27 Eylül 2014 Cumartesi

Demokrasi

Demokrasi
Günümüzde, devlet adamları ve siyaset bilimciler için artık hangi yönetsel sistemin daha iyi işlediğinden çok hangi demokrasinin daha iyi işlediği sorusu daha önemli olmaya başlamıştır. Bu sebeple demokrasiyle ilgili çok sayıda farklı tanım, yaklaşım ve uygulama ortaya çıkmıştır.
Demokrasinin en yaygın kullanılan tanımlarından bir tanesi, Abraham Lincoln’ün “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” şeklindeki yaklaşımıdır.
Robert Dahl demokrasi yerine “çoğun yönetimi” anlamına gelen poliarşi kavramını tercih eder ve poliarşiyi “mümkün olduğunca fazla sayıda vatandaşın uzun bir zaman boyunca arzularına cevap verebilen bir sistem” olarak tanımlar.
Demokrasiyle ilgili yapılan birçok tanımda, seçim vurgusu ön plana çıkmaktadır.

DEMOKRASİNİN TEMEL NİTELİKLERİ
Çoğunluk Yönetimi: Kararların çoğunluk tarafından, başka bir ifadeyle yarıdan bir fazlası, tarafından verildiği yönetim anlayışını ifade eder. Çoğunluk yönetimi çoğunluğun tiranlığına yol açabileceği endişesiyle eleştirilmektedir. Bu bağlamda, çağdaş demokrasilerde hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, fikir, ifade, örgütlenme, din ve vicdan özgürlüğünü de içine alan temel hak ve hürriyetlerin anayasalarla güvence altına alınması önemlidir.
Siyasal katılım demokrasinin en önemli unsurlarından bir diğeridir.
Demokrasi olarak nitelendirdiği bir sistemin, en azından sekiz unsuru yerine getirmesi gerekir:
1) Örgüt kurma ve katılma özgürlüğü,
2) İfade özgürlüğü,
3) Oy verme hakkı,
4) Kamu görevlerine getirilebilme hakkı,
5) Siyasal liderlerin yarışabilme hakkı,
6) Özgür ve çok sesli medyanın varlığı,
7) Serbest ve adil seçimler,
8) Halkın tercihlerini yansıtabilecek kurumların varlığı.
Philipe Schmitter ve Terry L. Karl, Robert Dahl’in ortaya koyduğu bu sekiz unsura iki madde daha eklerler:
1) Halk tarafından seçilmiş organların yetkilerini, atanmışların muhalefetine tabi olmadan kullanabilmeleri,
2) Devletlerin diğer üstün siyasal sistemlerden bağımsız hareket edebilmeleri.
Bir ülkenin ekonomik yönden zengin olması ve bunun doğuracağı sosyo-ekonomik çoğulculuk demokrasiyi destekler.
Kentli bir orta sınıfın ortaya çıkması ve eğitim seviyesinin yüksek olması, demokrasinin yerleşmesi için hayati öneme sahiptir.
Gelişmiş bir sivil toplumun demokrasiyi güçlendirdiği inancı da genel olarak kabul gören bir fikirdir.
                                                    
DEMOKRASİ KURAMI
Doğrudan demokrasinin ilk örneği olarak kabul edilen Antik Yunan siyasal sistemi, Atina demokrasisi olarak da bilinir. Yurttaşlar mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipken uygulamada kadınlar, köleler ve o şehir devletinde doğmayan yabancı kökenli metikler bu haklardan yoksundu.
Platon demokrasiyi, yoksulların zenginleri baskıladığı ve liyakatin alt üst edildiği anarşik bir sistem olarak tanımlamıştır.
Aristoteles ise halkın çoğunluğuna dayalı bir yönetimi, seçkinci bir azınlık yönetimine tercih etmiştir.
Roma’da oluşturulan hukuk ilkeleri ve uygulamaları, çağdaş siyasal yönetimlerin norm ve temellerini oluşturmuştur.
Orta Çağ’da demokrasi adına en önemli gelişme, “Büyük Sözleşme” olarak da bilinen Magna Carta’nın 1215 yılında İngiltere’de ilan edilmesidir. Kral’ın yetkilerinin sınırlandırıldığı bu sözleşme, anayasacılık hareketinin başlangıcı olarak kabul edildiğinden tarihî bir öneme sahiptir.
Rönesans ve Reform hareketleri de demokrasinin gelişiminde önemli bir kavşak noktasıdır.
Makyavelizm olarak kavramsallaştırılan anlayışın ve “amaca giden her yol mubahtır” sözünün sahibi olan Machiavelli’nin yazılarında, pragmatizm ve rasyonellik ön plana çıkmaktadır.
Çatışma ve savaşın kaçınılmaz olduğu öngörüsünde bulunan Hobbes’a göre böyle bir ortamda insanlar güvenliklerini sağlayabilmek adına bir toplumsal sözleşme ile haklarından bir kısmını egemene devrederler.
Machiavelli ve Hobbes, iktidarı doğal ve verili olarak görmekten çok, devletin varlığını gerekçelendirmeye ve egemenliğe meşru bir sınır çizmeye çalışmışlardır.
Locke, insanların özgürlük ve eşitliğine vurgu yapar. Devletin temeline bireyi yerleştiren Locke’a göre devlet insanların özgürlük, eşitlik ve güvenliğini tehdit edebilecek savaş gibi durumları bertaraf etmek için vardır. Locke, yasama ve yürütme erklerinin farklı ellerde tutulmasının bireyler açısından bir güvence oluşturduğunu belirterek güçler ayrılığı ilkesini belki de ilk vurgulayanlardan birisidir. Daha sonra, Fransız düşünür Montesquieu (1689-1755) tarafından geliştirilen bu ilke, bugünkü çağdaş demokrasilerin en önemli niteliklerinden bir tanesi olmuştur.
Rousseau’nun teorisinde vurgulanan en temel kavramlar eşitlik, özgürlük ve genel iradedir. Rousseau toplumsal mutabakat ve barış koşullarının oluşması için bireysel çıkardan ziyade, ortak faydaya dikkat çekmektedir.
1787 Amerikan Anayasası ve 1789 tarihli Fransız “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi,” demokrasi anlayışının gelişmesinde kilometre taşlarını teşkil ederler. Amerikan Anayasası hükümetlerin seçimlerle kurulmasını ve insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını öngörerek Amerika’da ilk liberal demokrasinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Fransız Anayasası’yla da iktidar halkın seçeceği bir parlamento ile kral arasında paylaştırıldı.
Din ve mülkiyet özgürlüğü de dâhil olmak üzere bireysel özgürlüklere ve fırsat eşitliğine dikkati çeken Tocqueville’e göre, aristokratik bir sınıf yerine güçlü bir orta sınıfın varlığı, federalizmin getirdiği adem-i merkeziyetçi yapı ve güçlü bir sivil toplum örgütlenmesi, Amerika’da demokrasinin gelişimindeki en temel faktörlerdir.
John Stuart Mill ise özellikle katılımın önemine yapmış olduğu vurgu ile demokrasi teorisine katkıda bulunmuştur. Sadece ulusal düzeyde değil, yerel düzeyde de katılımın gerçekleşmesi gereğini vurgulamıştır.

DEMOKRASİ ÇEŞİTLERİ
Doğrudan Demokrasi
Doğrudan demokrasi temel olarak halkın aracılara gerek kalmaksızın kendi kendini doğrudan yönettiği bir yönetim şekli olarak tanımlanabilir. Doğrudan demokrasi üç unsuru ön planda tutar:
1. Halk katılımı,
2. Çoğunluk yönetimi,
3. Siyasal eşitlik.
En eski ve önemli örneği antik Yunan kent devleti olan Atina’da gerçekleştirilmiştir.
Doğrudan demokrasinin uygulanabilmesi için gerekli şartlar:
1) Nispeten küçük bir nüfus,
2) Kültürel olarak türdeş bir toplum,
3) Eşit ya da eşite yakın dağıtılmış mülk ve zenginlik.
Bu şartları gerçekte sağlayabilmek pek mümkün değildir. Bu yüzden, tarih boyunca doğrudan demokrasi uygulamaları yok denecek kadar azdır.
Referandum, doğrudan demokrasinin bir aracı olarak değerlendirilebilir.
Bilişim teknolojilerindeki gelişmelerin siyasal katılım sürecine katkıları, doğrudan demokrasinin yeniden tartışılmasına imkân sağlamaktadır.

 Temsilî Demokrasi
Nüfus artışı farklı çıkar guruplarının varlığı, çeşitli demokrasi uygulamalarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Coğrafik konumdan dolayı Batı demokrasisi, yasal anlamda sınırlı iktidarı esas aldığı için anayasal demokrasi ve bireysel hak ve özgürlükleri vurguladığı için de liberal demokrasi olarak adlandırılan bu yönetimlerin ortak özelliği, temsili demokrasi modelleri olmalarıdır.
Temsilî demokrasi halkın kendi adına yönetimi gerçekleştirmek üzere temsilcilerine vekâlet verdiği bir yönetim şekli olarak tanımlanabilir.

Çağdaş Demokrasi Modelleri
Arend Lijphart’ın kavramsallaştırdığı iki demokrasi modeli:
1) Çoğunlukçu demokrasi modeli,
2) Uzlaşmacı demokrasi modeli.

Çoğunlukçu Demokrasi Modeli
Bu modelin özü çoğunluğun hâkimiyetine dayanır. İngiltere ve eski sömürgelerinde uygulanan demokrasi modeliyle ilişkilendirildiği için, bu modele aynı zamanda Westminster modeli de denilmektedir.
Çoğunlukçu demokrasi modelinde genelde iktidar tek partinin elindedir. Büyük oranda bir azınlık yürütmenin dışında kalır ve muhalefet görevini üstlenir.
Çoğunlukçu demokrasi modelinin diğer bir özelliği tek meclis ya da tek meclis gibi çalışan asimetrik çift meclis sistemidir. İngiliz parlamentosu halkın oylarıyla seçilen Avam Kamarası ve veraset yoluyla seçilen Lordlar Kamarası olmak üzere iki meclisten oluşur. Ancak, bu iki meclis arasında asimetrik bir denge olup yasama işlerinin neredeyse tamamı Avam Kamarası tarafından gerçekleştirilir. Dolayısıyla çoğunlukçu modeli tek meclisli bir sistem olarak değerlendirmek mümkündür.
Çoğunlukçu demokrasi modelinin en temel özelliklerinden bir tanesi de iki partili sistemdir.
Çoğunlukçu demokrasi modelindeki iki partili sistem, bu sistemi uygulayan ülkelerin siyasal yönden türdeş yapısıyla ilgilidir. İngiliz siyasal hayatında, partiler sadece sosyo-ekonomik sorun boyutuyla sağ-sol şeklinde birbirlerinden ayrılırlar. İşçi Partisi, alt sınıfa veya işçi sınıfına hitap eden ortanın solunu, Muhafazakâr Parti ise orta ve üst sınıflara hitap eden ortanın sağını temsil eder.
Westminster demokrasi modelinin bir diğer özelliği çoğunlukçu seçim sistemidir.
İngiltere’de Avam Kamarası’nın 650 üyesi, 650 farklı seçim bölgesinde her partinin gösterdiği tek aday ya da bağımsız adaylar arasından nispi çoğunluk sistemine göre seçilir. Bu yüzden bu sisteme, “çizgiyi ilk geçen seçim sistemi” de denir. Adaylardan çoğunluğun oylarını alan; çoğunluk yoksa en çok oyu alan meclise seçilir. Bu seçim sistemi bir taraftan temsilde adaletsiz sonuçlar doğurduğu için olumsuz, ancak diğer taraftan iki partili sistemi teşvik edip istikrarlı hükümetlerin doğmasına yol açtığı için olumlu eleştiriler almaktadır.
Çoğunlukçu demokrasi modelini uygulayan İngiltere gibi ülkelerde genelde üniter yapı ve merkeziyetçi yönetim söz konusudur.

Uzlaşmacı Demokrasi Modeli
Arend Lijphart’ın “konsensüs” demokrasi modeli olarak adlandırdığı uzlaşmacı demokrasi modeli, Türkçe’de oydaşmacı, çoğulcu ya da katılımcı demokrasi olarak da bilinmektedir. Uzlaşmacı demokrasi modelinin, türdeş olmayan çoğulcu toplumlarda daha iyi işlediği öngörülmektedir (İsviçre, Belçika).
Uzlaşmacı model, yürütme gücünün büyük koalisyonlar içerisinde paylaşılmasını esas alır. Çoğunlukçu modeldeki kabinenin üstünlüğüne karşın, uzlaşmacı modelde durum daha dengelidir. Yürütme güçlüdür fakat üstün değildir.
Uzlaşmacı demokrasi modelinin bir diğer özelliği, dengeli iki meclis ve azınlıkların hakkaniyetli temsiline dayanan yapısıdır. İki meclisli sistemle öngörülen temel amaç, azınlıkların da ikinci mecliste bir şekilde eşit temsilini sağlamaktır.
Çoğunlukçu modeldeki üniter ve merkeziyetçi yapıya karşın, uzlaşmacı model genelde federal ve yerinden yönetim esasına dayanır.

Alternatif Demokrasi Önerileri
Liberal demokrasiye eleştiriler genel olarak temsile dayalı ve bireyi önceleyen yapısı üzerinde yoğunlaşmıştır.

Halk Demokrasisi
Marksist siyasal felsefeden esinlenen bu anlayış, liberal demokrasiyi burjuva iktidarını meşrulaştırma amacı güden, kapitalist ekonomik sistemin bir ideolojisi olarak görür. Eşitliğe özel bir vurgu yapan Marksistlere göre, gerçek demokrasi sadece fırsat eşitliği değil, aynı zamanda kaynakların eşit dağıtıldığı, ekonomik ve sosyal anlamda mutlak eşitliğin olduğu bir sistemle mümkündür.

Halk demokrasisi, halkı bir bütün olarak gördüğünden, farklı düşünce ve anlayışları ve dolayısıyla çoğulculuğu reddeden bir potansiyel taşımaktadır.

Sosyal Demokrasi
Sosyal demokrasi anlayışı da yine Marksizm ve sosyalizmden beslenmiş, bu ideolojinin bir şekilde revize edilmiş ılımlı bir şeklidir.
Uzlaşmacı ve evrimci bir gelişim çizgisini benimseyen sosyal demokrasi anlayışı Marksist teorinin aksine yıkıcı değil, yapıcıdır.
Liberal demokrasinin aşırı bireyciliğini ve piyasa ekonomisine dayalı rekabetçi ekonomik sistemini eleştirir. Devlete özel bir vurgu yapar, önemli bir anlam ve işlev yükler.

Radikal Demokrasi
Ernesto Laclau ve Chantall Mouffe’nun öncülüğünü yaptığı ve Türkiye’de de
Fuat Keyman’ın çalışmalarıyla katkı sunduğu radikal demokrasi kuramı, özgürlük ve eşitliğe dayalı liberal demokrasi anlayışına farklılığı da eklemleyerek demokrasinin tanımını genişletme eğilimindedir. Çoğulculuğa vurgu yapan bu anlayışa göre, gerçek çoğulcu bir demokrasi, farklılıkların tanınması ve tüm farklılıkların kamusal alana yansıtılmasıyla mümkün olabilir.
Devlet egemenliğini sorgulayan radikal demokrasi kuramı; siyasal alanı küresel, ulusal ve yerel etkileşim eksenine oturtur. Radikal demokrasi anlayışında, sivil topluma özel bir anlam ve işlev yüklenir.

Müzakereci Demokrasi
İlk olarak Joseph Beseette tarafından kullanılmış; kuram John Rawls, Jürgen Habermas ve Seyla Benhabib gibi düşünürlerin görüşleriyle geliştirilmiştir.
Liberal demokrasinin temsil krizine ve meşruiyet sorununa dikkati çeken bu model, toplumu oluşturan tüm katmanların etkileşim hâlinde görüş ve eleştirileriyle siyasal sürece katılmalarının önemine vurgu yapar. Bu anlayış, temsil esası yerine, bireylerin ve sivil toplum kuruluşlarının müzakereyle doğrudan siyasal süreçlere katılımlarına vurgu yaptığından, doğrudan demokrasi uygulamalarıyla da ilişkilendirilmektedir.
Habermas’ın “söylemsel kamu alanı” ve “iletişimsel eylem kuramı” nosyonları müzakereci demokrasi tartışmalarına ciddi katkı sağlamıştır. Habermas, devlet ve ekonomik alandan bağımsız ve baskılardan arınmış bir kamusal alan tasarlar; vatandaşların toplu eylem yerine, müzakere ve diyalog yoluyla siyasete katılmalarını öngörür. Önemli olan karar sürecinde tartışılan fikirlerden hangisinin galip geldiği değil, kararın müzakereler sonucu oluşmasıdır. Müzakereyle varılan sonuç, vatandaşların iradesine dayanacağından, liberal temsilî demokrasinin meşruluk krizine bir çözüm olacağı varsayılmaktadır.

Demokrasi odaklı tartışmalar genel olarak liberal demokrasinin eleştirisi üzerine kurulmakla birlikte, çağdaş demokrasilerin daha iyiye doğru bir dönüşümünü sağlamaya yöneliktir.

YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILDA DEMOKRASİYE GEÇİŞLER
Demokrasinin pekiştirilmesi şeklinde de ifade edebileceğimiz demokratik konsolidasyon bir ülkedeki siyasal aktörlerin ve nüfusun büyük çoğunluğunun o ülkede demokrasinin “kasabadaki tek oyun” olduğunu kabullenmeleri şeklinde tanımlanmaktadır. Bu bağlamda, Batı demokrasilerinin konsolide demokrasiler olduğu, otoriter rejimlerin de demokrasiye geçiş sürecinden sonra demokratik konsolidasyon sürecine girecekleri öngörülmektedir.
Samuel Huntington (1999) bu hareketleri “üçüncü demokrasi dalgası” şeklinde evrensel bir demokratik hareket olarak değerlendirirken Francis Fukuyama (1999), “tarihin sonu” teziyle, liberal demokrasinin komünist totaliter sistemler karşısında zafer elde ettiğini ve ayakta kalan tek alternatif yönetim sistemi olarak tüm dünyada giderek yayılacağını varsaymıştır.
Latin Amerika’daki demokrasi tecrübeleri konusunda ciddi çalışmalarıyla bilinen Guillermo O’Donnell (1994) komünizm sonrası ülkelerin temsilî demokrasiye değil, delegatif demokrasi olarak adlandırdığı yeni tür bir demokrasiye doğru yol aldıklarını belirtir. delegatif demokrasiler, çoğu zaman demokratik yöntemlerle seçimlere gitmesine rağmen, sivil toplum ve halkın tercihlerini yansıtabilecek demokratik kurumlardan yoksundur. Başkanlık seçimlerini kazanan adayın ülkeyi bir sonraki seçime kadar dilediği şekilde yönetmesi olarak da tanımlanabilecek delegatif demokrasiler, seçimlerden sonra genelde ciddi siyasal sorunlarla karşılaşabilir ve konsolide demokrasiler olarak nitelendirilemezler.
Fareed Zakaria (1999) ise klasikleşmiş çalışmasında komünizm sonrası ülkelerin “illiberal demokrasi” diye adlandırdığı liberal olmayan bir demokrasi çeşidine yöneldiklerini ileri sürer. Bu demokrasiler özgür kurumlardan ve liberal anayasalardan yoksundur. Bu demokrasi çeşidiyle yönetilen ülkelerde, sistem büyük oranda sadece düzenli yapılan seçimlere dayanır ve iktidarın gücünü sınırlandıran mekanizmalardan yoksundur. Bu bağlamda, liberal olmayan demokrasilerin en tipik özelliği, hukuk devletinin zayıflığı ve güçler ayrılığı ilkesinin yeterince uygulanmamasıdır.
Komünizm sonrası ülkelerde milliyetçilik, özellikle etnik milliyetçilik, liberal demokrasiye alternatif bir sistem olarak göze çarpmaktadır.

Tunus ve Mısır’da miting, protesto ve halk ayaklanmalarıyla başlayan “Arap Baharı” süreci, domino etkisi göstererek Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve diğer bölge ülkelerine yayılmıştır. Faklı ülkelerde meydana gelen bu hareketlerin ortak özellikleri baskıcı ve tekçi otoriter yönetimlere, siyasi yozlaşmaya, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki kısıtlamalara, kötü yaşam koşullarına ve işsizliğe karşı bir direniş hareketi olmalarıdır.
---
Siyaset Bilimi
Editör: Davut Dursun & Mustafa Altunoğlu
Anadolu Üniversitesi yayını

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder