6 Ekim 2024 Pazar

Zayıf Düşünme

 

Gianni Vattimo - Zayıf Düşünme

 

Gianni Vattimo 1936'da Torino'da doğdu. Heidelberg’de Gadamer’in yanında felsefe okudu.

Felsefi bağlılığı her zaman siyasi faaliyetle birleştirdi

 

Zayıf düşünme

Bu düşünce biçiminin altında yatan fikir, düşüncenin herhangi bir sabit ya da kesin hakikati tasdik etme ya da ona ulaşma imkânının olmadığıdır.

 

Felsefe geçmişte gerçeğin özgün anlamının araştırılması olarak yapılandırılmıştı

 

Vattimo'ya göre söz konusu felsefi düşünce macerasının sonuna ulaşmıştı.

 

…felsefenin gelecekte izlemek zorunda kalacağı yol, mutlak gerçeğin arayışı değil, bunun yerine Farklı gerçeklerin olduğu gerçeğine uyum sağlamak

 

Vattimo bunun için zayıf bir düşüncenin / kendini gerçeğin kesin ve tartışılmaz bir açıklaması olarak sunmayan bir düşünce biçiminin (yani inkâr edilemeyecek güçlü bir düşüncenin) ortaya çıkmasını umuyor.

 

Nietzsche’den sonra bilindiği gibi, her kesin anlam çürüyor, her temel krize giriyor.

Heidegger'in düşüncesi temelsiz bir gerçeklik hakkında iyi bir fikir verir

Gadamer geleneğin geri kazanılmasını zayıf anlamda kabul etti

 

Şiddetin bir biçimi olarak güçlü düşünce, farklılık duygusu

 

…güçlü ahlak ve ideolojiler oluşturma eğilimi bir tür şiddet…

 

…gerçeklik, en özgün ve özgün haliyle özgürlük ve kaostur, sürekli harekettir, bakış açılarının çoğulluğudur.

 

Tarihsel olarak zayıf düşünce hermeneutik bir perspektife oturtulmuştur. Tarih, geleneğin değerlerini içerir, ancak bu gelenekler, belirli bir geleneğin diğerleri üzerindeki üstünlüğünü haklı çıkarmaz

 

…şiddetin kökeni / kendi amaçlarını empoze etme çabalarında kaçınılmaz olarak çatışma üreten güçlü ideolojiler üreten güçlü iktidar yapılarının kalıntılarında bulunacaktır.

…şiddetin ortadan kalkması, ancak her güçlü ideolojinin ortadan kalkması ve yerini, birbirine üstünlük kurmak istemeyen, ancak kendi konumlarına saygı duyma niyetinde olan çok sayıda "zayıf kültür"ün almasıyla mümkün olabilir.

4 Ekim 2024 Cuma

Emre Ateş - Umberto Eco’nun Eserlerindeki Akdeniz Ortaçağ Felsefesine Dair Bir Değerlendirme: Gülün Adı Örneği (Özet)

Emre Ateş - Umberto Eco’nun Eserlerindeki Akdeniz Ortaçağ Felsefesine Dair Bir Değerlendirme: Gülün Adı Örneği

Eco’nun Gülün Adı eseri kurgusal temelinin yanı sıra çok katmanlı yapısı ile Hristiyan Ortaçağı’nın felsefi dinamiğini de metaforik ögeler eşliğinde içerisinde barındırmaktadır.

 

Ortaçağ denildiğinde akıllara çoğunlukla inancın dönem üzerinde egemen oluşu gelmektedir.

 

Gülün Adı adlı eseri, hikayenin anlatıcısı olan Adso ve keşiş Baskerville’li William’ın bir manastırda şüpheli bir ölümü aydınlatmak üzere geçirdiği yedi günlük bir süreci anlatmaktadır.

 

Ortaçağ’ın en kritik problemlerinden birisi olan neyin doğru bilgi olduğu ve bu doğru bilginin kaynağının ne olduğu problemi de Gülün Adı eserinde birçok kez tartışılmış bir konudur.

 

Akdeniz Ortaçağı

10. yüzyılda Alman İmparatorluğu, Otto Hanedanlığı ile sanatta ve mimaride oldukça gelişim göstermektedir.

Bu dönemde üretilen lüks el yazmaları, süslemeli İnciller ve minyatürlü kitaplar, Batı’nın 10. yüzyılda sanatsal anlamda bir reform yaşamasına ön ayak olmuştur.

 

Roma’nın Akdeniz’i hakimiyeti altına almak için verdiği ilk büyük savaş Kartaca ile olmuştur. Kartaca, Kuzey Afrika topraklarında hakimiyetini sürdüren bir Fenike kolonisiydi.

Roma’nın çöküşü ile Akdeniz tek bir gücün kontrolü altında olmaktan çıkmış ve özellikle Batı’sında istilacı güçlerin kurdukları kent devletleri söz sahibi olmuştur.

 

1236 yılında Kurtuba, 1248 yılında Sevilla toprakları Hristiyanların eline geçmiştir.

(Sicilya) 1060 yılında Messina’yı kontrolüne alan Normanlar ilerleyişini sürdürdü ve 1091 yılında adanın tamamını kontrolleri altına aldılar.

 

(saçma bir klişe) Haçlı Seferleri’nin en mühim sonuçlarından birisi, Doğu’nun zenginlikleri ile Batı’nın tanışması oldu.

 

Akdeniz’de gelişen bilişsel ve zihinsel sonuçlar hiçbir zaman salt olarak belli bir topluluğa ya da zümreye atfedilemez.

 

Akdeniz insanı, ontolojik olarak en nihayetinde özle maddeyi ortak bir zeminde ele alır

Bilgiye ulaşımda bu iki yolun uyumuna başvurur ve akılla elde edileni deneyle sağlamlaştırır

 

…skolastiğin yükseliş döneminde Aristoteles’in fikirleri hakim noktasına gelmiştir.

Ortaçağ boyunca Kilise, devletler ve toplumlar üzerindeki hakimiyetini felsefi olarak da temellendirebilmiştir

 

Skolastik dönemin sonuna doğru / Ockhamlı William ile bilgi, inançtan tamamen sıyrılmaya başlamıştır

 

Ortaçağ, hem Doğu’da hem de Batı’da kütüphaneler ve kitaplar bakımından oldukça zengin bir dönemdir. Okumak, bilmek ve sahibi olunan eserlerin sayısının çokluğu o dönem için en önemli entelektüel saygınlık sebebiydi.

 

çeviri faaliyetleri…

Batı’da gelişen çeviri faaliyetlerinin en önemli merkezlerinden birisi Toledo Çeviri Okulu’dur.

Endülüs’ün mirası Hristiyanlara geçmiş / Bu mirası değerlendiren Hristiyanlar burada Toledo Çeviri okulunu kurmuşlardır.

 

Roger Bacon, bilimin gizlerinin her zaman herkesin eline geçmemesi gerektiği, çünkü bunların kötü amaçlarla kullanabilecekleri konusunda bizi uyarıyordu. Çoğu kez, bilim adamı, büyülü olmayan kitapları saygısız gözlerden korumak için büyülü göstermektedir... Bak, bir hastalığı kökünden iyileştirecek ilaçları yapan çok yetenekli hekimler tanıdım. Bunlar, merhem ya da ilaçlarını basit insanlara kutsal sözler söyleyerek ve duayı andıran cümleler okuyarak veriyorlardı. Bu duaların iyileştirme gücü olduğundan değil, kutsal sözlere duyulan güvenin uyandırdığı ruh, ilacın bedensel etkinliğine daha hazır olduğu için. (Eco, 2020: 138)

 

Ortaçağ’da, diğer dönemlerden farklı olarak bilginin kaynağı her daim vahiy olarak görülmüştür.

 

Augustinus’un Tanrı’nın nitelikleri olarak ortaya koyduğu şeyler, Platon’un mağara alegorisinde güneşe yüklediği niteliklerle hemen hemen aynıdır.

Augustinus / Yeni Platoncu anlayışın Platon’u Hristiyan inancına göre yeniden yorumlamalarından etkilenir.

Yeni Platoncu anlayışın Platon’u Hristiyan inancına göre yeniden yorumlamalarından etkilenir.

Yeni Platoncular, duyuların yanıltıcı olduğunu ve hakikati asla gösteremeyeceklerini söylemektedirler.

Zira duyular dünyasına hareket, değişim egemendir.

 

Umberto Eco’nun Eserlerindeki Akdeniz Ortaçağ Felsefesine Dair Bir Değerlendirme: Gülün Adı Örneği, Yüksek Lisans Tezi, Akdeniz Üniversitesi, Akdeniz Uygarlıkları Araştırma Enstitüsü, 2022

… 

Melek Demir - Umberto Eco’da Güzelliğin ve Çirkinliğin Estetik Yorumu (Özet)

Melek Demir - Umberto Eco’da Güzelliğin ve Çirkinliğin Estetik Yorumu

Çirkinliğin Tarihi isimli eserinde güzellik ve çirkinlik kavramlarının birbirini imleyen kavramlar olduğunu, / Çirkinliğin Tarihi isimli eserinde güzellik ve çirkinlik kavramlarının birbirini imleyen kavramlar olduğunu,

Önemli olan oluşturulmuş olanın değil, varolan güzelliğin ve çirkinliğin farkına varmaktır.

 

Apolloncu Güzellik: Ölçülü, uyumlu, düzenli ve belirgin biçimlerde görünebilen güzelliktir

Dionisosçu Güzellik: Belirgin biçimlerde betimlenemeyen, huzursuzluk uyandıran güzelliktir.

Kanon: Eşit aralıklarla ilerleyen iki ya da daha çok sesin birbirine kesin ve sürekli bir biçimde öykünmesiyle oluşan bütündür

Chiaroscuro (Işık Gölge): Ortaçağ döneminde sanat alanında aydınlık- karanlık düzleminde beliren zıtlık için kullanılır.

 

Yunan ve Roma dönemindeki komedi ve dans ile Ortaçağdaki eğlenceleri geleneksel hale getiren karnavalın özünde grotesk kelimesi yer alır.

 

Platon güzel’i insan bedeninde ve insanın eylemlerinde arar. Güzellik ile gerçek, iyi ve tanrısal kavramlarını bağdaştırır. Platon’a göre güzellik idealar aleminde yani Tanrı katındadır.

 

Aristotales / Güzel’i her şeyden önce canlı ve doğal olan şey ile özdeş görür. Ona göre güzel, matematiksel belirlenen bir kavramdır. Orantısız şeyler güzel değildir.

 

Heidegger’e göre ise güzellik doğruluktur.

 

Eco ilk olarak güzel kavramından yola çıkmaz, insanların yüzyıllardan beri güzel olarak tanımladığı ve kabul ettiği şeyleri gözden geçirir.

Ona göre Güzel’in tarihi sanat eserleriyle belgelenir.

 

Karl Rosenkrantz 1853’te Çirkinliğin Estetiği’nde çirkinlik ile ahlaki şer arasındaki benzerliği vurgular.

 

…bazı filozoflar güzel’i içerikte, bazıları formda yani biçimde değerlendirmiştir.

Platon, Plotinos, Hegel, Schelling ve Heidegger gibi filozoflar güzel kavramını içsel-içeriksel nitelikler bağlamında ele almışlardır.

 

Güzel nesne, en başta görme ve işitme olmak üzere, duyuları biçimiyle okşayan bir şeydir.

 

Sokrates / her şey hedeflenen amaca uygunsa, göreceli olarak güzel ve iyidir, amaca yeterince uygun değilse, kötü ve çirkindir.

 

Yunan döneminde güzellik Delfoi tapınağının duvarlarına kazılı dört özdeyişte bulan değerli ve ölçülebilir bir uyumla yönetilir: En güzel, en adil olandır, Sınırı aşma, Kibirden (küstahlıktan) kaçın ve Aşırılığa izin verme.

 

Nietzsche’ye göre, düzen ve ölçü olarak anlaşılan dingin ahenk, Apolloncu Güzelliktir.

 

John Scotus Erigena (IX. Yüzyıl) / Ortaçağ dünyasında ilahi iradenin buyruğuyla biçimlenmiş her şey iyidir, güzeldir, doğrudur der

 

Ortaçağ minyatürlerinin en çarpıcı özelliği, ışık dolu olmaları, hatta ana renklere yaklaşan bir ışıkla parlamalarıdır.

 

Ortaçağ’ın sonlarına doğru dinsel çirkin tanımlamaları yavaş yavaş sosyal alana kayıp, artık çirkinlik, gülünç ve müstehcenliği de yanına almaya başladı.

…güzellik ve çirkinlikte olduğu gibi doğal olarak, utanç duygusu da kültürlere ve tarihi dönemlere göre farklılık gösterir.

Utanç duygusunun güçlü olduğu kültürlerde, onun zıddı olan müstehcenlik yolu ile utanç duygusunu ihlal etmekten hoşlanma kendini gösterir.

…çoğu zaman müstehcen dil ya da tavır gülmemize yol açar.

 

Erken dönem Hıristiyan dünyasında gülme hoşgörüyle karşılanmaz, şeytan bir hafif meşreplik olarak görülürdü.

…bu dönemde utanç duygusu -özellikle yoksul kesim arasında- modern utanç duygusundan farklılık gösterirdi. Söz konusu yoksul olan aileler iç içe yaşar, hepsi aynı oda hatta aynı şiltede uyur ve ihtiyaçlarını, mahremiyete pek özen göstermeden tarlalarda giderirdi.

…ciddilik ile kasvet, dindar bir iyimserlik içinde olanların ayrıcalığıdır, kahkaha ise kötümser bir biçimde üzücü ve zor bir hayat yaşayanların ilacıdır

Bütün bu olgular, Rönesans döneminde tersine döner: En belirgin tersyüz olmayı Rabelais’nin 1532’de yayımlamaya başladığı Gargantua Pantagruel’inde görürüz. Rabelais bu kitabında eski halk kültürünü yeniden ele alır ve onu olağanüstü bir özgünlükle yağmalar. Rabelais’nin müstehcenliği, artık alt sınıflara özgü bir özellik değil, daha çok bir kral sarayının dili ve davranışı haline gelir.

 

15 ve 16. yüzyılda ortaya çıkan büyüleyici güzellik Eski Yunan ve Roma kültürünü canlandırmayı amaçlar.

Rönesans güzel’e bilgiyle ulaşabileceğimizi söyler.

Sanatçılar içerikten çok biçime yöneldi.

Rönesans sanatçısının en büyük amacı insan vücudunu tanıyabilmektir.

Leonardo da Vinci’nin kadın yüzleri anlaşılmaz ve gizemlidir. Bu yüzden kadınların yüzündeki Güzelliğe gizemli bir hava kazandırmak için ünlü “Sfumato yöntemi”ni geliştirdi.

 

Hümanist hareketin başlangıcında, kadın düşmanlığı doruk noktasına Boccaccio’nun Corbaccio’su ile ulaştı.

Giovanni Boccaccio Corbaccio (1363-1366) adlı eserinde anlatıcıya, kadının şehvet düşkünlüğünü ve sadakatsizliğini anlatır, elli yaşındaki kadının yaşını kremler ve başka iğrenç makyaj malzemesi ile gizlediğini açıklar, yani mide bulandırıcı ayrıntılarla kadının fiziksel çirkinliği üzerinde durur.

 

17. yüzyıla geldiğimizde “Barok” ve “Melankolik” Güzel öne çıktı.

Aşk ilk defa rokoko üslubu tarafından güçlü bir konu olarak ele alınmaya başlandı. Soyluların metreslerle aşk yaşamaları bu çağın modası oldu. Bu alışkanlık kadınların ve metreslerin zevklerine ve ihtişamlarına uygun eserlerin ortaya çıkmasına ortam yarattı.

 

Marquis de Sade / bedenlerin Güzelliği artık hiçbir ruhsal yan anlam taşımaz, ifade ettiği tek şey işkencecinin zalim zevki ya da her tür ahlaki yaldızdan arınmış kurbanın ıstıraplarıdır. Bu da dünya üzerindeki kötülük krallığının zaferidir.

 

18. yüzyılda “Yücelik” fikri taraftar kazandı.

Yüce estetiğinin, gotik romanın doğuşundan hemen önce gelmesi ve tarihi kalıntılara yönelik yeni bir duyarlılığa eşlik etmesi rastlantı değildir.

…karanlıktan, yalnızlıktan, sessizlikten ve fırtınadan zevk aldığımızda, Yüce’nin ne olduğunu duyumsarız. Bütün bunlar, bizi ele geçiremeyen ve bize kötülük edemeyen bir şey karşısında korku duyduğumuzda zevk alabileceğimiz izlenimlerdir.

 

Edmund Burke Güzelliği Yüceliğin karşısına yerleştirir.

Burke’e göre acı ve dehşet zararlı olmadıkları sürece Yücelik nedenleridir.

 

Kant / Güzellik ile Yücelik arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları büyük bir titizlikle tanımlar.

Kant’a göre, Güzelliğin özellikleri amaçsız ereklilik, kavramı olmayan evrensellik ve yasası olmayan düzendir.

 

Romantik düşünürlerle birlikte, dikkatler doğadan sanata çevrildi.

 

Çirkinlik üzerine en ateşli Romantik övgü ise, Victor Hugo’nun Cromwell (1827) oyununa yazdığı önsözde karşımıza çıkar. Hugo, önsözde moderniteden Hıristiyanlıkla doğan bir şeymiş gibi söz eder.

 

Dekadan akıma göre, yapay bir çalışma olmadan güzellik gerçekleşemez

 

Bir eşyanın popüler olup olmadığını belirleyen pratikliktir; pratiklik ve popülerlik temel modele dayanılarak üretilen nesnelerin sayısıyla orantılı olarak genişlik kazandı.

20. yüzyılın ilk yarısı “Kışkırtıcı Güzellik” ile “Tüketici Güzellik” arasında dramatik bir kapışmaya tanıklık eder.

Kışkırtıcı Güzellik, çeşitli avangard hareketlerin ve sanatsal deneyciliğin ortaya attığı Güzellik kavramıdır

Avangard sanatın Güzellik diye bir sorunu yoktur.

 

İki farklı kültür ürününün gelişigüzel biçimde yeni bir bütün oluşturması kitsch’dir. Bu bakımdan kitsch, tam anlamıyla iki geleneğe de ait olmayan ancak her iki geleneğin izlerini taşıyan bir karışımdır.

16. yüzyıldan kalma İznik tabağı yetkin güzelliğin örneği kabul görürken, bugün üretilmiş benzemeli anonim bir Kitsch örneği sayılmıştır.

Bir başka tanımına göre kitsch, hem kendini hem de alıcıyı yüceltmek için müzelerdeki eserleri taklit edip onları alıntılayan sanatsal uygulamadır.

Avangard (genel anlamıyla, yani keşif ve buluş işlevi çerçevesinde sanat olarak avangard), taklit edimini taklit ederken, kitsch taklidin etkisini taklit eder…

 

21. yüzyılda hız ve teknoloji güzellik algısına biçim verdi.

Güzellik kavramı “iç güzellik” ve “dış güzellik” diye ikiye ayrıldı. Çağımızın güzellik anlayışı sadece dış güzelliktir. Çünkü insanlar artık karakteristik veya fiziksel yönde değerlendirilmiş ve bu güzellik için insanlar birçok şeyinden vazgeçmiştir.

90-60-90 ölçülerindeki beden söylemi yerini orta boylu, 32 bedene tekabül eden “sıfır beden” idealine bıraktı.

 

“Güzellik” kavramının daha çok kadınlar üzerinden tanımlanması

…modernizm’in güzellik algısı kadınlar üzerinden şekillenmekte, tüketim kültürünün de etkisiyle kadın bedenine müdahale edilmektedir. Popüler kültür ve kitle iletişim araçlarının bedenin görünümüne yönelik dayatması güzellik ve çirkinlik merkezi eksenindedir.

 

Beden ideali ile ilgili genel kabul görmüş anlayışa göre ideal kadın bedeni incecik, zarafet, narinlik ve kibarlığı çağrıştıran bir beden olarak tasvir edildi. Şişmanlık ve ete yönelik tiksinti kadına biçilen fedakarlık rolü ile uyumsuz olarak algılandı.

 

Gençlik bedeni, yani sermayeyi değerli kılma yoluyla güzelliği beraberinde getirirken, yaşlılık ise gençleşme yönünde bedene gösterilmesi gereken özenin verilmemesinin cezası olarak algılanır.

 

Antik Yunan’da Güzel duyuları biçimiyle okşayan bir şeydir.

Vitrivius insan uzuvlarının birbirine ve vücuda oranlarını hesapladı.,

Ortaçağ dünyasında evren bütünüyle güzeldir anlayışı hakimdir. Çünkü Tanrı’nın eseridir.

 

15 ve 16. yüzyılda ortaya çıkan büyüleyici güzellik Eski Yunan ve Roma kültürünü canlandırmayı amaçlar. Güzel’e bilgiyle ulaşabileceğimizi dile getirir. Rönesans dönemi, insanı ve evreni sanata özgü araçlarla sorgular.

 

Antikçağdan çağdaş ve demokratik akımlara kadar dinsel etkiyle beraber, çirkinlikler, iç kötülükleri ve zararlı baştan çıkarma güçleri kadın ile yansıtmaya çalıştı.

 

Rönesans’la birlikte / düşünce çeşitliliğine paralel olarak, güzellik algısı da çeşitlilik gösterdi.

 

17. yüzyılda ise Barok ile Melankolik güzellik öne çıktı.

Gotik tarz tamamıyla reddedildi, düz hatlar yerine yuvarlak hatlar yeğlendi.

Barok anlayışta belirgin olan ölüm teması ile güzellik artık iyinin ve kötünün ötesinde ifade ediliyordu. Barok sanatta ölüm teması daha belirgindir.

 

Romantizm duygu ve sezgi yolu ile şiirsel yaklaşımla gerçekliğe ulaşmayı hedefledi.

Güzellik artık zıtlıkların yani çirkinliğin yadsınmasıyla değil, çirkinliğin Güzel’in diğer yüzü oluşuyla kendini ifade edecekti.

 

19. yüzyılda gözlem ve deneye dayalı bilimsel gelişmelerin önem kazanması Realizm akımını doğmasını sağladı. Pozitivist düşüncenin yaygınlaşması, doğal süreçlerin neden-sonuç ilişkisi üzerinden açıklanması, sanata da yansıdı.

 

Günümüzde / hız ve teknoloji güzellik algısına biçim verdi.

…kitle iletişim araçlarının etkisiyle güzellik küresel bir ortak algıya dönüştü.

 

Umberto Eco’da Güzelliğin ve Çirkinliğin Estetik Yorumu, Yüksek Lisans Tezi, Mardin Artuklu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü

… 

Zeynep Öztürk - Gülün Adı Romanında Zaman-Mekan Anlatısı (Özet)

Zeynep Öztürk - Gülün Adı Romanında Zaman-Mekan Anlatısı

Edebi anlatılardaki betimlemelerin zenginliği algımızın farklı katmanlarını tetikler ve mekan üretim taktiklerimizi zenginleştirebilir.

Çalışma sonucunda edebi anlatının mekanla ilgili betimlemeler kadar zamana dair de bilgi içerdiği anlaşılmış

Çalışma “Gülün Adı” romanının metinsel performansını mekânsal performansa dönüştürme çabasıdır.

 

…mimari tasarım disiplini sonuç ürün yerine süreç odaklı araştırmalara odaklanmaktadır.

 

Sürecin ön plana çıkması / temsilin ötesindeki fenomenlere odaklanmamızı ve fenomenler arasındaki ilişkileri anlamaya dayalı bir düşünce yaklaşımını beraberinde getirir.

 

Fenomenoloji insana, mekana, yaşantıya dair betimlemeleri inceleyerek onların özünü anlamayı ve genele dair ortak sonuçlar çıkarmayı amaçlar. Mekana içkin olan zaman bilgisi bu fenomenlerden birisidir. Bu çalışmada zamana ait bilginin mimari tasarımda nasıl bir varoluşa sahip olduğu sorgulanmakta…

…eserin zaman- mekânsal betimlemeleri tezin ana omurgasını kurar

 

Çalışmada / kronotoplar bir gösterge olarak düşünülerek, kavramsal gösterilenlerine ulaşma amacı güdülür. Her bir kronotopun işaret ettiği zaman-mekânsal anlam yeni bir mekan stratejisinin basamaklarını oluşturmada kullanılır.

 

Temsil-Anlatı-Zaman-Mekan Teorisi

Temsil (ing:representation); 1. Genel olarak, bir nesnenin (söz gelimi bir kavram, kişi ya da zamanın) yerine bir başkasını koyma, geçirme veya ikame etme.

 

Özne olarak insanın ön plana çıktığı 19. yüzyıldan sonra temsilin, nesnelliği ve evrenselliği bozulmuştur

 

Temsil ötesi teori, coğrafi bilginin kavranması, pratiği ve üretimine alternatif bir yaklaşım olarak İngiltere’de 1990'ların ortalarından sonlarına kadar ortaya çıkan çeşitli çalışmalara atıfta bulunur.

Bu yaklaşım yürümek, alış veriş yapmak, bisiklete binmek, dans etmek gibi gündelik hayatın pratiklerine karşı post-fenomenolojik bir duyarlılık geliştirmek ile ilgilidir.

 

Hümanist fenomenologlar / teknolojinin yabancılaştırıcı doğasından sık sık şikayet ederler ve yerle daha özgün ilişki kurma çağrısında bulunurlar

Post fenomenoloji ise / yargılamak yerine anlamaya çalışır.

 

Toplumsal ilişkiler sisteminde anlam olayların akışı ve dönüşümü ile paralel olarak sürekli değişendir, mimari göstergelerin anlamları statikse gösterge hızla anlam kaybeder ve işlev kaybına uğrar.

 

Bu çalışmada zamanın mimarlık disiplininde nasıl ele alınabileceği üzerine odaklanılır. “Zaman bilgisi kodlanabilir mi?”, “Zaman mimari tasarımda stratejik bir araç olarak nasıl kullanılabilir?”, “Zaman ve mekan bağımlı bir ilişkiyle anlamlıysa deneyimi betimleyen zaman modeli bize mekanın modelini verir mi?” vb. sorulara yanıt aranır.

 

Newton’a göre gerçek zaman evrende var olan herhangi bir somut nesneden bağımsızdır. Zaman, evrenin içindekilerden, mekandan ve algılayanlardan bağımsızdır ve mutlak olarak akar

Anın bilgisini ilişkisel bütünlük içinde anlamaya çalışmak ve ‘an’a ilişkin keşfetme çabası içerisinde olmak tasarım sürecinde bizi daha duyarlı ilişkiler kurmaya yaklaştırabilir. Einstein da zamanın mutlak olduğu fikrine karşı çıkmış ve bunu izafiyet (görelilik) teorisiyle 1905 yılında açıklamıştır.

 

Mimari mekanın algılanabilmesi için zamana ihtiyaç duyarız. Zaman ve mekan ayrı olarak düşünülemezler.

 

Geçmişin büyük binaları, çağdaş dünyanın gerginliklerinden etkilenmeyen zamanın müzeleridir. Modern mimaride zamanın kademeli olarak hızlandığını bugünün yapı bozumcu ve dikkat çeken binalarında ise daha da hızlandığını tespit edebiliriz.

 

Bergson’un üzerinde durduğu zaman; kişinin ruhunda duyduğu, sezgi yoluyla duyumsanan, ölçülemeyen ve kişiden kişiye değişen süre kavramıyla ilişkilidir.

Ona göre gerçek zaman süredir ve süre kişinin şuuru ile şekillenen ve o an yeniden yaratılan oluş hâlidir. Mekanda algılanan ise olayları yine mekanda anlamlandıran kronolojik nesnel zamandır

Temelde insanlar nesnel zaman algısının yanında biyolojik ve psikolojik zaman algılarını da kapsayan heterojen bir zaman anlayışına sahiptir.

 

…zaman kavramı ancak geçmiş ve gelecek arasında hikayesel bir örüntünün kazandırdığı anlam ile var olabilir. Post modern insan ise bu hikayesel bütünlüğü kaybetmiştir. Elinde sadece birbiri ardına gelen kopuk, atomize olmuş, parçalanarak birbirinden kopmuş an parçaları vardır. Herşey şimdi ve buradadan ibarettir, geçmişin bir önemi yoktur, gelecek ise belirsiz bir boşluktur. İnsan şimdiyi anlamlandırmak için sürekli deneyim peşinde koşar, deneyime tapar adeta, fakat yaşanan deneyimin derinliği ve anlamı kaybolur ve bu hız çağı ve anlamsızlık bir varoluş krizine yol açar

 

Mekan temel olarak çeşitli fenomenlerin etkileşimi ile üretilir ve dönüşür

 

Görelilik kuramı ile gerçekliğin gözlemciye göre değişmesi ile madde ve özne düşüncesi ayrışmaya başlar.

Mimari temsil günümüzde sonsuz ifade biçimleri üretebilmektedir.

Anlamsal çokluk ve bu çoklukların ilişkisi, sonsuz yorumu performansı açığa çıkartır. Edebi metinler her okuyucuyla yeniden yorumlanıp farklı anlamlandırma ilişkilerine açık yapıtlardır,

 

Mekan tanımına yönelik her girişim zamanı da anlama çabasıdır.

…bilim ve teknolojideki gelişmeler ve evrensel bilinç düzeyinin artmasıyla zamana dair algı ve kavrayışımızda değişmektedir.

Mekan zamanla birlikte kurulmakta zaman içinde var olmaktadır.

 

Sanal, fiziksellik olmadan hareket olanağı sunan bir potansiyeldir.

…dijitalleşme ile hayatlarımız hızlıca sanallaşmaktadır. Hatta fiziksel ve dijital deneyimi bir arada içeren fi-jital terimi hayatımıza girmek üzeredir. Fijital kelimesi (İng:Phygital), ‘physical’ ve ‘digital’ kelimelerinin birleşiminden oluşur. Fiziksel uzay ve sanal uzayın ortak yaşamını tanımlar.

 

Gülün Adı Romanında Zaman-Mekan Anlatısı, Yüksek Lisans Tezi, Gebze Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, 2021

… 

Nil Göksel - Umberto Eco’da Yorumlamanın Sınırları (Özet)

Nil Göksel - Umberto Eco’da Yorumlamanın Sınırları

Okur odaklı yaklaşımlar, metnin tek ve baskıcı anlamına karşı anlam çoğulluğunu güvence altına almak isterler.

…okura metni sınırsızca yorumlama özgürlüğü tanırlar.

…çalışmanın amacı, okurun yorumlama haklarındaki söz konusu bu aşırılığının, Umberto Eco tarafından sınırlandırılma çabasını değerlendirmektir.

 

Barthes, Derrida, Foucault… Okura yorumlamada büyük bir özgürlük tanıyan bu yaklaşımlar, egemen dizgelerin düşüncenin üzerinde yarattığı baskıyı, sınırsız yorumlama hakkıyla birlikte elde edileceği düşünülen anlam çoğulluğuyla ortadan kaldırmak isterler.

Sonuç bölümünde, okur odaklı yaklaşımların amaçladıkları egemen dizgeleri kırmaya yarayacak çoğulcu söylemlerin, okura verilen sınırsız özgürlükle elde edilemeyeceği, çünkü bu yaklaşımlarda metin ile okur arasındaki ilişkinin kopuk olduğu gösterilmiştir.

 

Saussure bir dilbilim araştırmasının söze değil de dile yönelmesi gerektiğini düşünür, incelenmesi gereken göstergeler düzeninin nesnel yapısıdır.

 

Peirce göstergebilimi her çeşit bilimsel inceleme için bir çerçeve olarak geliştirir.

Peirce göstergebilimi anlamlama ve yorumlama kavramları üzerinde durur ve anlamlama göstergebilimine (semiyotik) yol açar.

 

Dil, bireyden önce gelir ve dilin anlamları ürettiği gibi, bireyler de dil tarafından üretilirler. Gerçeklik de dil tarafından yansıtılan bir şey değil, onun tarafından üretilen bir şeydir.

 

Nietzsche, tanrı’nın ölümünü ilan ederken tüm hakikat için insanın dayanağını kaybettiğini dile getiriyordu. Michel Foucault’ya göre Nietzsche'nin bunu söylediği çağda insan, tanrı’nın bir tür bağlantılı imgesiydi. Tanrı’nın ölümüne neden olan bu insan, insandan çok tanrı’ya benzer biri değil, tanrı ile hiçbir ilişkisi kalmamış ama onun imgesini taşımaya devam eden biridir. Oysa şimdi insan, felsefede giderek kaybolmaktadır: İnsan artık bilginin kurucu temeli olarak alınmaz.

 

Eco, okurun haklarına karşı metnin haklarını korumaya yönelik olarak yorumlamanın sınırlarını sorgulama ve yazar-metin-okur ilişkisini bir diyalektik içinde ele alma yoluna gider.

 

Eco, metnin yorumlanmasıyla kullanımı arasında bir ayrım yapar. Eco’nun bu ayrımı, metnin yaratıcısının amacının (intentio auctoris) araştırılması olarak yorum, yapıtın amacının (intentio operis) araştırılması olarak yorum ve de okurun amacının (intentio lectoris) araştırılması olarak yorum biçiminde üçlü bir ayrımı temel alır.

 

Okur Odaklı Yaklaşımlar

Roland Barthes’ta yazarın ölümü düşüncesi metnin çokanlamlılığını güvence altına almanın gereğidir.

 

Barthes’a göre tüm klasik kapitalist dönem boyunca sözü kimseye bırakmayan yazar, kendi sözünü yazın olarak kurumsallaştırmıştır da aynı zamanda

Bundan böyle, Fransa’da tek konuşan yazar değildir artık. Çünkü yazarların yanı sıra, yazın kurumunu araçsallaştırarak bu kurumun işlevlerini değiştiren, halk dilini kullanan yeni bir yazar tipi oluşmuştur. Barthes, bu kimseler için kafa karıştırıcı anlamlara gelebilecek “aydın” kelimesini kullanmak yerine onlara “yazıcı” der.

 

Çağımız ise Barthes’a göre, yazar ve yazıcı olarak karşıtlaştırılan bu iki tipin bir tür melezi sayılabilecek yeni bir tipe gebedir.

Barthes bu yeni tipe “yazıcı-yazar” der. Yazıcı-yazar hem kışkırtır hem yalvarır, sözü biçimsel olarak özgürce olmakla, yazın kurumuna bağlı olmakla birlikte, bu özgürlüğün içinde sıkışıp kalır

Clöture / kapanım: yazın alanında, bir yapıtın ya da bu yapıtın içindeki evrenin eksiksizliğini, kendi kendine yeterliğini imler.

 

Derrida, bir kimlik sorunundan, bir dil sorununa, oradan da varlık sorusuna geçerek ilerler. Derrida’ya göre bir kimlik sorunu her zaman için bir kültür sorunudur.

 

Tüm düşünce, dil ve deneyimimizin temeli, söz, bulunuş, öz, hakikattir. İdea, madde, dünya tini, benlik, tanrı gibi kendilerinin dışındaki tüm göstergelere anlam kazandırdığı düşünülen aşkın gösterenler, tüm göstergelere anlamını verecek, temellendirici ve sorgulanamaz nihai bir aşkın gösterilene bağlanırlar. Aşkın gösterilen tüm anlamlara anlamını veren olduğu için bu göstergeler düzeneğinin dışında mutlak olarak bulunur.

 

Derrida, ilk ilkeler oluşturma itkisinden kurtulamayacağımızın, metafiziğin dışında; metafiziğin sözdizimini kullanmadan bir söylem kuramayacağımızın hakkını teslim eder.

Metafizik dilinin dışına çıkamayacağını bilmek Derrida’yı, (mevcut düzeni) yapıbozum (deconstruction) dediği bir işlemle kırmaya yöneltir.

 

…önce metafizik karşıtlıklar belirlenir ve her terimin, bir kimlik, bir özdeşlik, bir yapı olarak kendi karşıtına kapalı bir kendilik niteliğinde ortaya çıkamayacağı gösterilerek sıradüzen çökertilir, daha sonra karşımıza çok anlamlılığa açılan bir kararverilememezlik çıkarılır…

 

Husserl’e göre anlam dil tarafından üretilen bir şey değil, tikel görüngüleri tümeller olarak kavrama edimidir, yani anlam dilden önce zaten vardır. Görüngübilim böylece dünyaya ilişkin kesin bilgiyi vaat eder.

 

Platon Phaidros diyaloğunda bir mit dile getirmiştir. Mitte yazıyı bulan tanrı Theuth, bulduğu bu sanatı tanrı-kral Thamus’a sunar. Yazının tanrı-krala bir armağan olmasından başka kendinde bir değeri yoktur; ona asıl değerini verecek olan Thamus’tur. Ancak yazı, yazmaya gereksinimi olmayan, sözü zaten kâfi olan Thamus tarafından küçümsenir. Tanrı-kral yazıyı yalnızca yararsız değil, tehlikeli de bulmuştur.

Logos'un kaynağı onu söyleyen öznedir.

Söz ağızdan döküldüğünde, onu söyleyenin; babasının varlığı ile güvencelenir. Bu yüzden logos canlıdır

 

Eğretileme metinde anlamların çatallanıp, saçılmalarına neden olur. Batı düşüncesinde ise her zaman temelde yer alan bir hakikat ve öz saplantısı, dilin bu niteliğinin bastırılması sonucunu doğurmuştur.

Batı metafiziğinin temellerindeki kavramlar eğretilemelere dayanıyorsa, tüm bu dizgenin sıraduzeni de eğretilemelerle biçimlendirilmiş demektir.

Derrida’ya göre ise “her şey eğretilemeye dönüştüğünde, artık hiçbir yerde açık bir anlam yoktur.”

Eğretilemeler özce temelsiz ve yalnızca bir gösterge kümesinin yerine geçen bir başka gösterge kümesi olduklarından ve doğalarındaki kurmacaya yatkınlık, keyfiyet nedeniyle dilde anlamları çatallandırıp çoğaltırlar.

 

Nietzsche’de unutma sağlıklı gücün bir belirtisidir.

Bellek ise güdülerin canlılığını soğuk arşivlerinde öldürür

İnsan geçmişi terkedebilmeli, tarihin dışına çıkabilmelidir. Yoksa geçmiş bir hayalet olarak geri döner.

 

Derrida’nın uyarısı, içinde kaldığımız metafizik dilin akılsallığımızı, seçimlerimizi hiç de doğal olmayan bir biçimde zorunlulukla belirlediğidir. Benzer biçimde Foucault da, doğrularımızın sadece belirli söylemler içinde bir tutadığının olduğunu ileri sürer.

 

Foucault / dille ilgilenir: Dilin sunduğu biçimsel olanaklarla değil de, söylemlerin -özel kültürel ve tarihsel alanlarda dil alışkanlıkları, uylaşım, kodlar ve temsil biçimlerini belirleyen yapılar olarak söylemlerin- varlığıyla, sözlerin söylenmiş olmasıyla ilgilenir.

Foucault’nun konusu dil değil, “arşiv”dir; yani söylemlerin birikmiş varlığı.

Foucault’nun amacı, bu arşiv’i biçimselleştirmek ya da yorumlamak değil, betimlemektir. Foucault’nun “arkeoloji” dediği bu yöntem, arşiv’i betimlemeye; yani belirli bir dönemde ve belirli bir toplum için, söylemlerin söylenebilirliğinin, korunmalarının, etkinleştirilmelerinin, sahiplenilmelerinin sınırlarını ve biçimlerini tanımlayan kurallar bütününü betimlemeye dayanır.

 

Foucault Kelimeler ve Şeylerde, Batı düşüncesinde görülmüş sınıflandırma, adlandırma biçimlerini, şeylerin Batı düşüncesine özgü düzenini, XVI. yüzyıldan günümüze kadar olan süreç içinde inceler.

Foucault her çağda düşüncenin temel taşlarını, bilimsel söylemi belirleyen kurallar bütününü “episteme” kavramı altına alır. Episteme, belirli bir dönem için geçerli bilimsel ölçüt ve kurallar bütünüdür: Doğruyu yanlıştan değil, bilimsel diye nitelenebilecek olandan bilimsel diye nitelenemeyecek olanı ayırır.

 

Foucault’nun epistemeyle kastettiği bilgilerin toplamı ya da araştırmaların genel tarzı değildir; episteme, bir tür büyük kuram, tüm bilimler için ortak bir tarih dilimi değil, bir “dağılma” uzamıdır ama açık ve son derece tanımlanabilir bir ilişkiler alanıdır.

 

Foucault’ya göre felsefe bir teşhis faaliyetidir.

Felsefe artık betimlemeler yapar ve şimdiki zamana teşhis koyar

 

Benzerlik, Batı kültüründe XVI. Yüzyılın sonuna kadar önemli bir rol oynamıştır.

Rönesans döneminde / dört tür benzerlik

Bunlardan ilki “uygunluktur (convenientia).

Benzerliğin ikinci biçimi “rekabettir (aemulatio).

Üçüncü benzerlik biçimi “kıyastır.

Dördüncü benzerlik biçimi sempati’dir.

 

Foucault’ya göre XVI. yüzyılda söz gücünü yitirmiş ve yazı bir öncelik edinmiştir.

 

Klasik dil, dışavurmakla görevli olduğu düşünceye yapışıktır, düşünce burada doğrudan kendisi olarak görünür, öyle ki, dil düşüncenin dış etkisi değil de, bizzat düşüncenin kendisidir. Bu, dili neredeyse görünmez yapar. Oysa Rönesans’ta dil, şeylerin üzerinde yazılı işaretlerle konuşturulmayı beklemekteydi.

 

Velâzquez’in Nedimeler’i

Tablodaki bakışların yöneldiği bu yerde duran ve bakışıyla tabloyu nesne haline getiren ise seyircidir. Bakan bakılan olmuştur; temsilde daha önce asla bulunmayan özne, Foucault’nun deyimiyle “icat edilmiş” ve nesneleşmiştir.

 

Foucault, söylemleri denetlemeye ve sınırlamaya yarayan üç tür yöntem belirtir. Bunlardan ilki “dışlama biçimleridir ve bunlardan en açık ve en tanıdık olanı “yasak"tır.

Söylemlerin karşı karşıya kaldıkları yasaklar, onların arzu ve erk ile ilişkisine işaret ederler, örneğin cinsellik ve siyaset, “tehlikeleri” yasaklanmış söylemlerle ortadan kaldırılmaya çalışılmış karanlık alanlardır.

 

Bir diğer dışlama tarzı, “kovuş”tur. Akıl ve delilik karşıtlığında, akıl tarafından kovulmuş ve delilik terimine yüklenmiş her söylem, ne doğruluğu ne de değeri olan, önemsiz, etkisiz bir söylemdir. Delinin söylediği söz, hiç söylenmemiş gibidir ve bir hiçtir.

 

Söylemin maruz kaldığı diğer bir sınırlama doğruluk istenci biçiminde ortaya çıkar.

 

Foucault, Beckett’in bir sözünü hatırlatır: “kimin konuştuğunun ne önemi var, biri kimin konuştuğunun ne önemi var dedi”. Foucault’ya göre bu aldırmazlık, çağdaş yazının temel etik ilkelerinden biridir.

 

söylemin dört niteliği

1) Yazar işlevi, söylemler evrenini kuşatan, açıklayan ve belirleyen yargılayıcı ve kurumsal düzenler ile bağlantılıdır.

2) Yazar işlevi, her uygarlıkta, her çağda aynı yolla etkide bulunmaz.

3) Yazar işlevi, kendiliğinden bir söylemin üreticisi olarak değil, karmaşık ve özel bir dizi işlem ile tanımlanır.

4) Yazar işlevi, basit bir biçimde bir bireye işaret etmez, çünkü aynı anda birkaç kişilik, birkaç özne konumuna birden yol açar. Yazar, “gerçek yazar” (empirik yazar) ve metindeki “kurgusal konuşmacı” birbirlerinden farklıdır.

Gerçekte yazar, yapıttan önce gelmez ve yapıtı dolduran anlamların kaynağı olarak görülemez. Yazar, seçen, ayıklayan ve sınırlandıran işlevsel bir ilkedir.

 

Foucault’ya göre yorum, söylemlerin denetiminde bir işlev üstlenir ve altta yatanın araştırılması olarak söylemleri yinelemenin bir biçimidir. Söylemleri yorumlamak değil, betimlemek gerekir.

 

Yorumlamanın Sınırları

Gösterge / bir şeyin başka bir şeyin yerini almasıdır

 

Göstergenin yerini tuttuğu şeyi bulabilmek, bir tür çıkarımsal yolu katetmek demektir.

 

Gösterge, belirli bir ifade ile belirli bir içerik arasında ilişki sağlar.

…içeriğin tanımlanabilirliğini belirli bir kültür sağlar.

Göstergenin yalan söylemede kullanılabilmesi ideolojilerin oluşturulmasını, sanatı ve daha pek çok şeyi mümkün kılar.

 

Eski Yunan akılcılığında bilgi, nedenleri anlamak demektir.

Nedensellik zincirinin doğrusal doğasının geçerliliğini kanıtlamak için, önce bir dizi ilkeyi varsaymak gereklidir: özdeşlik ilkesi (A=A), çelişmezlik ilkesi (bir şeyin aynı anda hem A olup hem olmaması olanaksızdır) ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkesi (A ya doğrudur ya da yanlış). Batı akılcılığının tipik düşünce örüntüsü modus ponens de bu ilkelerden çıkarılır. Buna göre doğru öncüllerden çıkarılacak sonuç mutlaka doğru olacaktır.

 

Eski Yunan’dan günümüze yalnız bu tarz bir akılcılık değil, hermetik çizgi de ulaşmıştır. Yunanlılar, apeiron’ un (sonsuzluk) çekiciliğine kapılmışlardır.

Bu yüzden Eski Yunan uygarlığı, Hermes’in simgelediği sürekli başkalaşım fikrini geliştirirler. Yunan mitolojisinde Hermes, iki anlamlıdır; hem tüm sanatların atası hem de hırsızlar tanrısıdır

Hermetizmde hakikat için söylenmiş her söz, birbiriyle çelişse bile tüm hakikatin bir tür şifresini taşır. Böylece, çelişmezlik ilkesi geçersiz kılınmış olur.

 

Karl Popper’a göre, bilimselliğin ölçütü genel içerimler dile getiren kuramların doğrulanabiliriiği değil, yanlışlanabilirliğidir.

Eco da, doğru yorumu saptamakta düşeceğimiz zorluktan ötürü, yanlış yorumları belirlemenin daha uygun olacağını düşünür.

 

Sonuç

Eco’ya göre metnin açıklığıyla bütünlüğü arasında bir denge vardır. Metin, çeşitli derecelerde ve biçimlerde açıklığı öngörecek bütünlüklü bir yapıdır. Böyle bîr metin için okur pek çok yorum yapabilir ancak her yorumu yapamaz.

 

Umberto Eco’da Yorumlamanın Sınırları, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006

… 

Yiğit Özel - Umberto Eco’da Tamamlanmışlık ve Anlam Sorunu (Özet)

Yiğit Özel - Umberto Eco’da Tamamlanmışlık ve Anlam Sorunu

“tamamlanmışlık” (entelekya) / bilgiyi elde etmede varsayılan zihinsel bir sınırdır.

 

Platon’dan itibaren bilgiyi elde etmek için nesneye yönelen her filozof için ‘mutlak’lığa ulaşmak bir idealdi.

Aristoteles bunun duyular dünyasında olabileceğini savunarak entelekya kavramıyla nesnelerin tamamlanmış olduklarını ya da tamamlanmaya doğru gittiklerini kabul etti.

 

Eco, özellikle Açık Yapıt adlı eseriyle / tamamlanmışlık ve anlam sorunlarını kendisine özgü yaklaşımıyla ele almıştır.

 

Eskiçağ’da Nesne ve Bilgi Anlayışı

Bilginin bu dönemdeki karşılığı olan episteme kavramı genel olarak bir kesinlik ve sınırlılık içeren bir anlam ifade eder.

Sofistler’in göreceli bilgi anlayışının aksine Sokrates’in mutlak bilgi inancı Platon ile birlikte sistematize edilirken, ona göre duyular âlemi kesinlik ve sınırlılık kavramlarına ulaşamayacağımız bir yerdi. Platon bu kavramları bulabileceğimiz yerin yalnızca, gerçeğin dünyası olan ‘idealar âlemi’ olabileceğini savundu.

Aristoteles ise bilgiyi bu dünyanın nesnelerinde, duyular dünyasında bulabileceğimizi savunur

Aristoteles nesnelerin henüz ortaya çıkmadan önceki durumlarını bilkuvve halinde varlık (dunamis), ortaya çıkmış ancak henüz varlığa geliş amacını gerçekleştirmemiş, tamamlanma halindeki durumlarını bilfiil halinde varlık (energeia) olarak tanımladı.

…nesnelerin üçüncü ve son aşamasını ‘tamamlanma halinde’ yahut ‘tamamlanmış varlık’ (entelekya) olarak belirledi.

 

Sofistler ile birlikte bilgi sorunu, daha doğrusu hakikat, doğruluk sorunu ortaya çıkmıştır.

 

Platon’a göre doğruluk, bilginin nesnesine uygunluğudur.

Bilginin nesnesine uygunluğu, doğruluğu sağlar.

Ancak episteme doğruluğun yanında kesinlik de içermelidir. Bu yüzden Platon’da episteme değişen duyular dünyasında değil, değişmez olan idealar dünyasındadır. Dolayısıyla epistemenin nesnesi idealardır.

Duyularla elde edilen bilgi türü doksa (sanı), akılla elde edilen ise episteme (kesin bilgi)dir.

 

Aristoteles’in bilgiyi elde etmede araç (organon) olarak kullandığı mantıkta üç temel yasa ortaya konuyor: Özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü hâlin imkânsızlığı.

 

Modern Dönemde Nesne ve Bilgi Anlayışı

Rönesans ile birlikte gerçekleştirilmeye başlayan keşiflerin duygusu Bacon’un felsefesinde kendini gösterir. Bu, doğayı ele geçirme, güç elde etme arzusudur.

 

Modern dönemin başlangıcına zemin hazırlayan bilimsel gelişmeler ortaya çıkmadan önce Batlamyus’un evren modeli hâkimiyetini sürdürmekteydi. Batlamyus Aristoteles’in evren anlayışını devam ettirdi. Buna göre evren dünya merkezli iç içe geçmiş dairelerden oluşan kapalı ve sonlu bir sistemdir. Ay üstü âlemde hareket yalnızca döngüsel ve oluş-bozuluşa kapalıdır. Batlamyus ve Aristoteles’in gökbilim çalışmaları Kopernik’e kadar, yaklaşık onüç yüzyıl boyunca geçerliliğini korumuştur.

 

Descartes duyuları dünyasını sadece üçboyutlu bir uzamdan ibaret görür. Yani madde esasen uzamla aynı şeydir.

Descartes’a özgü olan durum, zihin ve maddenin yahut ruh ve bedenin kesin olarak ayrımıydı.

‘Ben’ şimdi düşünen, şimdi yaşayan bir nokta idi fakat uzamsızdı.

Res cogito (yer kaplamayan töz, nokta) ve res extensa (yer kaplayan, uzamsal varlık) olarak yaptığı bu ayrımla kartezyen felsefe bir bakıma tamamlanıyordu.

Klasik epistemolojiden farklı olarak modern epistemolojide artık zaman uzamsallaştırılması yerini uzamın zamansallaştırılmasına bırakmıştır.

Eskiçağ bilgi anlayışında döngüsel düzenlilik önemli bir belirleyiciyken modern dönemde yerini doğrusal düzenlilik anlayışına bırakır.

Modern felsefe Descartes’ın “ben noktası”ndan hareket ederek türce kendisinden farklı olan nesneye nüfuz etme girişimidir.

 

Newton parçacıklı evren anlayışı üzerine fikirler ortada iken, madde ve hareketin yanına ‘kuvvet’i eklemiştir. Maddeyi hareket ettiren neden olduğundan Newton’un mekaniğe olan katkısının özünde kuvvet vardır.

Descartes evreni analitik geometri ile anlayabileceğimizi söylemiş ve böyle tasarlamıştı. Newton ise bunu mekanikle birleştirdi.

…mekanikçilik modern döneme özgü ‘yasa’ fikrini yaratmıştır. Doğanın türdeş olduğunun kabulü, edinilen tecrübelerin genelleştirilmesinden sonra yasalaşmasına imkân tanır. Modern dönemde buna ‘doğa yasaları’ denir ki, bilginin mekanik felsefedeki karşılığıdır.

 

Postmodern Dönem Nesne ve Bilgi Anlayışı

Modern / dönemde, uzamsal olmayan, ancak ‘an’da kendini idrak etmesi bakımından bir zamansallık içeren ve nokta ile temsil edilen ‘ben’, uzamlı olan nesneye yönelir.

Nesnede gözlenmesi planlanan noktasal düzenlilik, bu dönemde bilgiye ulaşmanın temel prensibidir.

 

. Planck’ın deyişiyle bir konuya bilimsel olarak eğilebilmek ilk önce onu belirleyen tüm koşulları tespit edebilmekle mümkündür.

 

…parçacıklı evren modeli Kopernik’le başlayan sürecin bir sonucu olarak Newton’da kökleşmişti. Parçacıkların kuvvet etkisiyle hareketi klasik fiziğin temel özelliklerinden biridir, bu hareketi bozan durumlar ise (doğrusal olmayan hareketler, ışığın dalga hareketi…) kuantum fiziğini gerekli kıldı.

 

Kuantum mekaniği ile birlikte modern epistemolojiye ait kavramların yerini hızlıca yeni kavramlar alacaktı. Kesinlik kesinsizliğe (olasılık), belirlenmişlik belirsizliğe, süreklilik süreksizliğe dönüşecek, örneğin evrenin tek biçimli oluşunun kabulü görelilik kuramıyla birlikte geçerliliğini yitirecekti.

 

Aklın yanılmazlığı ve özneliği ile ilgili Schopenhauer’in görüşleri ise ayrı bir pencere açar. O, insanın o değişmez özünün sürekli bir bilinç olduğu iddia edilen akla değil insanın isteme (wille) sine dayandığını iddia etmiştir.

Schopenhauer’e göre özne yerine konulan mutlak akıl ikincil konumdadır

O özneyi ve ondan ortaya çıkan tasarımı kabul eder fakat asıl olanın o olmadığını söyler. Kendi ifadesiyle: “Birincil olan kendisini ortaya çıkarandır, kendinde şeydir. Daha sonra onu isteme diye tanımlayacağız. Bu ne algılayan, ne de algılanandır.

 

Ashâb-ı Kehf

Musa peygamber

Zülkarneyn

 

Hegel’de mantık, metafizikle eşdeğerdir

Descartesçı anlamda bir özneden söz etmezden evvel, metafiziğini oluşturan varlık anlayışında ortaya kendisine has bir yaklaşım getirir. Buda en başta var olan ve özne yerine koyduğu saf varlığın (pure being) belirlenmemiş (indetermine) olduğudur. Hiçbir ayrımın olmadığı bu hâl varlığın en saf hâli iken aynı zamanda bilginin de en saf hâlidir ki Hegel buna “saf bilgi” (pure knowledge) der.

 

Hegel’de bireysel olan “ben”(I), evrensel olan “ben” tarafından kapsanır.

“Saf bilinç"e eklenen algılarla birlikte evrensel olan bireysel olana dönüşür ve burada artık “ben" bir içeriğe sahiptir. Üçüncü ve son aşamada ise insanın anlamayetisi (understanding) devreye giriyor. Evrensel ve tikel olanın karşıtlığı bu anlamayetisi sayesinde sentezleniyor ve ortaya “fenomen" çıkıyor.  

Hegel’in öznesi ise evrensel bir özneye dönüşmüş ve 'geist’ kavramıyla zamansal bir kimlik kazanmıştır. Bu anlamda artık bireysel anlamda bir özneden söz edilemez. Mutlak olarak hüküm süren ancak bu evrensel, zamansal olan özne Tin’dir.

…madde dediğimiz evrensel görünüştür, form ise bireysel olandır. Bizim karşımıza çıkan nesneler ise bu iki görünüşün sentezi olan “fenomenler"dir. Biz nesneleri ancak bu fenomenler olarak bilebiliriz.

 

Aristoteles kendi mantık anlayışıyla uyumlu olarak entelekya kavramını icat etmiş ve nesnelerde bir tamamlanmışlık varsaymıştır. Hegel tarafından bu oluş sorunu bir problem olarak görülmemiş, diyalektik bir felsefeye dönüştürülmüştür,

tamamlanmışlık ise nesnelerin kendisinde değil diyalektik sürecin sonunda Tin’in varacağı nihai menzilde görülmüştür.

 

…modern bilimin iddiası deterministik bir bakış açısıyla her şeyin bilgisine erişmekti. Fakat özellikle matematik ve fizik alanındaki bilimsel gelişmeler bunun böyle olmadığını, “geleceği” birçok nedenden ötürü bilemeyeceğimizi gösterdi.

Modern bilimin iddiasının aksine tamamlanmışlık ancak anla sınırlanmış geçmişte mümkündür.

…postmodern dönemde artık bilgi geçmişe ait olduğu hâlde kesin yani tamamlanmış değildir.

 

Lyotard / evrensel hakikatlerin geçerliliğini yitirmesinden yola çıkarak ‘büyük anlatılar’ın bütün inanılırlıklarını yitirdiklerinden dolayı reddetmemiz gerektiğine dair çağrısı postmodernizmi özünü ifade eder.

Lyotard’a göre postmodern dönemle birlikte artık bilimsel bilgi bir söylem türüdür.  Bunun yanında meşrulaştırma sorunundan bahseder, buna göre önceden bilginin kanıtlanması için başvurulan bir metafizik artık yoktur. Bir bilginin meşrulaştırılması için gerekli olan oyunun kurallarını uzlaşımsal olarak belirleyen uzmanlardır.

 

Barthes

Tanrı yazar kavramı tek bir anlamı dikte eden bir özneyi ifade eder ve modern öznenin Barthes’te anlam bulan yansımasıdır denilebilir, buna paralel olarak okunabilir metin de okuyucunun sunulan tek anlamı kaçınılmaz bir şekilde okumasını ifade eder.

Modern dönem / öncesinde bir eser yaratıcılığından daha çok o eserin anlatılış şeklinde mâhirlik aranmıştır.  Modern dönemdekiler ise bir yapıt “yaratmak”la vasıflanmışlardır.

Barthes modern dönemin bu yazarlarının metinlerine ise “okunabilir metin” adını verir. Bu metinler yazarın kapalı ve sonunda doğru anlama ulaştıran tek bir yolu bulunan metinlerdir. Barthes böyle metinleri tarif ederken cloture sözcüğünü kullanmıştır ki bu da basit anlamıyla “çitle çevrilmiş” manasındadır.

 

Tanrı yazarın ve dolayısıyla okunabilir metnin ölümü ise tam manasıyla kendini Mallarme’de gösterir.

Yazıcı yazar, tanrı yazarın tam tersi olarak bir yapıt oluşturmaktan ziyade olayları olduğu gibi aktarmak niyetindedir.

Yazıcı bu anlamda kuran, üreten değil gösteren, işaret edendir.

Barthes’in metinsellik kavramı da bu tamamlanmamışlığı destekleyen, yine mutlak bir yorumdan ziyade birçok yorumun birbirleriyle ilişkisini oluşturan metinlerin etkileşiminden doğan bütündedir.

Diyebiliriz ki artık bir sınır olamayacak şekilde eser okurun yorumuna bırakılmıştır.

 

Kimlik oluşturmak, bir şeyle özdeşleşmek gibi sosyal, siyasal, ahlâki konular artık bir sorun teşkil etmektedir.

 

Foucault da / mantık ilkelerine ve nedensellik ilkesine dayalı olan tarih ve bilgi anlayışına karşıdır.

Tarihi bir süreklilik olarak görmeyen Foucault, bu doğrultuda tek tek olayları betimlemeye yönelir.

 

Ona göre felsefe bir betimleme etkinliğidir. Örneğin yaşadığımız dönemin diğer dönemlerle olan farklılıklarını bulup bir resmini çıkarmak felsefenin görevidir.

Bu anlamda Foucault, Rönesans’tan başlayarak episteme’lerin bu söylem biçimlerini tanımlar.

Rönesans döneminde episteme'ye ulaşma yolu ‘benzerlik’tir. Rönesans döneminde nesne açısından bir tamamlanmışlıktan söz edemeyiz. Çünkü nesne, kendisi neyse o olarak değil, bir benzerlik üzerinden tarif edilir.

 

Descartes ile başlayan / Klasik Çağ

Bu dönemde bilginin elde edilme biçimi olarak ‘benzerlik’ eleştirilir ve hatta bilgiye ulaşmadaki hatanın nedeni olarak görülür.

Bunun yerine artık bilgiyi elde etme biçimi ‘temsil’ olacaktır.

Bu dönemde Rönesans’ın benzerlik kurma fikrinin yerini ayrım alır. Descartes’ın analitik felsefesi bu anlamda en başta özne nesne ayrımını getirmiştir.

 

Rönesans dönemindeki “üçlü yapı”nın yerini “ikili” bir yapıya bırakması

Bu doğrultuda temsil kavramı ‘benzerlik’in yerini alır

Foucault’ya göre bu yazınlar temsiller gibi doğrudan bilginin kendisinin bilgisini vermez, onu bir yorum olarak sunar. Örneğin “Korkunç bir ses odayı inletiyordu” der, “Telefon çaldı” demez.

 

Söylemlerdeki aykırılıklar yasaklama ve kovuş şeklinde bastırılmak istenir. Fakat bu dışlama biçimlerine kaynaklık eden Foucault’ya göre doğruluk istencidir.

 

Umberto Eco’da Nesne ve Bilgi Anlayışı

Aristoteles ile birlikte olgunlaşan ve geleneksel epistemolojiye kalıcı biçimini veren tamamlanmışlık kavramı, geçmişi içeren ve ‘an’la sınırlanan bir olguyu ifade eder.

 

Postmodern döneme şekil veren ana istinat noktalarının başında / zamansal düzenin, klasik ve modern dönemdeki zaman anlayışından oldukça farklı ve hassas olması gelir.

 

…postmodern dönemin süreç anlayışını belirleyen Kuantum fiziği, Planck sabitesinde anlam bulduğu üzere bu dönemin oldukça hassas zaman anlayışını ortaya koyar. Zira ölçülemeyecek kadar küçük olan bu zaman diliminde bir kararlılık ve düzenlilik aramak da imkânsızdır.

…postmodern dönemde sürecin yapısının tamamlanmış olması söz konusu değildir.

 

Bilim dilin bir ifade biçimidir. Bu hipotezin bize anlattığı esasen her şey gibi bilimi de dilin şekillendirdiğidir. Bilim dediğimiz gerçeklik dilin ve kültürün şekillendirmesiyle oluşmuştur,

 

Bütün gerçekliği dilin belirlediği arka planıyla düşünmek ve bunun “kuvvet isteği”yle birleşmesi esasen çağdaş düşüncenin ağırlıklı olarak dil felsefesi üzerine yoğunlaşmasını anlaşılır kılar.

 

Eco, Yunan dünyasının, mantık yasalarının yanında Hermes’in başkalaşım fikrini de doğurduğunu söyler.

 

Eco / Hermes mitinde özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü hâlin olmazlığı ilkesinin yadsındığını görüyoruz; neden zincirleri de helezonlar hâlinde kendi üzerine sarılıyor. “Sonra”, “önce”den önce geliyor. Hermes uzamsal sınır diye bir şey tanımıyor ve aynı anda farklı kılıklarda farklı yerlerde olabiliyor. / Yorum ve Aşırı Yorum

 

Her şey birbiriyle bağlantılıdır

 

Zaman / ebediliğin çarpıtılmış bir taklidi

 

Yorumun sınırsız olduğunu söylemek bütün yorumların doğru olduğunu söylemektir.

 

Saussure’ün göstergebilimi, gösteren ve gösterilen olmak üzere ikili bir yapıda olup, birinin diğerini doğrudan işaret edişini anlatır. Bu noktada alıcı iletinin kodlarını çözdüğü takdirde doğru sonuca ulaşır. Peirce göstergebilimi ise gösterge, nesne ve yorumlayan olmak üzere üçlü bir yapıdadır. Bu üçlü yapıda kendi içinde üçlü yapılara ayrılarak dallanır. Yorumlama ediminin gerçekleşmesi ise ikili yapıya eklenen yorumlayan gösterge sayesindedir.

Saussure’ün yorumlayanın olmadığı ikili yapısı ancak Descartes’ın bilgi anlayışına uygundur. Bu yüzden Eco Peirce’ın göstergebiliminden yararlanmayı tercih eder ve kendi semiyotik teorisini yazar.

 

…nesne Eco’da iki türdür: Dolaysız ve devingen nesne. Temel, dolaysız nesneyi kurar. Devingen nesne ise anlama ediminin gerçekleşmesini sağlar. Anlatıcının niyeti devingen nesnenin kendisinde saklıdır. Bu iki kavram anlayabildiğimiz kadarıyla ‘açıklık’ kavramının sınırlarını yani ‘anlam’ı belirler.

 

Kafka / Eserlerindeki kavramlar sözcük anlamlarının ötesinde hiçbir ilahi düzene yahut ansiklopediye dayanmayan kavramlardır. Örneğin beklemek, başkalaşım, hastalık gibi kavramlarla kurduğu ‘belirsiz’ yapı sayısız yorumlara açık bir atmosfer yaratır. Bu anlamda bilimsel anlamda ‘belirsizlik’ olgusunun yazın alanına yansıyan mükemmel örneklerindendir.

 

Sonuç

Nihayetinde ‘mutlak olan’ bir bilginin (episteme) arayışı filozoflarca çeşitli sonuçlar verse de Eski Çağ’ın evren ve bilgi anlayışı Aristoteles merkezli olarak oluşmuştur.

Orta Çağ sonuna kadar geçerliliği süregiden bu modelden sonra modern dönemde nesne ve bilgi anlayışı doğrusallık’a dayanan yeni bir modelle yer değiştirmiştir.

 

Açık yapıtlar / yeni fiziğin kavramlarının yansımaları görünür ancak yine de yapıt olma özellikleriyle bir yerde ‘sınır’ taşırlar. Bu doğrultuda ‘tamamlanmamış’ nesneyi mümkün kılan ‘açıklık’ özelliği iken ‘anlam’ı belirleyen de bu sınırdır.

 

Kuantumdan sonra / Nedensellik bağıyla bağlanmış olanın ötesinde bir gerçek olduğu hem özne hem de nesne bağlamında ispatlandı.

 

Umberto Eco’da Tamamlanmışlık ve Anlam Sorunu, Yüksek Lisans Tezi, Kırklareli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2022

… 

Müzeyyengül Yüksel - Umberto Eco'da Metnin Değerlendirilişi (Özet)

Müzeyyengül Yüksel - Umberto Eco'da Metnin Değerlendirilişi

Çalışmamızın amacı özellikle anlaşılması zor ve derin bir anlama sahip olan felsefi metinleri Umberto Eco’nun metin değerlendirme biçimiyle anlamak ve yorumlamaktır.

Eco’ya göre okur metni yazarın niyetine göre yorumlamalıdır ve her yazar metni yorumlansın diye icra etmektedir.

 

Bir yapıtın anlamını kavrayabilmek ve yorumlayabilmek için öncelikle yoruma açık bir yapıt olması gerekmektedir.

…metnin anlamına ulaşabilmek ve yorumlayabilmek için Eco’nun metin değerlendirmesi yol göstericidir.

 

Yorumlama, insanın deneyimleri ile bağlı olarak şekillendirdiği bir özelliğidir.

Bir şeyi yorumlayabilmek için gelen ifadeyi önce anlamamız ve onun hakkında fikir sahibi olmamız gerekmektedir.

Bir şeye anlam atfetmek, bir ifadeyi anlamlandırmak, zihnimizde onunla ilgili bir takım bilgilere sahip olmaktır.

hermeneutik (yorumlama), bu anlama ve yorumlama sürecini ele almaktadır.

 

Hermeneutik

Hermeneutik, hermeneuinen sanatı, yani bildirme, haber verme, çeviri yapma, açıklama ve açımlama sanatıdır.

İsmini Antik Yunan’da Zeus’un habercisi olan Hermes’ten almıştır. Hermes’in görevi Zeus’un buyruklarını insanlara iletmektir.

Hermes’in tanrıların buyruklarını insanların anlayabileceği hale getirmesi gerekmektedir.

Hermes bu görevde üzerine düşeni yaparken, tanrıları tam ve eksiksiz anlamalı ve iletirken insanların anlayabileceği şekilde insanlara anlatmalıdır.

 

Hermeneutik (Yorumbilimi), yorumlanması anlamına gelen Yunanca hermeneuein kelimesinden ve yorumlama anlamına gelen hermeneia kelimesinden türetilmiştir.

Hermes’in görevi üç aşamalıdır. Anlama, yorumlama ve tercüme.

 

Hermeneutiği epistemolojik bir temele oturtan ve düzenleyen Alman protestan teolog ve filolog Friedrich Daniel Ernst Schleiermacher (1768-1834), yorumlama sorunlarına ve birleşik sistematik bir yorumlama yöntemine duyulan ihtiyaç üzerine odaklanan felsefeyi başlatmıştır.

 

Schleiermacher'in öğrencisi Wilhelm Dilthey kolektif bir bilincin varlığını, objektif Geist (kelimenin tam anlamıyla, nesnel zihin) olarak adlandırdığı öznelerarası ürünlerin ve insan yaratımlarının toplamı veya belirli bir zamanda verilen bir kültürün tüm yaşam ifadelerinin katılaşması üzerine teorize ederek yapmıştır.

…bu objektif Geist, herhangi bir dönemde ve yerde tüm metinlerin ve insan eylemlerinin nihai bağlamıdır ve onu anlamak, herhangi bir yorum için anahtardır.

 

Schleiermacher

metnin yapısına göre iki tane açımlama türü vardır. Gramatik ve psikolojik açımlama

Bu iki yöntem birbirini tamamlamaktadır. Çünkü hem kelimelerin gramatik yapısı ve anlamı hem de yazarın ne demek istediği ancak iki yöntemin birbirini tamamlamasıyla gerçekleşmektedir.

 

Dilthey

İnsanın yaşantısını kavrayabilmemiz için onu bütün tarihselliği ve başkalarıyla ilişkileri yani iç ve dış dünyasıyla bütünsel olarak ele almamız gerekmektedir.

Tin bilimleri içsel gerçeklik olduğu ve gerçekliğin bilgisi yaşantı yoluyla anlaşıldığı için anlama tin bilimlerine dayalıdır ve onun konusudur.

 

Dilthey ifadeyi üçe ayırmaktadır: kavramlar, edimler ve yaşantı ifadeleri.

İfade sadece bir kelime ya da sözcük değildir. İnsanın her eylemi bir ifadedir.

 

Heidegger

Dilthey hermeneutiğini epistemolojik bir temele oturturken, Heidegger ontolojik bir temel üzerine oturtmaktadır.

Heidegger, Ditlhey’in yaşantı kavramının yerine Dasein’ı koymaktadır.

 

Heidegger’e göre hermeneutik kendini anlamaktır. İnsan yaşadığı dünyayı değil kendini anlamak için uğraş vermektedir.

Sonlu bir varlık olduğu için varlığın anlamını zamansallıkta bulur.

Heidegger’de anlama ve yorumlama ontolojik varoluşunun temelindedir.

Anlama bir var olma şeklidir.

 

Gadamer

…epistemolojik değil ontolojik bir hermeneutik geliştirmiştir.  Yani Gadamer için anlama varoluşun özünü kavramaktır. Anlama hermeneutiğinin temelini oluşturmaktadır.

 

…insanın şimdiki ufku ile tarihsel ufuk bütünleşerek anlamayı oluşturmaktadır.

Yorumcu metni kendi ufku ile / Yani kendi bakış açısıyla anlamaktadır.

Gadamer’in hermenutiği, Schleiermacher ve Dilthey hermeneutiğinden farklı olarak yazarın ne söylemek istediğinin tam olarak bilinemeyeceği ve metnin tarihsellik dışında tek başına anlaşılmayacağını söylemektedir.

Gadamer için anlam her seferinde farklıdır ve ufuk karşılaşması ile tekrar ortaya çıkmaktadır.  Her okuyan aynı ufka sahip değildir.

 

Hakikatin ortaya çıkması için öznenin başkasıyla bağlantı kurması gerekmektedir. Bu diyalog ile olmaktadır.

 

Schleirmacher metinde yazarı, Dilthey yorumcuyu, Gadamer ise metni anlamayı öncelemektedir. Gadamer için metnin ne demek istediği önemlidir ve okur, metin ile işbirliği yaparak metnin anlamına ulaşabilmektedir.

 

Anlama, önyargısız veya nesnel bir bakış açısıyla kazanılmaz, ancak okuyucular anlamaya çalıştıkları kişi tarafından etkilenmelerine izin verdiğinde kazanılmaktadır.

 

Bir metni okumak, onun anlamını ve niyetini görmektir.

 

Umberto Eco’da Metnin Değerlendirilişi

Eco çeşitli alanlar arasında bağlantı kurabilen bir yazardır. Bu alanlar arasındaki sınırları kaldırabilmektedir.

Onun göstergebilimi, iletişim faaliyetleri içindeki işaretlerin önemini yorumlama ve üretim biçimlerini incelemektedir.

Eco’ya göre, sanat ürünleri çapraz okumaya sebep olmaktadır. Bu sayede bir yapıt sınırsız şekilde yorumlanabilir.

 

metaforlar, önemli bir semiyotik analiz nesnesini temsil etmektedir.

Eco tarafından ansiklopedik özelliklerin çok boyutlu yapısını tanımlamak için sıklıkla kullanılan teorik model, köksaptır.

Ansiklopedi, göstergebilimsel süreçlerde kullandığımız bilgiyi koruyan öznelerarası hafızadır.

 

Açık yapıttan kasıt, tamamen açık, tamamlanmamış yapıtlardır. Aynı lego oyuncağı gibi elimize verilen ve sonunda ortaya çıkacak şeyin ne olacağı umursanmıyor gibi gözüken belirlenmemiş yapıtlardır.

Bu belirlenmemişlik belirsizliğe yol açmaktadır.  Bu belirsizlik bizi sorgulamaya iter.

Açık yapıt yorumcuya belirli bir zorunluluk olmadan özgünlük verir.

 

Sanat yapıtı mutlak bir anlama sahip olmadığı için farklı farklı yorumlanır, yeniden yaratılır. Bu anlamda da aslında bir yapıt bir ölçüde açık sayılır.

Her sanat yapıtı yorumlanabildiği sürece açıktır.

Sayısız birçok yoruma açık olan sözcüğü yorumlayan herkes ona kendi kültüründe, deneyiminden, birikiminden bir şeyler katacak ve onu zenginleştirecektir.

Sanat, anlam oluşturur.

 

Bir ifade net bir şekilde belirtilse bile her zaman bir açıklık vardır.

Eco’ya göre açıklık kavramını tanımlamak zordur, o yüzden bilgi kurama yönelmek gerekmektedir. Bilgi kuramı iletideki bilginin miktarını ölçer ve o ileti ne kadar güvenilirse bilgi miktarı o kadar fazladır. Bilgi alıcının bilgisine eklenmektedir.

 

Entropi / Doğa her zaman dengeyi seçmektedir.

Birisi plaja basarak ayak izi oluşturuyor.

Rüzgar ise zaman içinde bu ayak izini siliyor ve artan entropi azalarak olasılıksızlık çerçevesinde bir düzen haline geliyor. Düzen burada anlamdır.

Anılar bizim bilgiyi kaydetmemize yarar. Bu yüzden bilgi kuramcıları entropi ile bilgi arasında bir ilişki kurar.

 

Tahmin etmeyi sağlayan olasılık… …entropi önce düzeni bozarak düzensiz hale getirmekte, sonra tekrar düzenli hale getirmektedir. Bunu olasılıksızlık ile yapmaktadır.

 

Eco’ya göre sanat yapıtı ile okuyucuda oluşan yaşantı arasında bir ilişki vardır. Çünkü okuyucu kendi yaşantısı ile yapıtı değerlendirir.

 

Bir kitabın çekirdeği, metin ile okuyucusu arasındaki iletişimdir.

 

Ampirik okur, metni farklı biçimlerde okur. Örneğin, mutsuz ve üzgün birisi bir komedi filmi izlediğinde filmden hiçbir zevk alamayabilir. Bu örnekteki kişi ampirik okurdur. Çünkü filmin hitap etmek istediği seyirci profiline uygun değildir. Filmi yanlış okumaktadır.

 

Yazar eserin ilk cümlesiyle kime hitap ettiğini belli ederek kendi örnek okurunu oluşturur ve ona yol göstermiş olur.

 

Örnek okur metinle oluşur ve onun dışına çıkamaz. Bu yüzden metnin izin verdiği kadar özgürdür.

 

Bir yapıtta 3 tür niyet vardır. Yazarın niyeti (intentio auctoris), yazardan bağımsız olarak metnin niyeti, anlamı (intentio operis) ve okuyucuların niyeti, beklentileri, istekleri, inançları (intentio lectoris). / Yorum ve Aşırı Yorum

 

Okuyucunun niyeti ile neyin kastedildiğini daha kolay bilinebilirken, metnin niyeti ile neyin kastedildiğini soyut olarak tanımlamak daha zordur.

 

Metin, örnek okuyucusunu ortaya çıkarmak için oluşturulan bir cihazdır.

…yorumlanmaya olanak sunan, yorumlanmak için okurunu bekleyen metinler, yaratıcı metinlerdir.

 

Örnek yazar, örnek okuru metinde doğru bir şekilde yönlendiren anlatıcıdır. Okura oyunun kurallarını göstermektedir.

 

Bir metnin olmazsa olmazı hikayesi ve ifade biçimidir.

 

Eco’nun hermeneutik ilkesine göre bir metnin anlamı, ondan kaynaklanan kültürel olarak kanıtlanmış yorumlarla yavaş yavaş kaplanmıştır ve aynı zamanda bir metnin etkilerinin toplamıdır.

 

Yorumlamak, başka metinler üreterek dünyanın metnine veya metnin dünyasına tepki vermek anlamına gelir.

 

Sıradan cümleler, sadece semantik bir yanıt bekler. Aksine, estetik metinler eleştirel bir tercüman öngörmektedir.

 

Aşırı yorum, bir metni bir düşünce, ideoloji ve başka metinlerle ilişkilendirme uğraşıdır. Metinleri yeniden kurma ve onlar hakkında ilginç bir şeyler söylemeye çalışmadır.

Bir metin, bir sistemin olasılıklarının manipüle edilmesinin sonucu olduğu sürece, açık değildir.

 

Eco’nun göstergebiliminde küresel ansiklopedi adını verdiği semiyotik süreç ile işaretler yeniden yorumlanabilmektedir. Bu ansiklopedi, kültürel değerlerin oluşturduğu bilgi sistemidir.

İki kişiye aynı metin okutulduğu zaman metin değişmez, değişen kişilerdir. Çünkü kişilerin ansiklopedik bilgileri farklıdır.

 

Eco’ya göre yorumlanabilen yapıtlar açık yapıtlardır.

 

Örnek okur, kültürel birikimlerinin sonunda oluşturduğu ansiklopedik bilgisi ile bir metni okurken oluşan niyeti ile metnin niyeti karşılaşır ve uyuşursa, okur metnin niyetine ulaşabilmek için doğru yolda demektir.

 

 

Umberto Eco'da Metnin Değerlendirilişi, Yüksek Lisans Tezi, Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021

… 

Sevdiye Teker - Göstergebilimsel Analiz Metoduyla Suç Davranışlarının Semptomlarının İncelenmesi The Godfather Film Analizi (Özet)

Sevdiye Teker - Göstergebilimsel Analiz Metoduyla Suç Davranışlarının Semptomlarının İncelenmesi The Godfather Film Analizi (1972)

 

Suç semptomlarının neden-sonuç ilişkileri, suçun oluşumu ‘’Göstergebilimsel Analiz’’ yöntemiyle The Godfather (1972) filminde karakterler ve sahnelerin analizleri yapılıp suçu oluşturan dinamikler film üzerinden incelenmiştir.

 

The Godfather (1972) filmi, film sahnelerindeki göstergeler aracılığıyla ‘’Güç Zehirlenmesi’’nin nerelere varabileceğinin bir simülasyonu gibidir.

 

Durkheim, sapma ve suçun kaçınılmaz olduğunu toplumsal düzende cezalandırmanın işlevini, suçun oluşmaması için değil suça bakış açısında ortak bir toplumsal görüşün oluşması için ve bu ortak suça toplumsal bakışın güçlenmesi için cezanın kaçınılmaz olduğu ve gerekli olduğunu savunmaktadır.

 

Alt kültür teorisi suç olgusunu grup davranışıyla açıklamaktadır.

Cohen, alt kültürdeki gençlerin orta kültüre ulaşma isteği sonucu yaşanan hayal kırıklığının suçun nedeni olduğunu söylemektedir.

 

Adler’e göre bireyi suça iten faktör, “Aşağılık Kompleksi”dir.

Freud’a göre suçluluk duygusu suçun sonucu değil nedenidir. Buna göre insanlar bastırdıkları yasak eylemleri gerçekleştirdiklerinde ancak bu suçluluk duygusundan kurtularak rahatlama yaşarlar ve bu suçluluk duygusundan kurtulmak için suç işlerler

 

Organize suç özellikle de iktidarların zayıfladığı ya da iktidarda boşlukların oluşmaya başladığı dönemlerde mafyanın iktidarı gizli olarak ele geçirmesiyle ve görünmeyen iktidar olmasıyla bir organizasyon şeklinde ortaya çıkan suç grubudur.

 

New York’ta inşaat endüstrisi üzerine yapılan bir araştırmada / inşaat mühendisleri bazen inşaat onaylarını almak için yapı müfettişlerine gönüllü olarak rüşvet verirler, sonrasında ise ortaya çıkan durum müteahhitler tarafından rüşvet verildikten sonra bunun bir tehdit aracı olarak kullanımının yolunu açmıştır. Müfettişler müteahhitten ödeme almak için bu onayları vermemekle veya reddetmekle mühendisleri tehdit etmişlerdir. Bu durumda da başlangıçta işi hızlandırmak için bir nevi gönüllülük esasıyla yapılan ödemeler sonrasında ödemeyi yapana tehdit unsuru olarak geri dönmüştür. Gönüllü mağduriyet kavramı da bunun sonucunda ortaya çıkmıştır.

 

Ne zaman ki devlet otoritesi zayıflar; adalet ve güvenlik mekanizmasının çökmeye başladığı böylesi durumlarda bu boşluktan faydalanarak organize suç örgütleri ortaya çıkmaktadır.

 

Sicilya’da Mafya, organizasyon olarak tarım arazilerinin üretimini, satışını denetlemek amacıyla “güç birliği” oluşturan gruplar tarafından ortaya çıkmışken toplum üzerinde hırsızlık ve soygundan koruyan, adaleti sağlayan bir misyona da sahiptir.

 

Sicilya mafyasının üyelerinin yazılı olmayan kurallarından biri, hiçbir şahsi mesele aile ilişkilerine karıştırılamaz.

 

Hollywood'la Mafya arasındaki sempatik ilişki 1920'lerde ortaya çıktı ve her zaman mafya ve yapımcılar arasında karşılıklı bir sempati ve ilgi oluşmasını sağladı. İlk gangsterler bile, kendi suç cazibelerinin yansımasını sinemada gördüklerinde işledikleri suçlardan ve bunun sinemaya olan yansımasından zevk duydular.

 

Mafya üyeleri için mafya ailesi tanrıdan veya devletten önce gelmektedir.

 

Filmin adı: The Godfather / Vaftiz babası

 

Don Vito Corleone (Baba)

Anlamı: Kutsal Ruh; dini ekip ve soylular arasında şerefli unvan niteliğindedir.

 

Michael Corleone (Küçük Oğlu)

Anlamı: Kutsal metinlerde büyük melek anlamını taşımakla birlikte eski ahitte ise melek yerine iki yerde reis olarak kullanılmaktadır.

 

Viski, filmin başından beri sadece iş toplantılarında ve erkeklerin zor anlarında verilen bir nevi eril kimlikli gücü simgeleyen bir içki türü olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

 

İktidar olmadan suçun inşa edilemeyeceğini ve iktidarın da kendi meşruiyetini onaylatma çabası olduğunu filmin başından itibaren onay ritüellerinde görmekteyiz. Suç işlemesi için iktidarı onaylayanlar iktidarı tekrar tekrar inşa ederek ve iktidarın işlediği suçlarda bir kez daha gücünü doğurarak hem suç iktidarına meşruiyet kazandırıp hem de iktidarın gücünü pekiştirdiği sonucuna varılmıştır.

Göstergebilimsel Analiz Metoduyla Suç Davranışlarının Semptomlarının İncelenmesi The Godfather Film Analizi (1972), Yüksek Lisans Tezi, Haliç Üniversitesi, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2024 

Sedat Demir - Göstergebilim, Umberto Eco ve Yapıtları Bağlamında Göstergebilime Katkıları (Özet)

Sedat Demir - Göstergebilim, Umberto Eco ve Yapıtları Bağlamında Göstergebilime Katkıları

 

Umberto Eco göstergebilim ve işaret çalışmalarıyla bilinen bir akademisyendir.

 

Giriş

İletişim, insan yaşamının tüm etkinlikleri ile ilgili bir kavramdır, bu nedenle her zaman her yerde var olmaktadır.

İletişim, görüntü, yazı, simge ya da işaret halinde iletiyi gönderen ve bu iletiyi alıp değerlendiren, yorumlayan arasında gerçekleşmektedir.

 

Göstergebilim, en başta dilbilimle birlikte anılmış ve yapısalcılığın özünden beslenmiş ve yapısalcılığı da geliştirmiş ve genişletmiştir.

 

Umberto Eco / Sırasıyla, Katolik kilisenin bir savaşçısı, bir ortaçağ bilgini, estetik bilimci bir akademisyen, bir televizyon çalışanı-sorumlusu, bir avangart (öncü)

 

Göstergebilim

Gösterge, zihnimizdeki bir kavramın yerine geçen bir durum, eylem ya da varlık anlamını taşımaktadır.

Eco’nun da söylediği gibi, gösterge ‘yalan’dır; başka bir şeyin yerine duran bir şeydir.”

Bir kavramı oluşturan asıl etken, dünyadaki somut karşılıklarından çok, bunları yorumlama biçimimizdir.

Belirli bir ortaklıktan söz edebilmek için yorumlamaların sonucu olan anlamlandırma gerekmektedir.

 

Langue, dilsel dizge bir kişinin bir dili öğrenirken öğrendiği şeyler, parole ise bir dile ait konuşmadır.

Kültür belirli toplumsal koşullar gerektirir

Doğa, birbirini tamamlayan ve etkileyen belli kurallar etrafında bir araya getirilmiş büyük bir dizgedir.

 

Göstergebilim, bir metnin ya da görüntünün belirgin, apaçık ortada olan anlamını değil, onun anlamının arkasında yatan anlamın keşfedilmesini sağlamaktadır.

 

Göstergebilim / anlambilim olarak da açıklanabilir.

Anlamı tanıma, anlam oluşumunu ortaya koyma hedefinde olan göstergebilim, anlamın ne olduğundan çok nasıl yaratıldığıyla ilgilenmektedir.

 

…göstergebilim, sadece dilsel göstergeleri değil, temsili olan ve anlamlı bir bütün oluşturan her şeyi incelemektedir.

 

Saussure’e göre gösterge, bir kavramla, onu somut olarak temsil etmeye yarayan biçimden oluşmaktadır.

Saussure dil dışındaki göstergelerin de varlığını kabul eder ve bunları inceleyecek semiyoloji adlı yeni bir bilim dalı kurulacağını söyler.

 

…dil göstergesinin gerçeklik kazandığı ses dizisiyle, ilettiği kavram arasında hiçbir nedenlilik ilişkisi yoktur.

 

Bir dilde gösterenle gösterilen arasında kurulan ilişki o dilin kodunu verir.

 

Sesbirim (fonem), dilin en küçük ve temel birimidir. Sesbirimlerin, bir ses dizgesi içinde bir araya gelmeleriyle sözcükler oluşur.   

 

Toplumsal göstergebilimsel yaklaşım gösterge değeriyle dünya arasındaki eklemlenmeyi çözen bir gösterge modeli kullanır.

 

Gerçekliğin beş duyumuzla algıladığımız dünyayla mı sınırlı olduğu yoksa bunun ötesinde zihnimizle kavramaya çalıştığımız idealara mı dayandığı fikri

 

…semiyotik sözcüğü Yunanca semeion (gösterge) ve logia (‘kuram’; ‘söz’ anlamındaki logos’tan) doğmuş

John Locke / (İnsanın Anlığı Bir Deneme) adlı eserinde ilk kez ‘semeiotike’ terimini kullanır

 

Kitle iletişim / Kolay tüketilen ve insanları büyük ölçüde etkileyen pembe dizi, reklam gibi eğlencelik unsurların temelinde yatan dizgeler araştırılmaktadır.

 

Barthes, kuramının kalbinde ‘iki tarzlı anlatım’ bulunmaktadır. Birincisi dışsal gerçekliği işaret eden, düz anlam (denotation) / Bu herkes için net olan, değişmeyen bir anlamdır.

 

Saussure’ün / Dil dizgesini meydana getiren değişmez ve ortak kuralları karşılamak için kullandığı “yapı” kavramı, yapısalcılığın temelini oluşturur.

 

Charles Sanders Pierce genel bir göstergeler kuramı oluşturmaya çalışan ilk kişidir.

Ona göre göstergeler mantıkla bağlantılıdır / önemli olan göstergenin mantıksal işlevidir,

 “Peirce’e göre her gösterge-konumunun bir üçlü yapıya sahiptir: Gösterge (birinci terim), nesne (ikinci terim) yorumlamak (üçüncü terim) içindir”

…göstergenin geçerli olabilmesi için toplumsal uzlaşıma dayalı olması gerekir.

 

Moskova Dilbilim Çevresi, 1915 yılında Rus dilbilimciler Roman Jakobson ve Pjotr Bogatyrev tarafından kurulmuştur. Moskova Okulu, Rus Biçimciliğinin kaynağını oluşturmuştur.

 

Bu okulun üyeleri dilin edebî kullanımlarına dilbilimsel bir yaklaşımla odaklanmışlar ve içerikten ziyade biçim, yapı, teknik gibi konular üzerinde durmuşlardır.

 

Vladimir Propp / masalların görünüşteki çok çeşitliliği altında, değişmeyen ortak bir yapı olduğunu kanıtlamıştır.

 

Propp’a göre, işlev kişinin eylemidir ama bu eylem de olay örgüsünün akışı içindeki anlamına göre belirlenmiştir.

kişilerin eylemleri, masalların temel bölümleridir

 

Biçimci eleştiri, 1930’ların başında Rus hükümeti tarafından baskı altına alınınca bu grup dağılmış ve R. Jakobson Çekoslovakya’ya göç edip Prag Dilbilim Okuluna katılmıştır.

 

Kopenhag okulunun en önemli temsilcisi olan Hjelmslev, ‘glosematik’ adını verdiği dilbilim kuramıyla bu alana yeni bir yaklaşım kazandırmıştır. Hjelmslev’in glosematik’i hem dilsel hem de ‘dilsel olmayan diller’i içermektedir.

 

Tartu Okulu / 1960’lı yıllarda, Estonya’daki Tartu Üniversitesi’nde çalışan Yuri Lotman tarafından kurulmuştur.

Ona göre, insanlık tarihinde birbirinden bağımsız ama birbirine eşit iki kültür göstergesi vardır: Sözcük ve çizim (desen). Birinci kültür göstergelerinden dilsel sanatlar, ikincilerdense figüratif sanatlar doğmuştur.

 

(Metne odaklanmak durumunda oldukları için) göstergebilim anlam üretiminin, yani anlamlılığının çözümlenmesine yönelmektedir.

 

Vladimir Propp'un başlangıçta sözlü olarak yayılmış halk masallarının anlatı yapısına uyguladığı yöntemi geliştiren Greimas, ortaya attığı yeni ve tutarlı çözümleme modelini yazılı anlatılara uygulamıştır.

 

Barthes, “Toplum bulunan her yerde, her kullanım kendisinin göstergesine dönüşür,” demektedir. Toplumsal alanda anlam aktarıcı olmayan bir nesneden söz edilememektedir.

 

Anlam sistemlerinin oluş biçimlerini inceleyen göstergebilim, anlamlama süreçlerini açığa çıkararak hâkim ideolojinin bir eleştirisini yapma olanağını da sunmaktadır. İdeolojik eleştiri için bir yöntem olması göstergebilimin günümüzdeki işlevi bakımından en önemli özelliklerindendir.

 

A.J. Greimas, l966’da yayımladığı Semantique structurale (Yapısal Anlambilim) adlı yapıtıyla, her çeşit anlamlama dizgesinin incelemesini kapsayan genel bir anlambilim yöntemi oluşturdu.

 

Roland Barthes göstergebilimsel araştırmasında betimlemeden hareket ederek kuramlaştırmaya ulaşmıştır.

Barthes, ilk dönemlerinde burjuva kültürünü ve toplumunu çözümleyip eleştirmeyi hedefliyordu.

Barthes'ın incelemeleriyle, toplumun bütünü göstergebilimin inceleme konusu yapılmıştır.

 

Söylemleri, bireyin ruhsal özelliklerini göz önün de bulundurarak incelemeyi amaçlayan ve dili anlam üretimi ve dönüşü mü olarak ele almak isteyen Kristeva, göstergebilimi eleştirel bir bilim ya da bilimin eleştirisi olarak görmektedir.

 

R. Jakobson edebiyatı bir dil olayı olarak görür ve başta şiir olmak üzere çeşitli edebî ve sanatsal ürünleri inceler.

 

Bahtin, söylemlerin ya da metinlerin tarihsel, toplumsal, kültürel geçmişleri ve çevreleriyle birlikte ele alınması gerektiğine inanır.

 

Yapısalcılık 1950’li yıllarda Avrupa’nın gündemine oturur. 1960’lı yıllarda Althusser ve Roland Barthes ile bir geçiş dönemi yaşar ve bütün dünyada bir yaygınlık kazanır.

 

İnsanı, nesneleri, evreni anlamlandırmada tek bir yapı kavramından hareket edildiği zaman, her şeyin açılamasını yapmak doğal olarak bir takım zorlukları ve tartışmaları da beraberinde getirmektedir.

1975 yılında A Theory Semiotics (Gösterge Kuramı) Çalışmasında sözünü ettiği kuram / genel bir kültürel kuram olduğunu / iddia etmektedir.

 

Umberto Eco’nun Yaşamı ve Yapıtları

Eco, günlük hayatta karşılaşılan birçok kültürel olguyu, düşünsel temelden yazınsal açıklamalara dönüştüren ve bunları göstergelerin kuramsal bir öğretisi biçiminde kurgulayan kişi olarak bilinmektedir. Tam bir Ortaçağ uzmanıdır

 

Umberto Eco, 1932’de Kuzey İtalya’nın sanayi açısından henüz gelişmekte olan Piemonte Bölgesindeki Alessaendria şehrinde doğmuştur. Babası, Giulio, bir demir fabrikasının baş muhasebecisiydi ve aynı işyerinde bir ofis çalışanı olan Eco’nun annesi Giovanna Bisio ile burada tanışmıştır.

…babası, hükümet tarafından savaşa çağırılınca, annesi Giovanna ile birlikte Piemonte dağlarının eteğinde küçük bir kasabaya yerleşmişlerdir.

…faşistlerle partizanların siyasi erk mücadelesini çocukluğunda gözlemlemiştir.

Büyük babası bir ciltçi ve ‘grevler düzenleyen sosyalist bir matbaacıydı.’ İkinci dünya savaşı sırasında Eco’nun görevlerinden biri, bir mum alıp mahzene inmek ve kömür getirmektir.

 

…hukuk eğitimini yarıda bırakarak, Torino Üniversitesi'nde Ortaçağ Felsefesi ve Edebiyatı eğitimi almıştır.

 

1956 yılında ilk kitap çalışması Il Problema Estetico di San Tommaso'yu yayımladı.

1959'da, Milano’da faaliyet gösteren Bompiani Yayınevi’nde kıdemli editörlük yapmaya başladı.

1959’da II Verri için, Diario Minimo adını verdiği köşesinde yazmaya başladı. …bu makaleleri 1963 yılında Diario Minimo (Yanlış Okumalar) adı altında bir kitapta topladı.

Opera Aperta (Açık Yapıt) adlı kitabını 1962'de yayınladı.

Eco, bu çalışmasında moderniteye ilişkin kavramların geleneksel köklerine inmektedir.

…eserini Pareyson’un ‘yorumlama’ ve ‘biçim’ üzerine düşüncelerinin etkisi altında hazırladığını, Pareyson’un ‘biçimcilik teorisini’, Açık Yapıtta ‘biçim teorisi’ olarak kullandığını belirtmiştir.

 

II Verri / buradaki yazarların çoğuyla daha sonra Gruppo 63’ü kurdular.

Amaç resmi kültürün minyatür dizgesinin eleştirisi yoluyla, burjuva toplumunun eleştirisini yapmaktı.

 

1964'te / Floransa Üniversitesi'nde Görsel İletişim Profesörü olarak ders vermeye başladı.

 

1966 / Politeknik Okulunda, Göstergebilim Profesörü

Aynı yıl Le Poestische di Joyce: dall ‘summa’ al ‘Finnegans Wake’ adlı kitabını yayınladı.

 

1968'de La Struttura Assente yayınlandı.

Yapısalcı hareketler, Fransız yapısöküm düşüncesi ve medyanın toplumsal yaşam üzerinde artan etkisi. Bu gelişmeler Eco'nun düşüncesinde sentezlenmiştir.

 

Eco'nun, düşünsel evreni kendi dil oyunuyla yarattığı kavramlarından biri olan ‘Chaosmos’dur”

 

1964 Apocalittici e integrati / Eco televizyonun kıyametvari görüşlerini ve buna boyun eğen reklamları eleştirmiştir. Tüm programlar aynı; bu bizim zamanımızın dini haline geldi. Önceleri yalnızca tek bir kanal ve meydanlarda olan siyasi bir hayat vardı. Bugün ise televizyonda olmadığı takdirde yok sayılan siyasi eylemler var.

 

1966 / Floransa Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde Görsel İletişim profesörü…

 

1971’de Bologna Üniversitesi Edebiyat ve Felsefe Fakültesi’nde Göstergebilim Profesörü

Bu dönemde göstergebilim konusunda iki anahtar kitap yayımlamıştır: A Theory of Semiotics (Göstergebilim Teorisi) ve The Philosphy of Language and Semiotics (Dil Felsefesi ve Göstergebilim.)

 

1973 / Il Costume di Casa" adıyla yine bir derleme kitabı yayınladı.

 

Eco çalışmalarıyla / her yazarın uymak zorunda olduğu okurun tanımını yapmayı amaçlar.

 

1980 / Gülün Adı / göstergelerin gizemini, yaşamlarımızdaki karmaşık varlığını, kurgusal, fakat açık bir dille vurguladı

 

1988 / Foucault Sarkacı / irrasyonel düşüncenin Ortaçağ'a uzanan felsefi-tarihsel sürecini ele almış

 

1997 / Kant and the Platypus / algılarımızın ne kadarının bilişsel idrak yeteneğimize, ne kadarının da dilbilgisi kaynağımıza dayandığını Pascal, Aristoteles, Heidegger gibi düşünürlerin öğretilerinden yola çıkarak çözümlemeye yönelmiştir.

 

1995 / Kusursuz Dil Arayışı / kitabıyla Eco, iletişimin temeli olan dillerin çokluğu ve farklılığının, aslında iletişim gücümüzü sınırlandırdığı düşüncesini, Babil Kulesi'nin Tanrı'nın lanetiyle yıkılması sonucunda ortak dili kullanan insanların dilde de ayrışmasını efsanesini baz alarak açıklamaktadır

 

Baudolino / dönem 1204 yılındaki Constantiople (İstanbul) haçlı kuşatmasıdır. Baudolino, Eco’nun doğduğu yer olan Alessandria’nın koruyucu aziz’idir ve geleceği görebildiğine inanılmaktadır. Kuşatma sırasında Eco’nun Baudolino’su ‘büyük yalanlar tezgâhlayabilen küçük bir yalancı’, ortaçağ yunan tarihçisi Niketas’a palavralar anlatır ve böylelikle Eco’ya ‘gerçekler ve yalanlar hakkında bir belirsizlik oyunu’ oynamak için fırsat vermektedir.

 

Yorum ve Aşırı Yorum

Eco / ‘yapıtın niyeti’nin, olası yorumlarının sınırlarını nasıl belirlediğini ortaya koymaktadır.

Eco hermetik bakışa göre yorumun ‘sonsuz, tanımsız’ olduğunu ve yorumda bir sapmanın ya da kaymanın bitmeyeceğini kabul etmemiz gerektiğini söylemektedir.

 

…yazarın niyeti bir kenara bırakıldığında ve okur kendi tasarımlarını bağımsız bir şekilde yürüttüğünde, ‘aşırıyorum’ üretilir ya da ortaya çıkar

 

Popüler kültür,       ‘güçlendirdiğinde’, ‘özgürleştirdiğinde’, ‘arındırdığında’ iyidir.

Popüler Kültürü bu şekilde olduğundan fazla değer katanlar, ikonların gücünü tanımlayan ortaçağ ikon düşmanları gibi sözde kıyamet eleştirileri anlaşılırken, Popüler kültürün etrafını saran enerjiyi ve saplantıyı görmezden gelmektedirler.

 

Eco, popüler kültür ile coşku arasındaki bağlantıyı tespit etmiştir.

 

Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti

anlatıda okurun varlığı

metinlerin yavaşlığı ve hızlılığı

 

İkinci bölüm / çeviride dillerin oluşturduğu anlam değişiklikleri

Ormanda Oyalanmak adlı bölüm, ise hızlılık ve yavaşlılık kavramları

Olası Ormanlar'da ise, metinde oluşturulan evrenlerin gerçekliğini soruşturmakta

 

Casablanca, belirsizliği nedeniyle açık yapıt olma niteliğini, devingen olma özelliğini taşımaktadır.

 

…kitle iletişimi artık ideoloji için bir kanal değildir, çünkü medyanın kendisi artık bir ideoloji haline dönüşmüştür.

 

Yanlış Okumalar, gündemle ilgili satirik bir özellik ve parodi niteliği taşımaktadır.

Somon Balığıyla Yolculuk, Yanlış Okumalar ile belirli bir düzeyde bir bütün oluşturmaktadır ve benzer özellikler taşımaktadır.

 

Beş Ahlak Yazısı

Ebedi Faşizm adlı yazı / modern ulusların faşizm eğilimini açıklayan on dört maddelik bir liste sunmaktadır. Bu liste, Kök-faşizmin özelliği, gelenekçilik, eleştirel karşıtı anlayış, farklılığın yarattığı doğal korkunun abartılması, kök-faşizmin bireysel ya da toplumsal düş kırıklığında doğması, yine kök-faşizmin, toplumsal bir kimlikten yoksun insanlara biricik ayrıcalıklarının herkesin paylaştığı ayrıcalık olduğunu salık vermesiyle başlamaktadır. Ardından, diğer ulusun gösterişle sergilenen zenginliğinde ve gücünden aşağılanmış hissetirilmesi, mücadele etmek için yaşanması, herkesin kahraman olarak yetiştirilmesi

 

İlkçağda orantı, uyum ve düzen dengesinin güzel tanımındaki etkisini gösterdikten sonra, Ortaçağ ve Rönesans’ta ruhsal ve ahlaksal güzelliklerin ön plana çıktığını altını çizmektedir.

…yapıtın bütünü, Eco’nun tercihiyle ‘sanat ve güzelliğin arasındaki bağıntı’dır.

 

Rorty bir tornavidanın sadece bir vidayı çevirmeye değil, aynı zamanda bir paketi açmaya ya da kulak kaşımaya da yarayabileceğine dikkat çekmektedir. Bu yüzden Rorty tüm yorumların haklılığını savunur. Fakat Umberto Eco tüm yorumlamaların doğru olmayabileceğini düşüncesini savunarak Rorty’i eleştirmektedir. Örnek olarak, bir kişi, bir tornavidayı kül tablası ya da Microsoft Word programını hesap tutmak için kullanamaz. Umberto Eco açık yorumlamaya inanmaktadır ancak yorumlamanın her türü onun için geçerli değildir.

 

postmodern metin çoğul, sonsuz sayıda yoruma el verecek ölçüde açık (ya da belirsiz) bir metindir. “Post-modern metne ‘yazılabilir metin’(scriptible) denir çünkü her karşılaşmada (okumada) yeniden yazılır.

 

Foucault Sarkacı

Sarkaç düşüncesini tanımlama biçimimiz, zıtlıklar arasında gidip gelen, Eco’nun hem yaratısal hem de kuramsal çalışmalarında karakterize edilen durumdur.

 

Foucault Sarkacı felsefe, bilim, matematik, fizik gibi öğeler taşıyan, geniş anlatıların yer aldığı ve bazen de polisiye yapı barındıran bir kitap olarak görünmektedir. Kitap ‘gizilcilik’ (okültizm) üzerine kurulmuş, Kabala* ve Simyacılık gibi sistemler hakkında bilgilerle donanmış, komplo teorileriyle çevrelenen, ezoterik toplulukların plan ve amaçlarını anlatan, inanç sistemlerini içermektedir.

Romanın gerçek zamanı günümüzdür, modern dönemlerdir.

Umberto Eco, yapıtında felsefi şüpheciliği kullanarak yaratılan bir komplo teorisini, komplo teorilerinin gerçeklere dolaylı biçimde dokunduğunu ve insan zihninin komplo teorisine (bir anlamda söylenlere) ne kadar yatkın olduğunu alaysı bir yaklaşımla işlemektedir.

 

Foucoult Sarkacı, ismini Fransız fizikçi Leon Foucoult tarafından dünyanın döndüğünü göstermesi için tasarımlanan gerçek bir sarkaçtan alıyor.

 

Kitap anlatıcının sesiyle açılır. Anlatıcı Casaubon’dur; adı klasik bir alim olan Isaac Casaubon’a atıfta bulunur

 

Foucault Sarkacının öyküsü Milan’da kibirli bir yayıncının yanında çalışan Belbo, Diotallevi ve Casaubon adlı üç arkadaşın etrafında gelişmektedir.

 

Yapıtın başat kahramanlarından Casaubon 1970’lerde Milan’da tezini Tapınak Şövalyeleri tarihi üzerine hazırlayan bir öğrenciyken, etrafında devrimci ve karşı devrimci öğrenciler yer almıştır. Bu dönemde içinde, bir yayınevinde editör olarak çalışan Belbo ile tanışır.

 

Okültizm üzerine birçok el yazması okuduktan sonra, daha fazlasını elde etmeye karar verirler ve eğlenmek için kendileri bir komplo teorisini andıran bir sistem geliştirirler.

‘Plan’ adında bir komplo teorisini ‘gerçek’ gibi ortaya atarlar.

Planı, Abulafia adını verdikleri bir kelime işlemcisi programıyla rastgele kelimeler üreten bir bilgisayara aktarırlar ve bu bilgisayar, onlara tamamen yeni bir komplo teorisi oluşturur. Yeni kelimeler üzerinden gerçek oluşturmaya çalışırlar. Kısacası bilgisayar (teknoloji), gerçek üretmeye başlıyor

 

İlk girişim, Kutsal Kan ve Kutsal Kase’yi merkeze alan Mary Magdelana komplo teorisi…

 

Kısa süre içinde Belbo, Diotallevi ve Casaubon ‘Plan’ı bir takıntı haline getirirler ve onun sadece bir oyun olduğunu unuturlar.

 

Casaubon İtalya’dan Plan’ın peşinden ayrılır ve iki yıl Brezilya’da kalır.

 

Belbo, Diotallevi ve Casaubon, hızlı bir biçimde okültizmin metinlerinin tarihi ilişkilerini çözmeye başlarlar.

 

Plan inanılması oldukça güç bir hal almışken, editörler oyunlarına daha yoğun biçimde girişmişlerdir. Hatta bütün olanlardan sonra gerçekten gizli bir komplo olduğuna bile inanmaya başlamışlardır.

 

Üçü birlikte, Plan’daki gizli derneklerin kendi kronolojilerini gönderirler.

 

Casaubon / Belbo’nun peşinden Paris’e gider.

Casaubon, müzede saklanır, bu an aynı zamanda romanın başladığı andır.

 

Aglie’nin grubu Plan’daki Tres topluluğu tarafından aldatılmış ya da onları aldatmıştır.

Belbo bilgileri vermeyi reddeder ve onlar da Belbo’yu, sarkaca bağlı bir kabloya asarlar.

Casaubon Paris’in kanalizasyonlarını kullanarak müzeden kaçmaya çalışır

…roman, Casaubon’un, olayları yorumlamasıyla son bulmaktadır.

 

Önceki Günün Adası

Bu yapıtta diğerlerinde olduğu gibi yoğun biçimde ortaçağ, labirent, kütüphaneler bulunmamaktadır

bu romanda da elyazmaların peşinde olan bir karakterle roman başlamakta

Kitap, Rönesans döneminde yaşayan, boylama göre uluslararası saatin diğer tarafında olduğuna inandığı bir adanın yakınındaki gemide mahsur kalan bir adamın öyküsünü yansıtmaktadır. Ana karakter (Roberto), yüzme bilmediği gemide kalmak zorundadır.

 

Roberto on yedinci yüzyılda birkaç arkadaşıyla esrarengiz bir göreve gönderilir, ama aynı gemideki arkadaşları araştırmalarını ve hedeflerini ondan gizlemektedirler.

…denizde fırtına kopar ve gemi batar. Kurtulan tek kişi Roberto’dur.

…denizin ortasında / bir gemiye rastlar

 

…geminin içinde bazı hayvanlarla karşılaşır ve zaman içinde bir insana ait olduğunu düşündüğü bazı izlere rastlar. Gerilimli bir süreçten sonra, hem din adamı olan hem de bazı bilimlerle uğraşan kişiyle karşılaşır ve tanışırlar. Bu adam hastalıklı olduğu düşünülerek, tayfa tarafından gemide bırakılmıştır. Bununla birlikte, arkadaşları çıktıkları adada yerliler tarafından öldürülmüşlerdir.

 

Hesaplarına göre, bulundukları nokta meridyenin başlangıcı olduğu ve diğer tarafta kaldığı için ada, ‘önceki gün’de kalmıştır. Roberto sevgilisine ulaşmayacağını bile bile mektuplar yazmaktadır.

 

Baudolino

Baudolino her duyduğu dili hemen konuşabilen, yalan söyleme konusunda oldukça yetenekli bir köylü çocuğudur.

O dönemde İmparator Friedrich Barbarossa da orada, Milano ile Pavia arasında bir yerde savaşmaktadır. Daha ilk karşılaşmalarında Baudolino İmparator'un ilgisini çekmeyi başarır ve İmparator onu manevi oğlu ilan eder.

Baudolino, hayal kurmaya ve uydurma hikâyeler anlatmaya devam eder, ne var ki hayal ürünü öyküleri sonunda tarihin kendisi olacaktır.

 

Üçüncü Haçlı Seferi'ne çıkar,

Konstantinopolis'in yağmalanması, Friedrich'in esrarengiz ölümü…

Eco, dikkatli okuru için çok fazla sayıda tarihi ironi, şaşırtıcı bağlantılar ve ilginç entrikalar sunmaktadır.

 

En üst düzeyde Baudolino tarihin güvenilirliğini sarsmaktadır.

 

Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi

Roman kahramanı altmışlarına yaklaşan Giambattista Bodoni’dir ve roman boyunca Yambo takma ismiyle bilinmektedir. Milano’da sahaflık yapmaktadır.

komaya girer ve koma sırasında belleği içerisindeki kişisel tarihini kaybeder. Belleğinde sadece okuduğu kitaplardan alıntılar ve ansiklopedik olgular kalmıştır.

 

Romanın ilk bölümünde, güzel yardımcısı Sibilla (kahin kadın) ile karşılaşmaktadır.

kim olduğunu anlamak için de geriye doğru bir çalışma yapması gerekmektedir.

Öncelikle, büyük babasının köyünü belleğinde oluşturmaya çalışır.

çocukluğu boyunca, evin çatı katında büyük babasının Mussolini zamanından kalan dergi ve gazeteleri okumaktadır

 

Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi, resimlendirilmiş bir romandır. İçeriğinde, birçok fotoğraf ve resmi tutmaktadır.

 

Umberto Eco’nun Göstergebilim ve İletişime Etkileri

Eco’nun erken dönemindeki estetik görüşü, Rus Biçimcilerine ve Roman Jakobson’un görüşlerine oldukça yakın

(Jakobson) Anlattığı şeyde değil, anlatma biçimindedir yazının varlığı, anlamın kendisinde değil, ‘anlamı üreten süreç’tedir. Böylece ister istemez, en somut olguları anlatırken bile, gerçeğin yanında bir başka gerçek oluşturur. Bu gerçek, bir nesne olmaktan daha çok bir dizge, bir içerik olmaktan daha çok bir biçimdir; hep kendi kendini belirtir, hep kendi kendisinin göndergesidir.

 

Açık metin, anlamlandırmada okura imkânlar tanır.

U. Eco’ya göre bir sanat yapıtından tad almak haz duymak, onun yorumunu yapmak, onu özgün bir bakış açısı içinde yaşatmak demektir

 

Kapalı metinler ise, okuma serüveni boyunca okuyucuyu önceden belirlenmiş bir yol boyunca yürütmeyi, acıma ya da korku, heyecan ya da çöküntü duygularını yerli yerinde ve gereken zamanda uyandıracak şekilde etkilemeyi amaçlayan metinlerdir.

 

Umberto Eco'ya göre açıklık genellikle yazınsal ve aydın kesime ait metinlerin özelliğiyken, kitle iletişim araçları karakteristik olarak kapalı metinler üretmektedir.

Açık metinler çok sayıda yorum düzeyi halinde kurulur. Açık metin olası okumaların bir yapısal labirentidir

 

Hermeneutik / Yorum yapma eylemini,        Hermeneutik’çiler  ‘yorum’ biçiminde adlandırılmasını reddetmektedirler.

Hermeneutik, Avrupa Protestan teolojisi içerisinde baskın bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.

 

Eco, okuma sürecini Greimas’ın bir anlam birimi olarak kabul ettiği ‘izotopi’ kavramıyla karşılaştırmakta ve bu sürece ‘topik’ adını vermektedir.

 

Metindeki anlamlardan bazıları her zaman gizil kalmaktadır. Örneğin Eski Yunan ve Roma metinleri diğer metinlere gönderme yaparlar. Gönderme yapılan metinlerden bazıları tamamen kaybolmuştur.

 

Umberto Eco, yazarın niyetinin bilinmesi gerekliliğine de vurgu yapmaktadır.

 

Dil ya da medya ‘gerçekliğin toplumsal yapısı’nda ana rolü üstlenmektedir

 

Bir kuş resminin karakalem imajı bir fotoğraftaki kuştan daha kolay fark edilebilir. Bu sonuç, gerçekliğin yapılmasında algısal kodların öneminin altını çizmektedir.

 

Sınırsız semiosis kuramını savunurken Eco, metinlerin yazınsal okumasına dayandırılan ‘ortak görüş’ anlayışını öne sürmektedir: “Yorumcu öncelikle sıfır derecesinde bulunmalıdır; varolan sözlükleri, en basitinden en karmaşığına kadar değerlendirmelidir.

 

Kuramsal alanda özellikle Hans Robert Jauss ortaya koyduğu ‘alımlama estetiği’ kuramıyla yapısalcı eleştiriye yeni boyutlar kazandırmıştır. Jauss’un karşı çıktığı yöntemler Marksist Eleştiri ve Biçimcilik’tir.

Her iki kuram da / estetik özelliklerini ve toplumsal işlevini ön plana çıkarabilecek olan alımlama ve etki boyutunu gözardı etmişlerdir.

 

Jauss ortaya koyduğu yedi tezle kuramını biçimlendirmektedir. Tezlerinde, daha çok yazınsal metni okurun yeniden üretmesi üzerinde durmaktadır.

Alımlayıcının, yani okurun bir ansiklopedik bilgiye ihtiyacı vardır

Eco’ya göre dönüşümlülük olasılığı ve eleştirel okuma süreci, okurun ansiklopedik kapasitesine bağlı olmaktadır.

 

Entelektüeller krizlerin çözümünde faydalı değildirler.

Entelektüel ne yapsın, bir kitap yazıp tüm sorunları çözecek bir anahtara mı sahiptir?

Eco entelektüellere atfedilen ağır yükün gerçekçi olmadığını vurgulamaktadır.

 

Sonuç

 

Göstergebilim, Umberto Eco ve Yapıtları Bağlamında Göstergebilime Katkıları, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009