Richard Sennett - Ten ve Taş - Notlar
Batı Uygarlığında
Beden ve Şehir
Flesh and Stone, The Body and the City in Western Civilization
Mütercim: Tuncay Birkan, Üçüncü Basım, Metis Yayınları, 2008
Eser, temel olarak insan bedeni, kentsel mekan ve Batı uygarlığındaki
toplumsal değişimler arasındaki karmaşık ilişkiyi tarih boyunca incelemektedir.
Sennett, Atina'daki çıplaklık ve sivil beden anlayışından,
Roma İmparatorluğu'nun görsel kontrol ve tekrarlama üzerine kurulu kentsel
tasarımına ve Orta Çağ ile erken modern dönem kent bireyciliği ve korku
kültürüne kadar geniş bir yelpazede kentsel deneyimleri ele alır.
Sennett özellikle modern toplumda pasifleşen bedenlerin
özgürlük yanılsamasını eleştirerek, bedensel direncin ve acının kabulünün sivil
merhamet ve toplumsal farkındalık için ne kadar temel olduğunu vurgular.
…
Giriş
Beden ve Şehir
Ten ve Taş, şehrin, insanların bedensel deneyimleri yoluyla
anlatılan bir tarihidir
Batı uygarlığı bedenin haysiyetine ve insan bedenlerinin
çeşitliliğine hürmet etmekte hep zorlanmıştır: ben bedenle ilgili bu
zorlukların mimaride, şehir tasarımında ve planlama pratiğinde nasıl ifade
edilmiş olduğu nu anlamaya çalıştım.
Bu tarihi yazmama güncel bir sorun karşısında kapıldığım
şaşkınlık vesile ol du: Modern binaların çoğunu lanetlemiş gibi görünen
duyusal yoksunluk; kent ortamım sakatlayan sıkıcılık, monotonluk ve elle
tutulur kısırlık.
Pasif Beden
Nasıl filmlerin sunduğu başka bedenleri parçalama hazzını
gerçekte tatmış olan çok az asker varsa, filme alınan cinsel haz imgelerinin de
gerçek âşıkların cinsel deneyimleriyle çok az İlişkisi vardır.
Kitle iletişim araçlarında temsil edilen deneyimlerle
yaşanan deneyimler arasında bir uçurum açılır.
Düzmece seksi olduğu gibi düzmece acıları da fazla tüketmek,
bedensel farkındalığı körleştirmeye hizmet eder.
Yeni kent coğrafyası (varoşlar, alışveriş merkezleri) ve
yüksek hızda seyahat teknolojileri de duyusal yoksunluğu artırır.
Hızlı hareket halindeki kent mekânı salt hareket amacının
aracı haline gelmiştir — artık kent mekânlarını onların içinde araba
kullanmanın, onlardan çıkmanın ne kadar kolay olduğuna bakarak
değerlendiriyoruz. Hareket, az fiziksel çaba gerektirdiği için gezgin de
televizyon seyircisi gibi dünyayı uyuşturucu biçimde deneyimler.
William Hogarth'ın 1751'de yaptığı İki harika gravür / Beer
Street ve Gin Lam
Hogarth'a göre, birbirlerine dokunan bedenler toplumsal bağı
ve düzenliliği işaret ediyordu
Gin Lam 'de bütün temel figürlerin cinle sarhoş olup kendi içlerine
çekildikleri bir toplum sahnesi sergilenir
Bu fiziksel temas eksikliği, Hogarth'ın kent me kânındaki
düzensizliği anlatmak İçin başvurduğu imgeydi.
Günümüzde düzen temassızlık demek.
BİRİNCİ KISIM: SESİN VE GÖZÜN GÜÇLERİ
Birinci Bölüm: Çıplaklık
Perikles Atinası'nda Yurttaşın Bedeni
Atina'da çıplaklık, yurttaşın vakarının ve medeni olmanın
bir işaretiydi; Medeni Yunanlı teşhir ettiği bedenini bir hayranlık nesnesi
haline getirmişti. Atina demokrasisi yurttaşların bedenlerini ve düşüncelerini
açığa vurmasına (teşhir etmesine) büyük önem veriyordu.
Atina'nın ekonomisi zorluydu ve kent, tahıl ithalatına
bağımlıydı.
Yunanlıların insan vücudu anlayışı, farklı sıcaklıklara
sahip vücutlar İçin farklı haklar ve farklı kent mekânlarını beraberinde
getiriyordu. Bu farklar en bariz biçimde cinsiyet ayrımında görülür, çünkü
kadınların erkeklerin daha soğuk versiyonları oldukları düşünülüyordu. Kadınlar
şehirde çıplak olarak boy göstermiyorlardı; üstelik sanki ışıksız iç mekânlar
onların fizyolojilerine açık güneşli alanlardan daha uygunmuş gibi çoğunlukla
ev içlerine kapanıyorlardı. Evde dizlere kadar uzanan ince malzemeden tünikler,
sokakta ise ayak bileklerine kadar uzanan, kaba, mat kumaştan tünikler giyiyorlardı.
Yavaş yavaş da olsa düzgün adımlarla yürümek bir erkeğin iyi
yetiştirilmiş, tam bir erkek olduğunu gösteriyordu
Dik, eşit, maksatlı: Yunanca’da orthos, yani "dik"
sözcüğü erkeğin doğruluğu İçerimini taşıyordu. Anal birleşmeye rıza gösteren erkeklere
damgasını vurduğu düşünülen onursuz pasiflik orthos'a aykırıydı.
Atina'da meclis toplantıları (Ekklesia) ve mahkemeler,
hatibin belagatiyle (peitho) kolayca manipüle ediliyordu. Hatiplerin sözlerinin
sıcaklığı, savaşçıları rasyonel olarak davranmaktan aciz hale getirmişti.
Pnyks'teki huni şeklindeki oturma düzeni ve görsel gözetim, yurttaşları sorumlu
kılsa da, oturan (teslimiyetçi) bedenler, hatibin çıplak sesinin güçlerine
maruz kalıyordu.
İkinci Bölüm: Karanlığın Örtüsü
Atina'da Ritüelin Sunduğu Korumalar
Perikles Cenaze Söylevi'ni bitirirken şöyle diyordu:
"Aranızda bugünlerde dul kalmış olanlara kadınların görevleri hakkında bir
iki söz söylemem gerekir belki de. Bütün söyleyeceklerimi kısa bir tavsiyeyle
söyleyebilirim." Tavsiye, susmaktı. Perikles diyordu ki: "... bir
kadının en büyük zaferi, sizi ister Övsünler ister yersinler, erkeklerin en az
sizden bahsetmeleridir."
Demeter miti kadınları toprakla irtibatlandırırken Atina’da
yapılan Thesmophoria ritüeli de kadınları
birbirine bağlıyordu.
…kadınlar bunu yapmak için erkekler dünyasından çekilseler
de ayini yurttaş sıfatıyla yapıyorlardı.
Kadınlar Thesmophoria boyunca karanlığın içinde bir yolculuk
yapıp İtibarları olumlanmış vaziyette ışığa çıkıyorlardı.
Thesmophoria'nın üç günü boyunca -domuz pisliği ve söğüt
kokan, yere çömelen— kadınlar metoniminin gücü sayesinde ritüel dönüşümü
yaşıyorlardı.
Bu ürpertici, pasif durumda ritüel onları dönüştürmeye
başlıyordu: Demeter’in yasının hikâyesini ete kemiğe büründüren muteber
bedenler haline geliyorlardı,
Antik edebiyatta marul bir iktidarsızlık, daha genelde de
Ölümcül bir "cansızlık" simgesi olarak kullanılıyordu. Hatta gölgeler
diyarında yetişip ölü anneler tarafından yenen bir sebze olduğu düşünülüyordu.
Adonia sırasında kadınlar kutlamaya toprak saksılar içindeki marul sararıp
solduğu ve kuruduğu zaman başlıyorlardı. Yani sularının cinsel arzuyu kuruttuğu
varsayılan bir bitki öldüğü zaman kutlamaya başlıyorlardı.
Adonia kadınların hayatında normalde gerçekleştirilemeyen
arzuların kutlanmasıymış gibi görünüyor.
Şehir Adonia’yı resmen kabullenmiyordu / resmi takvimde yer
almıyordu.
Thukydides'in Tarih'inin bir / bölümünde MÖ 430 yılının kış
ve bahar aylarında Atina'da yaşanan büyük bir salgın anlatılır.
Kolera salgını, Atina'da din kurallarının ve ritüellerin
terk edilmesine, insanların geçici hazlara dalarak ahlaki çöküş yaşamasına
neden oldu. Salgın, ritüelin yeterli bir açıklayıcı kapsamdan yoksun olduğunu
gösterdi.
Ritüellerin şehri bir arada tutması gerekirdi. Ritüel
"başka bir yerden" gelir ve bu yer de çoğunlukla ölülerin bulunduğu
yerdir. Thesmophoria ve Adonia mitik temalarını ölüm, cenaze ve yastan
almaları, yaşayanlarla ölüleri birbirlerine bağlamaları açısından şehrin diğer
ritüellerine benziyorlardı.
Üçüncü Bölüm: Takıntılı İmge
Hadrianus'un Roması'nda Yer ve Zaman
Roma İmparatorluğu'nda görsel düzen (imgelere inanma) ile iktidar
ayrılmazdı; insanlar görünmeyen bir dünyayı bu dünyadan çok daha fazla
önemsiyorlardı. Roma'daki imgeler, şehrin değişmez çekirdeği ve kalıcılığı
kurgusunu vurguluyordu.
Hadrianus, Pantheon'u inşa ederek ve eski imparatorların
(Agrippa, Augustus) isimlerini kullanarak süreklilik kurgusunu sürdürdü.
Shakespeare'in daha sonraları "bütün dünya bir
sahnedir," diye çevireceği teatrum mundi tabirini Romalılar'a
borçluyuzdur.
Romalılar'ın teatrum mundi deneyimi modern bir insana
görünüşlere abes denecek ölçüde birebir biçimde inanmak gibi gelecek bir tavra
dayalıydı.
Traianus bir kefesinde on bin adamı dört ay ölümüne
savaştırmıştı.
Sikkeler ve jestler, otoritenin basitleştirilmiş birliğini sağlıyordu.
Pantheon, Vitruviusçu beden geometrisini (çember içine
oturtulmuş kare) yansıtarak, simetri yoluyla insanın ideal oranlarını mimariye
aktarır.
Romalılar bir şehir kurmak ya da fetih süreci sırasında
harap olan mevcut bir şehri yeniden kurmak için umbilicus adını verdikleri
noktayı, şehrin göbekbağını andıran merkezini belirlemeye çalışırlardı;
planlamacılar şehirdeki mekânlar için gerekli bütün hesaplamaları şehrin bu
göbekbağından yola çıkarak yaparlardı. Pantheon'un zemini bu tür bir
umbilicus'a sahiptir.
Planlamacılar bir şehrin umbilicus'unu gökyüzünü inceleyerek
de belirliyorlardı. Güneşin izlediği yol gökyüzünü ikiye bölüyordu; geceleyin
yıldızlar üzerinde yapılan bazı ölçümlerle bu ayrım çizgisi de dik açıyla
bölünüyor ve böylece gökler dört parçaya ayrılmış oluyordu. Bir şehir kurmak
için, adeta gökyüzünün haritası yeryüzüne yansıtılmış gibi, yerde, göğün dört
parçasının buluştuğu noktanın hemen altına düşen bölüm aranıyordu.
Roma forumu çizgisel formlarla (bazilika, Rostra) "bak
ve itaat et" buyruğunu veriyordu; anıtlar ve törenler siyasi tartışmanın
yerini almıştı.
Roma evi
Roma evi, Yunan evine kıyasla kadın-erkek ilişkilerinde daha
esnek bir yapı sunuyor.
Kadınlar, babanın veya kocanın mutlak otoritesine girmeden
evlenebiliyor ve kendi mülklerini yönetebiliyorlardı.
Yunan toplumunun aksine, Romalı kadınlar erkeklerle birlikte
yemek yiyor ve Hadrianus döneminden itibaren yemek divanlarına onlarla birlikte
uzanabiliyordu.
Roma ev tasarımı rastgele değil, belirli bir
"çizgisellik" ve "sıralama" üzerine kuruluydu:
Eve girildiğinde karşılaşılan ilk büyük alan olan atrium,
ailenin zenginliğini ve gücünü sergilediği bir vitrindi.
Evin en yaşlı erkeği (baba), atalarının maskları ve
heykelleri arasında, taht benzeri bir koltukta oturarak otoritesini mekânsal
olarak ilan ederdi.
Odalar arasında genellikle kapı yerine perdeler
kullanılırdı. Bir misafirin evin ne kadar derinine kabul edildiği, o misafirin
toplumsal statüsünün ve ev sahibiyle olan yakınlığının doğrudan bir
göstergesiydi.
Yatak Odası / En uçtaki iktidar noktasıydı ve ailenin
sürekliliğini (zürriyeti) temsil eden kutsal bir alan olarak görülürdü.
Roma mimarisindeki dikgen hatlar, ızgara planlar ve net
formlar (kemerler, kubbeler), Roma halkının karmaşa içindeki dünyada hissettiği
"kalıcılık ve düzen" ihtiyacını tatmin ediyordu.
Dördüncü Bölüm: Bedendeki Zaman
Roma'da İlk Hıristiyanlar
Hıristiyanlık, bedensel ıstırabı manevi değere dönüştürdü ve
paganların "bak ve inan" buyruğuna meydan okudu.
Kabil'in bir şehir inşa ettiği, Habil'in ise sanki
yeryüzünde sadece. bir hacıymışçasına, hiçbir şehir İnşa etmediği kaydedilir.
Çünkü azizlerin gerçek Şehri cennette dir.
Hıristiyanlar, yaşadıkları yerle bağlarını keserek,
"zaman içinde bir hac" yolculuğuna çıkıyordu.
İsa arzuları ve bedensel istekleri olan bir pagan tanrısına
benzemiyordu.
Hadrianus döneminin pagan tanrıları doğaüstü güçlere ve
ebedi hayata sahip yüceltilmiş İnsanlar gibi görünüyorlardı. Bu tanrılar hazzı
ve korkuyu, kıskançlık ve öfkeyi biliyorlardı; çoğu bencilliği canavarlık
düzeyine vardırmıştı. Origenus’a göre İsa farklıydı. Hiçbir cinsel arzusu
olmadığı gibi sırf dünyadaki takipçilerine duyduğu sevgi yüzünden de çarmıhta
acı çekmişti. Bedensel duyumlardan yoksun olduğu İçin İsa paganlara garip görünmüş
olabilirdi ama bunun nedeni O’nun Tanrı olmasıydı. Onun bedeni insanların
künhüne varamayacağı yabancı bir bedendir.
Logos ışıktır
Pagan Celsus "peki o zaman Tanrı’yı nasıl bilebilirim?
... Onu bana nasıl gösterebilirsin?" diye soruyor, Hıristiyan Origenus da
"her şeyin Yaratıcısı... Işık'tır," diye cevap veriyordu.
Hıristiyanlar oluş sürecini açıklamaya çalıştıklarında ışık deneyimine
başvuruyor, İhtidayı bir aydınlanma süreci olarak betimliyorlardı.
Yahudi-Hıristiyan gelenekteki kullanımıyla Logos sözcükler arasındaki ilahi bağlantı,
üzerine ışık düşmüş sözcükler anlamına gelir. Origenus ışığın İsa'yı "ete
kemiğe bürünmeden önceki" ve eti kemiği terk ettikten sonraki haliyle gösterdiğini
ilan ediyordu.
Hıristiyan evi
Roma devlet dini kamusal alanı kaplarken, Hıristiyanlık bu
dönemde tamamen iç mekana çekilmiştir.
Roma yemek odası (triclinium) bir güç ve statü sergileme
alanı iken, Hıristiyanların Agape (Kardeşlik Sofrası) yemeği bu düzeni yıkar.
Roma Şöleni / Bir "vahşet tiyatrosu" gibidir; ev
sahibi misafirlerini servetiyle boğar, misafirler pasif ve itaatkârdır.
Hıristiyan Meclisi / Tek bir kişinin hakimiyeti yerine,
mektupların (örneğin Aziz Pavlos'un mektupları) okunduğu, tartışıldığı ve
kolektif bir ruhun paylaşıldığı aktif bir yoldaşlık alanıdır.
Roma evinin "çizgisel" iktidar hattı, yerini iman
derecesine dayalı yeni bir düzene bırakmıştır.
(Roma’da) Hamamlar şehrin muazzam çeşitliliğini ortak bir
çıplaklık içinde bir araya getiriyordu.
Tıpkı diğer Romalılar gibi Hıristiyanlar da halka açık
hamamlara gidiyorlardı. Ama onlar için suya girmenin yurttaşlıkla İlgili değil
kişisel ve dini bir anlamı vardı.
Kuzu bir Hıristiyan simgesidir, yırtıcı kuşlarsa Nietzsche'nin
yazılarında özellikle Roma'ya özgü hayvanlar, emperyal kuşlar rolünü oynarlar.
Nietzsche Romalılar'ın dünyanın üzerinde uçarak her yerde avlanıp tahakküm kurduklarım
düşünüyordu.
Nietzsche mesele bu yırtıcı kuşların neden kuzulardan daha
güçlü olduklarını açıklayarak başlar. Onların gücü sadece pençe ve gagalarından
gelmez; bu kuşlar güçlüdür çünkü güçlerinin bilincinde değildirler. Kuzuları
öldürmeye karar vermezler, sadece acıktıkları zaman et peşine düşerler. Aynı
şekilde, güçlü iştiyakları olan insanlar da içmeyi, öldürmeyi ya da sevişmeyi
seçiyor falan değillerdir. Bunları sadece yaparlar.
Schopenhauer gibi Nietzsche de güçlü bedenîn özbilincin, zihnin
yükünü taşımadığını, kendine karşı kör olduğunu düşünür. Felsefi açıdan bu,
duyuları güçlü insan için "yapmanın, gerçekleştirmenin [ya da] olmanın
ardında hiçbir 'varlık' olmadığı" anlamına gelir. Böyle bir kişi kendi davranışlarını
yargılamaz, (hayvan veya insan) kuzuların onun arzuları yüzünden acı
çekebileceklerini dikkate alıp başkaları hakkında düşünerek kendini dizginlemez.
Nietzsche'nin zayıfları küçümsemesinin nedeni zayıf olmaları
değil yaptıkları şey hakkında yalan söylemeleridir. Kuzu mertçe "ben
korkağım" demek yerine "benim bir ruhum var" diye meler.
Nietzsche Hıristiyan kuzular ve pagan yırtıcı kuşlarla
ilgili bu meseli yazarken adil olmak ya da tarihsel bakımdan doğru şeyler
söylemek gibi bir kaygı gütmüyordu.
Nietzsche kaba gücün hâkimiyet kurmaya yeterli olmadığını,
göremez. Kaba güç yeterli olsaydı güçlüler hiçbir zaman güçlerini
meşrulaştırmaya çalışmazlardı çünkü meşruiyet güçlülere konuşulan değil, güçlüler
tarafından konuşulan bir kendini haklı çıkarma dilidir. Üstelik Nietzsche'nin
meseli kuzu gibi davranmayan zayıfların davranışlarını dikkate almaz; zayıf
insanlar güçlü olanlara direnebilmek İçin kendi bedenlerini kontrol etmeye
çalışırlar.
İKİNCİ KISIM: KALP HAREKETLERİ
Beşinci Bölüm: Cemaat
Jehan de Chelles'in Parisi
Ortaçağ Paris'i (1250) ekonomik gücün (burjuva) yükseldiği
bir dönemdi. Şehir, feodal bağımlılıktan kurtulmayı vaat eden şehir havası
insanı özgürleştirir (Stadt Luft macht frei) düsturuyla yönetiliyordu.
Cerrah Henri de Mondeville, yaptığı cerrahi deneyler
sayesinde insan bedeninde merhametin mekanizmasını, yani kriz anlarında bedenin
ısı ve sıvıyı yayma biçimini keşfettiğine inanıyordu.
De Mondeville bedeni soylu kafa ve kalp bölgesi ile üretici
karın bölgesi şeklinde iki genel bölgeye ayırıyordu. Her bölgenin kendi
fizyolojik "fırın"ı vardı. Hastalıklar bu iki bölge farklı sıcaklıklarda
ısınıp vücudun sıvı suyuklarının dengesini bozdukları zaman ortaya çıkıyordu.
De Mondeville bir ameliyat yapıldığı sırada ve yapıldıktan
sonra bedenin bir organının bir başkasının zaafını telafi etme eğilimi gösterdiğini
belirtiyordu. Ona göre ameliyat sonunda "diğer organlar [yaralı organın]
ıstırabına acıyorlar, bütün ruhlarını ve sıcaklıklarını göndererek onun
yardımına koşuyorlardı.
De Mondevilie bu merhamet tepkisine "senkop" diyordu.
Ortaçağın başlarında günah çıkarma nispeten tutkudan yoksun
bir işti. Günah çıkartacak olan kişi eylemlerini hangi koşullarda yaptığım
tarif eder, günah çıkarıcı da ona ya bir ceza ya da davranışlarım değiştirme
talimatı verirdi. On İkinci yüzyılda dini canlanma dalgası sayesinde günah
çıkarma iki birey arasındaki çok daha bireysel, duygusal bakımdan yüklü bir
etkileşim haline geldi.
Hıristiyan emeği her zaman günahkâr dünyadan kaçıp
sığınılacak bir yer sunma fikriyle bağlantılı olmuştur.
Manastır bahçesinde cereyan eden Hıristiyan tefekkürü Cennet
Bahçesi tahayyülüne dayanıyordu. Bu tahayyül Adem'le Havva'nın Cennet’ten
atılmalarına yol açan insanın özyıkıcılık eğilimi hakkında düşünme ortamını
yaratıyordu.
Altıncı Bölüm: "Herkes Kendinin Şeytanıdır"
Humbert de Romans'ın Parisi
Atina polis'inin üyesi yurttaştı. Bir ortaçağ kentinin üyesi
ise kendine Fransızca'da bourgeois, Almanca’da burgher diyordu. Bu kelimeler
orta sınıf mensuplarından daha fazlasına karşılık geliyorlardı. Notre-Dame’da
çalışan oymacılar burjuvaydı, ama ortaçağ Parisinde çok az burjuva Yunan
yurttaşlarının oy hakkına sahipti, Tarihçi Maurice Lombard burjuvayı şehirdeki
ticaret sayesinde kozmopolitleşen biri olarak tanımlar.
Mekân ile yer arasındaki ayrım kent için temel bir ayrımdır.
Kişinin yaşadığı yere duyduğu bağlılıktan daha fazlasını gerektirir, çünkü
zaman deneyimini de içerir. Ortaçağ Parisinde mekânın esnek kullanımı,
faaliyetlerini zaman içinde değiştirme hakkına sahip bir kurum olan şirketin
ortaya çıkışıyla birlikte görülmeye başladı. Ekonomik zaman fırsatları takip
ederek, öngörülemeyen olaylardan yararlanarak ilerliyordu. İktisat işlevsel
mekân kullanımıyla fırsatçı bir zaman kullanımım birleştirdi. Oysa Hıristiyan
zamanı İsa'nın hayat hikâyesi üzerine, İnsanların ezbere bildiği bir tarih
üzerine kuruluydu. Din yere duygusal bağlılığı sabit ve kesin bir anlatı
zamanıyla birleştiriyordu.
Yalnızca Roma döneminde kurulmuş olan ortaçağ şehirlerinin
bir sokak planı ya da genel bir tasarımı vardı. Trier ve Milano gibi çok az
sayıda şehir hariç Roma’dan kalma ızgara sistemi büyüme süreci tarafından
parçalanıp bağlantısız parçalara ayrılmış durumdaydı.
Sokak saldırgan bir sahiplenmeliğin damgasını taşıyordu.
Sokak, insanlar hak ve güç talebinde ve gösterisinde bulunduktan sonra geri
kalan mekân demekti.
Paris'in sağ yakasındaki deri işçileri semtinde her dükkânın
pencereleri pencere mimarisinde yapılan bir yenilik sayesinde sokaklarda
yürüyen insanlara mallarını sergiliyordu: Pencerelerin katlanınca tezgâh
işlevini gören ahşap kepenkleri vardı.
Köylü... meteorolojik bir zamana, mevsimlerin döngüsüne
tabiydi. Oysa pazarda, mesela Paris limanlarında servet yapıp servet batırmak
dakikalar, hatta saniyeler içinde olan şeylerdi.
Yedinci Bölüm: Dokunma Korkusu
Rönesans Venedik'inde Yahudi Gettosu
Venedik, Agnadello bozgunundan (1509) sonra kendi ahlaki
çürümesinden (şehrin şehvaniliği ve frengi salgını) duyduğu korkuyu Yahudilere
yöneltti.
Hıristiyanlar, frengi ve kirlilikle özdeşleştirdikleri
Yahudi bedenlerine dokunmaktan korkuyorlardı.
Shylock'un hikâyesi, sözleşmeden doğan ekonomik hakkın
devletin (Dük'ün) önüne geçtiğini gösteriyordu.
ÜÇÜNCÜ KISIM: ATARDAMARLAR VE TOPLARDAMARLAR
Sekizinci Bölüm: Hareketli Bedenler
Harvey'nin Devrimi
William Harvey'nin kan dolaşımı keşfi (1628), bedeni
"mekanik, hareketli bir makine" olarak görüyordu.
Bu, bedensel hareketin ve fiziksel sağlığın, ahlakın yerine
geçtiği bir dönemi başlattı.
On sekizinci yüzyılda Aydınlanma planlamacıları bu fikirleri
şehre uyguladılar. Planlamacılar şehri insanların serbestçe dolaşıp nefes
alabilecekleri bir yer, insanların sağlıklı kan hücreleri gibi içinde aktığı
akışkan atardamar ve toplardamarlardan oluşan bir şehir haline getirmeye
çalışıyorlardı. Tıp devrimi, bu toplum mühendisleri nezdinde insan mutluluğunun
standardı olarak ahlakın yerine sağlığı geçirmiş gibiydi, sağlık da hareket ve
dolaşımla tanımlanıyordu.
Goethe yabancılarla dolu kalabalıklar arasında dolaşmanın
onu bir birey olarak duyusal bakımdan uyardığını fark etmişti. Venedik'te, San
Marco'daki kalabalığın arasında "en sonunda özlediğim yalnızlığı gerçekten
yaşayabiliyorum, çünkü İnsan hiçbir yerde, kendine ite kaka yol açtığı büyük
bir kalabalık arasında olduğu kadar yalnız olamaz," der
…şehrin kalabalıkları karşısında Adam Smith'in başvurduğu
yol da onları insani bir bütün olarak değil ayrı karakter ve kategorilere
ayrılmış bir biçimde betimlemektir.
Jefferson'ın kentli güruhlardan duyduğu korku meşhurdu.
L'Enfant da bu kalabalıklar karşısında ikircikli bir tavır içindeydi;
planlarının kalabalıkların Washington caddelerinde "toplaşmasını
önleyeceğini umuyordu. Paris'teki XV. Louis Meydanı için yapılan reform
önerileri burayı posta arabaları ve diğer büyük taşıtlar içinde gezen insan
grupları için değil tek başlarına yürüyen ya da ata binen bireylere uygun hale
getirmeye çalışıyorlardı.
Hareketli ekonomik aktör (Homo economicus) uzmanlaşmış
vasıflar edinerek toplumda kolayca dolaşabilirdi. Bu hareket özgürlüğü, yoksul
Parisli kitlelerin ekmek fiyatları yüzünden hükümetin kapılarına dayanmasıyla
çatıştı.
Dokuzuncu Bölüm: Serbest Kalan Beden
Boullee'nin Parisi
Giyotin, kurbanın acısını uzatmak yerine çabucak bitiren
"insancıl Ölüm" teknolojisiydi. Büyük, boş meydanlarda yapılan idam
törenleri, mekanik tekrar ve askeri kordonlar sayesinde ölüm edimini
"görülebilir bir olay olmaktan" çıkardı.
Onuncu Bölüm: Kent Bireyciliği
E. M. Forster'ın Londrası
Edward dönemi Londrası, hızlı büyümesine rağmen aristokrat
toprak sahiplerince yönetilen ve "sınıfsal olarak homojen, bağıntısız
mekânlardan" oluşan bir şehirdi.
On dokuzuncu yüzyıl kent projeleri (Regent's Park, Haussmann
bulvarları, Londra Metrosu) bireysel hareketliliği (hız) destekleyerek
kalabalıkları dağıtmayı ve mekânları yalıtmayı amaçladı.
Konfor arayışı (yaylı, dolgulu koltuklar, merkezi ısıtma,
asansör) bedeni "pasif bir bedensel teslimiyete" iterken, teknoloji
binaları kent ortamından yalıttı. Toplu taşımada sessizlik, bireysel
mahremiyeti korumanın bir yolu oldu.
Forster'ın Howards End romanı, bu konfor ve pasifliğe karşı
"yerinden-olmak" (sürgün) yoluyla, insanların "aynılığa karşı
savaşarak" birbirlerinin ve çevrelerinin farkına varmaları gerektiğini
savunur.
Sonuç
Sivil Bedenler
Çokkültürlü New York
Modern New York'ta farklılık (Greenwich Village) kayıtsızlıkla
yan yana varolur. Robert Moses'ın otoyolları, hareket özgürlüğünü, nötr
mekânların monotonluğuyla birleştirdi. Hızlı hareket, algıyı basitleştiren imge
repertuvarı kullanımını teşvik ederek, farklılıkla karşılaşıldığında pasifleşirler.
Ten ve Taş’ta kent mekânlarının büyük Ölçüde insanların
kendi bedenlerinin yaşama biçimleri yoluyla şekillendiğini ileri sürdüm.
Çokkültürlü bir şehirde insanların birbirleriyle ilgilenmeleri için,
bedenlerimize dair kavrayışımızı değiştirmemiz gerektiğine inanıyorum.
Kendimizdeki bedensel yetersizlikleri kabul edene kadar başkalarının farklılığını
hiçbir zaman hissedemeyeceğiz. Sivil merhamet, sırf iyi niyetten ya da siyasi
doğruluktan değil kendimizdeki eksiğe dair bu fiziksel farkındalıktan kaynaklanır.
Bu iddialar New York'un gündelik gerçekliklerinden uzak görünüyorlarsa, bu
belki de kent deneyiminin dini anlayıştan ne kadar kopmuş olduğunun
göstergesidir.
Freud’a göre, haz ilkesi (rahatlık/korunma) "uyarım
eksikliği" yüzünden organizmayı tehlikeye atar. Uygarlık, insanları
"çelişkili deneyimlerle" yüzleştirerek haz ilkesinin ötesine taşır.
Bedensel acının kabul edilebileceği, bu acının aşkın
kökenlerinin görünür hale geleceği bir yere neden gerek duyulduğu anlaşılırsa
Ötekine yönelik bir sempati ortaya çıkacaktır ancak. Bu acının insan deneyimi
içinde izlediği bir yörünge vardır. Benliği yolundan çıkarır ve eksiltir,
bütünlük arzusunu bozguna uğratır; acıyı kabul eden beden -çeşitlilikle dolu
bir dünyada herkes ne hissettiğini, kim olduğunu başkalarına açıklayamasa da-
başka bir insanın acısına, sokakta hep bir arada bulunan acılara duyarlı bir
yurttaş bedeni haline gelmeye hazırdır. Ama beden ancak çektiği acıların
çaresinin toplumun yapıp ettiklerinde olmadığını, mutsuzluğunun başka yerden
geldiğini, acısının Tanrı'nın insanlara verdiği sürgün sıfatıyla bir arada
yaşama buyruğundan kaynaklandığını kabul ederse bu yurttaşlık yörüngesini
İzleyebilir.
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder