29 Ekim 2025 Çarşamba

Mekan Tasarlama Eyleminin Husserl Fenomenolojisi Epokhe Kavramı Üzerinden Soyumu - Özet - Notlar

Kaan Aşer - Mekan Tasarlama Eyleminin Husserl Fenomenolojisi Epokhe Kavramı Üzerinden Soyumu - Notlar

Doktora Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, 2023

 

Giriş

Bu çalışmada tasarlama eylemi insanın var olma tarzı (saf ben-doğal tavır, sahih-gayri sahih var olma, kendi için varlık-başkası için varlık) ile ilişkilendirilmiştir.

 

Kendi yaşamını tesis etme, tasarlama imkanına sahip olan insan, alışık olduğu “doğal tavrı’’, “herkes benliği’’, “başkası için varlık’’ olma hali üzerinden nesneleşirken, yaşama karşı mesafe aldığının bilincinde olmadan, yaşamına seyirci kalmaktadır.

 

Tasarlayan öznenin tasarlama eylemi ile ilişkisinin epokhe üzerinden okunması amaçlanmıştır.

Çalışmanın amacı, öncelikle fizik var olanların (mekan, nesne) özüne yönelik bir soruşturma gerçekleştirirken kazanılması gereken tavrı ortaya koymak, sonrasında insana anlamlı yeni deneyim imkanı sunan bir mekanın varoluşsal bir zeminde nasıl inşa edilmesi gerektiğine yönelik bir bakış önermek olacaktır.

 

Egemen Anlayış

Descartes’in kesin zemini düşünen ben’in bilinci olmuştur. Dolayısıyla bilinç ve bedenin yani özne ve nesnenin kesin bir şekilde birbirinden ayrıldığı kartezyen felsefe meydana gelmiştir.

 

Kant felsefesi öncesi felsefeler ya rasyonalist (akılcı) ya da empiristtir (deneyci). Kant ise bilginin hem önsel bilgiyle bilinebileceği hem de süreç içerisinde bilginin evrilebilme durumu söz konusu olduğundan akıl ve deneyimi bir araya getirerek felsefi zeminini oluşturmuştur.

Tanrı, ölümsüzlük, hiçlik gibi kavramlar duyu verileriyle algılanmadıkları için tam anlamıyla bilinemezler onlar ancak akıl yolları ile anlaşılabilen kavramlardır o nedenle Kant bu kavramlara numen demektedir.

 

David Hume “akıl ve deneyin yardımı olmadan gerçek varlık ve olguya ait şeyler hakkında hiçbir sonuç elde edilemez’’ / Hume’un bilgi kuramı ise doğrudan algılara dayanmaktadır. Hume, algının duyu verilerinin toplamından ibaret olduğunu ve duyuların içermediği hiçbir şeyin zihinde de bulunmadığını iddia etmiştir.

 

Newton fiziği 20.yy. başlarında ortaya atılan Einstein’ın kuantum fiziğine kadar insanların dünyayı algılama biçimlerinin temelini oluşturmuştur.

Newton gözleme ve deneye dayalı tümevarımsal bilgi metoduyla, akla ve analize dayalı rasyonel tümden gelimci bilgi metodunu birleştirmeyi başarmıştır.

 

Mekan tasarlama eyleminde süslemenin bir suç olduğu, formun işlevi takip ettiği ve konutların içinde yaşanılan bir makine olduğu görüşlerinin yapılaştığı bir dönemin ileri gelen mimarlarından biri Le Corbusier’dir.

Mimari mekanın bütününü evrensel bir sistem olarak gören Le Corbusier’in “modular’’ı evrensel bir insandır. Modular’ın kültürü, tarihi, zamansallığı yoktur. O ideal insanın temsilidir.

 

20.yy. başlarında /  Plank’in kuantum mekaniği teorisi, Bergson’un yaratıcı evrimi, Heisenberg’in kararsızlık prensibi ve Einstein’ın görecelik teorisi sayesinde klasik fiziğin mutlakçı anlayışı sorgulanmıştır.

 

E. Husserl’in felsefesinde ortaya çıkan “doğal tavır” Husserl’in kendi felsefesini inşa etmek için oldukça etkili bir zemin ve mevcut durum okumasıdır.

İdea I: Saf Fenomenolojiye Genel Giriş kitabında Husserl ‘in (1983) ifade ettiği gibi doğal tavır; kimi zaman uyanık, kimi zaman yarı uyanık olunan, her gün içinde süregelen yaşayışta takınılan davranışın kendisidir.

 

Heidegger, insanların içinde bulunduğu doğal tavrı “hergünkülük” ile ifade etmiştir.

Heidegger’in deyimiyle; Hergünkülüğe düşen Dasein kendi varlığının en zati, irtibatsız ve atlatılamaz olanağını çoğunlukla örter.

Heidegger hergünkülüğe düşmüş olan Daseın’ın varlık türlerinin lakırtı, merak ve müphemlik olduğunu belirtmiştir.

 

Herkesleşme Dasein’ın otantik var olmasının önündeki en büyük engellerden biridir.

 

…tasarım eğitmeni verdiği bilgi üzerinden öğrencisini müritleştirmektedir. Çünkü öğrenciye sunulan kesin ve soruşturulmaz veri eğitmeni tanrılaştırmakta, yorumu ortadan kaldırmakta, öğrenciyi ezbere sürüklemektedir.

 

Bu bağlamda eğitmen ve öğrenci arasında iktidar ve özne ilişkisi meydana gelmektedir. Foucault’nun Özne ve İktidar yapıtında ifade ettiği üzere 2 tip özne vardır.

“Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da öz bilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış özne.’’

…kendisini iktidar olarak gören eğitmen her hafta gerçekleşen tasarım stüdyosu derslerinde öğrenciyi denetleyerek kendisine bağımlı hale getirmek ve öğrenciyi nesneleştirmek gücüne sahiptir.

 

…hakikat, insanın onu kendi üzerine mal etmesiyle ulaşabildiği bir apaçıklıktır. Hakikat, insanın ilgilendiği konunun anlamını kendisinde keşfetmesiyle ulaşabileceği bir deneyimdir.

 

Sartre’ın nesneleştirme kavramı Foucault’da özneleştirme kavramına karşılık gelmektedir. Özneleştirme (başkası için varlık olma) iktidarın yönetim biçimiyle öznenin özünün tasarlanmasıdır. Özneleştirme, öznenin her an her şeyin imkan dahilinde olduğu dünyada kendi öz bilgisine yönelerek hakikatini yani var oluşunun anlamını yakalama imkanının elinden alınmasıyla gerçekleşmektedir.

 

Logos’un antik dönemde kullanımı “Logos hep akıl, yargı, kavram, tanım, neden ve ilinti olarak ‘çevrilmekte’ yani hep yorumlanmaktadır.’’ Heidegger, logos kavramını “Söz olarak logos daha ziyade deloun gibi bir şey demektir yani ‘sözü edilenin’ söz etme sırasında apaçık hale getirilmesi.’’ şeklinde yorumlamaktadır. Sözü edilen şey, ilgili var olanın varlık nedeni ya da hakikati / öz anlamıdır.

 

Fenomenoloji

Husserl’in felsefesi, bilinci merkeze alan bir felsefedir.

Husserl’in amacı, tüm bilimlere temel oluşturacak bir görü kazandırmaktır.

 

Tasarlama eyleminde genellikle özne, tasarlayacağı nesnenin (mobilya, mekan, çevre, evren, vb.) ontik kılıfına (yapı, kategorik, somut hal) yönelik tanımlarda, çıkarımlarda bulunmaktadır. Çünkü tasarım nesnesi özne ile nesnelleşebildiği ölçüde ilişkiye girmektedir. Ancak tasarlanan nesnenin ontik yapısından hareketle kavranıldığında ve anlamlandırdığında öz bilgisi diğer bir ifadeyle varlık nedeni, anlamı -tasarlanma nedenini- örtmektedir. Fenomenoloji bu minvalde tasarlama eyleminde örtük kalan, unutulan anlamları düşünmeye ve onu bilinçte görülemeye yardımcı olabilir.

 

Fenomenoloji, Heidegger’in ifadesine göre kendini gösterenin (kendini kendisi gibi gösterenin) bizatihi kendinden hareketle görünür kılınmasıdır.’’

…tüm bilimlerin fenomenleri birbirinden ayrıdır. Örneğin; tarih, tarih fenomenlerinden, fizik, fizik fenomenlerinden, psikoloji, psişik fenomenlerden bahsetmektedir. Ancak fenomenolojinin bahsettiği fenomenlerle yukarıda ifade edilen fenomenler arasında bir fark vardır. Bu fark, fenomenolojinin fenomenlere yönelik tavrı ile pozitif bilimin kendi fenomenlerini ele alış tavrı arasındaki farktır. Husserl’in kurduğu felsefeye kadar fenomenler; nesne, olay, durum vb. şeyler “burada ve şimdi” olarak düşünülürken yani esasen somut yapıya yönelik duyusal verilerden hareketle kavranırken, fenomenolojiyle birlikte fenomen kavramı irrealite, öz fenomenleri olarak kavranmaya başlanmıştır.

 

Husserl’in ifadesine göre fenomenoloji, a priori yani önsel ve betimsel bir “öz” bilimidir.

 

Geleneksel felsefede fenomen ve öz kavramları birbirlerine taban tabana zıttır. Çünkü öz değişmezken fenomen görünen değil bir görünüştür. Görünüş esasen tezahürdür. Tezahür eden değişkendir hatta ontiktir.

 

Fenomenolojideki yaşantı kavramı Almanca’da “erleibnis”, İngilizce’de “experience” olarak karşılanmaktadır. Dolayısıyla yaşantı bir deneyim durumudur. Yaşantı, bilincin nesneyi algılarken, anımsarken, arzularken, hayal ederken yaşadığı deneyimin kendisidir.

 

Yaşantı, bilincin nesneyi deneyimlediği andaki yönelimsel edimleridir.

…deneyimlenmeyen bilginin yaşantısı olmaz, ezberi olur. Bilginin yaşantısına sahip olmak için ilgili durumun yapısına bürünmek gerekebilir.

 

…bilincin yönelimselliği bir nesneye yönelik olma, edim (sevme, arzulama, hayal etme, algılama, tiksinme vb.) yaşantılarının özüdür. Yönelimsel yaşantılar bilinçteki edimlerin yaşantılarıdır. Çünkü insanın sevme yaşantısında sevilen şeye yönelik olma hali vardır. Sevme (noesis) sevilen şeye / yönelimsel nesneye (noema) yönelir.

 

Tasarlama eylemindeki konstitüsyon, ulaşılması istenen sonucun tasarlayan öznenin bilincinde kurmasıdır. Tasarlayan özne, arzuladığı mekanın yaşantı deneyimini bilinçte kurmalıdır. Tasarlayan özne arzu ettiği yaşantının anlamı ile tasarlayacağı var olanları birbirlerine konstitute ederek ilişkilendirmektedir.

 

Epokhe ve Tasarlayan Öznenin Soyumu; "Saf Ben"

Fenomenoloji bilince alınan nesnenin özünü apaçık bir biçimde görme, konsitute etme, ifşa etme, betimleme eylemidir.

 

Bilincin özleri (refleksiyonla) görülemesi, ifşa etmesi için mevcut doğal tavrından ayrılması, tavır değiştirmesi gerekmektedir. İşte tam da burada fenomenolojiyi bilimsel yöntemlerden ayıran temel bir bakış farklılığı ortaya çıkmaktadır. Bu epokhe’dir. Epokhe, antik Yunan’da “ayraca alma”, “yargıdan kaçınma”, “vazgeçme”, “askıya alma” anlamlarına karşılık gelmektedir. Fenomenolojideki epokhe ise bilincin nesneye yönelirken, dış dünyaya ait bütün bilgilerin, inançların, ruhsal hallerin askıya alınması ve dolayısıyla bir çırpıda yargı vermekten çekinmesi anlamına gelmektedir.

 

Epokhe esasen öze ulaşmak için gerçekleştirilen bir soyma eylemidir.

Epokhe nesnenin dış dünyaya ait olan yani rastlantısal olan kısmını askıya alırken aynı zamanda o nesneye ait daha önceden bilimsel, estetik, duyumsal yorumları da askıya alır.

 

Birey kendi varlığının anlamını, yaşam dünyasından hareketle, dünyayla etkileşiminin ara kesitinde, ilişkisinde bulabilir.

Dasein’ı esasen fenomenolojik bir Ben’dir. Dasein kendi varlığının anlamını sorgulayabilen tek var olandır ya da varlığın anlamına ulaşabilme imkanını sağlayan tek köprüdür.

 

Herkesleşen, lakırtı, belirsizlik ve boş meraka düşen Dasein Heidegger’e göre hakikatsizlik içinde var olmakta yani gayri sahih var olmaktadır.

…hergünkülüğün en gerçek öznesi “herkes”tir. Dolayısıyla belirsizliktir hatta başkaları olup hiç kimse olmaktır. Bir bakıma Dasein kendisinden, kendi varlığından kaçmaktadır. Heidegger’e göre Dasein hergünkülükte kendi ölümünü bile görmezlikten gelir.

 

Sahih var olmak ise Heidegger’e göre hergünkülük içerisinde var olan Dasein’in kendisi olmaya çağıran vicdanın sesine kulak vermesi ile başlar. Dasein kendisini kendi sahih benliğine çağırmaktadır.

 

Foucault “kendilik politikası” kavramını öznenin soykütüğünü inceleyerek özneyi iktidarla kurduğu ilişkide aldığı var oluşsal konumları üzerinden anlamaya ve yorumlamaya çalışmıştır.

 

Foucault’nun öznenin soy kütüğü araştırmalarıyla ortaya koyduğu öznenin kendilik teknikleri, tasarlama eyleminin eyleyicisi olan tasarlayan öznenin var oluşuyla yakından ilintili olduğu düşünülmektedir.

 

Öznenin tarihsel ontolojisi iktidarın dahil olduğu bir süreci ortaya koymaktadır. Öznenin kendisiyle ilişkisi esasen hakikatle ilişkisinden hareketle okunabilmektedir. Foucault’ya göre hakikat; “insanın varlığını tarihsel bir biçimde deneyim olarak, yani düşünülebilecek ve düşünülmesi gereken bir şey olarak kuran; başka bir deyişle sorunsallaştıran şey hakkında belli hakikatlerin üretilmesi için kullanılan bir kurallar bütünüdür.”

 

Özne iktidar ilişkilerinde Foucault 3 ayrı dönemi incelemektedri. Foucault’ya göre öznenin kendisini kuran hakikatle ilişkisi stoacılar döneminde yani henüz Hristiyanlık inancının topluma yayılmadığı antik dönemde farklı, kilise ve manastır öğretileri (exomologesis / exagoreosis) ışığında farklı, günümüz kapital erklerin yönetimlerinde ise daha farklıdır. İfade edilen dönemlerde özne kendisiyle kurduğu ilişkide kendi özneliğini içinde bulunduğu zemin üzerinden kurmaktadır.

 

Foucault’ya (2019) göre antik dönemde insanlar, hakikati açığa çıkarmakla değil hakikati hatırlama ve unutulanı yeniden anımsayarak kavuşmaya motivedirler. Diğer yandan özne kendisini, doğasını ve kendi hakkındaki metafiziksel kavrayışını da unutmamaktadır. Onun için hatırlanması gereken şey hakikate göre nasıl davranacağıdır. Özne yapması gerekenle, yapılan arasında gündelik yaşamını sürdürmekte, kendisini daima yapılması gerekene yönlendirmektedir. Özetle antik dönem kendilik tekniği insanın kendini çözümlemesi ya da bir öz ifşası olmamakla birlikte ne yapıldığının ya da ne yapılması gerekliliğin hatırlanmasıdır. Foucault’ya (2019) göre antik dönemde yaşayan öznenin amacı, yeni bir gerçekliğe hazırlanma değil, yaşadığı dünyanın gerçekliğine erişebilmektir.

 

Antik dönemde insanın kendisiyle kurduğu ilişkiden sonra MS 4.yy.’da kilise ve manastır öğretisi ortaya çıkmıştır.

Foucault’ya (2019) göre inananlar kendi içlerinde ne olup bittiğini, neler yaşandığını, kusurlarını, onları baştan çıkartan arzularının kaynaklarını çözmeye çalışmak zorundadır.

 

Exomologesis günahkar insanın nasıl oruç tutması gerektiğinden, nasıl giyineceğine ve nasıl cinsellik yaşayacağına dair kuralları barındıran bir hristiyanlık öğretisidir.

Foucault’ya göre exomologesis inananın toplumda kaybettiği statüyü yeniden kazanması için yaptığı teatral bir tövbekarlıktır.

Antik dönemde kişiye özel soruşturulan şeyler yani insanın kendisiyle hakikat ilişkisi exomologesis’de halka açık hale dönüşüvermiştir.

Exomologesis’de günah temizlenirken günahkar açığa çıkmaktadır.

Günahkarın kendisini sergilemesi ve günah dolu bir var olan olduğunun halka bildirmesi ile insan kendiliğinden vazgeçmeye itilmektedir. Bu vazgeçiş ona Tanrı’nın ışığıyla aydınlanmaya layık olduğu anlamına gelmektedir. Günahkar ancak bu hazırlıklardan sonra hakikate, yani Tanrının ışığını karşılayabilmekte, temas edebilmektedir.

 

Bir diğer Hristiyanlık ritueli ise exagoreusis’tir. Foucault’ya (2019) göre “exagoreusis”te inananın düşüncelerini sürekli dile getirmesi ve üstadına yani müridi olduğu efendisine her durumda ve şartta itaat etmesiyle gerçekleşen öğretidir.

Müridin, efendisinin izni olmadan yaptığı her şey hatta ölüm bile hırsızlık olarak tanımlanmaktadır.

 

Foucault’ya (2018) göre her iki Hristiyanlık rituelinde (exagoreusis ve exomologesis) Tanrı’dan dolayı inananın ruhunda gizli ve saklı kalan ancak unutulmuş olan kutsal bir parıltı olduğu düşünülmektedir.

 

Dolayısıyla özne/inanan iktidar olan anlayış/klise tarafından bir anlamda hakikat oyununa çekilmekte ve inanan bu minvalde iktidarın tasarladığı yaşam tarzı üzerinden nesneleştirilmektedir (özneleştirme). Bu oyunun kuralı ise inananın hakikate ulaşması için kendiliğini kurban etmesidir.

 

İktidarlar tarafından tasarlanmış bir hakikat sanrısının, insanın anlam veren bilincinin yerine geçmesi ve otoritenin tahakkümü altına girmesi onun kendisini inşa edememesine, kendisini imkanlara tasarlayamamasına neden olmaktadır. Var oluşun temelinde yatan hakikatin (habitusun özü) başkası üzerinden tasarlanmasıyla özne kendi yaşamını tasarlama imkanına sahip olamamaktadır. Çünkü o kendi yolculuğunda bulacağı hakikatten uzaklaşarak ona dayatılan hakikatin(!) içinde hapsolmuştur.

İktidarın tasarladığı hakikatler tek tip bireyler yaratır; özne ancak merak ederek ve "yeni"yi arayarak kendi öznelliğini inşa edebilir.

 

Bugünkü hedef belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.

 

Sartre’a göre insan özgürlüğe mahkumdur.

 

Tasarlama eylemi, henüz var olmamış bir nesneye anlam ve varlık nedeni verme sürecidir.

Tasarlama eylemi bu bağlamda tasarımcının bilincinde yöneldiği, düşündüğü, arzuladığı anlamın / özün betimlenerek varlığa getirildiği bir eylem sahasıdır.

Tasarımcı adayları genellikle nesnelerle "doğal tavır" içinde, yani derinlemesine bir kavrayış geliştirmeden temas ederler. Bu engeli aşmak için nesnenin alışılmış tanımlarından soyulması ve epokhe uygulanması gerekmektedir.

Nesne alışılmış olan tanımlamalarından soyuldukça tasarımcı adayı soyduğu nesnenin esasen ne olduğunun bilincine varabilecektir.

 

Eidetik İndirgeme: Nesnenin fiziksel kılıfından soyularak özüne (eide) ulaşılmasıdır. Eidetik indirgeme, nesnenin "transendent" (aşkın/fiziksel) tarafının soyulup, bilince ait olan "immanent" (içkin) alana aktarılmasıdır. Örneğin, bir lavabonun tasarımı, onun sadece biçimini değiştirmek değil, "temiz su ile kullanıcının etkileşime girdiği var olan olarak imkan" özüne yönelmekle mümkün olur.

Nesnenin özü, nesnenin varoluşu mümkün olsun diye gerçekleşmesi gereken koşulları ifade eder.

 

Heidegger’e göre nesneler "bir şey için" olmalarıyla (ilintililik) anlam kazanırlar. Bu durumda nesnenin özü, onun sunduğu olanaklar bütünüdür.

Tasarlama eylemi, yeni bir deneyimin imkanını yaratmak olarak görülür ve tasarımcı, arzuladığı bu imkanın özünü hermenötik (yorumlayıcı) bir dille ifşa etmelidir.

 

Varoluş ve Tasarlama Eyleminin İmkanı

…karşılaşılan nesnelerin tasarımcı tarafından başka türlü kurulabilme imkanını düşünmesi, hayal etmesi mevcut düzenin dayattığı sınırların dışına çıkmayı göze almakla mümkünleşebilir.

 

…bir tasarım, kullanıcının alışık olduğu yaşam yorumlarını ters yüz edebilme gücüne sahiptir.

 

Mekan neyin imkanıdır? Var olmanın imkanıdır.

 

Sonuç

Bilimsel yöntemler nesnenin sadece ontik (fiziksel/istatistiki) yüzünü verirken, fenomenoloji ontolojik (yaşantısal) özü ortaya çıkarır.

Tasarımcı, toplumsal kalıpları reddeden, merak eden ve "yeni"nin peşinden giden otantik bir birey olmalıdır. Sonuç olarak tasarlama eylemi, insanı "kendi olma" minvaline çağıran bir eylemdir.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder