseph de Maistre gibi düşünürlerin tartışmalarıyla şekillenmiştir. Muhafazakârlar, toplumsal değerlerin ve kurumların temelinin toplumların tarihsel birikimine, kültürüne ve geleneğine dayandığını düşünürler. Bu bakımdan Aydınlanmacıların akıl merkezli perspektifine karşı çıkar.
Muhafazakârlar, Fransız Devrimi’ne hem oluş tarzından hem de sonuçlarından dolayı karşıydılar. Fransız Devrimi’nden sonra Fransa’da anarşi, kaos ve düzensizlik baş göstermiştir. Oysa muhafazakârlar, değişimin kademeli ve evrim yoluyla gerçekleşmesinden yanadırlar.
Muhafazakârların tepkisini çeken diğer bir şey ise sosyalist hareketlerdi. Saint
Simon, Charles Fourier ve Karl Marx gibi düşünürler muhafazakârların hararetle savundukları özel mülkiyeti ortadan kaldırarak kamu mülkiyetine geçmeyi savunmaktaydılar. Muhafazakârlara göre sosyalist devrimci düşünceler, toplumun binlerce yıldır devamını sağlayan ana omurgasını kırıp yerine kurgulayıcı akıldan hareketle yenisini ikame etmeye çalışmaktaydılar.
Muhafazakârların tepkisini çeken diğer bir husus da Sanayi Devrimi sonrasında şekillenen yeni toplumsal yapıydı.

Muhafazakâr Düşüncede İnsan ve Toplum
Muhafazakârlar, insanların toplumu ve otoriteyi oluşturmadığını aksine toplumun insanın yapısını, kapasitesini, düşüncesini, ahlaki değerlerini, inançlarını oluşturduğunu ileri sürerler. Onlara göre bilgilerimiz akla değil, tecrübeye dayanır. Muhafazakârlar ikinci olarak insanın hakları beraberinde getirmediğini, hakların devlet tarafından insana bir lütuf olarak verildiğini düşünürler.
Muhafazakârlara göre toplum, hepimizi kuşatan, bizlerin toplamından daha büyük, daha kapsayıcı ve kompleks bir varlıktır; keyfî biçimde müdahale edebileceğimiz, istediğimiz şekle sokabileceğimiz, sözleşme sonucu oluşturduğumuz mekanik bir araç değildir.

Muhafazakâr Düşüncede Düzen ve Değişim
Toplumsal düzenin temeli mülkiyet ve otoritedir. Muhafazakârlara göre en iyi düzen “mevcut olan” düzendir. Muhafazakâr düşünürler, “süreklilik” ve “istikrar”a büyük önem verirler. Toplumların değişimi süreklilik ve istikrarı bozmayacak şekilde olmalıdır.
Her toplum kendi vatandaşına derin tarihsel kökleri ve arka planı olan büyük bir tecrübe birikimi ve serveti sunar. Aklı işlevsel hale getiren, birikmiş olan tecrübeden başkası değildir.

Muhafazakâr Düşüncede Devlet ve Otorite
Muhafazakârlara göre toplum, insan organizmasının bedensel kısmını, otorite ise beyin kısmını meydana getirir. Güçlü bir otorite olmaksızın toplumun ve düzenin devamı söz konusu olamaz. Muhafazakâr düşünceye göre otoritenin temeli “sözleşme”ye değil, “sadakat”e dayanır.
Liberal muhafazakârlığın en önemli iki ismi David Hume ile Edmund Burke’tür.
Liberal muhafazakârlar sınırlı bir otoritenin yanı sıra, bireyle devlet arasındaki ilişkide bireyin haklarının sağlanacağı bir denge kabul ederler. Bununla birlikte, liberal muhafazakârlar devletin topluma, toplumun değişim sürecine ve ekonomiye müdahale etmesini istemezler.
Otoriter muhafazakârlığın temsilcileri Joseph de Maistre ile Louis de Bonald gibi Fransız kökenli düşünürlerdir. Otoriter muhafazakârlar, devletin topluma müdahalesini gerekli görür ve önemserler. Öte yandan hak ve yükümlülükler dengesinde liberal muhafazakârlar hakları öne çıkarırken otoriter muhafazakârlar yükümlülükleri daha fazla önemserler.

SOSYALİZM
Sosyalizm, Avrupa’da gerçekleşen sanayi devrimine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Fransa’da ortaya çıkan sosyalizm ütopik bir düşünce biçimi olarak gelişti. Bu tarzdaki sosyalist düşünceye Fransa’dan Saint Simon ve Charles Fourier, İngiltere’den de Robert Owen gibi ütopyacılar önemli katkılar sağlamıştır. Ütopik sosyalistler sosyalist bir toplum hayal etmelerine rağmen buraya nasıl geçileceğine cevap verememişlerdi.
Karl Marx, Hegel’in diyalektik yöntemini kullanarak kapitalizmin iç çelişkilerinden sosyalizme geçileceğini ileri sürmüştür. Marx bu yaklaşıma “bilimsel sosyalizm” adını vermiştir. Marx aynı zamanda emekçi sınıfın örgütlenmesinde aktif rol oynayarak Fransa ve İngiltere’nin sosyalizme geçişini sağlamaya çalışmıştır.

Marx’ta Tarihsel Materyalizm ve Sosyal Sınıflar
Marx’a göre tarihin itici gücü sosyal sınıflardır. Sosyal sınıf kavramı Marx sosyolojisinin en önemli kavramıdır. Marx, tarihsel ilerlemeyi sosyal sınıflar arasındaki çatışma üzerine bina etmiştir.
Marx ve Engels, Avrupa tarihini beş aşamaya ayırmıştır. Bu aşamalar sırasıyla ilkel-komünal aşama, köleci aşama, feodal aşama, kapitalist aşama ve sosyalist aşamadır. Sosyal sınıflar, Marx’a göre “özel mülkiyet”in gelişmesiyle ortaya çıkmıştır.
Marx’a göre tüm toplumsal yaşam alanı iki yapıya ayrılır: Alt yapı ve üst yapı. Alt yapı ekonomidir. Marx buna “üretim biçimi” der. Üst yapı ise ekonomik olmayan devlet, aile, din, kültür, ahlak gibi kurumlardan oluşur. Ekonomik alt yapıda iki sınıf bulunur. Bunlardan birisi “sermaye” sınıfı, biri de “emekçi” sınıfıdır. İki sınıf arasındaki ilişkiye Marx “üretim ilişkileri” der.
Sermaye sınıfı, emekçi sınıf üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırmak ve sürekli hâle getirmek için üst yapısal kurumları ortaya çıkarmıştır. Devletin, ailenin ve dinin varlık nedeni alt yapıdaki ilişkilere süreklilik ve meşruluk kazandırmaktır.

Marx’a Göre Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş
Marx, emekçi sınıf tarafından üretilen artık değerin en fazla sömürüldüğü sistemin kapitalist sistem olduğunu düşünür.
Kapitalizmde işçinin emeği alınıp satılan bir “meta” hâline gelmiştir. Kişinin üretim içinde hem artık değerine hem de insan olarak kendisine olan uzaklaşmasını Marx “yabancılaşma” olarak nitelendirir.
Kapitalist toplumdaki iki sınıfı Marx burjuvazi ve proletarya olarak isimlendirir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki çatışma sosyalizmi getirecektir. Proletaryanın üretim araçlarına el koymasıyla sosyalist devrim gerçekleşecektir.
Marx’a göre sosyalist devrimle birlikte bir “proletarya diktatörlüğü” kurulacak ve bu diktatörlük sosyalist toplumu komünizme taşıyacaktır. Özel mülkiyet güdüsü ve bunun ürünü olan üst yapısal kurumların uzun bir tarihi geçmişi olduğu için bunlar ancak belli bir dönem içinde tasfiye edilebilir. Bunu yapacak olan proletarya diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük, devlet dâhil, tüm üst yapısal kurumları tasfiye ederek sosyalist toplumu komünizme götürecektir.
Komünist toplumda hiç kimsenin özel mülkiyeti yoktur. Dolayısıyla bencillik yoktur, eşitlik vardır.

Dünyada Sosyalizm ve Sonuçları
Rus Komünist Partisi’ni “öncü proletarya” örgütü olarak kabul eden Lenin, sosyalizmi bu parti eliyle az gelişmiş ülkelere yaymaya çalışmıştır.
Asya’da Mao’nun geliştirdiği sosyalist model de Marx’ın öngörüsünden farklı bir sosyalizmin yol haritasını oluşturmuştur. Mao’nun geliştirdiği model, köylüye dayalı devrim stratejisidir. Mao, tepeden inmeci, merkeziyetçi ve köylüye dayanan sert bir komünist model öngörmüştür.

Sosyalist Rejimlerin Özellikleri
Sosyalist rejimlerde genel olarak tek partili bir sistem hâkimdir. Demokratik toplumlardaki çok partili hayata burada izin verilmez.
Sosyalist rejimlerde toplumsal farklılaşmaya da izin verilmez.
Sosyalist rejimlerde mülkiyet ve üretim devlete geçmiştir. Devlet, tüm üretim süreçlerine karar veren bir mekanizmadır.

SOSYAL DEMOKRASİ
Öncüleri Eduard Bernstein ve Karl Kautsky’dir. Kapitalizm ve demokrasi içinde kalarak sosyal kesimler arasında eşitlik temelinde bir düzen geliştirmeyi amaçladılar.
Almanya’da gelişen devlet sosyalizmi, sermayeyi geniş kitlelere yayarak eşitlik temelinde bir düzen öngörmüştür.
Fabianizm, İngiltere’de gelişmiş, başta sanayi olmak üzere, devleti her yere yaymayı, özel mülkiyeti devlete vermeyi ve demokrasiyi reforma tabi tutmayı öngören yumuşak bir sosyalizm fikrini savunmuştur.
Hıristiyan sosyalizmi ise Avrupa’nın değişik ülkelerinde gelişmiş, kolektif mülkiyet, karşılıklı saygı ve sevgi ilkelerine dayanan bir düşüncedir. Sosyal demokrasi bu tür kaynaklardan ilham almış olmakla birlikte esas olarak Bernstein’in düşünceleri üzerinden gelişmiştir.

Bernstein ve Sosyal Demokrasi Anlayışı
Görüşlerini büyük ölçüde Marx’ın eleştirisi üzerine bina etmiştir. Bernstein’e göre ekonomik alt yapı, üst yapıyı belirlediği gibi, üst yapı da alt yapıyı belirleyebilmektedir. Marx’ın iddiasının aksine sermayenin giderek geniş bir tabana yayıldığını gözlemiştir.
Kapitalist sistem içinde doğan zenginlik doğal olarak proletaryanın da bir kesimine yansıyor ve durumlarında iyileşme meydana getiriyor. Bu da proletaryanın kendi içinde tabakalaşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla proletarya devrimi bir hayaldir.
Bernstein, “vatandaş” kavramını Marx’ın teorisinin anahtar kavramları olan sınıf ve proletaryanın önüne geçirmiştir. Devletsiz, sınıfsız, özel mülkiyetsiz bir sosyalizm yerine; eşit şartların ve sosyalleşme bilincinin geliştiği “sosyal demokrat” bir toplum amaçlamıştır.
Bernstein, parlâmenter, demokratik ve evrimsel bir gelişme sürecinden yanadır.

Sosyal Demokrasinin Savunduğu Değerler
Sosyal demokratlar her şeyden önce liberallerden farklı olarak devleti adalet, güvenlik ve savunma gibi temel işlevlerin yanı sıra sağlık, alt yapı, eğitim, sosyal refah gibi alanlarda da sorumlu tutarlar.
Sosyal refahın devlet eliyle paylaşılmasını savunurlar. Devletin üst düzey gelir gruplarından yüksek düzeyde vergiler alıp bunları alt kesimlere dağıtarak iki kesim arasında eşitlik temelinde bir adalet geliştirmesi gerekir. Sosyal demokratlar buna “dağıtımcı adalet” derler.
Sosyal demokratlara göre birey toplum ve devlet düzeniyle ne kadar bütünleşirse o kadar sosyalleşir, dolayısıyla o denli özgür olma kapasitesine ulaşır.
Üçüncü Yol: İngiltere’de sosyolog Anthony Giddens tarafından geliştirilen ve İşçi Partisi’ne bir yol haritası oluşturan Üçüncü Yol, liberal ekonomi anlayışı ile sosyal demokrat sosyal devlet anlayışını sentezleyen bir düşünce biçimidir.

FAŞİZM
Faşizm Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına karşı bir tepki olarak doğmuştur.
1926 yılında Almanya’da bir Amerikan doları dört milyar Alman Markı’na denkti.
Versay Anlaşması’nın komplikasyonlarının bir sonucu olarak Almanya’da Nazi Partisi ortaya çıkmıştır.
Faşist hareket ilk olarak İtalya’da ortaya çıktı.
Benito Mussolini, 1919 yılında Nasyonal Faşist Partisi’ni kurmuştur. Bolşevik Devrimi’nin yol açtığı komünizm rüzgârı Avrupa’daki birçok ülke gibi İtalya’ya da korku salıyordu ve Mussolini bu korku üzerine inşa ettiği propagandasının meyvelerini toplayarak 1924 yılında %66 oy alarak iktidara gelmiştir. 1925’te meclisi lağveden Mussolini diktatörlüğünü ilan ederek faşist rejimi başlatmıştır.
Mussolini’nin İtalya’da yaptıkları, Hitler’e ilham vermiştir. O da benzer süreçleri takip etmiştir. İspanya’da ortaya çıkan Falanjistler (Falange) hareketi de İtalyan Faşist Partisi’ni örnek almıştır. Falanjist hareketin en önemli ismi olan Francisco Franco, iç savaşın sonunda 1936’da İspanya’da iktidara gelmiş ve ölene dek ülkeyi diktatörlükle yönetmiştir.

Faşizmin Düşünsel Temelleri
Platon’dan itibaren düşünce tarihinde faşizmi besleyecek pek çok damar mevcuttur. Güç üzerine yaptıkları vurgularla Machiavelli ve Hobbes, otoriteyi kutsallaştıran Maistre, güç istenci kavramıyla Nietzsche ve aşkın bir devlet tasavvuru olan Hegel bunların başlıcalarıdır.
Elit (seçkinci) teorinin fikir babaları olan Pareto, Mosca ve Michels, insanların doğuştan farklı olduklarını, bazı insanların üstün olarak yaratıldığını, yönetimin de doğal olarak bu insanlar tarafından üstlenilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Giovanni Gentile’nin faşist düşünce geleneğinde özel bir yeri vardır. Kendisini faşizmin filozofu olarak tanımlayan Gentile, Mussolini için Bir Faşizm Doktrini adlı bir kitap yazmıştır. Korporatist bir devlet anlayışını savunan Gentile, bireyciliğin yok edilmesini, özel çıkarların tasfiye edilmesini, toplumdaki tüm farklı unsurların devletle bütünleştirilmesini, hepsinin devlet tarafından kuşatılmasını savunmuştur.

Faşizmin Savunduğu Değerler
Faşizmin başlangıç noktası, insanların eşitsizliği düşüncesidir. Faşist ideoloji bununla birlikte bireyciliğe, toplumsal farklılaşmaya, sosyal hareketlere, çok partili sisteme karşı çıkar. Faşizme göre toplumun ve siyâsî yaşamın en tepe noktasında lider bulunur. Liderin altında yer alan ve onun öğretisi doğrultusunda hareket eden Faşist Parti vardır. Devlet, tek parti tarafından yönetilir.
Latin kökenli olan fasce sözcüğü kavram olarak dayanışma, birlik ve beraberlik anlamına gelir. Mussolini, fasce adını, kendi ideolojisini anlatmak üzere kurduğu partiye isim olarak vermiştir. Faşizmde haklar yoktur, yükümlülükler vardır. Herkes devlet tarafından verilen ödevleri yapmak zorundadır.
Faşist ideolojiler, otoriter bir devletin yanı sıra, aynı zamanda totaliter bir devlet de öngörmüştür. Dolayısıyla tüm toplumun bu düşünce doğrultusunda eğitilip dönüştürülmesi gerekir. Faşizm bu bakımdan eğitime büyük önem verir.

Siyasal Güçler
SİYASAL PARTİLER
Siyasal partiler devlet ile toplum arasındaki bağlantı noktalarından birini temsil ederler. Siyasal partiler iktidar olduklarında devletin en üst karar alma mevkilerini işgal etmiş olurlar. Muhalefette iken ise topluma yakınlaşırlar. Bu nedenle iktidarın bir parçası değillerdir.
Siyasal partiler, hükümdarların danışmak için düzenli olmayan aralıklarla topladıkları parlâmentolarda çıkar ve ideoloji yakınlaşması temelinde ortaya çıkan gruplaşmalardan doğmuşlardır. Birleşik Krallık parlamentosunda, liberaller (Whig) ile muhafazakârların (Tory) ayrışması buna bir örnektir. Bir seçim ve temsil örgütü olarak modern siyasi partiler 1820’lerde ABD’de ortaya çıkmıştır.

Şiddet yoluyla iktidara gelmeyi amaçlayan yasa dışı örgütlerin iktidara eldikten sonra parti hâline dönüştükleri de bir vakıadır. Siyasi partinin var olması, o ülkede demokrasinin var olduğu anlamına gelmez.
Siyasi partiler, çeşitli kesimlerin arzu ve beklentilerini bir ayna gibi aynen yansıtmazlar. Toplumsal kesimlerle sürekli bir biçimde karşılıklı etkileşim içindedirler. Partilerin kurumsallaştığı ülkelerde vatandaşlar, kendi siyasi oryantasyonlarını parti kimlikleri ile tanımlarlar.
Siyasal partiler, kadro partileri ve kitle partileri olarak ikiye ayrılırlar. Kadro partileri, genellikle seçim zamanları aktif olan dar bir kadro ile faaliyet gösteren seçmen tabanının genişletme ve dönüştürme işlevine öncelik vermeyen partilerdir.
Kitle partileri ise üye sayılarını artırmayı ve üyeler ile her zaman sıkı ilişki kurmayı hedeşeyen partilerdir.
Kartel partisi, kadro partilerini andırmakla beraber, onlara nazaran çok daha profesyonelce hareket ettikleri ve modern pazarlama tekniklerini ustalıkla kullandıkları belirtilmiştir.
Siyasal partiler bünyelerinde farklı çıkarlar ve farklı görüşler barındırırlar. Parti çizgisinden bir ölçüde farklılaşan bu guruplara hizipler denir.
Hâkim parti sisteminde siyasal mücadele partiler arasında değil, parti-içi hizipler arasında cereyan eder.
Ilımlı çok parti sisteminde, genellikle hiç bir parti tek başına hükümet kuracak kadar oy alamaz. Hükümet kurabilmek için koalisyon kurmak zorunluluk hâline gelir.
Seçim sistemleri, kullanılan oylarla milletvekili sayıları arasında birebir olmasa da orantılı bir temsili öngören nispi temsil sistemi ile en fazla oy alan parti ya da adaya avantaj sağlayan çoğunluk sistemi olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci sistem temsilde adaleti öne çıkarırken ikincisi hükümet kurabilecek çoğunluğa sahip parlâmento kompozisyonu yaratmayı amaçlar. Çoğunluk sisteminin iki partili sistemi teşvik ettiği bir vakıadır. Nispi temsil sistemi ise ılımlı ya da aşırı çok partili sistemin ortaya çıkışını kolaylaştırır.
Yeni Sosyal hareketler siyasi parti ya da baskı gruplarının hiyerarşik yapısından uzak, gönüllü katılımı esas alarak siyasi gündemi etkilemeye çalışırlar. Hayat kalitesi ve yaşam tarzı ile ilgili meseleleri öne çıkarırlar ve daha çok genç, iyi eğitimli ve orta gelir düzeyine sahip insanlar tarafından yönlendirilirler.
Kadın hareketleri, çevreci hareketler, gey ve lezbiyen hakları savunucuları ile hayvan hakları savunucuları, küreselleşme karşıtı hareketler YSH’lerin en çok göze çarpan örneklerindendir.

KAMUOYU
Eski dilde “efkarı umumiye” olarak bahsedilen kavram kelime anlamı olarak halkın kanaatleri anlamına gelir. Kamuoyu, daha çok örgütlü ve sesini duyurabilen kesimlerin önemli gördükleri meseleler hakkında oluşturdukları ve diğerlerine benimsetmeye çalıştıkları fikirler bütünü olarak görülebilir.
Demokrasilerde halkın ne istediği meşruiyet açısından öncelikli öneme sahiptir. Hal böyle olunca örgütlenmiş gurupların kendi fikirlerini kamunun fikriymiş sunma çabası içine girmeleri kaçınılmaz durumdur.
Kamuoyunun hükümetin ne yapacağını değil de neler yapamayacağını daha fazla etkileme potansiyeline sahip olduğu söylenmiştir. Diğer bir deyişle, kamuoyu kararların alınmasında fazla etkili olmasa bile, hükümetlerin neleri yapamayacaklarının belirlenmesinde etkili olur.
Medya, kamouyu oluşturma faaliyetinin en önemli unsurlarından biridir.
Diktatörlükler, kendi kontrollerindeki medyayı etkin bir propaganda aracı olarak kullanmışlardır.
Medya, kendi başına bir güç değildir. Medya, kimin elinde ise, o gurubun kullanım etkinliğine bağlı olarak siyasal güç konumuna gelir. Sanayicilerin elindeki medya, iktidar üzerinde baskı aracı haline gelebilir. Yine aynı şekilde, sanayici ile iktidar arasında ortak çıkar oluştuğu durumlarda, medya iktidarın lehinde bir araç olarak karşımıza çıkar.
Kamuoyu oluşturma sürecinde etkili olan bir diğer güç kamuoyu araştırma şirketleridir.
Okur yazarlık oranının düşük, kitle iletişim araçlarının çok sınırlı kaldığı ülkelerde, siyasal fikirlere sahip olma anlamında küçük topluluklar içinde öne çıkan, ne dediğine bakılan kişiler kanaat önderleri olarak nitelendirilmişlerdir.

BASKI GRUPLARI
Baskı grupları toplumsal kesim ya da grupların taleplerini örgütlü bir biçimde siyasal alana taşımayı amaçlarlar. Bu yönleriyle tıpkı siyasal partiler gibi devlet ile toplumu birbirine bağlayan ilişkiler ağının bir parçasıdırlar (işçi ve işveren örgütleri gibi).
Toplumu oluşturan gurupların hepsi baskı gurubu değildir. Ancak böyle bir potansiyele sahiptirler.
Baskı guruplarının ilk örnekleri loncalardır. Sanayi devriminden sonra büyüyen işçi sınıfı, sendikaların oluşmasına neden olmuştur.
Demokratik korporatizmde devlet zorlayıcı olmadan işçi ve işveren örgütlerini önemli iktisadi karar alma süreçlerine dâhil etmeyi amaçlar. Bu durumda tavandan tabana doğru bir etkilenme söz konusudur.
Plüralist ya da çoğulcu baskı grupları siyaset modelinde ise ülke çapında büyük bir temsil gücüne sahip büyük örgütler yerine, daha küçük örgütler söz konusudur. Korporatizmin tersine, tabandan tavana doğru bir etkilenme amaçlanır.
Himayecilik örgütlenme düzeyi düşük toplumlarda öne çıkan kendine has bir çıkar temsili metodudur. Himaye eden himaye edilene belli menfaatler sağlar ve karşılığını da alır.
Sivil toplum kuruluşları devletten bağımsız olarak kamusal alanı etkilemek isteyen bireyler tarafından oluşturulmuş, gönüllülük esasına dayalı örgütlenmeler olarak tanımlanabilirler.
Baskı gurupları temsiline soyundukları kitlelerden ziyade, o kitlelerin kendilerine üye olan kesimlerine fayda sağlamak isteyebilirler.
Mancur Olson’a göre (1965) ancak kendi üyelerine özel menfaat sağlama potansiyeline sahip olan gruplar örgütlenme şansına sahip olabilecekler, işsizleri, ev hanımlarını ya da emeklileri temsil etmeye çalışan gruplar, üyelerine özel menfaatler sunamayacakları için örgütlenemeyebileceklerdir.
Lobi faaliyetleri, alanlarında uzmanlaşmış şirketler tarafından yürütülür.
Bu şirketler, kendi çıkarlarını daha iyi savunmak isteyen güçler tarafından kiralanırlar.

BÜROKRASİ
Devlet için çalışan kesim, bürokrasiyi oluşturur (bütün memurlar bu sınıfın birer ferdidir).
Max Weber’e göre bürokrasi geleneksel ya da karizmatik otorite biçimlerine değil de akılcı/hukuki kurallara dayanan modern toplumların ayırt edici özelliklerinden biridir. Bürokratik örgütlenmenin temel özelliği akılcılıktır.
Bürokratın otoritesi, kişiliğinden ya da yeteneğinden değil sahip olduğu pozisyondan kaynaklanır. Dolayısıyla insani değildir.
Bürokrasi ile kapitalizm arasında en azından ilk aşamalarda karşılıklı bir destek ilişkisi vardır. Bürokrasiyi çelik bir kafese benzeten Weber, modern hayatı besleyen dinamiklerin bürokrasinin büyümesinin kaçınılmaz hâle getirdiğini belirterek karamsar bir tutum takınmıştır.
Kamu Tercihi Okulu’na göre bürokratlar da diğer bireyler gibi kendi çıkarlarını savunurlar. Ancak bunu yaparken sahip oldukları ayrıcalık, kendi çıkarlarını kamu çıkarları olarak sunabilmeleridir. William Niskanen’e (1971) göre, bürokratlar hem kendilerine ayrılan kaynakları (bütçelerini) artırmak hem de başında bulundukları örgütü büyütmeyi amaçlarlar.

BÜROKRASİ VE SİYASET
“Güçlü, bağımsız ve partizanlıktan uzak bir bürokrasi demokrasi açısından bir tehdit oluşturabilir, ancak aynı zamanda demokratik rejim, böyle bir bürokrasiye de ihtiyaç duyar”.
Bürokrasinin denetim ve kontrolünün çok zor olduğu, bürokrasinin siyasetçiler tarafından belirlenen politikaları uygulamak yerine politikaların biçimlenmesinde merkezî rol oynadığı eleştirileri sıklıkla dile getirilmektedir.
Ferrel Heady, ideal tip olarak iki tür bürokrasiden bahseder. Klasik bürokrasi tiplemesine en çok yaklaşan ülkeler -aralarındaki çok önemli farklılıklara rağmen- Almanya ve Fransa’dır. Klasik bürokrasilerde soyut bir devlet anlayışı ve o devlete hizmet etme kavramı çok kuvvetlidir.
Siyasi bürokrasilerde siyasi iktidar, bürokrasinin üst kadrolarının çok önemli bir çoğunluğunu değiştirip, beraber çalışmak istediği insanları göreve getirir.
Bu sistemin avantajı, bürokratların siyasetçiler tarafından seçilmeleri ve pozisyonlarını onlara borçlu olduklarını bilmeleridir.

Vatandaşları bürokrasi karşısında korumak üzere bilgi edinme yasası ve kamu denetimine yönelik ombudsman uygulamalı, kâğıt üzerinde şirin gözükse de son tahlilde bir işe yaramadıkları gözlenmektedir.
---
 Siyaset Bilimi
Editör: Davut Dursun & Mustafa Altunoğlu
Anadolu Üniversitesi yayını

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder