22 Nisan 2014 Salı

Selahattin Hilav – Diyalektik Düşüncenin Tarihi

Selahattin Hilav – Diyalektik Düşüncenin Tarihi


Diyalektik sözcüğü Grekçede, “konuşmak”, “görüşmek”, “tartışmak” anlamındaki dialegein’den türeyen dialektike’den gelir.
Burada doğruyu aramak ve ona ulaşmak değil, bir ileri sürüşü (yargıyı) geri çevirmek, olumsuzlamak söz konusuydu.
Elealı Zenon’un diyalektiği, bu tür “olumsuz” bir diyalektikti ve özdeşlik ilkesine dayanıyordu.

Diyalektikte olumsuz bir işlev bulanlar (…) arasında (…) Aristoteles’in ve Kant’ın geldiğini söyleyelim. Olumlu diyalektiğin ilk örneğini Herakleitos’ta buluyoruz. (s.10)

Doğu Düşüncesi ve Diyalektik
Doğu halklarının yaygın düşüncesi dünyayı değişmezlik açısından görmeye eğilimidir.

Budhhacılar “oluş” kavramını, öğretilerinin temeli yapmışlardır. (s. 13)

Evrensel oluş ve değişmenin arkasında, “hiçlik”, yani “var-olmayan” bulunmaktaydı.

Çinliler, evrenin temelinde birtakım “ikilikler”, yani karşıtlıklar bulunduğunu kavramışlardı.
…öğeler arasında anlaşmazlık ve çatışma yoktur.

Eski İran düşüncesi (…) karşıtlıklar arasında bir çatışmanın ve savaşın sürüp gittiğini ileri sürüyordu ve evrendeki bütün var olanları iki öbeğe, iki kategoriye ayırıyordu. Bu kategorilerden birinde, ışık (aydınlık) ilkesi tarafından yönetilen iyilik kuvvetleri; ötekinde, karanlık ilkesi tarafından yönetilen kötülük kuvvetleri yer alıyordu. (s. 14)

Brahma’cılığa ve Buddha’cılığa paralel olarak Hindistan’da, M.Ö. 6. yüzyıldan başlayarak bir maddeci dünya görüşünün geliştiği söylenebilir. Rig-Veda’da, çekirdek halinde felsefi düşünceler vardır. Veda’ları açıklamak için Upanişad’lar yayımlanmıştır.
Brahma’cılığın temel kavramları maya, brahmana ve atmana kuramında dile gelir.
Maya kuramına göre, gördüklerimizin çokluğu ve değişip durması, gerçek varolanı gizleyen bir örtüden başka bir şey değildir.
Brahmana kuramına göre de, brahmana’nın tek, bölünmez ve ruhsal (menavi) bir tözü vardır yalnızca ve bu, dünyanın ruhuyla özdeştir; brahmana “var olanın tümüdür”, “bir-tek-olanın tümüdür” ve “çokluk diye bir şey bilinmez.
Atmana kuramı ise, insan ruhunun, dünya ruhu ile özdeş olduğunu kavradığını, bunun bilincine vardığını ileri sürer. (s. 17-18)

Yoga; gerilim, yoğunlaşım demektir.

Mimamsa ve Vedanta öğretileri, idealist ve tutucudur.
Mimamsa’nın amacı Veda’ları açıklamak,
Vedanta sözcüğü, Veda’ların tamamlanması anlamına gelir.
Vedanta, bir tümtanrıcılıktır. (s. 21)

Buddha’cılığın amacı, insanı, duyusal dünyanın acılarından ve verdiği boş tatlardan kurtarmaktır. Bu amaca (…) Nirvana ile yani varlık-olmayanın içine girmekle; bireysel olanın evrensel olanla kaynaşmasıyla; onun içinde erimesiyle ulaşılır.
Buddha’cılık tözün varlığını reddeden özgün bir görüş getirmiştir. Buna göre varlık, madde ve ruh denen şeyler yoktur. Her yerde varlık-olmayan egemendir.
Her şey geçicidir. Kalan ve değişmeyen, yalnızca olayların (fenomenlerin) sürekli değişme yasasıdır.
Buddha’cı öğreti, bilginin ilk kaynağı olarak duyumu kabul eder. (s. 22)

Jainizm’in Buddha’cılıkla (…) ortak yanı, Brahma’cılığı eleştirmeleridir.
Jainizm’e göre madde, atomlardan meydana gelir.
Buddha’cılığa göre, iyinin ölçütü, “çok sayıda kişinin mutluluğudur, iyiliğidir”; kötü de, bu ilkeye aykırı düşendir.
Buddha’cılığın yogaraşa çığırı, dinamik ve maddesel olmayan bir temel ilke kabul eder ve bu, Hegel’in Tin’ine benzer.
Buddha’cılığın temel görüşü: hiçbir şey, öncesiz-sonrasız değildir. “Öncesiz-sonrasız olmayan” kavramı, bu öğretinin belkemiğidir. (s. 23)

Buddha’cılık yeninin eskiden türediğini kabul eder. (s. 27)

Çarvaka öğretisine göre
Yaşam maddeden türemiştir.
Bilinç bedenin bir niteliğidir.
Çarvaka, beden çözülüp dağılınca, bilincin ortadan kalktığını söyler. (s. 28)

Antikçağ’da Diyalektik
Herakleitos
Yunan felsefesinin kökü doğa felsefesindedir.
Herakleitos’a göre, oluş somut bir şeydir.
Oluş’un gerçek dünyaya temel olduğunu ileri sürer. (s. 32)

Herakleitos’un felsefesi, Elealıların varlık felsefesine karşı ileri sürülmüş bir antitez olarak ortaya çıkmıştır.
Herakleitos (…) düşünceyi felsefenin ta merkezine koyuyor. “Ben kendimi arıyorum” diyor gururlar,
“Her şey akar.”

Oluş ve değişme, karşıtların çatışmasının sonucudur.
İlk ateş
Logos, evrensel bir yasadır. (s. 34-35)

Heraakleitos’ta diyalektik bakımından en önemli olan şey karşıtların birliğini kuramsal bir şekilde ve bir süreç olarak ele almış olmasıdır. (s. 36)

Zenon
Zenon’un diyalektiği olumsuz bir diyalektiktir; özdeşlik ilkesi üzerinde temellenir.
Varlığın varolduğunu ve var olmayanın varolmadığını ileri sürüyordu.
Evrende rastladığımız çokluk ve çeşitlilik, özle ilintili olmayan temelsiz görünüşlerdir. (s. 37)

Sofistler genel sorunlardan uzaklaşıp, düşüncesi, iradesi ve duygusal hayatı ile insanın kendisini incelemeye çalışmışlardır.
Gorgias, herhangi bir şey üzerine onun kendine eşit olduğundan başka bir yargı yürütmenin doğru olmadığını söyleyerek (…) özdeşlik yargılarının (…) doğru olduğunu söylüyordu. Böylece, yargı vermenin imkânı ortadan kalkıyordu. (s. 40)

Sokrates
Sofistlerle Sokrates arasındaki fark, sofistlerin toplumsal eleştiride kalmaları, Sokrates’in ise toplumsal koşulların da değişikliğe uğramasını beklemesindedir.
Onun bütün ustalığı, sanki bilmiyormuş gibi yaparak kendi düşündüğünü saklamasında ve başkalarından bir şeyler öğrenmek istiyor gibi yapmasında ortaya çıkıyordu.
…bütün bunları, konuşmanın sonunda kendi öz düşüncesinin, doğal bir sonuç gibi belirmesini sağlamak için yapıyordu. (s. 41)

Platon
Platon’a göre, her bilme, ruhun yeryüzüne gelmeden önceki hayatında doğrudan doğruya gördüğü nesneleri hatırlamasından başka bir şey değildir.
Platon’da, ideler kımıltısız, katı ve hareketsiz varlıklardır; fenomenler ise bu idelerin görünüşleri, taklitleri, imgeleri ve izleridir. (s. 43)

Platon, diyalektiği üç anlamda kullanır:
Soru ve cevaplarla bilgiyi geliştirme ve ortaya koyma yöntemi,
Karşılıklı konuşma içinde bazı şeyleri doğru olarak anlatmak, (…) nesnelerin kavramını doğru olarak belirleyen bilim olarak diyalektik.
Varlığın yani değişmeyenin ve doğru olanın bilimi olarak diyalektik. (s. 60)

Aristoteles
Topikler’de diyalektikten etraflıca söz eder.
…akılyürütme yöntemini iki türe ayırır. Birincisi apoditik, ikincisi diyalektiktir. Apoditik, genel ilkelere bağlı kalmakla birlikte daha çok belirli bir alana uygulanan ilkelerle işgörür.
Diyalektik (…) daha genel ilkelerden yararlanabilir ve böylece her düzeyde iş görür.
Bu iki yöntem arasındaki fark, bilim ile kanı arasındaki farkı ortaya koyar.
Bilim, nedenlerden çıkarsama yoluyla edinilen bilgidir. (s. 46-47)

Retorik, pratik sorunlarla ve özellikle siyasetle ilgilidir.
Nesnel diyalektik, septik ile pirestik’e ayrılır.
Tartışma diyalektiği ise eristik ile sofistik’e ayrılır. (s. 49)

Stoacılarda, söz konusu olan, dar anlamında retorik ve diyalektiktir. Retorik dış konuşma, diyalektik iç konuşmadır.
Kıbrıslı Zenon bilgilerimizin deneyimden geldiğini ileri sürüyordu. (s. 52)

Epikuros’un diyalektiği gerçekliği değil, hakikati bilmeyi amaç edinir.
Duyum, tasarım ve duygu, hakikatin üç ölçütü ve her çeşit eylemin temelidir. (s. 53)

Proklos’ta her çokluk belli bir biçimde, birliğin parçasıdır. (s. 54)

Ortaçağ’da Diyalektik
Paul Kecskes, “Hıristiyanlık bir felsefe değil, bir dindir.”

Abelard’ın görüşü, realizm ile nominalizm arasında (…) gerçekleştirilmiş diyalektik bir sentezdir. Abelard’ın gözünde, genel kavramın gerçekliği her tek şeyde bireysel olarak görünür.
Sic et Non adındaki kitabında, Kilise babalarının görüşlerini ele alarak, bu görüşlerin karşıtlığını gösterir.
Abelard’da yeni ve şaşırtıcı olan, kanıtladığı şey değil, kanıtlama biçimidir. Diyaloglarında (…) bağımsız bir düşünürü konuşturur. (s. 64-65)

…en sonunda, hakikatin tümünün Tanrıda bulunduğu ve insan zihninin bunu kavrayamayacağı (…) sonucuna varır. Ahlak felsefesinde (Scito te İpsum) eylemi doğuran duygunun iyi ya da kötü olabileceğini ileri süren görüşü savunur.
Erdem ise en yüce iyiliğe götüren davranıştan başka şey değildir.
En yüce iyilik Tanrıdır. (s. 66)

Gilbert de la Porre
Bütün çelişkiler en yüksek ilk formda, yani Tanrıda ortadan kalkarlar.
Belli bir bilimin ilkeleri başka bir bilime uygulanamazlar.
Doğanın ilkeleri tanrıbilimde geçerli değildirler. (s. 67)

Bir yanda felsefi bilgi öte yanda tanrıbilimin bilgisi vardır.
Tanrı, kendi varlığında bu iki çeşit hakikatin sentezini vermektedir.
İnsan zekası bütünsel hakikati bulamaz.
İmanı akılla temellendirmeye kalkışmak da gerekmez, çünkü Tanrısözü akla aykırı değil, akılüstü bir sözdür.

Eckhart
Eckhart, Tanrıda üç tanrısal kişi ile tanrısal özü birbirinden ayırmaktadır. Tanrısal öz, yaratıcı doğadır, oysa tanrısal beliriş (görünüş) yaratılmış doğadır.
İnsan ruhunun üçlü gücü, tanrıbilimin kutsal üçlemine tekabül eder. Yani akıl Oğul, irade Kutsal Ruh, hafıza da Baba’dır. (s. 68-69)

Nicolaus Cusanus
Bilginin dört derecesi olduğunu söyler.
1          Duyular ve hayal-gücü
2          Akıl
3          Zekâ
Akıl ile hakilat arasındaki ilişki, çokgen ile daire arasındaki ilinti gibidir. Kenarlarının sayısı arttıkça çokgenin daireye yaklaştığını görürüz ama çokgen hiçbir zaman daire haline gelemez.
4          Zihinsel gerçekte bir ruh halidir. (s. 70)

Çelişki ilkesi Böhme’nin felsefesinde temel taşı ödevi görür. Hegel’in, yeni felsefeyi Böhme ile başlatması bundan ötürüdür.
Tanrı her şeydir. Yani, başlangıç, öz ve erktir.
Kötülük, iyiliğin ortaya çıkabilmesi için vardır. İyi ile kötünün karşılıklı etkileri sayesinde evrenin gelişimi gerçekleşir. (s. 71)

İyilik ve kötülüğün ayrılması günahı doğurmuştur; günahtan doğan düşüşün sonucu da maddi dünyadır. (s. 72)

Klasik Alman Felsefesinde Diyalektik
Aydınlanma Çağı
Safa mantığı kısır bir disiplin olarak görür ve bu bilimin, bilginin aracı, organon’u olmadığını ileri sürer. (s. 74)

Kant
Kant’ın gözünde diyalektik, görünüşün mantığıdır.
Kritik der reinen Vernunft’da anlayış gücümüzün temel işlevini dile getiren saf kategorileri sınıflarken, her bölümde üç kategoriye yer vermiştir.
Nicelik kategorisinde, birlik çokluk ve bütünsellik yer alıyordu.
Nitelik kategorisinde de gerçeklik, olumsuzluk ve sınama vardı.
Kant’ın bu üçlü sınıflaması daha sonraki diyalektik düşünceye temel ödevi görmüştür. (s. 75)

Kant’a göre tarihin izlediği yol, aynı zamanda doğanın izlediği yoldur. (s. 95)

Herder, tarihin organik bir nitelik taşıdığını kesin bir şekilde açıklamış ve tek tek tarihsel olayların, tüm tarih yapısı ışığında incelenmesi gerektiğini göstermiştir. (s. 78)

Schelling, Fichte felsefesinin eksiklerini tamamlamakla işe başlamıştı.
Fichte’nin gözünde doğa, yani Ben-olmayan, olumsuz bir nitelik taşıyordu.
Schelling, doğayı, Ben’in gerçek bir antitezi olarak görmüştü.
Böylece (…) Ben ve doğa birbirinin karşısına konulmuş oluyordu. (s. 90)

Schelling’e göre mutlak, doğa ile zihin arasında bulunan nötr bir alandır; başka bir deyişle, bütün kutuplaşmaların nötr noktasıdır. Mutlak, ne gerçek, ne ideal, ne doğa ne de zihindir. Çünkü mutlak bu iki dizinin özdeşliğidir.
Schelling’in diyalektik üçlemi;
Gerçek (doğa), İdeal (zihin) ve onların sentezi olan Mutlak. (s. 92)

Hegel’de, diyalektiğin şu biçimde ele alındığını görüyoruz; kendinde İde (tez), başkalaşması içinde İde (antitez) ve kendisine dönmüş olan İde (mantıksal İde, yani doğa ve zihin olarak İde). (s. 93)

Hegel’in felsefesi, Alman romantik düşüncesinin tamamlanışıdır. (s. 97)

Hegel (…) hakikatin gerçek biçiminin bilinç alanında bulunduğuna, bilinci çözümleyecek olursak hakikati ele geçirebileceğimize inanıyordu.

Tinin Fenomenolojisi bilincin kendisini gerçekleştirirken (edimleştirirken) içinden geçtiği çeşitli uğrakların bir tablosunu sunuyor bize.

Bilincin gelişme süreci içinde Hegel, üç önemli aşama bulunduğunu söyler.
Birinci aşamada, bilinç saf bir genellik durumundadır.
Bu aşamada bilinç, kendisinin varolduğundan başka hiçbir şeyi ileri süremez (olumlayamaz). (s. 102)

İkinci aşamada yeni bir olay ortaya çıkar. Bu olay, bilincin kendi kendine dönmesidir.
Böylece bilinç (…) istek, özlem, iş olur.
Bilinç artık hayat haline gelmiştir.
Bilinç (…) saf genellik halinde bulunduğu sırada, kendine bir bilinçtir. Kendisine dönüp, kendi edimlerinde seyrettiği zaman kendi-için-bilinç haline gelmiştir. Bu aşamada, bilinçte bir ikileşme görülür.
…bilincin içinde öteki’nin ortaya çıktığı görülür.
Hegel, kendi-için bilinç’e, içdüşünmeli (reflexive) kendinin-bilinci der. (s. 103)

Üçüncü aşamada, bilinç, kendisini öz edimleri içinde görüp tanır. Böylece bilinçte ortaya çıkmış olan “öteki” ortadan kaybolur. (s. 104)

Öznel Tin
Antropolojinin inceleme konusudur. Antropoloji, ruhu Tinin en basit gerçekliği olarak tanımlar.
Nesnel Tin, kendisine dönmüş olan ve bireysellik niteliği taşıyan öznel Tine karşıt olarak kendini ortaya koyan Tindir.
Hegel, nesnel Tinin sorununu, bir hukuk felsefesi, bir ahlak, bir devlet felsefesi ve bir tarih felsefesi ortaya koyarak incelemiştir. (s. 106)

Hegel, Hukuk Felsefesi’nde nesnel Tinin üç uğraktan nasıl geçtiğini açıklar. Bu üç uğrak şunlardır: a) hukuk, b) ahlaklılık, c) etik (Sittlichkeit).
Etik
Yani bireysel bilinçler içinde gerçekleşmiş olan hukuktur. (s. 107)

Tarih Felsefesi
Tarih, İde’nin zaman içinde gelişmesidir.
İde, Tinin en yüksek biçimi olduğu için, zaman boyunca gerçekleşme zorunluluğunu kendinde bulur.
…tarihin son amacı, aklın gerçekleştirilmesidir.
Dünyanın varmak istediği son amaç, Tinin kendi özgürlüğü hakkında edindiği bilinçtir.
Bireysel irade, genel irade ile kaynaşınca özgürlük gerçekleşmiş olur. (s. 108)

…mutlak Tin, kendinden önce gelen ilk iki uğrağın sentezidir.
Tinin bu son aşaması, sanatın, dinin ve felsefenin konusunu oluşturur.
Sanat, mutlak Tini, duyusal imgeler yardımıyla kavrar.
Mutlak Tin, sanatın içinde de yine üç aşamadan geçer:
a) Sembolik sanat (İde’nin karışık ve plastik olarak dile getirilmesi)
b) Klasik sanat (maddenin ağır bastığı durum, heykeltıraşlık sanatıdır)
c) Romantik sanat (bu uğrakta insan ruhu sanatın temel konusu haline gelir). (s. 109)

Din, sembol ve mitos olarak Tinin dile gelişidir.

Felsefe, mutlak Tinin, kavramlar halinde dile getirilmesidir.
Felsefe Tarihi adlı yapıtında, (…) felsefe sistemlerinin, İde olarak mutlak Tini yavaş yavaş nasıl dile getirdiklerini ve tamamladıklarını açıklamıştır. (s. 110)

Hegel’e göre doğa, İde’nin ötekiliğidir. Yani, kendisinden başka olan, kendisine yabancılaşmış olan İde’dir. (s. 111)

Mantık’ta gerçekliği ilk kaynağından başlayarak en karmaşık gelişme aşamalarına gelinceye kadar bir bütün olarak ele alıp ilke içinde özetlemeye çalışmıştır.
Hegel’in gözünde, kavram ve varlık (sein) birbirinden ayrı tutlamaz.
Böylece, varlık ile kavram arasında özün (wesen) ortaya çıktığı görülür.
Hegel’in mantığı üç bölümden kurulmuştur:
a) Varlık mantığı
b) Özün mantığı
c) Kavram mantığı (s. 112)

Saf varlık ile hiçlik birbirlerine eşittirler.
Varlık ile hiçlik arasında sürekli bir geçiş (gidiş-geliş) vardır. Bu sürekli gidiş-geliş, oluştur (werden), değişim sürecidir.
Oluş, varlık ile hiçliğin diyalektik sentezidir.
Gerçek varoluşun temel kategorisi oluştur.
Dolayımlı varlığın ilk kategorisi belirlenmiş varoluştur (Dasein).
Varoluş belirlenmiş olduğu için nitelik haline gelmiştir.
Varoluşun tanımlanması ve ortaya konması için ona karşıt bir ötekinin bulunması gereklidir. (s. 113)

Öz, varlığın karşıtı olan aşamadır (uğraktır).
Öz
Varlığın bir yalan, bir uydurma ve aldatıcı bir şey olduğunu söyleyerek sadece içdüşünme halinde kalan kuşkuculuk, bu uğrakta yer alan felsefi bir tavırdı.
Öz, ikinci uğrağında saf içdüşünmenin karşıtı haline gelir; kendinden çıkar ve kendini varoluş olarak kurar. (s. 114)

Kendinde-şey bu aşamada bulunur. Özün üçüncü uğrağı gerçekliktir (wirklichkeit).
Kavram oluş ile öz arasında bir sentez yaratır. (s. 115)

Oluş, ilk kavramdır.

Hegel, özcü bir filozof olarak gerçekliğin tümünü, zamandışı bir Logos’la açıklar.
Hegel, Fenomenoloji’de, bilincin en gelişmemiş bilgi formlarından başlayarak, mutlak bilgiye nasıl ulaştığını göstererek insan Tininin bir tarihini ortaya koymak ister. (s. 127)

Fenomenoloji, bir fenomenolojik tasvirdir; nesnesi, varoluşsal fenomen olarak insandır; yani kendi varoluşu içinde ve varoluşuyla kendine göründüğü (erscheint) haliyle insandır. Fenomenoloji de, onun sonuncu görünüşüdür. (s. 133)

Hegel’e göre istek, doyuma ulaşmak için nesnesini tahrip ediyor ve tüketiyordu.
İnsan, ilk olarak Ben dediğinde kendisinin bilincine ulaşır.
Nesneye bakan, onu seyreden kimse, seyrettiği şey tarafından soğurulmuştur. (s. 137)

Bilgisel bakış ve seyrediş, özneyi değil, nesneyi ortaya koyar.
Soğurulmuş olan insan, ancak bir istekle kendisine döner.
İnsansal Ben, bir istek benidir. İsteğin benidir.
İstekten doğan eylem ise, ona doyum sağlamaya yönelir.
Bu doyumu, istenen nesneyi olumsuzlayarak (…) sağlayabilir.
Demek ki her eylem, olumsuzlayıcıdır. (s. 138)

Doğal bir nesneye yönelmiş istek de bir başkasının aynı nesneye yönelen isteğiyle dolayımlanmışsa insansaldır. Yani, başkaları istedikleri için, başkalarının istediğini istemek insansaldır.
Hayvanın bütün istekleri, eninde sonunda, yaşamını koruyup sürdürmeye yönelir, (s. 141)

İnsanoğlu bir başka isteğe yönelen isteğini, yani insansal isteğini doyuma ulaştırmak için yaşamını tehlikeye atarak insan olduğunu kanıtlar. (s. 142)

İnsanoğlu, başlangıçta, hiçbir zaman düpedüz insan değildir, zorunlu ve özsel olarak Efendi ya da Köledir. İnsansal varlık ancak toplumsal olarak ortaya çıkabiliyorsa, toplum bir Efendilik ve bir Kölelik öğesini, özerk ve bağımlı varlıkları kapsaması bakımından insansal olabilir ancak. (s. 143)

İnsan gerçekten insan olması ve kendini böyle bilmesi için, kendi hakkındaki bu düşüncesini, başkalarına da kabul ettirmesi zorunludur. (s. 146)

Çalışmanın ürünü, emekçinin ortaya koyduğu bir şeydir; onun yapıtıdır.
Bu üründe ve bu ürünle gerçekleşen şey emekçinin kendisidir. (s. 154)

Diyalektiğin İdealist Temelleri
Hegel’e göre diyalektik, bir düşünce yöntemidir.
Diyalektik, düşüncenin kendisidir. (s. 159)

Diyalektik düşüncenin ilkeleri
a) Bütünsellik
b) Oluş
c) Çelişki
d) Nitel değişme
Bütünsellik ilkesi (totalite)
Herhangi bir şeyin tek başına ve içinde bulunduğu bütünden ayrı olarak ele alındığı zaman kavranamayacağını ileri sürmek demektir. (s. 161)

Oluş ya da evrim ilkesi’ne göre evren sürekli bir oluş halindedir. Hiçbir öğeyi hareket etmiyormuş ya da değişikliğe uğramıyormuş gibi ele alamayız. Evren, sonu gelmez bir harekettir. (s. 163)

Hegel, çelişki ilkesini, diyalektik mantığın merkezine yerleştirir. Çünkü, formel mantığa en fazla aykırı düşen ilke, çelişki ilkesidir.
Herhangi bir şey, anlaşılabilir hale gelmek (kavram haline gelmek) için kendi karşıtından geçmek zorundadır. (s. 164)

Tez ile antitez arasında bir olumsuzlama uğrağı vardır. (s. 166)

İkinci ve üçüncü terimler (antitez ve sentez) arasında da bir olumsuzlama süreci vardır. (s. 167)

Sentez, olumsuzlamanın olumsuzlaması ve aşma süreçleri ile canlı bütünleri yeniden ortaya çıkardığı için hayatı mümkün kılar. (s. 168-169)

Sentez, çelişkilerin aşılması demektir.
Bu ilke, nitel değişme ilkesidir. (s. 169)

Hegel, Tini evrenin temel ilkesi olarak görmüş ve ona sentetik bir form vermeye çalışmıştır.
Hegel doğayı aşağı dereceden bir varoluş olarak görüyordu. Doğanın kendi amacı yoktu,
Buna karşılık İde, kendi öz amacına sahiptir.
Doğa, İde’nin ötekiliğidir, yabancılaşmış halidir.
Tarihte, olayları, halkları, çağları ve bireyleri önemsiz kılacak şekilde İde’ye ve ideale ayrıcalık tanır. (s. 171)

Bütün çelişkileri ve bütün parçasal (kısmî) uğrakları kendi içine çekerek evreni harekete getiren İde’dir. (s. 172)

Maddeci Diyalektik
Marx
Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı yazısında (…) Hegel’in her şeyi İde’den türetmeye ve çıkarmaya çalışmasını doğru bulmadığını belirtiyordu. (s. 184-185)

Hegel idealizmini eleştirerek bir yana bırakan Marx, diyalektiği yeni bir temel üzerine oturtmak istiyordu. (s. 186)

Doğası kendi dışında bulunmayan bir varlık, doğal bir varlık değildir. Böyle bir varlık doğanın varlığına katılmayan bir varlıktır. (s. 192)

Demek ki, insanoğlunun varlığının (yaşamasının) temelinde pratik bir etkinlik, ekonomik bir etkinlik vardır. (s. 193)

Tarih, somut insanın gerçekleşmesinden başka şey değildir.
Tarih, insanın gerçek gelişmesidir. (s. 195)

Marx’a göre diyalektiğin gerçekleşmesi:
1) Tez: İlkel insan
2) Antitez: insanın kendisi ile ürünü arasında (…) insanın etkinliklerinin yabancılaşması ve karşıt bir kuvvet olarak yine insanın karşısına çıkması (…) kapitalist üretim biçiminde en yüksek noktasına ulaşır.
Bundan dolayı, insanlar, birbirlerini bir insan olarak değil, üretim sürecinde almış oldukları yerlere göre değerlendirmektedirler. (s. 208-209)

3) Sentez: Bu sosyalizm aşamasıdır. Sosyalizmde, insanoğlu, kendi güçlerinin efendisi haline gelir. (s. 209)

Diyalektik düşüncenin ilk hareket noktası, şeyleri, birbirinden ayrı bulunuşları içinde görmektir. Yani şeyleri tek tek ve birbirinden ayrı olarak ele almaktır.
Lenin buna “gözlemin nesnelliği” diyor.

İkinci noktada, düşünce, ele aldığı şeyi başka şeylerle olan ilişkisi içinde kavramak zorundadır.

Üçüncü nokta, şeyin ya da fenomenin gelişmesinin, hareketinin, hayatının incelenmesidir.

Dördüncü nokta, şeylerde bulunan çelişken iç eğilimlerin (yanların) aranmasıdır.

Beşinci nokta, şeylerin bir karşıtlıklar bütünü olarak görülmesi

Altıncı nokta, karşıtlıkların ortaya dökülmesinin ve kendilerini gerçekleştirmelerinin ele alınmasıdır. (s. 214)

Yedinci nokta, çözümleme (analiz) ve sentezin birliği.

8) her şeyin öteki şeylerle olan ilintilerinin ve ilişkilerinin incelenmesi,

9) karşıtlıkların bir birlik halinde bulunduklarının, yani aynı varlığın belirli bir yanının başka bir yanına karşıt olduğunun belirtilmesi,

10) yeni yanların, özelliklerin ve ilişkilerin sürekli bir biçimde ortaya çıktıklarının göz önünde tutulması,

11) insanoğlunun şeyler, dış görünüş, süreç hakkında edinmekte olduğu bilginin sonsuz bir biçimde ilerlediğinin unutulmaması,

12) bilginin sonsuzca ilerleyişi,

13) eski uğrağın (aşamanın) (…) yeniden ortaya çıkması (tekrarlanması).

14) olumsuzlamanın olumsuzlanması,

15) …biçim ve içeriğin mücadelesi,

16) nicelikten niteliğe geçiş ve nitelikten niceliğe geçiş. (s. 215)

Yapı Kredi Yayınları

Ekim 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder