Hegel, modern felsefenin boşaltım havzasıdır; çok sayıda akıntının ondan meydana geldiği ve ayrıldığı kaynaktır. (s. 199)
Schelling'e göre, kutlak varolmak ve kavranılmak için herhangi başka bir şeye bağlı olmayan bir şeydi. Mutlak, hem varoluşunda hem de özünde, diğer tüm şeylerden bağımsız ya da koşulsuz olandır. (s. 202)
Schelling ve Hegel, bu töz tanımından Spinozacı sonuçlar çıkarmada tereddüt etmediler. Spinoza gibi onlar da, yalnızca tek bir şeyin bu tanımı tatmin edebileceğini savundular: Bir bütün olarak evren.
Mutlak, evrenin nedeni değil, kendisidir. (Schelling)
Kişi felsefe yapmaya başladığında öncelikle bir Spinozacı olmak zorundadır. (Schelling)
Schelling ve Hegel, Kant'dan hiç de daha az olmayacak şekilde, mutlağı sanki o yalnızca belirli bir şeymiş gibi ele alan temel mantık hatasına karşı uyarırlar. (s. 203)
Schelling'in mutlağı "özne-nesne özdeşliği" olarak tanımlarken kastettiği şey, görünüşte Spinozacıdır: Zihinsel ve fiziksel olan, öznel ve nesnel olan, tek bir sonsuz tözün farklı yönleridir sadece.
Mutlak, basitçe bir makine değil, bir organizmadır, kendinden meydana gelmiş ve kendini örgütleyip düzenleyen bir bütündür. (Schelling) (s. 204)
Zihin, maddenin en yüksek düzenlenim ve gelişim formu; madde ise, zihnin en alt (seviyede) düzenlenim ve gelişim formudur.
Hegel, Fenomenoloji'nin önsözünde, mutlağa ilişkin Schelling'in formülasyonunu doğrulamanın zorunlu olduğuna inanır. (s. 205)
Schelling ve Hegel, metafiziklerinin olanaksızlığı konusunda ikna olmuşlardı; bunun başlıca nedeni ise, onların metafiziği bilimsel natüralizmin bir formu olarak, yaşadıkları çağa özgü yeni doğa bilimleri için uygun felsefe olarak kabul etmeleridir. (s. 207)
Kant ile Hegel arasında temel bir düğüm noktası bulunmaktadır: Doğanın bir organizma olduğunu bilebildiğimizi Kant inkar ederken, Hegel bunu onaylar. (s. 208)
Özne-Nesne özdeşliği nerede temellendirilecektir?
Fichte'nin (buna) cevabı, yalnızca bir tür bilginin talep edilen özne-nesne özdeşliğinin koşullarını gerçekleştireceği yönündedir: Kendisinin bilgisi (öz-bilgi).
Yalnızca kendinin bilgisinde, bilen özne bilinen nesne olarak bir ve aynıdır. Dolayısıyla, Fichte için kendinin bilgisi, tüm bilginin paradigması (çekim kaynağı) haline gelir. (s. 211)
Özne-nesne özdeşliğinin öznesinin, 'sonsuz' ya da 'mutlak' bir ben/ego olduğunu iddia eder.
Gerçekliğin tümünü kapsayan bu mutlak ben, tam da kendini bilme ediminde nesnelerini yaratır. O ilahi bir zihindir (divine intellect), Kant'ın üçüncü Eleştirisi'nin intellectus archetypusudur. (s. 212)
Metafiziğe keskin bir şekilde karşı çıkmasına bağlı olarak Fichte, mutlak benin gerçekleştiremeyeceğimiz bir amaç olduğunu vurgular. Sonlu ben, sonlu olmaya son vermeksizin ve bizzat tanrının kendisi olmaksızın bunu elde edemez. Gelgelelim, sonlu ben doğayı, kendi rasyonel amaçlarıyla uyumlu hale getirerek onun üzerinde kontrol kurmak için ne denli çabalarsa, idealine o denli yaklaşmış olur.
Öyleyse, Fichte'nin 1794 tarihli Wissenschaftslehre'sine hakim olan tin, tam anlamıyla pragmatiktir: Bilgi tefekkürün değil, eylemin bir sonucudur. (s. 213)
1800'lerin başlarında Schelling, mutlağın bilgisini sağlamak ve gerçekleştirmek için ayrıntılı bir epistemoloji geliştirdi. Bu, onun 'felsefi inşa/konstrüksiyon' ya da 'zihinsel sezgi' teorisiydi.
Felsefi inşanın hedefi, her bir tikelin özdeşliğini tüm şeylerin bütünü ile kavramaktır.
Böyle bir bilgiyi elde etmek için, bir şeye, başka şeylerle ilişkisinden ayrı olarak, bizzat kendisini temel alarak odaklanmamız gerekir.
Herhangi bir tikel şeyi eksiksizce kavramak yoluyla, tüm tikel farklılıkların içinde gözden kaybolduğu mutlağın, bütünün bilgisine ulaşırız. (s. 215/216)
Zihinsel sezgi en iyi ihtimalle kanıtlanamayandır, en kötü ihtimalle ise boştur.
Felsefi inşa yöntemi bir tikelin bir bütün içindeki açıklayamaz; çünkü onun belirgin tüm farklılıklarından soyutlama yapar.
Hegel'in zihinsel sezgiyi reddedişi, kendisiyle mutlağın bilineceği bir diskürsif yöntem bulmaya onu mecbur etti. (s. 217)
Bu meydan okuyuşa Hegel, ünlü diyalektiği ile karşılık vermiştir. (s. 218)
Çeviren: Güçlü Ateşoğlu
Baykuş, Mayıs, 2008, Sayı: 2, (s. 199-219)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder