9 Ekim 2025 Perşembe

Richard Sennett - Ten ve Taş - Notlar

Richard Sennett - Ten ve Taş - Notlar

Batı Uygarlığında Beden ve Şehir

Flesh and Stone, The Body and the City in Western Civilization

Mütercim: Tuncay Birkan, Üçüncü Basım, Metis Yayınları, 2008

 


Eser, temel olarak insan bedeni, kentsel mekan ve Batı uygarlığındaki toplumsal değişimler arasındaki karmaşık ilişkiyi tarih boyunca incelemektedir.

Sennett, Atina'daki çıplaklık ve sivil beden anlayışından, Roma İmparatorluğu'nun görsel kontrol ve tekrarlama üzerine kurulu kentsel tasarımına ve Orta Çağ ile erken modern dönem kent bireyciliği ve korku kültürüne kadar geniş bir yelpazede kentsel deneyimleri ele alır.

Sennett özellikle modern toplumda pasifleşen bedenlerin özgürlük yanılsamasını eleştirerek, bedensel direncin ve acının kabulünün sivil merhamet ve toplumsal farkındalık için ne kadar temel olduğunu vurgular.

 

Giriş

Beden ve Şehir

Ten ve Taş, şehrin, insanların bedensel deneyimleri yoluyla anlatılan bir tarihidir

Batı uygarlığı bedenin haysiyetine ve insan bedenlerinin çeşitliliğine hürmet etmekte hep zorlanmıştır: ben bedenle ilgili bu zorlukların mimaride, şehir tasarımında ve planlama pratiğinde nasıl ifade edilmiş olduğu­ nu anlamaya çalıştım.

 

Bu tarihi yazmama güncel bir sorun karşısında kapıldığım şaşkınlık vesile ol­ du: Modern binaların çoğunu lanetlemiş gibi görünen duyusal yoksunluk; kent ortamım sakatlayan sıkıcılık, monotonluk ve elle tutulur kısırlık.

 

Pasif Beden

Nasıl filmlerin sunduğu başka bedenleri parçalama hazzını gerçekte tatmış olan çok az asker varsa, filme alınan cinsel haz imgelerinin de gerçek âşıkların cinsel deneyimleriyle çok az İlişkisi vardır.

Kitle iletişim araçlarında temsil edilen deneyimlerle yaşanan deneyimler arasında bir uçurum açılır.

 

Düzmece seksi olduğu gibi düzmece acıları da fazla tüketmek, bedensel farkındalığı körleştirmeye hizmet eder.

Yeni kent coğrafyası (varoşlar, alışveriş merkezleri) ve yüksek hızda seyahat teknolojileri de duyusal yoksunluğu artırır.

 

Hızlı hareket halindeki kent mekânı salt hareket amacının aracı haline gelmiştir — artık kent mekânlarını onların içinde araba kullanmanın, onlardan çıkmanın ne kadar kolay olduğuna bakarak değerlendiriyoruz. Hareket, az fiziksel çaba gerektirdiği için gezgin de televizyon seyircisi gibi dünyayı uyuşturucu biçimde deneyimler.

 

William Hogarth'ın 1751'de yaptığı İki harika gravür / Beer Street ve Gin Lam

Hogarth'a göre, birbirlerine dokunan bedenler toplumsal bağı ve düzenliliği işaret ediyordu

Gin Lam 'de bütün temel figürlerin cinle sarhoş olup kendi içlerine çekildikleri bir toplum sahnesi sergilenir

Bu fiziksel temas eksikliği, Hogarth'ın kent me­ kânındaki düzensizliği anlatmak İçin başvurduğu imgeydi.

Günümüzde düzen temassızlık demek.

 

BİRİNCİ KISIM: SESİN VE GÖZÜN GÜÇLERİ

Birinci Bölüm: Çıplaklık

Perikles Atinası'nda Yurttaşın Bedeni

Atina'da çıplaklık, yurttaşın vakarının ve medeni olmanın bir işaretiydi; Medeni Yunanlı teşhir ettiği bedenini bir hayranlık nesnesi haline getirmişti. Atina demokrasisi yurttaşların bedenlerini ve düşüncelerini açığa vurmasına (teşhir etmesine) büyük önem veriyordu.

 

Atina'nın ekonomisi zorluydu ve kent, tahıl ithalatına bağımlıydı.

Yunanlıların insan vücudu anlayışı, farklı sıcaklıklara sahip vücutlar İçin farklı haklar ve farklı kent mekânlarını beraberinde getiriyordu. Bu farklar en bariz biçimde cinsiyet ayrımında görülür, çünkü kadınların erkeklerin daha soğuk versiyonları oldukları düşünülüyordu. Kadınlar şehirde çıplak olarak boy göstermiyorlardı; üstelik sanki ışıksız iç mekânlar onların fizyolojilerine açık güneşli alanlardan daha uygunmuş gibi çoğunlukla ev içlerine kapanıyorlardı. Evde dizlere kadar uzanan ince malzemeden tünikler, sokakta ise ayak bileklerine kadar uzanan, kaba, mat kumaştan tünikler giyiyorlardı.

 

Yavaş yavaş da olsa düzgün adımlarla yürümek bir erkeğin iyi yetiştirilmiş, tam bir erkek olduğunu gösteriyordu

Dik, eşit, maksatlı: Yunanca’da orthos, yani "dik" sözcüğü erkeğin doğruluğu İçerimini taşıyordu. Anal birleşmeye rıza gösteren erkeklere damgasını vurduğu düşünülen onursuz pasiflik orthos'a aykırıydı.

 

Atina'da meclis toplantıları (Ekklesia) ve mahkemeler, hatibin belagatiyle (peitho) kolayca manipüle ediliyordu. Hatiplerin sözlerinin sıcaklığı, savaşçıları rasyonel olarak davranmaktan aciz hale getirmişti. Pnyks'teki huni şeklindeki oturma düzeni ve görsel gözetim, yurttaşları sorumlu kılsa da, oturan (teslimiyetçi) bedenler, hatibin çıplak sesinin güçlerine maruz kalıyordu.

 

İkinci Bölüm: Karanlığın Örtüsü

Atina'da Ritüelin Sunduğu Korumalar

Perikles Cenaze Söylevi'ni bitirirken şöyle diyordu: "Aranızda bugünlerde dul kalmış olanlara kadınların görevleri hakkında bir iki söz söylemem gerekir belki de. Bütün söyleyeceklerimi kısa bir tavsiyeyle söyleyebilirim." Tavsiye, susmaktı. Perikles diyordu ki: "... bir kadının en büyük zaferi, sizi ister Övsünler ister yersinler, erkeklerin en az sizden bahsetmeleridir."

 

Demeter miti kadınları toprakla irtibatlandırırken Atina’da yapılan Thesmophoria ritüeli de kadınları birbirine bağlıyordu.

…kadınlar bunu yapmak için erkekler dünyasından çekilseler de ayini yurttaş sıfatıyla yapıyorlardı.

Kadınlar Thesmophoria boyunca karanlığın içinde bir yolculuk yapıp İtibarları olumlanmış vaziyette ışığa çıkıyorlardı.

Thesmophoria'nın üç günü boyunca -domuz pisliği ve söğüt kokan, yere çömelen— kadınlar metoniminin gücü sayesinde ritüel dönüşümü yaşıyorlardı.

Bu ürpertici, pasif durumda ritüel onları dönüştürmeye başlıyordu: Demeter’in yasının hikâyesini ete kemiğe büründüren muteber bedenler haline geliyorlardı,

 

Antik edebiyatta marul bir iktidarsızlık, daha genelde de Ölümcül bir "cansızlık" simgesi olarak kullanılıyordu. Hatta gölgeler diyarında yetişip ölü anneler tarafından yenen bir sebze olduğu düşünülüyordu. Adonia sırasında kadınlar kutlamaya toprak saksılar içindeki marul sararıp solduğu ve kuruduğu zaman başlıyorlardı. Yani sularının cinsel arzuyu kuruttuğu varsayılan bir bitki öldüğü zaman kutlamaya başlıyorlardı.

Adonia kadınların hayatında normalde gerçekleştirilemeyen arzuların kutlanmasıymış gibi görünüyor.

 

Şehir Adonia’yı resmen kabullenmiyordu / resmi takvimde yer almıyordu.

 

Thukydides'in Tarih'inin bir / bölümünde MÖ 430 yılının kış ve bahar aylarında Atina'da yaşanan büyük bir salgın anlatılır.

Kolera salgını, Atina'da din kurallarının ve ritüellerin terk edilmesine, insanların geçici hazlara dalarak ahlaki çöküş yaşamasına neden oldu. Salgın, ritüelin yeterli bir açıklayıcı kapsamdan yoksun olduğunu gösterdi.

 

Ritüellerin şehri bir arada tutması gerekirdi. Ritüel "başka bir yerden" gelir ve bu yer de çoğunlukla ölülerin bulunduğu yerdir. Thesmophoria ve Adonia mitik temalarını ölüm, cenaze ve yastan almaları, yaşayanlarla ölüleri birbirlerine bağlamaları açısından şehrin diğer ritüellerine benziyorlardı.

 

Üçüncü Bölüm: Takıntılı İmge

Hadrianus'un Roması'nda Yer ve Zaman

Roma İmparatorluğu'nda görsel düzen (imgelere inanma) ile iktidar ayrılmazdı; insanlar görünmeyen bir dünyayı bu dünyadan çok daha fazla önemsiyorlardı. Roma'daki imgeler, şehrin değişmez çekirdeği ve kalıcılığı kurgusunu vurguluyordu.

 

Hadrianus, Pantheon'u inşa ederek ve eski imparatorların (Agrippa, Augustus) isimlerini kullanarak süreklilik kurgusunu sürdürdü.

Shakespeare'in daha sonraları "bütün dünya bir sahnedir," diye çevireceği teatrum mundi tabirini Romalılar'a borçluyuzdur.

 

Romalılar'ın teatrum mundi deneyimi modern bir insana görünüşlere abes denecek ölçüde birebir biçimde inanmak gibi gelecek bir tavra dayalıydı.

Traianus bir kefesinde on bin adamı dört ay ölümüne savaştırmıştı.

 

Sikkeler ve jestler, otoritenin basitleştirilmiş birliğini sağlıyordu.

 

Pantheon, Vitruviusçu beden geometrisini (çember içine oturtulmuş kare) yansıtarak, simetri yoluyla insanın ideal oranlarını mimariye aktarır.

 

Romalılar bir şehir kurmak ya da fetih süreci sırasında harap olan mevcut bir şehri yeniden kurmak için umbilicus adını verdikleri noktayı, şehrin göbekbağını andıran merkezini belirlemeye çalışırlardı; planlamacılar şehirdeki mekânlar için gerekli bütün hesaplamaları şehrin bu göbekbağından yola çıkarak yaparlardı. Pantheon'un zemini bu tür bir umbilicus'a sahiptir.

 

Planlamacılar bir şehrin umbilicus'unu gökyüzünü inceleyerek de belirliyorlardı. Güneşin izlediği yol gökyüzünü ikiye bölüyordu; geceleyin yıldızlar üzerinde yapılan bazı ölçümlerle bu ayrım çizgisi de dik açıyla bölünüyor ve böylece gökler dört parçaya ayrılmış oluyordu. Bir şehir kurmak için, adeta gökyüzünün haritası yeryüzüne yansıtılmış gibi, yerde, göğün dört parçasının buluştuğu noktanın hemen altına düşen bölüm aranıyordu.

 

Roma forumu çizgisel formlarla (bazilika, Rostra) "bak ve itaat et" buyruğunu veriyordu; anıtlar ve törenler siyasi tartışmanın yerini almıştı.

 

Roma evi

Roma evi, Yunan evine kıyasla kadın-erkek ilişkilerinde daha esnek bir yapı sunuyor.

Kadınlar, babanın veya kocanın mutlak otoritesine girmeden evlenebiliyor ve kendi mülklerini yönetebiliyorlardı.

Yunan toplumunun aksine, Romalı kadınlar erkeklerle birlikte yemek yiyor ve Hadrianus döneminden itibaren yemek divanlarına onlarla birlikte uzanabiliyordu.

 

Roma ev tasarımı rastgele değil, belirli bir "çizgisellik" ve "sıralama" üzerine kuruluydu:

Eve girildiğinde karşılaşılan ilk büyük alan olan atrium, ailenin zenginliğini ve gücünü sergilediği bir vitrindi.

Evin en yaşlı erkeği (baba), atalarının maskları ve heykelleri arasında, taht benzeri bir koltukta oturarak otoritesini mekânsal olarak ilan ederdi.

Odalar arasında genellikle kapı yerine perdeler kullanılırdı. Bir misafirin evin ne kadar derinine kabul edildiği, o misafirin toplumsal statüsünün ve ev sahibiyle olan yakınlığının doğrudan bir göstergesiydi.

Yatak Odası / En uçtaki iktidar noktasıydı ve ailenin sürekliliğini (zürriyeti) temsil eden kutsal bir alan olarak görülürdü.

 

Roma mimarisindeki dikgen hatlar, ızgara planlar ve net formlar (kemerler, kubbeler), Roma halkının karmaşa içindeki dünyada hissettiği "kalıcılık ve düzen" ihtiyacını tatmin ediyordu.

 

Dördüncü Bölüm: Bedendeki Zaman

Roma'da İlk Hıristiyanlar

Hıristiyanlık, bedensel ıstırabı manevi değere dönüştürdü ve paganların "bak ve inan" buyruğuna meydan okudu.

Kabil'in bir şehir inşa ettiği, Habil'in ise sanki yeryüzünde sadece. bir hacıymışçasına, hiçbir şehir İnşa etmediği kaydedilir. Çünkü azizlerin gerçek Şehri cennette­ dir.

Hıristiyanlar, yaşadıkları yerle bağlarını keserek, "zaman içinde bir hac" yolculuğuna çıkıyordu.

 

İsa arzuları ve bedensel istekleri olan bir pagan tanrısına benzemiyordu.

Hadrianus döneminin pagan tanrıları doğaüstü güçlere ve ebedi hayata sahip yüceltilmiş İnsanlar gibi görünüyorlardı. Bu tanrılar hazzı ve korkuyu, kıskançlık ve öfkeyi biliyorlardı; çoğu bencilliği canavarlık düzeyine vardırmıştı. Origenus’a göre İsa farklıydı. Hiçbir cinsel arzusu olmadığı gibi sırf dünyadaki takipçilerine duyduğu sevgi yüzünden de çarmıhta acı çekmişti. Bedensel duyumlardan yoksun olduğu İçin İsa paganlara garip görünmüş olabilirdi ama bunun nedeni O’nun Tanrı olmasıydı. Onun bedeni insanların künhüne varamayacağı yabancı bir bedendir.

 

Logos ışıktır

Pagan Celsus "peki o zaman Tanrı’yı nasıl bilebilirim? ... Onu bana nasıl gösterebilirsin?" diye soruyor, Hıristiyan Origenus da "her şeyin Yaratıcısı... Işık'tır," diye cevap veriyordu. Hıristiyanlar oluş sürecini açıklamaya çalıştıklarında ışık deneyimine başvuruyor, İhtidayı bir aydınlanma süreci olarak betimliyorlardı. Yahudi-Hıristiyan gelenekteki kullanımıyla Logos sözcükler arasındaki ilahi bağlantı, üzerine ışık düşmüş sözcükler anlamına gelir. Origenus ışığın İsa'yı "ete kemiğe bürünmeden önceki" ve eti kemiği terk ettikten sonraki haliyle gösterdiğini ilan ediyordu.

 

Hıristiyan evi

Roma devlet dini kamusal alanı kaplarken, Hıristiyanlık bu dönemde tamamen iç mekana çekilmiştir.

 

Roma yemek odası (triclinium) bir güç ve statü sergileme alanı iken, Hıristiyanların Agape (Kardeşlik Sofrası) yemeği bu düzeni yıkar.

 

Roma Şöleni / Bir "vahşet tiyatrosu" gibidir; ev sahibi misafirlerini servetiyle boğar, misafirler pasif ve itaatkârdır.

 

Hıristiyan Meclisi / Tek bir kişinin hakimiyeti yerine, mektupların (örneğin Aziz Pavlos'un mektupları) okunduğu, tartışıldığı ve kolektif bir ruhun paylaşıldığı aktif bir yoldaşlık alanıdır.

 

Roma evinin "çizgisel" iktidar hattı, yerini iman derecesine dayalı yeni bir düzene bırakmıştır.

 

(Roma’da) Hamamlar şehrin muazzam çeşitliliğini ortak bir çıplaklık içinde bir araya getiriyordu.

Tıpkı diğer Romalılar gibi Hıristiyanlar da halka açık hamamlara gidiyorlardı. Ama onlar için suya girmenin yurttaşlıkla İlgili değil kişisel ve dini bir anlamı vardı.

 

Kuzu bir Hıristiyan simgesidir, yırtıcı kuşlarsa Nietzsche'nin yazılarında özellikle Roma'ya özgü hayvanlar, emperyal kuşlar rolünü oynarlar. Nietzsche Romalılar'ın dünyanın üzerinde uçarak her yerde avlanıp tahakküm kurduklarım düşünüyordu.

Nietzsche mesele bu yırtıcı kuşların neden kuzulardan daha güçlü olduklarını açıklayarak başlar. Onların gücü sadece pençe ve gagalarından gelmez; bu kuşlar güçlüdür çünkü güçlerinin bilincinde değildirler. Kuzuları öldürmeye karar vermezler, sadece acıktıkları zaman et peşine düşerler. Aynı şekilde, güçlü iştiyakları olan insanlar da içmeyi, öldürmeyi ya da sevişmeyi seçiyor falan değillerdir. Bunları sadece yaparlar.

Schopenhauer gibi Nietzsche de güçlü bedenîn özbilincin, zihnin yükünü taşımadığını, kendine karşı kör olduğunu düşünür. Felsefi açıdan bu, duyuları güçlü insan için "yapmanın, gerçekleştirmenin [ya da] olmanın ardında hiçbir 'varlık' olmadığı" anlamına gelir. Böyle bir kişi kendi davranışlarını yargılamaz, (hayvan veya insan) kuzuların onun arzuları yüzünden acı çekebileceklerini dikkate alıp başkaları hakkında düşünerek kendini dizginlemez.

 

Nietzsche'nin zayıfları küçümsemesinin nedeni zayıf olmaları değil yaptıkları şey hakkında yalan söylemeleridir. Kuzu mertçe "ben korkağım" demek yerine "benim bir ruhum var" diye meler.

 

Nietzsche Hıristiyan kuzular ve pagan yırtıcı kuşlarla ilgili bu meseli yazarken adil olmak ya da tarihsel bakımdan doğru şeyler söylemek gibi bir kaygı gütmüyordu.

 

Nietzsche kaba gücün hâkimiyet kurmaya yeterli olmadığını, göremez. Kaba güç yeterli olsaydı güçlüler hiçbir zaman güçlerini meşrulaştırmaya çalışmazlardı çünkü meşruiyet güçlülere konuşulan değil, güçlüler tarafından konuşulan bir kendini haklı çıkarma dilidir. Üstelik Nietzsche'nin meseli kuzu gibi davranmayan zayıfların davranışlarını dikkate almaz; zayıf insanlar güçlü olanlara direnebilmek İçin kendi bedenlerini kontrol etmeye çalışırlar.

 

İKİNCİ KISIM: KALP HAREKETLERİ

Beşinci Bölüm: Cemaat

Jehan de Chelles'in Parisi

Ortaçağ Paris'i (1250) ekonomik gücün (burjuva) yükseldiği bir dönemdi. Şehir, feodal bağımlılıktan kurtulmayı vaat eden şehir havası insanı özgürleştirir (Stadt Luft macht frei) düsturuyla yönetiliyordu.

 

Cerrah Henri de Mondeville, yaptığı cerrahi deneyler sayesinde insan bedeninde merhametin mekanizmasını, yani kriz anlarında bedenin ısı ve sıvıyı yayma biçimini keşfettiğine inanıyordu.

De Mondeville bedeni soylu kafa ve kalp bölgesi ile üretici karın bölgesi şeklinde iki genel bölgeye ayırıyordu. Her bölgenin kendi fizyolojik "fırın"ı vardı. Hastalıklar bu iki bölge farklı sıcaklıklarda ısınıp vücudun sıvı suyuklarının dengesini bozdukları zaman ortaya çıkıyordu.

De Mondeville bir ameliyat yapıldığı sırada ve yapıldıktan sonra bedenin bir organının bir başkasının zaafını telafi etme eğilimi gösterdiğini belirtiyordu. Ona göre ameliyat sonunda "diğer organlar [yaralı organın] ıstırabına acıyorlar, bütün ruhlarını ve sıcaklıklarını göndererek onun yardımına koşuyorlardı.

De Mondevilie bu merhamet tepkisine "senkop" diyordu.

 

Ortaçağın başlarında günah çıkarma nispeten tutkudan yoksun bir işti. Günah çıkartacak olan kişi eylemlerini hangi koşullarda yaptığım tarif eder, günah çıkarıcı da ona ya bir ceza ya da davranışlarım değiştirme talimatı verirdi. On İkinci yüzyılda dini canlanma dalgası sayesinde günah çıkarma iki birey arasındaki çok daha bireysel, duygusal bakımdan yüklü bir etkileşim haline geldi.

 

Hıristiyan emeği her zaman günahkâr dünyadan kaçıp sığınılacak bir yer sunma fikriyle bağlantılı olmuştur.

Manastır bahçesinde cereyan eden Hıristiyan tefekkürü Cennet Bahçesi tahayyülüne dayanıyordu. Bu tahayyül Adem'le Havva'nın Cennet’ten atılmalarına yol açan insanın özyıkıcılık eğilimi hakkında düşünme ortamını yaratıyordu.

 

Altıncı Bölüm: "Herkes Kendinin Şeytanıdır"

Humbert de Romans'ın Parisi

Atina polis'inin üyesi yurttaştı. Bir ortaçağ kentinin üyesi ise kendine Fransızca'da bourgeois, Almanca’da burgher diyordu. Bu kelimeler orta sınıf mensuplarından daha fazlasına karşılık geliyorlardı. Notre-Dame’da çalışan oymacılar burjuvaydı, ama ortaçağ Parisinde çok az burjuva Yunan yurttaşlarının oy hakkına sahipti, Tarihçi Maurice Lombard burjuvayı şehirdeki ticaret sayesinde kozmopolitleşen biri olarak tanımlar.

 

Mekân ile yer arasındaki ayrım kent için temel bir ayrımdır. Kişinin yaşadığı yere duyduğu bağlılıktan daha fazlasını gerektirir, çünkü zaman deneyimini de içerir. Ortaçağ Parisinde mekânın esnek kullanımı, faaliyetlerini zaman içinde değiştirme hakkına sahip bir kurum olan şirketin ortaya çıkışıyla birlikte görülmeye başladı. Ekonomik zaman fırsatları takip ederek, öngörülemeyen olaylardan yararlanarak ilerliyordu. İktisat işlevsel mekân kullanımıyla fırsatçı bir zaman kullanımım birleştirdi. Oysa Hıristiyan zamanı İsa'nın hayat hikâyesi üzerine, İnsanların ezbere bildiği bir tarih üzerine kuruluydu. Din yere duygusal bağlılığı sabit ve kesin bir anlatı zamanıyla birleştiriyordu.

 

Yalnızca Roma döneminde kurulmuş olan ortaçağ şehirlerinin bir sokak planı ya da genel bir tasarımı vardı. Trier ve Milano gibi çok az sayıda şehir hariç Roma’dan kalma ızgara sistemi büyüme süreci tarafından parçalanıp bağlantısız parçalara ayrılmış durumdaydı.

 

Sokak saldırgan bir sahiplenmeliğin damgasını taşıyordu. Sokak, insanlar hak ve güç talebinde ve gösterisinde bulunduktan sonra geri kalan mekân demekti.

Paris'in sağ yakasındaki deri işçileri semtinde her dükkânın pencereleri pencere mimarisinde yapılan bir yenilik sayesinde sokaklarda yürüyen insanlara mallarını sergiliyordu: Pencerelerin katlanınca tezgâh işlevini gören ahşap kepenkleri vardı.

 

Köylü... meteorolojik bir zamana, mevsimlerin döngüsüne tabiydi. Oysa pazarda, mesela Paris limanlarında servet yapıp servet batırmak dakikalar, hatta saniyeler içinde olan şeylerdi.

 

Yedinci Bölüm: Dokunma Korkusu

Rönesans Venedik'inde Yahudi Gettosu

Venedik, Agnadello bozgunundan (1509) sonra kendi ahlaki çürümesinden (şehrin şehvaniliği ve frengi salgını) duyduğu korkuyu Yahudilere yöneltti.

Hıristiyanlar, frengi ve kirlilikle özdeşleştirdikleri Yahudi bedenlerine dokunmaktan korkuyorlardı.

 

Shylock'un hikâyesi, sözleşmeden doğan ekonomik hakkın devletin (Dük'ün) önüne geçtiğini gösteriyordu.

 

ÜÇÜNCÜ KISIM: ATARDAMARLAR VE TOPLARDAMARLAR

Sekizinci Bölüm: Hareketli Bedenler

Harvey'nin Devrimi

William Harvey'nin kan dolaşımı keşfi (1628), bedeni "mekanik, hareketli bir makine" olarak görüyordu.

Bu, bedensel hareketin ve fiziksel sağlığın, ahlakın yerine geçtiği bir dönemi başlattı.

On sekizinci yüzyılda Aydınlanma planlamacıları bu fikirleri şehre uyguladılar. Planlamacılar şehri insanların serbestçe dolaşıp nefes alabilecekleri bir yer, insanların sağlıklı kan hücreleri gibi içinde aktığı akışkan atardamar ve toplardamarlardan oluşan bir şehir haline getirmeye çalışıyorlardı. Tıp devrimi, bu toplum mühendisleri nezdinde insan mutluluğunun standardı olarak ahlakın yerine sağlığı geçirmiş gibiydi, sağlık da hareket ve dolaşımla tanımlanıyordu.

 

Goethe yabancılarla dolu kalabalıklar arasında dolaşmanın onu bir birey olarak duyusal bakımdan uyardığını fark etmişti. Venedik'te, San Marco'daki kalabalığın arasında "en sonunda özlediğim yalnızlığı gerçekten yaşayabiliyorum, çünkü İnsan hiçbir yerde, kendine ite kaka yol açtığı büyük bir kalabalık arasında olduğu kadar yalnız olamaz," der

 

…şehrin kalabalıkları karşısında Adam Smith'in başvurduğu yol da onları insani bir bütün olarak değil ayrı karakter ve kategorilere ayrılmış bir biçimde betimlemektir.

Jefferson'ın kentli güruhlardan duyduğu korku meşhurdu. L'Enfant da bu kalabalıklar karşısında ikircikli bir tavır içindeydi; planlarının kalabalıkların Washington caddelerinde "toplaşmasını önleyeceğini umuyordu. Paris'teki XV. Louis Meydanı için yapılan reform önerileri burayı posta arabaları ve diğer büyük taşıtlar içinde gezen insan grupları için değil tek başlarına yürüyen ya da ata binen bireylere uygun hale getirmeye çalışıyorlardı.

 

Hareketli ekonomik aktör (Homo economicus) uzmanlaşmış vasıflar edinerek toplumda kolayca dolaşabilirdi. Bu hareket özgürlüğü, yoksul Parisli kitlelerin ekmek fiyatları yüzünden hükümetin kapılarına dayanmasıyla çatıştı.

 

Dokuzuncu Bölüm: Serbest Kalan Beden

Boullee'nin Parisi

Giyotin, kurbanın acısını uzatmak yerine çabucak bitiren "insancıl Ölüm" teknolojisiydi. Büyük, boş meydanlarda yapılan idam törenleri, mekanik tekrar ve askeri kordonlar sayesinde ölüm edimini "görülebilir bir olay olmaktan" çıkardı.

 

Onuncu Bölüm: Kent Bireyciliği

E. M. Forster'ın Londrası

Edward dönemi Londrası, hızlı büyümesine rağmen aristokrat toprak sahiplerince yönetilen ve "sınıfsal olarak homojen, bağıntısız mekânlardan" oluşan bir şehirdi.

 

On dokuzuncu yüzyıl kent projeleri (Regent's Park, Haussmann bulvarları, Londra Metrosu) bireysel hareketliliği (hız) destekleyerek kalabalıkları dağıtmayı ve mekânları yalıtmayı amaçladı.

 

Konfor arayışı (yaylı, dolgulu koltuklar, merkezi ısıtma, asansör) bedeni "pasif bir bedensel teslimiyete" iterken, teknoloji binaları kent ortamından yalıttı. Toplu taşımada sessizlik, bireysel mahremiyeti korumanın bir yolu oldu.

 

Forster'ın Howards End romanı, bu konfor ve pasifliğe karşı "yerinden-olmak" (sürgün) yoluyla, insanların "aynılığa karşı savaşarak" birbirlerinin ve çevrelerinin farkına varmaları gerektiğini savunur.

 

Sonuç

Sivil Bedenler

Çokkültürlü New York

Modern New York'ta farklılık (Greenwich Village) kayıtsızlıkla yan yana varolur. Robert Moses'ın otoyolları, hareket özgürlüğünü, nötr mekânların monotonluğuyla birleştirdi. Hızlı hareket, algıyı basitleştiren imge repertuvarı kullanımını teşvik ederek, farklılıkla karşılaşıldığında pasifleşirler.

 

Ten ve Taş’ta kent mekânlarının büyük Ölçüde insanların kendi bedenlerinin yaşama biçimleri yoluyla şekillendiğini ileri sürdüm. Çokkültürlü bir şehirde insanların birbirleriyle ilgilenmeleri için, bedenlerimize dair kavrayışımızı değiştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Kendimizdeki bedensel yetersizlikleri kabul edene kadar başkalarının farklılığını hiçbir zaman hissedemeyeceğiz. Sivil merhamet, sırf iyi niyetten ya da siyasi doğruluktan değil kendimizdeki eksiğe dair bu fiziksel farkındalıktan kaynaklanır. Bu iddialar New York'un gündelik gerçekliklerinden uzak görünüyorlarsa, bu belki de kent deneyiminin dini anlayıştan ne kadar kopmuş olduğunun göstergesidir.

 

Freud’a göre, haz ilkesi (rahatlık/korunma) "uyarım eksikliği" yüzünden organizmayı tehlikeye atar. Uygarlık, insanları "çelişkili deneyimlerle" yüzleştirerek haz ilkesinin ötesine taşır.

 

Bedensel acının kabul edilebileceği, bu acının aşkın kökenlerinin görünür hale geleceği bir yere neden gerek duyulduğu anlaşılırsa Ötekine yönelik bir sempati ortaya çıkacaktır ancak. Bu acının insan deneyimi içinde izlediği bir yörünge vardır. Benliği yolundan çıkarır ve eksiltir, bütünlük arzusunu bozguna uğratır; acıyı kabul eden beden -çeşitlilikle dolu bir dünyada herkes ne hissettiğini, kim olduğunu başkalarına açıklayamasa da- başka bir insanın acısına, sokakta hep bir arada bulunan acılara duyarlı bir yurttaş bedeni haline gelmeye hazırdır. Ama beden ancak çektiği acıların çaresinin toplumun yapıp ettiklerinde olmadığını, mutsuzluğunun başka yerden geldiğini, acısının Tanrı'nın insanlara verdiği sürgün sıfatıyla bir arada yaşama buyruğundan kaynaklandığını kabul ederse bu yurttaşlık yörüngesini İzleyebilir.

… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder