31 Ocak 2015 Cumartesi

Svetlana Uturgauri - Boğaz’daki Beyaz Ruslar 1919-1929

Svetlana Uturgauri - Boğaz’daki Beyaz Ruslar 1919-1929


Kitabın esas özelliği, Rusya’yı terketmek zorunda kalan ve Türk topraklarında tutunmaya çalışan sivil mültecilere daha fazla yer verilmesidir.
Kitap sadece Boğaz’daki Ruslarla sınırlı değil; Çanakkale ve Anadolu’daki Rus mültecilerin durumu hakkında da bilgi vermektedir.

Türkiye’deki Beyaz Rusların temel figürü, General Baron Petr Nikolayaeviç Vrangel idi.
Vrangeller ailesi çok sayıda asker yetiştirmiş bir aileydi. Rusya’da Vrangel ailesinden 18 general ve 2 amiral vardı.

Ekim Devriminden sonra Rusya’da devam eden iç savaşta Kızıl orduyla savaşan askeri kuvvetler, Beyazlar veya Beyaz Ordu olarak adlandırılır. Beyaz Ordu’nun başında General Denikin bulunuyordu.

1919’da Kafkas ordusu, General Vrangel’in yönetimine girdi.

Savaş Kızılların lehine dönünce Vrangel ile Denikin’in arası açılmaya başladı.

Vrangel 27 Ocak 1920’de Denikin’e istifa dilekçesini verir.
Denikin, başta Vrangel olmak üzere onu destekleyen diğer generalleri görevden alır ve en kısa sürede ordu sınırlarını terk etmesini ister.

Askeri Konsey, 22 Mart 1920’de Vrangel’i Güney Rus ordusunun Başkomutanlığına atadı.

Vrangel’in ilk hedefi Kırım’ın kurtarılması ve ordunun canlandırılmasıydı.

İngilizler bu dönemde Beyazlara Sovyet Hükûmetinden af dilemelerini önerdi. İngilizlerin desteğini kaybeden Vrangel Fransızlara yöneldi.

Güney Ukrayna’da Tavriya’da cesur bir harekâta girişti. Kızıllara ağır bir darbe indirip orduya moral depolamayı planlamıştı. Kızıllara ait Polonya sınırındaki 130 bin kişilik bir ordu Tavriya’da Vrangel’in kuvvetlerini bozguna uğratıp Kırım’a yöneldi.

Kasım ayında Kırım’daki Fransız Yüksek Komiseri De Martel, Rus ordusunun Kırım’dan acil olarak tahliye dilmesi gerektiğini bildiren telgrafı çeker.

Tahliye Türk topraklarına yapılacaktır. Bunun ilk nedeni coğrafi yakınlıktır. Diğer bir sebep de İstanbul ve çevresinin 16 Mart 1920’den beri Çarlık Rusyası’nın müttefiki olan devletlerin denetiminde olmasıdır.

Ordunun yanı sıra sivillerde tahliye edilmiştir.

Kırım – Türkiye yolcuğu hiç de kolay olmadı. Su ve yiyecek yeterli değildi. Çiğ balık yiyip deniz suyu içtiler. 50 kişi bir ekmeği paylaştı. (s. 55)

Vrangel’in Kırım’dan ayrılmasından sonra Kırım’da baskı hüküm sürmeye başladı.
1920 Kasımından 1921 Nisanına kadar kurşuna dizilen ve denize atılan insanların sayısı 117 bin ile 170 bin arasındaydı.

23 Kasım’a doğru Boğaz ve Marmara Denizi’nde müttefik gemileri de dâhil olmak üzere 126 gemi demir atar.

Fransızların tahminlerine göre Türk başkentine 30 bin kişi gelmeliydi fakat 150 bin kişi geldi. 

Ankara’da yeni kurulan hükumet bu dönemde Moskova ile yakınlaşmak için ilk adımlarını atmaya başlamıştı. Bu durum Rus mültecileri de doğrudan etkileyecekti.

Osmanlılar 1492’de İspanyollardan kaçan Yahudilere, 1849’da da Habsburg Hanedanından kaçan Macarlara kapılarını açmıştı.
Türk toprakları 1920’li yıllarda da Ruslar için sığınma yeri oldu. (s. 69)

Sivil mültecilerin bir bölümü İstanbul’a geldikten hemen sonra Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan’a gittiler.
1921 Haziran’ında kendi olanaklarıyla İstanbul’a yerleşenler hariç yurtlarda, otellerde ve kamplarda hâlâ 38 bin sivil mülteci vardı.

Rusların üç yıl boyunca İstanbul’da bulunmaları, kültür açısından oldukça önemlidir. Ruslar gelirken birçok uzmanlık ve zanaatkârlık bilgi birikimini de yanlarında getirdiler.
Ruslar sanayiyi oldukça canlandırdı.

Vrangel o zamanlar hâlâ silahlı savaşın devam ettirilmesine ve eninde sonunda başarıya ulaşılacağına inanıyordu.
…hiç zaman yitirmeden Rus Konseyi Tüzüğü çalışmalarına başlar. Tüzük 12 Mart 1921 tarihinde Başkomutanlık Karargâhı olan Lukull yatında hazırlanır ve Vrangel tarafından imzalanır.

Rus Konseyi’nin esas amacı Bolşevik iktidarının en kısa sürede çökertilmesiydi.

27 Mart 1921, Fransız hükûmeti 1 Nisandan itibaren mültecilere yiyecek ve içecek yardımının kesileceğini bildirir. Bunun yanı sıra tüm askeri personelin rütbelerinin sökülmesi ve Brezilya ve başka ülkelere mülteci olarak götürülmek üzere hazırlık yapılmasını ister. (s. 105)

1921 Mayısından itibaren küçük birliklerin sevkiyatı başlar.
Odessa ve Novorossisk’e gönderilen 7.600 kişinin çoğunluğu yurttaşlarının kurşunlarıyla öldürüldüler, sağ kalanlar da sürgüne gönderildi. (s. 111)

Yat, yaklaşık bir yıl karargâh olarak hizmet verdi. 15 Ekim 1921 günü (…) İtalyan gemisi Adria yata çarptı. Çarpmanın etkisiyle yat, 2 dakika içinde sulara gömüldü.
Çarpma, Başkomutan’ın çalışma ve yatak odalarının olduğu bölümde meydana geldi.
Başkomutan, karargâhını yeniden elçiliğe taşımak zorunda kaldı. (s. 113)

Kovuşturma sonucunda çarpmanın tasarlanmış ve taammüden olduğu sonucuna varıldı. Ancak İtalyan tarafı art niyet konusunu reddetti (Gemi Batum’dan yola çıkmıştı). (s. 117)

General Slaşçov’un İstanbul’dan ayrılıp Bolşevik Rusya’ya gitmesi General Vrangel’e bağlı orduyu ve mülteci topluluğunu paramparça eder.

Mülteciler sanki bu anı bekliyorlarmış gibi ikiye bölündüler.

1923 yılı sonbaharında İstanbul’da silahlı tek bir Rus askeri dahi kalmadı. (s. 134)

1922 yılı Şubat ayında Vrangel İstanbul’u terkeder. Karargâhıyla birlikte Sırbistan’a gider.

1927’de Brüksel’e geçti. 25 Nisan 1928’de öldü. (s. 142)

Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul, 1921 yılı başlarında yabancı işgaline uğramıştı.

O yıllarda İstanbul’da iş bulmak bırakın binlerce Rus’u, yerli halk için bile çok zordu.

Mülteciler ellerin gelen her işi yaptılar.

Rus kızları Pera’da çiçek satıyordu.
Fransız ve İngiliz askerler onlarla konuşurken biraz ileri gittiler mi, kızlar hemen Sait Paşa Geçidi’nden kaçıveriyorlardı. Zamanla burada birçok çiçekçi açıldı ve Çiçek Pasajı olarak anılmaya başlandı.

İstanbul Ansiklopedisi’nde Rus Mülteciler makalesini yazan Reşat Ekrem Koçu şöyle diyor: “İstanbul tarihinde Beyaz Rusların önemli bir yeri var (…) genel olarak Çarlık Rusyası’nın elit tabakası temsilcileriydiler. İstanbul’a geldiklerinde ilk yaptıkları iş, oldukça çok eğlence mekânı açmak oldu. Böylece Türkler de gerçek sanatla haşır neşir oldular. (s. 191)

1923’de Saray sineması karşısında açılan kafe-pastane “Petrograd” (…) hem Ruslar hem de İstanbullular için iyi bir dinlenme yeriydi. (s. 193)

Yazlık sinema (…) anlayışı da Beyaz Rusların sayesinde gerçekleşmiştir.
1920’li yıllarda Büyükada’da (…) ilk plaj açılmıştı. (s. 195)

Rus mültecilere Türk vatandaşlığı verildiğine dair son gazete yazısı 1936 yılına aittir. (s. 282)

Türkçeleştiren: Uğur Büke
Tarihçi Kitabevi

Ocak 2015

28 Ocak 2015 Çarşamba

Yapısalcılık ve Postyapısalcılık

Yapısalcılık ve Postyapısalcılık
İlk olarak dilbilim çalışmalarında dil-söz karşıtlığı analizinde ortaya çıkan yapısalcılık, insanın dil kullanım özelliği ile dolayımlandığı varsayılan toplumsal pratiklerin analizine yönelerek sosyal teoriye yeni bir açılım sağlamıştır.

YAPISALCILIĞIN GENEL ÖZELLİKLERİ
Yapısalcılığın kökenlerini dilbilimden alması düşünce tarihi içerisinde disiplinler arası etkileşimin en önemli örneklerinden birisini oluşturur.
Yapısalcılık ilk olarak 1900’lerin başında dilbilim (linguistics) içinde, özellikle İsviçreli dil bilimci Ferdinand de Saussure’ün çalışmalarında ortaya çıkmıştır.
Yapısalcılık dil çözümlemesine dayanmakla birlikte işlevselciliğin ve Marksizmin bütüncül varsayımlarının pek çoğunuda paylaşır. Yapısalcılık, başta antropolog Claude Lévi-Strauss olmak üzere edebiyat alanında Roland Barthes, psikanaliz alanında Jacques Lacan, Marksist alanda ise Louis Althusser’i etkilemiştir.
1- Yapısalcılığın bütüncüllük anlayışına göre yapı, onu oluşturan ögelerin basit bir toplamı değildir.
2- Yapısal dönüşüm düşüncesine göre yapılar durgun değildir, dinamiktir.
3- Yapının kendi içsel işleyiş yasa ve kuralları vardır.
Yapısalcılık, gerçekliği ögeler arasındaki ilişkilere dayanarak açıklar.
Toplumsal gerçeklik teorik bir söylemde oluşturulmaktadır.

ERKEN YAPISALCILIK / SIGMUND FREUD (1856-1939)
Freud’un çalışmaları insan ilişkilerinin belirlenmesinin kaynağı olarak bilinçdışı düşüncesine olan katkısı nedeniyle hem yapısalcı hem de postyapısalcı mirasçılarından takdir görmüştür.

Psikanaliz “derinlikler psikolojisi”dir. İnsan zihni, bilinç ve bilinçdışı olmak üzere iki temel bölümden oluşur. Zihnin işleyişi sırasında kontrol edebildiğimiz ve farkında olduğumuz olgular bilinci oluştururken, organik, biyolojik ve hayvan doğamızın doğrudan ifadesi olan ve doyurulmayı bekleyen, yemek ve seks gibi temel içgüdüsel itkiler ise bilinçdışını oluşturur.
Bilinçaltı, dikkatimizi yoğunlaştırmadığımız algılarımızı, bazı otomatik hareketlerimizi, fikir çağrışımlarını, hatta üzerinde düşünmediğimiz hâlde bir anda bilinç alanında bulduğumuz fikirlerimizi ilgilendirir. Bilinçdışı ise toplum tarafından kabul edilmeyen arzuların bastırılması ve ve tamamen bilinç alanının dışında tutulması ile oluşur.
Bilinçdışı arzularda kendini “lapsus”larda (dil sürçmesi), “hatalı hareketlerde” gösterir hatta rüyalarda ve nevrozlarda simgesel olarak şekil değiştirir ve tatmin yolları arar.
Freud bilinçdışını anlamlandırabilmek için serbest çağrışım tekniğini geliştirir. Hasta anlatırken bazı noktalarda direnç gösterir: İşte hastalığın dinamiğini kavramak için bu direnç noktaları önemlidir. Zira “direncin” arkasında “bastırma mekanizması” vardır.
Freud’a göre dürtüler ve içgüdüler arasında en çok “bastırmaya” maruz kalanlar cinsel kökenli içgüdülerdir. Freud, cinsel kökenli güdülerin enerjisi anlamına gelen “libido” kavramını olgunlaştırır.
Libidinal enerji düşüncesi “ben” (Ego) kavramının geliştirilmesinde ilk adımı oluşturur.

Freud psişik görüngüleri üç boyutta ele alır: Bunlar “gelişimsel görüş”, “ekonomik görüş” ve “yapısal görüş”tür.

Gelişimsel görüş, temel göstergenin libidonun geçirdiği değişik evreler olan psişik güçlerin gelişimidir. Burada amaç libidonun “sosyokültürel” çevreye ayak uydurmasıdır. Libidonun geçirdiği bu evreler, “oral dönem”, “anal dönem”, “fallik dönem” ve son olarak da “latans dönemi”dir.
1- Oral dönem: Cinsel bakımdan duyarlı bölge ağızdır ve libido ağız yoluyla tatmin edilir.
2- Anal Dönem: Libido dışkılama işlevine yönelir ve bu yolla tatmin arar. Bu dönemde nesne libidosu da gelişir.
3- Fallik Dönem: Bu dönemde nesne libidosu önem kazanır. Erojen bölge genital organlardır. Libidinal dürtüler karşı cinsten ebeveyne yönelir ve Oidipus karmaşasının temelleri bu dönemde atılır. Çocukta kastrasyon (hadım) karmaşası gelişir. Karmaşanın çözümü için erkek çocuk annesinden vazgeçer (ensest yasağını tanıması) ve babasıyla özdeşleşir.
4- Latans Dönemi: Bu dönemde bastırma mekanizmaları tüm gücüyle çalışır ve toplumsal yüceltmeler yerleşir. Libido kültürün kurallarına uygun nesnelere yönelir.

Bireyin, psikoseksüel gelişim aşamalarından birinde şiddetli bir düş kırıklığına uğraması onun libidinal tatmini daha doyumlu döneme gerilemesine neden olur ve saplantılar ortaya çıkar. Nevrozun ve psikozun temelinde “gerileme” ve “saplantıların” önemi büyüktür.

Ekonomik görüşe göre psişik güçler nicel büyüklükler olarak ele alınır.

Yapısal görüş çerçevesinde Freud’a göre psişik aygıt, “İd”, “Ben” (Ego) ve “Üst Ben” (Super ego)’den oluşur. “İd” haz ilkesine göre çalışan, sürekli dolayımsız tatmin arayan psişizma bölümüdür.

“İd”de zaman, mekân ve mantıklı yargı tanımayan “birincil süreç” düşüncesi vardır.
“Ben”, gücünü bastırmalar sayesinde seksüel ve saldıran eğilimlerinden sıyrılmış bir libido’dan alan psişizma bölümüdür.
“Üst ben” ise önemli ölçüde bilinçdışı olan bir psişizma bölümüdür.

Freud’a göre rüya onu görenin cinselliği ile bağlantılı olarak gizli bir mesaj içermektedir. Freud yer değiştirmenin rüyanın bilinçdışı mesajını gizlemenin yollarından birisi olduğunu söyler. Yoğunlaşma ile birlikte yer değiştirme birincil süreci oluşturur. Yer değiştirme rüyada açıkça görülen unsurların önemsiz olabileceğini, yoğunlaşma ise rüyanın açık olan içeriğinin ondan çıkarsanan rüya düşünceleri ile karşılaştırıldığında yetersiz olduğunu gösterir.
Rüya dilsel bir sürecin ürünü olmaktan çok kendi içinde bir dil gibidir. Rüyalarda gizliliğin önemini kavramak için bastırmanın da rolünü anlamak gerekir.

Ferdinand de Saussure (1857-1913)
Durkheim’e göre “dil toplumsal bir olgudur” ve bu nedenle diğer tüm toplumsal olgular gibi bireysel olana indirgenemeyen kolektif niteliktedir. Ferdinand de Saussure de yapısalcı dil bilimin unsurlarını oluştururken bu düşünceden hareket eder.

Dilbilim üzerine olan çalışmalarında Saussure öncelikle, (a) dil (langue), yani dilin soyut kuralları ile (b) söz (parole), yani dilin konuşma şeklindeki somut hâli arasında bir ayrım yapar. Saussure için bu ayrım aynı zamanda dilin kolektif karakteri ile sözün bireysel karakteri arasında da bir ayrımdır. Başka bir ifadeyle dil, kolektif uzlaşıya dayalı olan ve konuşmayı yönlendiren dilbilimsel kuralların soyut bir sistemidir. Söz ise bu sistemin bireysel gerçekleştirme eylemleridir.

Saussure’un yaptığı bir diğer önemli ayrım da
a) senkronik/eşzamanlı dil çalışması (dili belli bir anda mevcut bir ilişkiler yapısı veya sistemi olarak çalışmak) ile
b) diyakronik/artzamanlı dil çalışması (yani dilde zaman sürecinde meydana gelen değişmeleri çalışmak) arasındaki ayrımıdır. Böylece eşzamanlı dilbilim bir sistem olarak dil içerisindeki yapısal ilişkiler üzerinde dururken, art zamanlı dilbilim yapısal ilişkilerdeki değişme ve gelişme üzerinde durur.

Saussure dili, eşzamanlı bir perspektiften olguları sistematik karakterde olan toplumsal ve uzlaşımsal bir kurum olarak tanımlar. Söz ise sistematik karakterden yoksun olan art zamanlı bir boyuttur ve bireyin (öznenin) dili kullanması ile ortaya çıkan gerçek/somut bir nesnedir.

Dil potansiyel bir gizil olanaklar bütünüdür ve bu bakımdan sözün tersine gerçek bir nesne değildir. Saussure göre dil bilimin amacı dilin bilinmeyen kurallarını, olanaklarını ve özelliklerini açığa çıkarmaktır.
Dil, bireysel kullanıma (söze) olanak sağlayan biçimsel kurallar sistemidir.

Gösteren (Signifier) ve Gösterilen (Signified)
Saussure’e göre dil, bir işaret veya gösterge sistemidir. Dil yapısının unsurları göstergeler yani işaretlerdir. Yapısalcılığın kurucu elemanları da bu işaretlerdir. Her işaret veya gösterge (a) gösteren (signifier) ile (b) gösterilen (signified) olmak üzere iki bölümden oluşur. Bu ayrımda gösteren, bir sözcüğün akustik/ses biçimidir. Gösterilen ise sözcüğün işaret ettiği anlam/düşüncedir.
Gösteren (ses) ve gösterilen (anlam), birbirleri ile ilişkili olarak var olurlar.
Gösteren ve gösterilen birbirlerinden önce var olmazlar
Gösteren ve gösterilen arasında, yani ses ile onun anlamı/kavramı arasında hiçbir doğal bağ yoktur. Bu nedenle aynı gösterilen (anlam) için farklı diller farklı gösterenler (sesler) kullanırlar.
Saussure göre dildeki sözcüklerin anlamı sözcüğün belirttiği nesneden değil, dil yapılarından ortaya çıkar. Nesnelerin anlamları nesnelerin kendilerinde içkin değildir, dil yapısı içinde oluşturulurlar.

Yapısalcılık, toplumların dil ve dilbilime benzer şekilde anlamlı yapılar veya sistemler olarak analiz edilebileceklerini varsayar.

Semiyoloji (Göstergebilim)
Roland Barthes (1915-1980)
Semiyoloji dil, edebiyat, sanat ve diğer tüm alanlarda beliren işaretlerin ya da işaret sisteminin genel bir çalışmasıdır.

Saussure’e göre anlamı oluşturan şey yalnızca ses (konuşma) ve işaretler (yazı) değil, aynı zamanda sistematik olarak ayırt edilebilen her türlü nesne de (örneğin, trafik ışıkları) anlam vermede (anlamlandırmada) kullanılabilir. Trafik ışıkları gibi dilsel olmayan bu anlamları Saussure, imbilim olarak adlandır. Günümüzde ise bunun yerine semiotiks veya bu ünitenin devamında olduğu gibi semiyoloji terimi kullanılmaktadır.

Barthes dilbilim ile semiyolojinin yöntemlerini yapısalcılığın kaynağı olarak görür. Semiyolojinin konusunu oluşturan anlamlama dizgeleri el, kol, baş hareketleri, ezgili sesler, nesneler, törenler, protokoller ve gösterilerdir. Bu dizgelerin hepsi dille bağlantılıdır.

Barthes göstergebilimsel çözümlemelerinde anlamlama edimini ele alır ve toplumsal bağlamı içinde anlamlandırma değerini kuran gösterge kavramına geçiş yapar. Dilin kullanım sürecinde aralarında ortaklık bulunan dilsel ögeler bellekte birbirlerini çağrıştırarak egemen öbekler oluştururlar. Barthes buna çağrışımsal düzlem adını verir.
Deterjan, margarin, oyuncak gibi göstergelerin bir araya gelerek oluşturdukları çağrışımsal düzlem modern kapitalist toplumun gerçek doğasını mistifiye eder (Barthes, Mitolojiler).
Barthes’ın bu çözümlemesinde mit özgül olarak mesajını söyleme biçimidir. Diğer bir ifadeyle mit mesaj ileten başka bir dildir.

Göstergeler açık anlamların yanı sıra Barthes’in mit olarak tanımladığı gizil anlamlar da taşır. Bu yüzden iki anlam sistemi ortaya çıkar:
a) Düzanlam ve
b) Yananlam
Düz anlam nesne-dilidir. Yananlam ise kendini ona iliştiren vedilin düzanlamlı biçimini, kendini üstü kapalı olarak ortaya çıkarmak için kullanan mittir. Yananlam, anlamın ardında gizlenen asıl amaçlanandır.

Semiyoloji (göstergebilim) açısından bakıldığında düzanlamsal işaret yananlam sistemi tarafından gösteren olarak kullanılır. Mit dünyayı kavramsallaştırma ve anlamlandırmanın (işaretleştirmenin) özel bir süreci olarak iş görür; bu süreç kendini doğal bir düzen olarak gösterebilmek ihtiyacı ile harekete geçirilir.
Barthes’a göre, burjuva kültürü, doğal olgular gibi görünen normlar üreten bu mitsel, ideolojik anlamlar etrafında kurulmuştur. Demek ki bir iletişim aracı olarak mit, kendi anlamlarını üreten bir dildir.

YAPISALCI ANTROPOLOJİ
Claude Lévi Strauss (1908-2009)
1950-1979 yıllarında Paris Ü. Uygulamalı Yüksek Araştırmalar Okulu’nda sosyal antropoloji çalışmaları yöneticisi olarak çalıştı. 1959 ve 1982 yılları arasında Collége de France’ta sosyal antropoloji kürsüsünde ders verdi.

Lévi-Strauss, yapısal antropoloji sistemini oluşturan unsurların iç değerlerine değil bir araya gelme yollarına odaklanır. Lévi-Strauss ana terim olarak işareti ele alır ve yapısalcı kavramları antropolojik verilere dönüştürür. Kullandığı yapısal modeller üretim ve değişim süreci içerisinde eşzamanlı (senkronik) anı vurgular.
Lévi-Strauss tüm kültürlerdeki gündelik faaliyetlerin ve geleneklerin temelinde belirli evrensel kurallar yattığını düşünür ve çalışmalarında bu evrensel kuralları keşfetmeye çalışır. Ona göre kültürel etkinliklerimiz dil yapılarında olduğu gibi doğa-kültür, cennet-dünya gibi karşıtların sembolik uzlaşısı temelinde oluşmaktadır.

Lévi-Strauss, bilincin ikili karşıtlıklarla işlediğini düşünür. Zihin evrensel olarak ikili karşıtlıkları sınıflandıran bir sistem olarak işler.

Lévi-Strauss’un totemizme olan ilgisi “‘İlkel’ insanlar ‘gelişmiş’ toplumlardaki insanlardan farklı düşünür” tartışmasına karşıt olarak başlar. Ona göre totemizm genel görüngünün bir parçasıdır. İnsan bilinci hep aynı yolla işler. Farklılık ise bilincin işlemek zorunda olduğu koşullarda ortaya çıkar.

Mitler
Lévi-Strauss’un çalışmaları ağırlıklı olarak mitlerin yapısal çalışmasına dayanır. Dört ciltlik Mitolojiler adlı eserinin konusu Güney Amerika Kızılderililerinin mit sistemidir. Mitin işlevi, içinde erkek ve kadınların hareket edebileceği dünyanın düzenlenmesini sağlamaktır.
Lévi-Strauss’un bütün çalışmalarında ikili karşıtlıklar biçimini alan entelektüel işlemler temeldir. Bu ikili karşıtlıklar yine de üçlü bir bağ ilişkisi içerisindedirler. İki karşıt terim arasında onları dolayımlayan (uzlaştıran) bir diğeri vardır ki bu aradaki boşlukta köprü görevi görür. Örneğin, yağmur yeryüzünü ve gökyüzünü, aşağıyı ve yukarıyı birleştir.

Anlam bireyden değil sistemden çıkar.

Akrabalık İlişkileri
Ona göre şimdiye kadar görülmüş bütün toplumsal örgütlenme biçimlerinin ön koşulu aile içi cinsel ilişki tabusudur (ensest yasağı).
Lévi-Strauss, erkek kardeş/kızkardeş, karı/koca, baba/oğul, annenin kardeşi/kızkardeşin oğlu gibi dört ilişkiden meydana gelen temel bir birim belirler. Lévi-Strauss’un ortaya koyduğu bu “insanlar arası gerçekliği yapılandıran kavrama ise simgesel düzen denir.
Sonuç olarak insanlar, mit, ayin ve akrabalık gibi mantıksal sistemleri ile tanımlanırlar. Bu da “yapının özneyi kendi dönüşümler işlemi” içerisinde tanımladığının bir kanıtıdır.

YAPISALCI MARKSİZM
Louis Althusser (1918-1990)
Cezayir’de doğdu. Fransız Komünist Partisi’nin önce gelen isimlerindendi. Marksist toplum bilimi ve ekonomiyi yeniden yorumladı.

Batı Marksizm’inin etkisiyle kültürel hegemonya ile birleşen yapısalcılık üstyapısal görüngünün analizine yönelir.
Althusser’in yapısalcı yaklaşımı öznesiz bir tarih anlayışına dayanır.
Bireyler ancak özne olduklarında eyleyici olurlar. İnsanlar ve bireyler toplumsal yapının kendilerine önceden hazırladığı rolleri yerine getiren eyleyicilerdir, özne değillerdir. Bireylere toplum içerisindeki ilişkilerine birer ‘özne’ olarak girdiklerini düşündüren, buna inandıran şey ideolojidir.
Althusser’in ideoloji kuramına göre, ideoloji özneye dışsal koşullar tarafından belirlenir ve toplumsal yapının bir tür zorunlu gelişim uğrağıdır. İdeoloji yapının özne üzerindeki etkisidir; özneye dışsaldır, çoğu zaman bilinçdışı olarak yaşanır ve öznelere egemen değerleri benimseterek onları sisteme uyumlu hâle getirir.

İdeoloji özneleri, “Türk, Müslüman, öğrenci, asker, kadın, genç, vb.” olarak adlandırır ve çağırır. Öznelerde ibadet etme, oy verme gibi pratikler aracılığı ile özne konumlarının farkına varırlar. Althusser’e göre ideoloji yoluyla kendilerini özne olarak gören insanlar, aslında gerçeklikle kendi aralarındaki ilişkiyi ideoloji içerisinde tasarlamaktadırlar.

Althusser’in anahtar kavramları,
a) ekonominin son kertede belirleyiciliği,
b) egemen bir yapı olarak toplumsal formasyon ve
c) toplumun parçaları arasında göreceli özerk bir ilişki olması olarak ortaya çıkar.

Althusser, Marx İçin adlı kitabında Engels’e ait olan ekonominin “son kertede” belirleyici olma kavramını eleştirir. Althusser’e göre üstyapıların işleri bitmediği için o “son kerte” anı gelmez. Althusser buradan hareketle “egemen yapılar” ve “göreli özerklik” kavramlarını geliştirir.

Toplumsal formasyona ekonomik ve politik pratikler kadar gerekli olan bir üçüncü pratik ise ideolojik pratiktir. İdeoloji, herhangi bir toplumsal bütünlükte kendi rolünü yaşama biçimi ve bir temsil pratiğidir. Kapitalizmin toplumsal ilişkileri ancak özgür ve tutarlı özne nosyonuyla mümkündür.
Althusser’e göre ideolojinin maddiliği somut kurumlar olgusuna dayanır ve bunlara devletin ideolojik aygıtları adını verir.
Althusser’e göre egemen sınıf iktidarını devletin baskı aygıtları ve ideolojik aygıtları aracılığı ile kurar. Zorlama ve şiddet kullanan polis, ordu, mahkeme, hapishane vs. kurumlar devletin baskı aygıtı, ideolojik onaylama mekanizmalarını kullanan eğitim kurumları, aile, din, medya araçları, siyasi partiler, sendikalar vs. ise devletin ideolojik aygıtlarıdır.
Althusser’e göre bilim ve ideoloji arasında kopukluk vardır. Ancak ideoloji ile ilişkimizi keserek bilim kurabiliriz.
Althusser’e göre toplumsal formasyon,
1) ekonomik
2) politik ve
3) ideolojik olmak üzere üç ana düzeyden oluşur. Althusser her ‘toplumsal düzey’in bir pratiğe bağlı olduğunu söyler.
Ekonomik düzeydeki ekonomik pratiği tanımlayan “doğanın toplumsal ilişkiler içerisinde dönüştürülmesidir”. Politik pratikte toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesi söz konusu iken, “ideolojik düzeyde ve pratikte ise, insanın kendi hayatıyla ilişkisi demek olan ideolojik tasarımlar dönüştürülür.
Althusser geleneksel Marksizm’in altyapı-üstyapı modelini reddeder. Bunun yerine ekonomik, politik ve ideolojik yapıların çokluğu, görece özerklikleri ve üstbelirlenmesinin vurgulandığı bir totallik kavramı geliştirir.
Ekonomik, politik ve ideolojik düzeylerden oluşan toplumsal formasyon içerisinde bireyler bu düzeylerin getirdiği pratikler içerisinde hareket ederler.
Althusser’in yapısalcı Marksist yaklaşımında insan aktörlerin sınırlı bir rolü vardır. Althusser’in çalışmaları öznenin ölümünü ilan eder.

YAPISALCILIĞA GETİRİLEN ELEŞTİRİLER
Giddens’a göre yapısalcılık, insan davranışlarını çözümlemekte, diğer yaklaşımlardan daha geçerlidir; ancak toplumsal yaşamın ekonomi veya politik faaliyet gibi daha pratik konularında daha az uygulanabilirliğe sahiptir.
Özneyi nesne karşısında güçsüzleştirmesi eleştirilerin ağırlıklı konusudur.
Yapısalcıların orijinallik hırsıyla kavramsallaştırmaya kendilerini kaptırmış olmaları onları anlaşılır olmaktan uzaklaştırmıştır. Bu durum, yapısalcılığın uygulanabilirliğinin de önüne geçmiştir.
Sosyolojinin konusu insan ve onun eylemleriyse, yapısalcılık özneyi pasifize ederek sosyolojinin dışında çıkmıştır.

Psikanaliz - Yapısalcılık ve Postyapısalcılık
Jacques Lacan, fallus kavramı etrafında yoksunluğu her iki cinsin bireylerini de içeren sembolik bir yoksunluk olarak kavramsallaştırır.
Michael Foucault, modernist düşüncenin görmezden geldiği görüngüleri (delilik, hastalık vb.) bilginin arkeolojisi ve soykütüksel çözümleme yöntemleriyle görünür kılmaya çalışır.
Jacques Derrida, Batı felsefesinin ikili karşıtlıklarını yapısöküm (dekonstrüksiyon) kavramıyla tersine çevirerek, “öteki” kavramını öne sürer.
Judith Butler, kadın-erkek ikili karşıtlığının altüst edilmesi yoluyla hem kadının ikincilleştirilmesinin hem de kadınlığın ve erkekliğin cinsiyet aracılığı ile belirlenmesine karşı çıkar.

Jacques Lacan (1901-1981)
Asıl ve tam adı Jacques-Marie Emile Lacan’dır.
Lacan, Sigmund Freud’un çalışmalarını Ferdinand de Saussure’nin yapısal dil biliminin ışığında yeniden yorumlamıştır.
Lacan’a göre özne dilde inşa edilir.
Lacan’ın öznesi “süreç içindeki özne”dir.
Süreç içindeki öznenin kavranabilmesi için Lacan, bireyin özne olarak inşasında gösterenin yani dilin belirleyiciliğini vurgular. Burada asıl mesele toplumsal ilişkilere ilişkin olarak üretilen özne kavramıdır.
Toplumsal ilişkiler, dış dünyayı yüklemleyebilen bir öznenin üretildiği süreçte saptanır.
Lacan’a göre, gösteren/gösterilen formülü dilbilimin temelidir.
Gösteren/gösterilen ikiliğinin anlamın üretilmesi sürecinde gösterenin gerçek ilişkilere olanak tanıması ise “anlamın yalnızca bir başka anlama ilişkin olarak anlaşılabileceği” düşüncesine karşılık gelir. Bu düşünce yapısalcılığın ve semiyolojinin temelini oluşturur.
Lacan dilin kendini “anlam etkilerine” teslim etme olgusunu kapitone noktaları ile açıklar.
Kapitone noktaları, anlamlandırma zincirinin yönünün saptandığı ayrıcalıklı noktalar olarak ortaya çıkar.
Gösteren ve gösterilen “gösterme” edimine direnen bir çizgiyle ayrılmış iki farklı düzendir. Öznenin anlama ilişkin olarak inşa edilme süreci içerisinde “ben”, “sen”, “o” gösterenleri aynı gösterilenlere karşılık gelmez. Anlaşabilmek için belirli söylemler içerisinde gösterenleri sabitlemek ve belirli gösterilenlere raptiyelemek gerekir. Lacan yapısalcı gelenek içerisinde raptiyelerin olduğu noktalara kapitone noktaları adını verir.

Ayna Evresi
Ayna evresi çocuğun kendi imgesini aynada tanıma kapasitesi olarak ortaya çıkar. Çocuğun dile girişi aynada kendi imgesini tanımasıyla olur. Ayna evresi Lacan’da imgeselin oluşum anı olarak ele alınır. Bu aşamada çocuk kendi biçimini diğerlerinin biçiminden ayırt edecek egoya sahip değildir.
İmgesel düzen Oidipus öncesidir ve benlik, başkası olarak algıladığı kimse ile kaynaşıp bütünleşme arzusu içinde olur. Çocuğun annesini arzulaması ise annesinin arzularını arzulamak anlamına gelir.
Çocuğun, annesi için fallus olma arzusu hiçbir zaman bilinçte yer almaz ve doğrudan bilinçdışına kodlanır. Oidipus’un ikinci aşamasına geçerek Babanın Yasası fallus olarak çocuğu anneden kastre ederek anne ile dolayımsız ilişkiye son verir. Dahası çocuk Oidipus özdeşleşme aracılığıyla kültürün dünyasına girer. Lacan’a göre bu “insanlaştırıcı kastrasyon”dur
Simgesel düzene geçiş Oidipus kompleksini temsil ederken, dilin yasaları ve toplum çocuğa babanın adını ve onun “hayır” yanıtlarını kabullendirir.
Simgesel düzen, çocuğu ben, sen, o demesini sağlayacak ve böylece küçük yavruya, yetişkin üçüncü kişilerin dünyasında kendini bir insan çocuğu olarak konumlama olanağını verecek nesnelleştirici dilin düzeni içine sokar.
İmgesel ve simgesel düzenden sonraki düzen ise gerçektir.
İmgesel, simgesel ve gerçeklikten birisi diğer ikisinin aracılığı olmadan dolaysız bir biçimde deneyimlenemez.
Lacan’a göre bilinçdışının dile benzeyen bir yapısı vardır.

Lacan’ı etkileyen başka bir dilbilimci ise Norman Jakobson’dur. Jakobson da teorisinde “dil ve söz arasındaki ilişkiye önem verir”. Konuşurken ‘ayıklama’ ve ‘birleştirme’ olmak üzere iki edimde bulunuruz.
Ayıklama “dil” düzeyinde gerçekleşirken, birleştirme söz düzeyinde gerçekleşir. Birleştirme edimi art zamanlıdır. İfadenin anlamı, sözcüklerin belli bir düzende sıralanmasıyla mümkündür.

Lacan’ın dilbilim ile ilgili olarak ilişkisi olduğu başka bir düşünür Noam Chomsky’dir.
Chomsky’nin hem dilbilime hem de modern düşünceye üç yönde katkısı olmuştur. İlk olarak dilbilimi tanımlayıcı ve tümdengelim düzeyinden dilde yaratıcı bir bakış yaratan ideal bir yeterlik düzeyine ve “derin yapıya” taşır. İkincil olarak dil yeterliliği insanlar tarafından sahip olunan içsel bilişsel bir kategoridir. Yani dilsel özgürlük ve yaratıcılık sonradan edinilen bir şey değildir. Üçüncü olarak “yeterlilik” ve “performans” arasındaki ayrımdır.
Chomsky’nin teorisinde üç kavram vardır: yüzeysel ve karmaşık yapılar, derin ve daha basit yapılar ve dönüşüm kuralları. Ona göre derin yapılar doğuştan getirilen ve merkezî sinir siteminin örgütlenmesinin bir ürünüyken, dönüşüm kuralları ve yüzeysel yapılar kazanılmış mahiyettedir.
Lacan, gösterileni ‘tıpkı bir içsel deneyim’ gibi düşünür. Bununla birlikte yüzeysel, kültürel yapıların bilinçdışı yapılardan türediğini düşünür.
Lacan’a göre psikanalizin nesnesi olan bilinçdışı, dilin mantıki bir sonucudur.
Lacan’a göre “dil ile belirlenme, kültürün simgesel düzenine girme, Oedipal evre ile aynı anlama gelir.
Lacan’ın özne kuramında öznenin “öyküsü doğumla başlar, bedenin bölgeselleştirmesiyle devam eder, ayna aşamasına, dile ve Oidipus Kompleksi’ne varır.

Baba Yasası
Baba, çocuğu “arzunun nesnesinden” yani annesinden mahrum eder. Çocuk sonraki evrede annesinde eksik olanı tamamlayamayacağını anlar ve simgesel olarak babası tarafından kastre edilir. Bu çocuğun kendi olabilmek için ödediği bedeldir. Bundan sonra “çocuk kültür, dil ve uygarlık dünyasına girer.
Simgesel düzene giremeyen birey gerçekliği, kendi öznelliğini ve diğerlerini ayırt edemez ve psikoz ortaya çıkar.

Postyapısalcılık
Michel Foucault (1926-1984)
Lechte’ye göre Foucault’nun önemli çalışmalarının özgünlüğü birbiriyle bağlantılı 5 terimi açıklığa kavuşturmak olarak ortaya çıkmaktadır. Bunlar,
1) şimdi,
2) soykütük,
3) epistemoloji,
4) süreksizlik ve
5) teknolojidir. Foucault’ya göre tarih her zaman şimdinin bakış açısından yazılır ve tarih şimdinin ihtiyaçlarını karşılar.
Soykütük şimdinin konularına odaklanarak yazılan tarihtir.
Foucault yaşamı boyunca aklın dışladıkları ile ilgilenir. Foucault aklın dışladıklarını, altta yatan bir düzene veya nihai aşamada belirleyici bir güce dayanmadan açıklamaya çalıştığından dolayı da postyapısalcı olarak adlandırılır.

Foucault iktidar ile bilgi arasındaki ilişkiyi tersine çevirir. Bilgiyi özgürleştirici gören düşüncenin aksine Foucault bilgiyi yeni bir kontrol ve denetim biçimi, yani yeni bir iktidar biçimi olarak görür.

Cinselliğin Tarihi kitabında, “cinselliğin doğal bir gerçeklik olmadığı, bireyin gözlem ve denetim altında tutulmasına önemli katkılarda bulunan bir söylemler ve uygulamalar dizgesinin ürünü olduğu” savunur.

Jacques Derrida (1930-2004)
Yapısalcıları dile ya da söze vurgu yaparak toplumu anlamaya çalıştıkları için eleştirir. Ona göre dil gösterdikleriyle gerçekliğin belirli ve açık taşıyıcısı olamaz.
Kuramsal yapılarını ikili karşıtlıklar üzerine oluşturan Batı düşüncesindeki metinlerin yapısökümünü yapar.

Yapısöküm ikili karşıtlıkların basit bir tersine çevrilmesi değildir. Karşıtlıklar içerisinde birinin diğerine olan egemenliğinin görmezden gelinmesidir.

Yapısöküm üç aşama içerir:
1) tersine çevirme,
2) yer değiştirme ve son olarak da
3) yeni bir kavramın yaratılması

Yeni bir kavramın yaratılması; Derrida bunu dayanak sözcük olarak adlandırır. Örneğin, “iz” kavramı böyle bir kavramdır. “Bulunuş/bulunmayış” ikili karşılığının yapısökümünden ortaya çıkar. Zira “iz” aynı zamanda hem bulunuştur hem de bulunmayıştır.

---
Modern Sosyoloji Tarihi
Editör: Prof. Dr. Serap Suğur
Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2304, Eskişehir, Ocak 2013