31 Temmuz 2023 Pazartesi

Ahmet Cevizci - Felsefe Tarihi - İSLAM FELSEFİ

İSLAM FELSEFİ

antik felsefe ile 12. yüzyıl sonrası Skolastik Hıristiyan felsefesi arasında köprü görevi yerine getirmiş

Meşşai felsefe Yunan tarzı felsefeyi önemli ölçüde takip eder,

tasavvufi felsefe, ilke veya harekete geçirici düşünce olarak, mistik bilgi ilkesini alır.

Emeviler, sadece Kuran’ın ve Hadis’ten çıkartılacak derslerin veya ilkelerin toplumsal ve politik hayatta karşılaşılan bütün problemleri, hatta dini ve ahlaki konularla ilgili meselelerin tümünü çözemeyeceğini açıklıkla gördüler. (görüşleri, kendilerini izah eder, İslam’ı değil)

Vahyi alan bilincin kendisi ve peygambere özgü bilgi türünün ne’liği her daim büyük bir önemi olan bir konu olarak kaldı.

 

peygamberliğin Muhammed’le birlikte sona erişini, Müslümanlar Tanrının insanlardan gerçekliğin doğasını anlamaları için akıllarını kullanmalarını beklediği anlamına gelecek şekilde yorumladılar.

 

Doğu’da İslam Felsefesi

Ebu Yusuf Yak’up bin İshak el-Kindî (800-873)

vahyolunan hakikatlere rasyonel yöntemleri tatbik etmenin en önemli savunucularından biri olmuş

temel eseri Kitâb fi’l-felsefeti’l-ûlâ

felsefenin birikerek ilerleme özelliğini temele alır.

felsefeyle teolojinin aynı amaca, yani gerçek Bir’in, Tanrının bilgisine erişme amacına hizmet ettiğini belirtir.

Kindî’nin deyişiyle metafizik / Allahın birliğini, O’nun en güzel isimlerini” konu alır,

Önermelerini Varlığın delilleri şeklinde sunar ve böylece Varlığa dair şüpheyi vehmeder.

Tanrının özüne ait sıfatlarını (el-sıfat al-zatiye) inkâr edip, O’nun niteliklerinin ancak olumsuz olarak tanımlanabileceğini (el-sıfat al-selbiye) söyler.

 

Hikmet ya da bilgelik, hilm ya da itidal, adalet ve cesaret. Bunlardan en önemlisi, en büyük beşeri değer olarak hikmettir

 

Ebu Bekr Muhammed İbn Zekerriyya el-Râzî (864-925)

İslam düşüncesinde Tabiîyyun akımının önderliğini yapan Râzî, İslam akaidine aykırı bir görüş ortaya koymasının yanı sıra, Aristoteles felsefesine olan hasımlığıyla ün kazanmıştır.

aklı vahyin önüne geçirmesi

peygamberlik teorisinin reddi

kendisini Sokrates ve Platon’un öğrencisi olarak görmüş, / Aristoteles’e şiddetle karşı

hakikat yolunda akıldan başka bir güç ya da ilkeye ihtiyaç bulunmadığını söyleyen Râzî, / peygamberlik diye bir şeyin olamayacağını söylemiş

Beş Ezeli İlke / sadece Yaratıcının (Bârî) değil, madde, ruh, mekân ve zamanın da ezeli olduğunu iddia etmiştir.

Râzî / maddenin ezeli olduğunu ve evrende boşluğun varolduğunu öne sürer.

İnsandaki ilahi öz olan akıl, insana ruhunu maddeye olan bağımlığından, maddeye meftunluğunun yol açtığı uyuşukluk halinden kurtulması için Yaratıcı tarafından verilmiş olan ilahi varlık ya da güçtür.

 

Fârâbî

Fârâbî’nin tam adı Ebû Nasr Muhammed İbn Uzlug Tarhân

Aristoteles mantığı üzerine şerhleri ile tanınan,

“Muallim-i Sâni” (İkinci Aristoteles) ünvanına layık görülmüş

vahyi felsefeyi önceleyen temel bir olgu olarak kabul eder.

ilahi yasanın öğretisinin açık olmadığını da ileri sürer.

metafizik alanında bir bütün olarak Aristoteles’i takip eder

üç bölüme ayırır: teoloji, ontoloji ve (epistemoloji)

Tanrı maddede olmadığına ve O’nun maddesi bulunmadığına göre, töz bakımından fiilen akıl olan varlıktır.

öz-varoluş ayrımına göre: biz bir şeyin, var olup olmadığını bilmeden, ne olduğunu biliriz.

Tanrının özü var olmaktır.

varlıkları sınıflama: ilki, insan aklının erişebildiği en kutsal varlık olarak Tanrıdır. İkincisi, “maddeden ayrık akıllar” adını verdiği, sayıları gökkürelerinin sayısına tekabül eden dokuz akıldan meydana gelen varlık alanıdır. Varlığın üçüncü düzeyi, Tanrı ile ayaltı evreni arasında aracı durumda bulunan Etkin Akıldan meydana gelir. Dördüncü düzeyde ise yine basit ve tinsel bir varlık olarak ruh ya da nefis bulunur. Nefis gök cisimlerinde dairesel hareketi, insan, hayvan ve bitkilerde ise biyolojik, fizyolojik, fizyonomik ve psikolojik her tür faaliyeti ifade eder. Beşinci ve altıncı varlık düzeyinde ise form ve madde bulunur. / bütün bir varlık alanı, Fârâbî’de son çözümlemede ayüstü âlem ve ayaltı evren diye ikiye ayrılır. O ayüstü evrende dokuz göksel küre ya da felekle bunları yöneten dokuz hareket ettirici veya aklın var olduğunu öne sürer.

 

insanın maddesi bedeni, onu her ne ise o yapan özü veya formu da ruhudur.

Ruh birtakım kuvvetler veya yetilerle karakterize olur.

akıl kuvveti teorik ve pratik akıl diye ikiye ayrılır. / pratik akıl teorik akla hizmet için vardır /  teorik aklın nihai amacı mutluluktur.

şehvet kuvveti / istemek veya istememek

hayal kuvveti, duyumların etki alanı / burada söz konusu olan güçler beş duyu ile hayal, vehim, düşünme ve hatırlama şeklindeki psikolojik güçlerdir.

besleyici kuvvet

 

Fârâbî’ye göre, insan, tecrit edilmiş bir halde değil fakat iyi yönetilen bir toplumda başkalarıyla iyi ilişkiler içinde yaşadığı ve doğru yönlendirildiği zaman ancak erdemli olur.

Teorik bilgelik olmadan, evrenin amacına, kaynağına ve anlamına dair bilgiden yoksun bulunulduğunda, insan için yasa yapmak söz konusu olamaz.

insan, ideal devleti ya da erdemli toplumu ancak hakikatin bilgisi yoluyla tesis edebilir

Fârâbî’ye göre, felsefi düşünebilen, felsefi tefekkür içinde olan akıl, entelektüel gelişiminin en son ve en yüksek evresinde, Etkin Akıl’la birleşir

 

İbn Sînâ

felsefesi, hiç kuşku yok ki Doğu’da felsefenin ulaşabildiği en yüksek noktayı veya düzeyi göstermek durumundadır.

başarısı Aristoteles felsefesiyle Platonik felsefenin kusursuz bir sentezini oluşturmuş olmasıdır.

felsefe ve diğer bilimleri sistematik ve didaktik bir kıvama getirdiği için İslam dünyasında “eş-şeyhü’r-reîs” unvanı verilmiştir.

varlık alanının yaratıcı ilkesi olan Tanrının saf akıl olduğunu; zihinler, bedenler ve tüm diğer cisimlerin, kendisiyle zorunlu bir ilişki içinde olduğu bu ilkeden sudur ettiğini öne sürer

varlığın rasyonel ve mantıksal bir yapı sergilediğini, insanın bu yapıyı tam ve eksiksizce kavrayabileceğini söyler.

mantık sadece epistemolojik bir aracı değil, gerçeklikle zihin arasında ortaklığı temin eden ontolojik bir güç…

İnsanlar, bilgi elde etme, hakikati nedenleri veren orta terimleri tasımsal akılyürütme yoluyla yakalama kapasitelerine bağlı olarak sınıflanabilirler.

Cahil insan, gerçeklikle ilgili akılyürütmeden bihaber olan, bütün bir gerçekliği olayların olumsal akışından ibaret gören kimsedir.

Peygamber / akledilirleri uygun tasımsal düzenleri içinde bilen kişidir.

filozofa düşen, kavramları açıklığa kavuşturmak, esas olarak da dilin temelindeki mantıksal yapıyı ve genel/soyut mantıksal ilkeleri gözler önüne sermektir.

 

Bilgi / İbn Sînâ’ya göre, bu dünyadaki nesnelerle kurulan ampirik bir tanışıklıkla başlar / tümel kavramların soyutlanmasıyla devam eder.

 

ilk akledilirler, kendinden açık ya da apaçık mantıksal doğrulardır.

İkinci akledilirler / kanıtlayıcı bilgiye erişmeye yetili insanlara açık bulunan kavramlar ve mantıksal çıkarımlardır.

Teorik akıl boş bir levha gibi, mutlak bir potansiyalite hali içinde / aklın ilgili epistemolojik konumuna maddi akıl adını verir.

Maddi akıl ilk akledilirleri, yani rasyonel düşüncenin temel yapıtaşlarını meydana getiren soyut mantıksal öncülleri veya a priori ilkeleri kavradığında, göreli olarak potansiyel hale gelir ve böylelikle de İbn Sînâ’nın bilmeleke akıl dediği düzeye ulaşır.

Akıl bu düzeyden itibaren, ikinci akledilirleri tasımdan da yararlanarak kavramaya ya da çıkarsamaya yetili hale gelir.

Teorik akıl ilk ve ikinci akledilirleri kullanarak kendi başına, bağımsız akılyürütmelerde bulunduğu zaman, bilfiil akıl düzeyine yükselmiş olur.

teorik akıl rasyonel araştırmaya bilerek, isteyerek ve dolayısıyla etkin bir tarzda kalkıştığı ve bunun anlamının bütünüyle farkında olduğu zaman, o müktesep akıl konumuna ya da düzeyine erişir.

Doğrulamanın birinci yolu formel çıkarım standartlarına işaret ederken, ikincisi var olan her şeyin özünün kendisinde bulunduğu aşkın bir aklın rolüne göndermede bulunur.

insan varlığı söz konusu olduğunda, düalist bir görüş benimser. Buna göre, insan bileşik bir varlık olup bir ruh ve bir bedenden meydana gelmiştir.

ruhun üç parçadan oluştuğunu söyler: nebati, hayvani ve akli parçalar…

Bu parçalar belli türden eylemleri ya da faaliyetleri yöneten etkin ilkeler olmak durumundadırlar / nebati ruh beslenme, büyüme ve üreme gücü ya da eylemleriyle, hayvani ruh iradi hareket ve hayal-duyumlama-algı gücü veya fiilleriyle, akli ruh bilme ve yapma gücüyle

 

metafiziği beş ayrı bölüme ayırır:

anlamların bilgisini araştıran bölüm

usul ve ilkeleri araştıran bölüm

Tanrının varlığını, birliğini, sıfatlarını ve bu sıfatların gerçekte ne anlama geldiğini araştıran bölüm

Tanrıdan sonra gelen ilk tinsel tözler ile bunlardan sonra gelen ikinci manevi töz ya da cevherlerin ispatı konusunu ele alan bölüm

gök ve yerin cisimsel tözlerinin sözü edilen manevi tözlere boyun eğişini ve bunlar arasındaki ilişkiyi inceleyen bölüm

 

çevremizde varoluşlarını gözlemlediğimiz, kendilerine tanık olduğumuz varlıklar, zorunluluk taşımayan, mümkün varlıklar… Böyle bir varlık kendi başına yalnızca mümkündür: O, var olabilir de var olmayabilir de.

varoluşlarını kendilerinden değil de kendilerinin dışındaki bir şeyden alan varlıklardır.

olumsal varlık, kendi içinde zorunlu olan bir şeye dayanmadığı sürece, yokluğa meyleder veya yok olup gitmeye elverişlidir.

din çıplak ve yalın felsefi hakikati açımlamaz fakat kitleleri felsefi hakikatlerin olabildiğince yakınına getirir.

Tanrının kendi zatı veya özünü bilmesi, bilende bir çokluğa yol açmaz; çokluk doğrudan doğruya Tanrıdan çıkmaz. Bir olandan sadece bir çıkabilir.

Zorunlu Varlık olarak Tanrının kendi özünü veya zatını bilmesi, O’ndan bir aklın türemesine yol açar.

İlk Aklın bilme etkinliğinden üç şeyin varoluşu çıkar: O, kendi ilke ya da yaratıcısını düşünürken, ikinci aklı; kendi özünü zorunlu diye bilirken, bir ruh ya da nefsi ve kendisini mümkün diye tanırken, ilk göğün cismini (birinci felek ya da küreyi) yaratır. İkinci akıl da aynı bilişsel faaliyet içinde başka bir üçlünün doğuşuna yol açar. İbn Sînâ’ya göre, aynı şey üçüncü akıl için de söz konusu olup, bu süreç ayaltı evreni yöneten onuncu akıla, Etkin ya da Faal Akla gelinceye kadar tekrarlanır.

İbn Sînâ’nın etiği, eylemlerinin sonuçlarıyla, varılması gereken hedeflerle belirlediği için teleolojik ya da sonuççu bir etik anlayışıdır…

insanın kendisini gerçekleştirmesi

Pratik veya ameli yetkinlik ve teorik ya da nazari yetkinlik.

insana düşen nebati ve hayvani ruhları, bireysel ruhun bütünsel düzenine uygun olarak yönetmektir

şehvet gücünün iki aşırı uç arasındaki dengesi olarak iffetli, öfke gücünün denge hali olarak yiğit, kişinin her türlü psikolojik yatkınlığı ile sosyal ilişkilerinde kurduğu denge olarak hikmet dolu ve nihayet, nefsin taleplerini belli bir dengede tutmakla ilgili olan adil bir yaşayış,

dini akaide felsefi ve rasyonel bir çerçeve kazandırma çabasını/ temsil eder

 

İbn Miskeveyh

Fenomenler dünyasındaki her değişme bir harekettir.

Hareketi Varlığın delili/kanıtı olarak öneriyor,

negatif teoloji: tanrının sıfatları faslında olumsuz sıfatlar/nitelemeler ile tanrıyı işaret etmeye çalışıyor,

 

Gazali

İslam’ın Doğu’sunda felsefenin sona erdiricisidir.

aklın hiçbir alanda kesin bilgiye ulaşılamayacağı sonucuna varır. Tehâfütü’l Felâsife’de (Filozofların Tutarsızlığı) bunu tafsilatıyla anlatır.

filozofları üç gruba ayırır: Materyalistler (dehrîyyûn), doğalcılar (tabiîyyun) ve metafizikçiler ya da teistler (ilâhiyyun).

Klasik düşünce (Platon’dan Farabi’ye kadar misalleri pek çok) Doğadaki her şey değişime bağlı olarak süreye ve yokoluşa mahkûm; buna karşın değişimden münezzeh oluşunu gerekçe göstererek tanrının oluşu bilemeyeceğini iddia eder. Gazali bu tavırlarından dolayı filozofları kâfirlikle suçlar.

…şiddetle eleştirdiği başka bir konu da onların nedensellik ilkesine dört elle sarılmaları, / doğadaki düzenliliği doğal nedenselliğe bağlamaları…

…neden-sonuç bağıntısını doğanın özünden gelen bir zorunluluk olarak görülmesine karşı çıka…

Gazâlî’ye göre, sonuç nedeni izler, nedenle birlikte ortaya çıkar ama onun içinden çıkmaz. Demek ki deneyim ve gözlemler, yalnızca iki olayın arda arda gelişini saptamakla sınırlı kalır. Bunlardan birine neden, diğerine sonuç adının verilmesi tamamen bu iki olayın art arda geldiğini görmeye alışmaktan kaynaklanan bir dil meselesidir…

 

Batı’da İslam Felsefesi

İbn Meserre / (883-931)

akıl ile iman arasında en küçük bir çatışma olamayacağını ileri sürer

bilimi de ikiye ayırmış: akledilir gerçekliğin bilimi (teorik bilgi)

duyusal gerçekliğin bilimi

bütün varlıkları, Empedoklesçi felsefeye dayanarak, dört kategoriye ayırır. Öncelikle Varlık ya da Tanrının ayrı, biricik, sonsuz ve hareketsiz olan zatı vardır.

ikinci varlık kategorisi, şeylerin İdeasına tekabül eden Evrensel ya da Külli Akıl’dır.

üçüncü varlık evrenin cismini ve felekleri taşıyan külli nefis’tir.

en aşağı varlık düzeyini cisimsel varlıkların fail nedeni olan fiziki nefs ya da külli tabiat oluşturur.

külli nefsin özelliği sevgidir.

külli tabiatın özelliği baskın çıktığı için o kendi başına kalınca nefsi ve aklı görüp kavrayarak, ona aşk beslemesi imkânsızlaşır. Külli ruh fiziki nefs ya da külli tabiatın bu halini görünce, ona acır ve kendisinden bir parça, bir güç gönderir / İbn Meserre’ye göre külli ruhun bir parçası olarak külli tabiata gönderilen bu şerefli varlık, peygamberdir.

 

İbn Bacce (1095-1138)

…insanı evrenin küçük bir modeli olarak değerlendirir, diğer yandan da onu bir akıl varlığı olması dolayısıyla, doğanın biricik değeri olarak tanımlar.

İnsan rasyonel potansiyelini geliştirmek ve yetkinleştirmek suretiyle, maddi dünyadan ve onun gelip geçiciliğinden ebediliğe, maddi dünyanın çokluğundan ilahi birliğe ve maddi olanla birlikte olmanın sıkıntısından kurtularak sürekli bir sevinç ve mutluluk durumuna yükselebilir.

insan ruhunu nebati nefs, hayvani nefs ve insani nefs olarak üçe ayırır.

insan ruhu her üçünü de ihtiva etse bile, o, insanın doğası ya da özünü akıl olarak tanımlar.

İbn Bacce bilginin çeşitli düzeylerini bunlara karşılık gelen insan tipleriyle betimler; ona göre, sıradan insanlar veya yığınlar (cumhur), teorik düşünme yeteneğine sahip olan insanlar veya teorisyenler (nüzzâr) ve mutlu insanlar ya da filozoflar (suadâ) diye sınıflanabilecek olan üç insan türü vardır.

 

İbn Tufeyl

İslam Yeni-Platonculuğunun doruk noktasını temsil eder…

(Hay ibn Yakzan)

Hay, Hint okyanusundaki bir adada / kendiliğinden dünyaya gelmiş olan küçük bir çocuktur./ bir ceylan, büyüyüp güçleninceye ve hayvanlarla baş edebilecek duruma gelinceye kadar emzirir. …varlık ve oluşun gizemlerini keşfetmeye yönelir.

 

İbn Rüşd

(1126-1198) en büyük “şârih”

Aristotelesçiliği, Yeni-Platoncu etkilerden arındırarak, Muallim-i Evvel, yani Aristoteles çizgisinde yeni baştan inşa etmiştir.

 

hakikati ifade etmenin bir aracı olarak şiire veya imgesel anlatıma hiç güvenmediğini belli eder

İbn Rüşd için ideal akılyürütme tarzı burhan, yani öncülleri zorunlu olan kanıtlayıcı dedüktif akılyürütmedir.

İbn Rüşd evreni bir canlıya benzetir ve bir canlının varlığını sürdürmesi için sahip olduğu organların aynı amaca yönelik olarak çalışmasını sağlayan bir nefsin ve aklın bulunması gibi, ondaki birlik ve bütünlüğü sağlayan sonsuz bir kudret ve ilkenin olması gerektiğini öne sürer.

Tanrının, zamansal bir varlık olmadığı takdirde, âlemi zaman içinde yaratamayacağını ileri sürer.

…devletle insan ruhu arasında paralellikler kurarak, kişinin erdemli olabilmesi için nefsin diğer bölümlerinin teorik hikmetin hakimiyeti altına girmesi gerektiği gibi, devletin de ideal bir devlet olabilmesi için yönetimin hikmete dayalı olması gerektiğini belirtir.

Devlet / biri ikna (eğitim) diğeri de zorlama olmak üzere, iki yol takip edebilir.

 

İşraki Felsefe

Sühreverdi ve İbn Arabî gibi düşünürler tarafından, büyük ölçüde Meşşai veya Yunan tarzı felsefeye alternatif olarak geliştirilmiş

 

Sühreverdi

hakikate ulaşmanın birbirini tamamlayan iki yolu vardır. Bunlardan birincisi, tefekkür ve teoriye dayanan “bahs”, ikincisi ise kulluk, çile çekme ve ahlaki arınmada en yüksek düzeye ulaşmayı ifade eden “teellüh”tür.

 

Sühreverdi tarafından geliştirilen özel ve teknik dil / ontolojik problemlerle bilgi problemine bir çözüm getirebilmek için ışık sembolizmini kullanır.

Zorunlu Varlık için “Nurların Nuru”, ayrı ayrı akıllar için de “soyut nurlar” deyimini kullanır.

Sühreverdi’ye göre, sadece aydınlatılmış bir nesnenin görüntüsü olabilir. İnsan böyle bir nesneyi gördüğünde, nefsi onu kaplar ve onun ışığı tarafından aydınlatılır.

varlık görüşü bakımından, öz ya da ne’liğin önceliği üzerinde ısrar eden bir ontolojik konumun savunuculuğunu yapar.

Öz / nur ya da ışık

“saf nur” / varlığı sebebe ihtiyaç duymuyor

“arızi nur” / var olması başka şeylere bağlı

bağımsız, bilinç ve idrak sahibi olan varlıklar “saf nuru” temsil eder: Allah, melekler, İdealar ve insani ruhlar saf nuru temsil eder

 

varlığın Nurlar nurundan çıkışını hiyerarşik bir sistemle açıklar.

Sühreverdi’ye göre, ilk nur çift karakterlidir; o, nurlar nuruna en yakın nur olduğu için zengin ve yetkin; özü itibariyle de fakir ve eksik olmak durumundadır. İlk nur kaynağını idrak ettiğinde ondan ikinci nur, fakirliğini idrak ettiği zaman da ondan en yüksek berzah denilen ilk gölge meydana gelir.

…gerçekliğin bilgisine veya varlığın hakikatine dört ayrı aşamada ulaşıldığını öne sürer.

Filozofun / dünyadan vazgeçmesi gerektiğini söyler. İşraki bilgi sürecinde ikinci aşama, filozofun “ilahi ışığın” görüsüne ulaştığı, gerçek aydınlanma evresidir. Üçüncü aşama olan “inşa” aşamasında ise aydınlatan bilginin kendisinin kazanıldığı sınırsız bilgi aşamasıdır. Sonuncu ve nihai aşama ise söz konusu görsel deneyim veya mistik tecrübenin belgelenmesi veya yazıya dökülmesi evresidir.

 

İbn Arabî

“Vahdet-i vücud” teorisini, ilk kez ve açık bir biçimde ifade etmiş…

birbirini tamamlayacak iki bilgi türü, mantık ve mistisizm üzerinde durur.

akıl gözü, tek tek her bir şeyin bireysel gerçekliğini, özünü ya da mahiyetini bulup ayırt etme kapasitesine sahiptir. Hayal gözü ise İbn Arabî’ye göre, Zorunlu Varlık ya da Vücud’un var olan her şeydeki mevcudiyetini algılama yeteneğini ifade eder.

…filozof ya da kelamcılar, Tanrıyı eseri yoluyla bilmek, yaratıklara benzer şekilde nitelemek ve O’nu bu niteliklere göre tanımlamak demek olan teşbihi reddeder veya küçümserken, Tanrının yaratılmışlara ait özelliklerden yüceltilmesi ve takdis edilmesi anlamında tenzihi doğru perspektif ya da konum olarak benimserler. Her ikisini de korumakla birlikte, Sufilerin teşbihini öne çıkartan İbn Arabî, demek ki Tanrının erişilemez, bilinemez olduğu sürece tenzih, insan varlığına yakın olduğu ölçüde de teşbih yoluyla kavranabileceğini kabul eder.

İbn Arabî’ye göre, gerçek bilgi var olan her şeyin hem hayalin hem de aklın gözüyle görülmesine bağlı olmak durumundadır.

…gerçeklik, tözsel bir birlik olmakla birlikte, aynı zamanda iki farklı niteliğe sahip olması nedeniyle bir ikilik olarak karşımıza çıkar: Hak ve halk.

Bilgiden kastedilen bir şeyin duyular ve diskürsif düşünce yoluyla anlaşılması ise bu gerçeklik kendisi hakkında hiçbir şeyin söylenemeyeceği veya bilinemeyeceği soyut bir kendilik ya da monaddır. Tenzihin noktayı nazarından yaklaşıldığında, bilmek bilinen şeyi belirlemek, ona belirleme kazandırmak anlamına gelir. Belirleme ise mutlak varlığın mahiyetine aykırı bir sınırlamayı ifade ettiği için Mutlak Varlık tüm belirlenmemişlerin en belirlenmemişi ya da kendinde şeydir.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder