30 Ekim 2025 Perşembe

Rize İli Kırsal Ahşap Konut Yapılarının Mekân Kurgusu – Özet / Notlar

Ahmet Büyüksofuoğlu - Rize İli Kırsal Ahşap Konut Yapılarının Mekân Kurgusu – Notlar

Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Güzel Sanatlar Enstitüsü, İstanbul, 2019

 

Bu çalışmada, Rize ili kırsal ahşap konut yapıların mekan kurgusu başlığı altında Rize ilindeki konutların konumları, yapı malzemeleri, yapı sistemleri ve elemanları, plan tipleri, mekan kurguları ele alınmaya çalışılmıştır.

 

…çalışmanın birinci bölümü giriş bölümü olup ikinci bölümde Anadolu geleneksel Türk evinin tanımı ve tarihsel gelişim süreci hakkında bilgilere yer verilmiştir. Üçüncü bölümde bölgelerin kırsal mimari yapıları plan tipleri ve mekan kurgusu açısından değerlendirilmiş, Dördüncü bölümde ise Rize ilinin tarihi, coğrafyası, ekonomisi ve sosyal yapısına değinilmiştir. Beşinci bölümde Rize geleneksel ahşap konut yapım sistemleri ve özellikleri konut ve çevresi, yöresel konuttaki plan tipleri, yapı malzemeleri, yapım teknikleri, yapı elemanları olarak ayrı ayrı incelenmiştir. Altıncı bölümde Rize bölgesinde belirlenen iki adet geleneksel kırsal ahşap yapı örneği seçilmiş ve bu yapıların mekan kurgularının analizi yapılmıştır.

 

1 Giriş

Türk evi kavramının göçebelik zamanına kadar uzandığı düşünülmektedir. Göçebelikte kullanılan çadırlara ev, iv, oyak, kerekü, gerge, çadır, çetir gibi farklı isimler verilmektedir.

 

Türk evi, Osmanlı Devletini sınırları içinde yer alan Rumeli ve Anadolu’da gelişim göstermiş bir konut türüdür.

 

Bu yaşam alanları, Anadolu coğrafyasında bulunan bölgelerin, iklim ve topografya yapısına göre farklılıklar gösterse de işleyiş, kullanım ve mekan kurgusu bakımından ortak özelliklere sahiptir.

 

2 Anadolu Geleneksel Türk Evinin Tanımı ve Tarihsel Gelişim Süreci

Türk evi, göçebe yaşamın esnekliği ile yerleşik düzenin mimari özelliklerinin birleşimidir.

 

Türk evi mekan kurgusu açısından incelendiğinde, çadır yaşantısıyla yerleşik düzende kullanılan Türk evi arasında temel ilkelerin benzerlik gösterdiği gözlemlenmektedir. Her oda tıpkı çadırda olduğu gibi oturma, dinlenme, yemek yeme, yatma ve yıkanma eylemlerini karşılayabilecek esnekliktedir.

 

İnsan topluluklarının, yeryüzü şekilleri, iklimi, bitki örtüsü ve canlı türleri bakımından zenginlik gösteren Anadolu coğrafyasında gözükmesi ilk Paleolitik döneme rastlar. Avcılık / toplayıcılık çağında yaşayan insanlarının başlıca barınakları, Karain, Beldibi ve Belbaşı gibi mağaralardır.

 

Güneydoğu Anadolu'da Çayönü'ndeki (Diyarbakır Elazığ arası) kazılarda çıkan ilk yerleşme yaklaşık 10.000 yıl öncesine dayanmaktadır. Bu yerleşmeler Anadolu evinin yerden biraz kaldırılmış, taş duvardan su basman oluşturulmuş, üstü kerpiç dolgulu ahşap çatkılı ya da üzeri sıvalı dal örgülü, kamışlardan örülmüş, duvarları killi çamur ile sıvanmış birbirine bitişik dikdörtgenlerden oluşan kulübe şeklindeki yapılardır.

 

Aşıklı Höyük 10.000 yıl öncesine tarihlenen ve devamı gibi olan 9000-8000 yıl öncesinin Çatalhöyük'ündeki mimarlık bitişik düzen kerpiç evlerden oluşan toplu yaşam alanları bir oda ve ona bitişik bir ambardan oluşan evler şeklindedir. Bunlar düz damlı ve damdaki bir delikten içeri girilen, deliğin altında ocak yeri bulunan, duvarları düz sıvalı, zeminden az yükseltilmiş oturma yerleri olan evlerdir.

 

Anadolu'da ilk merkezi devlet kuran Hititlerin kentleri, çoğu iki katlı, dikdörtgen planlı, avlulu, birkaç odadan oluşan, evlerin alt katlar ambar ve işlik, üst katlar oturma ve yatma olarak kullanılan, üstü balçık çatı ile örtülü, içinde ocak bulunan evler şeklindedir. Doğu Anadolu'da Urartular taş temelleri kayadan oymuş, üstüne kerpiçten evlerini avlulu, iki odalı şeklinde inşa etmişlerdir.

 

Batı Anadolu'da Frigyalılar megaron tipi evlerde, onlardan sonra gelen Lidyalılar, sazdan yapılmış ahşap damlı, taş duvarlı evlerde, Yunanistan'dan Ege kıyılarına gelen İyonlar ise megaron tipi evlerden türetilmiş konutlarda yaşamışlardır. Helenistik dönem, prestijli lüks konutların ortaya çıktığı dönemdir. Sütunlu revaklarla çevrili avlu çevresinde sıralanan mekanlar şeklindedir. Roma çağı boyunca da devam etmiş, halk için bitişik düzende çok katlı konutlar kullanılmıştır. Bizans döneminde, belli bir plan olmaksızın, köy yerleşimlerine benzer, toprak tabanlı, çatıları hasır kaplı basit evler çoğunluktayken, Akdeniz sahillerinde ise Antik çağ gelenekleri devam etmiştir.

 

3 Kırsal Mimaride Bölgelere Göre Plan Tipleri ve Mekan Kurgusu

Batı Anadolu Bölgesi: Akdeniz iklimi etkisiyle ahşap ve bağdadi yapıların yoğun olduğu, "taşlık" adı verilen girişlerin bahçeyle bütünleştiği görülür.

 

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi: Karasal iklim nedeniyle sofalar küçülmüş, mahremiyet ön plana çıkmıştır; "Tandır Evleri" çok amaçlı mekanlar olarak kullanılır.

 

İç Anadolu Bölgesi: Kerpiç ana malzemedir; evler "Hayatlı" ve "Sofalı" (Karnıyarık tipi) olarak ikiye ayrılır.

 

Marmara ve Trakya Bölgesi: İstanbul, Bursa ve Edirne gibi şehirlerde Türk evinin en klasik ve estetik örnekleri (dış sofalı, hayatlı tipler) gelişmiştir.

 

Kuzey Anadolu Bölgesi: Bol yağış ve orman varlığı nedeniyle ahşap yığma ve karkas sistemler hakimdir.

 

4 Rize İli Tarihi, Coğrafyası, Ekonomi ve Sosyal Hayatı

Rize ili geçmişten günümüze / Tarım, hayvancılık, balıkçılık, arıcılık ve dokumacılık gibi birçok alanda faaliyet göstermektedir.

Rize’de en yaygın olarak yapılan tarım çaydır tarımıdır.

 

Mısırın öğütülmesi ile üretilen un ve yem bölge tarımı için önemli bir yere sahiptir. Bölgede çay tarımının dışında kivi, turunçgiller, fasulye, fındık, ceviz, likapa, armut üretimi de yapılmaktadır.

 

5 Rize İli Geleneksel Kırsal Ahşap Konut Yapım Sistemleri ve Özellikleri

Bölgede bulunana evler coğrafi yapı gereği genellikle vadi yamaçlarında dağınık şekilde, çok engebeli olmayan ve geçişe olanak sağlayan, su başları ve güneşlenme olanaklarının elverdiği düzlüklerde kurulmaktadır. Yerleşmelerin dağınık olmasındaki başlıca nedenler, yerli halkın neredeyse hepsinin çeşitli büyüklükte arazisinin bulunması ve evini bu arazi üzerinde kurmak istemesi, içme suyunun sık bulunabilirliği olmuştur.

 

Bölgedeki evler çoğu zaman aile içi olmak üzere gruplar halinde birbirinden bir veya iki kilometre mesafede konumlandırılmakta

Bu evlere ulaşım genellikle dar ve dolambaçlı patikalardan yapılmaktadır. Araziler yükseldikçe evler yerini mezra olarak isimlendirilen köy evlerine göre daha kaba, basit ve küçük yapıdaki geçici yerleşmelere bırakmaktadır.

 

Serender kelimesi, Kser: Kuru ve Andiro: Yer, sofa kelimelerinin birleşmesi ile meydan gelen Ksirantirion kelimesi ‘Kurutma Yeri’ anlamına gelmektedir.

 

Sedat Hakkı Eldem, bu ev tiplerinin Trabzon'dan Çoruh nehrine kadar uzandığı için Rize evleri için ''Çoruh Evler'' tabirini kullanmıştır.

Planlarda sofalar kapalı ve korunaklıdır

 

Aşhane mekânı, gündüz eylemlerinin geçtiği toprak zeminli büyük bir mekândır. Eğimin yukarı yönünde konumlanmıştır. Buraya dış ortamdan ayak çıkarmadan girilir. Çift dış kapılı olanlar çoğunluktadır.

 

Geçiş Hayatlı Aşhaneli Tip: Aşhaneden yatak odalarına ulaşım için bir gece holü niteliğinde bir geçiş koridoru düzenlenir ve yatak odaları bu koridora çıkar. Bu koridorlara da yörede hayat denir.

Bu koridorların bir diğer özelliği de üst kattaki ek yatak odalarına ve ot deposuna iniş-çıkışı sağlamasıdır.

 

Aşhaneye Dik Geçiş Hayatlı Tip: Koridoru aşhaneye dik olarak konumlandırılan tiplere denir.

Bu koridor vadiye bakan bir pencereyle sonlandığı için aydınlık bir alandır.

 

Yapı malzemesi: ahşap, taş ve kerpiç

Kullanılan taşlar genelde dere yataklarında bulunan farklı renkte ve şekildeki taşlar olmakta, toplanan bu taşlar da dolgu malzemesi olarak kullanılmaktadır. Ahşap kullanımında ise genellikle çam, ladin, pelit, kestane ve ceviz gibi sert yapıdaki ağaçlar tercih edilmektedir.

 

Temelin toprak içerisinde ne kadar uzatılması gerektiği zeminin özelliği ile ilgilidir. Ancak yapılar ne boyutta olursa olsun temellerin derinliği çok fazla değildir.

Duvarlar kullanılan malzemelerine göre Kargir Duvarlar (Resim-39) ve Ahşap Duvarlar olmak üzere ikiye ayrılır.

 

6 Rize Ahşap Konut Yapılarının İç Mimari Analizi

Rize'nin geleneksel ahşap konutları, dik yamaçlara sıkıca tutunmuş, gövdesi (ahşap karkas) esnek ancak ayakları (taş temel) sağlam, yağmura karşı şemsiyesini (geniş saçaklar) her daim açık tutan kadim birer doğa parçası gibidir.


29 Ekim 2025 Çarşamba

Sanat eseri olarak mekan; Sanatta alternatif barınak üretimleri - Notlar

Segah Beste Öner - Sanat eseri olarak mekan; Sanatta alternatif barınak üretimleri - Notlar

Yüksek Lisans Sanat Çalışması Raporu, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü, Ankara, 2018

 

…bu raporda, mekan kavramının neliği, mekanın toplumlar ve kültürler üzerindeki değiştirici ve dönüştürücü etkisi tartışılmış ve mekanın kültürleri, kültürlerin ise mekanı biçimleme yolculuğuna sanatsal bir çerçeveden yaklaşılmıştır.

 

Mekan, canlılığın başlaması ve gelişmesi için her zaman bir başlangıç noktası olarak görünmektedir. Her canlı, bulunduğu mekana adapte olarak, o mekanın coğrafi özelliklerine göre bir yaşama biçimi geliştirmiştir

 

Bu araştırma için spesifik olarak ‘ev’ kavramı üzerinde durulmuş, köy evleri ve büyük şehirlerdeki konutlar arasındaki farklılıklar araştırılmıştır.

 

Giriş

“Bir nesnenin mâhiyetini, yani aslını ve iç yüzünü sadece bu nesnenin ‘kendisi’ itibariyle anlayamayız. Her nesne, ait olduğu mekânın şartları ve imkânlarına tabî olarak ‘meydana gelmiştir’.

 

Zamanın varlığı dahi mekan aracılığıyla algılanabilir; bir çiçeğin büyümesi, güneşin doğup batması yahut bir sözcüğün ağızdan çıkıp duyulur olması için gereken zamanın algılanması, ancak mekanın varlığıyla mümkün olabilir

 

Henri Lefebvre, mekanın zihinsel, toplumsal ve fiziksel olarak üretiminden bahseder. Lefebvre’ye göre “her toplum kendi mekanının üretimidir” ve mekan, her dönemde içinde bulunduğu toplumun ihtiyaçlarına göre değişmiş ve o toplumu değiştirmiştir.

 

Nüfusun az olduğu ilkel topluluklardaki mekan üretiminde çevre faktörü oldukça önemli bir rol oynamaktadır.

Çevresel faktörlerden etkilenmeyecek yapı teknikleri geliştirmiş olan şehir topluluklarında / tüm insanların barınabilmesi bakımından uygun olan dikey ve çok katlı yapılar kullanılmaktadır.

 

Kültürü Biçimleyen Mekan / Mekanı Biçimleyen Kültür

Aristoteles’in anlayışıyla varlığın kategorilerinden biri olarak tanımlanan mekan, Klasik felsefede ve Kartezyen anlayışta, extensa yani geometrik bir yayılım olarak görülür; tasarlanan çizgiler, yüzeyler ve koordinatlar bütünlüğü olarak tanımlanır ve özne mekandan, mekan da özneden ayrı kabul edilir. Özne, içinde bulunduğu dünyadan bağımsızdır. Mekan da kendisi olarak ayrı bir gerçekliktir.

Heidegger'in mekana dair yaptığı fenomenolojik çalışmalara göre ise mekan özneden ve nesneden bağımsız olarak ele alınamaz; bir bütün içinde incelenmesi gerekmektedir.

 

Mekan ve yaşam, birbirlerinden ayrılmaz bir bütünlük içinde var olurlar. Fransız sosyolog ve filozof Henri Lefebvre’ye göre mekan tarihsel olarak insanla ve canlılıkla birlikte evrilen, değişen, değiştiren, yaşamın kendisinde gerçekleşen hatta yaşamı gerçekleştiren ve barındıran bir varlıktır.

 

…doğa ve insan ayrılmaz bir bütünlük içindedirler. Buna rağmen doğanın ve insanın üretimi arasında bazı farklar bulunmaktadır. Bu farklardan en önemlisi ereksellik olarak görülebilir. İnsan her türlü üretimini bir amaç doğrultusunda gerçekleştirir.

Kimi düşünürler doğanın teleolojik bir sistemi olduğunu ileri sürmektedirler ancak insan ve doğa sistemleri içerisindeki üretimler gözlemlendiğinde, doğanın “kendiliğindenliği”, insanın ise “erekselliği” barındırdığı söylenebilir.

Peki burada doğa ve insan üretimlerindeki ayrımdan söz ederken insanı doğadan ayrı bir varlık gibi ele almak ne denli doğru bir yaklaşımdır? Tabi ki insan da diğer her şey kadar doğanın parçasıdır ancak insan dışındaki canlılığın, insanın sahip olduğu türden bir amaç taşıdığı, kanıtlanmış bir bilgi olmadığı için araştırmanın insanın bilinçli erekselliği üzerinden yapılması daha doğru görünmektedir. İnsan bilinçli bir amaç taşırken doğa kendiliğinden bir var oluş içerisindedir.

 

İnsan yaşadığı yere benzer; mekan sakinini, sakin de mekanı biçimlendirir.

 

Köy evleri doğayla uyumlu, “doğanın kan dolaşımı içinde” olan yapılardır. Şehirler ise nüfus artışı nedeniyle dikey yapılaşmaya geçmiş, doğanın üzerine inşa edilmiş “ikinci bir doğa” haline gelmiştir. Apartmanlar için Bachelard şu eleştiriyi getirir: “Paris’te ev yoktur. Büyük kentte oturanlar, üst üste konmuş kutularda yaşarlar... Evin kökü yoktur” (Bachelard, “Mekanın Poetikası, s. 58).

 

Roland Barthes, Eiffel Kulesi, Mimarlık her zaman için düş ve işlevdir; bir ütopyanın anlatımı ve bir konforun aracıdır

 

Praksis Olarak Mekan ve Uygulamalar

Praksis olarak mekan, bir mekanın fikir aşamasından tamamlanmasına kadar geçen tüm ruhsal ve fiziksel süreci kapsar.

 

Sonuç

Kapitalizm ve tek tipleşen şehir planlaması, insanı insan yapan "düşsellik" ve "hayalcilik" alanlarını daraltmaktadır. Sanatsal bir yaklaşımla üretilen alternatif mekanlar, bireylere ihtiyaç duydukları fiziksel ve duygusal alanları sağlayarak daha “insancıl ve uygar toplumların” oluşmasına katkı sunabilir.

 

9 Ekim 2025 Perşembe

Richard Sennett - Ten ve Taş - Notlar

Richard Sennett - Ten ve Taş - Notlar

Batı Uygarlığında Beden ve Şehir

Flesh and Stone, The Body and the City in Western Civilization

Mütercim: Tuncay Birkan, Üçüncü Basım, Metis Yayınları, 2008

 


Eser, temel olarak insan bedeni, kentsel mekan ve Batı uygarlığındaki toplumsal değişimler arasındaki karmaşık ilişkiyi tarih boyunca incelemektedir.

Sennett, Atina'daki çıplaklık ve sivil beden anlayışından, Roma İmparatorluğu'nun görsel kontrol ve tekrarlama üzerine kurulu kentsel tasarımına ve Orta Çağ ile erken modern dönem kent bireyciliği ve korku kültürüne kadar geniş bir yelpazede kentsel deneyimleri ele alır.

Sennett özellikle modern toplumda pasifleşen bedenlerin özgürlük yanılsamasını eleştirerek, bedensel direncin ve acının kabulünün sivil merhamet ve toplumsal farkındalık için ne kadar temel olduğunu vurgular.

 

Giriş

Beden ve Şehir

Ten ve Taş, şehrin, insanların bedensel deneyimleri yoluyla anlatılan bir tarihidir

Batı uygarlığı bedenin haysiyetine ve insan bedenlerinin çeşitliliğine hürmet etmekte hep zorlanmıştır: ben bedenle ilgili bu zorlukların mimaride, şehir tasarımında ve planlama pratiğinde nasıl ifade edilmiş olduğu­ nu anlamaya çalıştım.

 

Bu tarihi yazmama güncel bir sorun karşısında kapıldığım şaşkınlık vesile ol­ du: Modern binaların çoğunu lanetlemiş gibi görünen duyusal yoksunluk; kent ortamım sakatlayan sıkıcılık, monotonluk ve elle tutulur kısırlık.

 

Pasif Beden

Nasıl filmlerin sunduğu başka bedenleri parçalama hazzını gerçekte tatmış olan çok az asker varsa, filme alınan cinsel haz imgelerinin de gerçek âşıkların cinsel deneyimleriyle çok az İlişkisi vardır.

Kitle iletişim araçlarında temsil edilen deneyimlerle yaşanan deneyimler arasında bir uçurum açılır.

 

Düzmece seksi olduğu gibi düzmece acıları da fazla tüketmek, bedensel farkındalığı körleştirmeye hizmet eder.

Yeni kent coğrafyası (varoşlar, alışveriş merkezleri) ve yüksek hızda seyahat teknolojileri de duyusal yoksunluğu artırır.

 

Hızlı hareket halindeki kent mekânı salt hareket amacının aracı haline gelmiştir — artık kent mekânlarını onların içinde araba kullanmanın, onlardan çıkmanın ne kadar kolay olduğuna bakarak değerlendiriyoruz. Hareket, az fiziksel çaba gerektirdiği için gezgin de televizyon seyircisi gibi dünyayı uyuşturucu biçimde deneyimler.

 

William Hogarth'ın 1751'de yaptığı İki harika gravür / Beer Street ve Gin Lam

Hogarth'a göre, birbirlerine dokunan bedenler toplumsal bağı ve düzenliliği işaret ediyordu

Gin Lam 'de bütün temel figürlerin cinle sarhoş olup kendi içlerine çekildikleri bir toplum sahnesi sergilenir

Bu fiziksel temas eksikliği, Hogarth'ın kent me­ kânındaki düzensizliği anlatmak İçin başvurduğu imgeydi.

Günümüzde düzen temassızlık demek.

 

BİRİNCİ KISIM: SESİN VE GÖZÜN GÜÇLERİ

Birinci Bölüm: Çıplaklık

Perikles Atinası'nda Yurttaşın Bedeni

Atina'da çıplaklık, yurttaşın vakarının ve medeni olmanın bir işaretiydi; Medeni Yunanlı teşhir ettiği bedenini bir hayranlık nesnesi haline getirmişti. Atina demokrasisi yurttaşların bedenlerini ve düşüncelerini açığa vurmasına (teşhir etmesine) büyük önem veriyordu.

 

Atina'nın ekonomisi zorluydu ve kent, tahıl ithalatına bağımlıydı.

Yunanlıların insan vücudu anlayışı, farklı sıcaklıklara sahip vücutlar İçin farklı haklar ve farklı kent mekânlarını beraberinde getiriyordu. Bu farklar en bariz biçimde cinsiyet ayrımında görülür, çünkü kadınların erkeklerin daha soğuk versiyonları oldukları düşünülüyordu. Kadınlar şehirde çıplak olarak boy göstermiyorlardı; üstelik sanki ışıksız iç mekânlar onların fizyolojilerine açık güneşli alanlardan daha uygunmuş gibi çoğunlukla ev içlerine kapanıyorlardı. Evde dizlere kadar uzanan ince malzemeden tünikler, sokakta ise ayak bileklerine kadar uzanan, kaba, mat kumaştan tünikler giyiyorlardı.

 

Yavaş yavaş da olsa düzgün adımlarla yürümek bir erkeğin iyi yetiştirilmiş, tam bir erkek olduğunu gösteriyordu

Dik, eşit, maksatlı: Yunanca’da orthos, yani "dik" sözcüğü erkeğin doğruluğu İçerimini taşıyordu. Anal birleşmeye rıza gösteren erkeklere damgasını vurduğu düşünülen onursuz pasiflik orthos'a aykırıydı.

 

Atina'da meclis toplantıları (Ekklesia) ve mahkemeler, hatibin belagatiyle (peitho) kolayca manipüle ediliyordu. Hatiplerin sözlerinin sıcaklığı, savaşçıları rasyonel olarak davranmaktan aciz hale getirmişti. Pnyks'teki huni şeklindeki oturma düzeni ve görsel gözetim, yurttaşları sorumlu kılsa da, oturan (teslimiyetçi) bedenler, hatibin çıplak sesinin güçlerine maruz kalıyordu.

 

İkinci Bölüm: Karanlığın Örtüsü

Atina'da Ritüelin Sunduğu Korumalar

Perikles Cenaze Söylevi'ni bitirirken şöyle diyordu: "Aranızda bugünlerde dul kalmış olanlara kadınların görevleri hakkında bir iki söz söylemem gerekir belki de. Bütün söyleyeceklerimi kısa bir tavsiyeyle söyleyebilirim." Tavsiye, susmaktı. Perikles diyordu ki: "... bir kadının en büyük zaferi, sizi ister Övsünler ister yersinler, erkeklerin en az sizden bahsetmeleridir."

 

Demeter miti kadınları toprakla irtibatlandırırken Atina’da yapılan Thesmophoria ritüeli de kadınları birbirine bağlıyordu.

…kadınlar bunu yapmak için erkekler dünyasından çekilseler de ayini yurttaş sıfatıyla yapıyorlardı.

Kadınlar Thesmophoria boyunca karanlığın içinde bir yolculuk yapıp İtibarları olumlanmış vaziyette ışığa çıkıyorlardı.

Thesmophoria'nın üç günü boyunca -domuz pisliği ve söğüt kokan, yere çömelen— kadınlar metoniminin gücü sayesinde ritüel dönüşümü yaşıyorlardı.

Bu ürpertici, pasif durumda ritüel onları dönüştürmeye başlıyordu: Demeter’in yasının hikâyesini ete kemiğe büründüren muteber bedenler haline geliyorlardı,

 

Antik edebiyatta marul bir iktidarsızlık, daha genelde de Ölümcül bir "cansızlık" simgesi olarak kullanılıyordu. Hatta gölgeler diyarında yetişip ölü anneler tarafından yenen bir sebze olduğu düşünülüyordu. Adonia sırasında kadınlar kutlamaya toprak saksılar içindeki marul sararıp solduğu ve kuruduğu zaman başlıyorlardı. Yani sularının cinsel arzuyu kuruttuğu varsayılan bir bitki öldüğü zaman kutlamaya başlıyorlardı.

Adonia kadınların hayatında normalde gerçekleştirilemeyen arzuların kutlanmasıymış gibi görünüyor.

 

Şehir Adonia’yı resmen kabullenmiyordu / resmi takvimde yer almıyordu.

 

Thukydides'in Tarih'inin bir / bölümünde MÖ 430 yılının kış ve bahar aylarında Atina'da yaşanan büyük bir salgın anlatılır.

Kolera salgını, Atina'da din kurallarının ve ritüellerin terk edilmesine, insanların geçici hazlara dalarak ahlaki çöküş yaşamasına neden oldu. Salgın, ritüelin yeterli bir açıklayıcı kapsamdan yoksun olduğunu gösterdi.

 

Ritüellerin şehri bir arada tutması gerekirdi. Ritüel "başka bir yerden" gelir ve bu yer de çoğunlukla ölülerin bulunduğu yerdir. Thesmophoria ve Adonia mitik temalarını ölüm, cenaze ve yastan almaları, yaşayanlarla ölüleri birbirlerine bağlamaları açısından şehrin diğer ritüellerine benziyorlardı.

 

Üçüncü Bölüm: Takıntılı İmge

Hadrianus'un Roması'nda Yer ve Zaman

Roma İmparatorluğu'nda görsel düzen (imgelere inanma) ile iktidar ayrılmazdı; insanlar görünmeyen bir dünyayı bu dünyadan çok daha fazla önemsiyorlardı. Roma'daki imgeler, şehrin değişmez çekirdeği ve kalıcılığı kurgusunu vurguluyordu.

 

Hadrianus, Pantheon'u inşa ederek ve eski imparatorların (Agrippa, Augustus) isimlerini kullanarak süreklilik kurgusunu sürdürdü.

Shakespeare'in daha sonraları "bütün dünya bir sahnedir," diye çevireceği teatrum mundi tabirini Romalılar'a borçluyuzdur.

 

Romalılar'ın teatrum mundi deneyimi modern bir insana görünüşlere abes denecek ölçüde birebir biçimde inanmak gibi gelecek bir tavra dayalıydı.

Traianus bir kefesinde on bin adamı dört ay ölümüne savaştırmıştı.

 

Sikkeler ve jestler, otoritenin basitleştirilmiş birliğini sağlıyordu.

 

Pantheon, Vitruviusçu beden geometrisini (çember içine oturtulmuş kare) yansıtarak, simetri yoluyla insanın ideal oranlarını mimariye aktarır.

 

Romalılar bir şehir kurmak ya da fetih süreci sırasında harap olan mevcut bir şehri yeniden kurmak için umbilicus adını verdikleri noktayı, şehrin göbekbağını andıran merkezini belirlemeye çalışırlardı; planlamacılar şehirdeki mekânlar için gerekli bütün hesaplamaları şehrin bu göbekbağından yola çıkarak yaparlardı. Pantheon'un zemini bu tür bir umbilicus'a sahiptir.

 

Planlamacılar bir şehrin umbilicus'unu gökyüzünü inceleyerek de belirliyorlardı. Güneşin izlediği yol gökyüzünü ikiye bölüyordu; geceleyin yıldızlar üzerinde yapılan bazı ölçümlerle bu ayrım çizgisi de dik açıyla bölünüyor ve böylece gökler dört parçaya ayrılmış oluyordu. Bir şehir kurmak için, adeta gökyüzünün haritası yeryüzüne yansıtılmış gibi, yerde, göğün dört parçasının buluştuğu noktanın hemen altına düşen bölüm aranıyordu.

 

Roma forumu çizgisel formlarla (bazilika, Rostra) "bak ve itaat et" buyruğunu veriyordu; anıtlar ve törenler siyasi tartışmanın yerini almıştı.

 

Roma evi

Roma evi, Yunan evine kıyasla kadın-erkek ilişkilerinde daha esnek bir yapı sunuyor.

Kadınlar, babanın veya kocanın mutlak otoritesine girmeden evlenebiliyor ve kendi mülklerini yönetebiliyorlardı.

Yunan toplumunun aksine, Romalı kadınlar erkeklerle birlikte yemek yiyor ve Hadrianus döneminden itibaren yemek divanlarına onlarla birlikte uzanabiliyordu.

 

Roma ev tasarımı rastgele değil, belirli bir "çizgisellik" ve "sıralama" üzerine kuruluydu:

Eve girildiğinde karşılaşılan ilk büyük alan olan atrium, ailenin zenginliğini ve gücünü sergilediği bir vitrindi.

Evin en yaşlı erkeği (baba), atalarının maskları ve heykelleri arasında, taht benzeri bir koltukta oturarak otoritesini mekânsal olarak ilan ederdi.

Odalar arasında genellikle kapı yerine perdeler kullanılırdı. Bir misafirin evin ne kadar derinine kabul edildiği, o misafirin toplumsal statüsünün ve ev sahibiyle olan yakınlığının doğrudan bir göstergesiydi.

Yatak Odası / En uçtaki iktidar noktasıydı ve ailenin sürekliliğini (zürriyeti) temsil eden kutsal bir alan olarak görülürdü.

 

Roma mimarisindeki dikgen hatlar, ızgara planlar ve net formlar (kemerler, kubbeler), Roma halkının karmaşa içindeki dünyada hissettiği "kalıcılık ve düzen" ihtiyacını tatmin ediyordu.

 

Dördüncü Bölüm: Bedendeki Zaman

Roma'da İlk Hıristiyanlar

Hıristiyanlık, bedensel ıstırabı manevi değere dönüştürdü ve paganların "bak ve inan" buyruğuna meydan okudu.

Kabil'in bir şehir inşa ettiği, Habil'in ise sanki yeryüzünde sadece. bir hacıymışçasına, hiçbir şehir İnşa etmediği kaydedilir. Çünkü azizlerin gerçek Şehri cennette­ dir.

Hıristiyanlar, yaşadıkları yerle bağlarını keserek, "zaman içinde bir hac" yolculuğuna çıkıyordu.

 

İsa arzuları ve bedensel istekleri olan bir pagan tanrısına benzemiyordu.

Hadrianus döneminin pagan tanrıları doğaüstü güçlere ve ebedi hayata sahip yüceltilmiş İnsanlar gibi görünüyorlardı. Bu tanrılar hazzı ve korkuyu, kıskançlık ve öfkeyi biliyorlardı; çoğu bencilliği canavarlık düzeyine vardırmıştı. Origenus’a göre İsa farklıydı. Hiçbir cinsel arzusu olmadığı gibi sırf dünyadaki takipçilerine duyduğu sevgi yüzünden de çarmıhta acı çekmişti. Bedensel duyumlardan yoksun olduğu İçin İsa paganlara garip görünmüş olabilirdi ama bunun nedeni O’nun Tanrı olmasıydı. Onun bedeni insanların künhüne varamayacağı yabancı bir bedendir.

 

Logos ışıktır

Pagan Celsus "peki o zaman Tanrı’yı nasıl bilebilirim? ... Onu bana nasıl gösterebilirsin?" diye soruyor, Hıristiyan Origenus da "her şeyin Yaratıcısı... Işık'tır," diye cevap veriyordu. Hıristiyanlar oluş sürecini açıklamaya çalıştıklarında ışık deneyimine başvuruyor, İhtidayı bir aydınlanma süreci olarak betimliyorlardı. Yahudi-Hıristiyan gelenekteki kullanımıyla Logos sözcükler arasındaki ilahi bağlantı, üzerine ışık düşmüş sözcükler anlamına gelir. Origenus ışığın İsa'yı "ete kemiğe bürünmeden önceki" ve eti kemiği terk ettikten sonraki haliyle gösterdiğini ilan ediyordu.

 

Hıristiyan evi

Roma devlet dini kamusal alanı kaplarken, Hıristiyanlık bu dönemde tamamen iç mekana çekilmiştir.

 

Roma yemek odası (triclinium) bir güç ve statü sergileme alanı iken, Hıristiyanların Agape (Kardeşlik Sofrası) yemeği bu düzeni yıkar.

 

Roma Şöleni / Bir "vahşet tiyatrosu" gibidir; ev sahibi misafirlerini servetiyle boğar, misafirler pasif ve itaatkârdır.

 

Hıristiyan Meclisi / Tek bir kişinin hakimiyeti yerine, mektupların (örneğin Aziz Pavlos'un mektupları) okunduğu, tartışıldığı ve kolektif bir ruhun paylaşıldığı aktif bir yoldaşlık alanıdır.

 

Roma evinin "çizgisel" iktidar hattı, yerini iman derecesine dayalı yeni bir düzene bırakmıştır.

 

(Roma’da) Hamamlar şehrin muazzam çeşitliliğini ortak bir çıplaklık içinde bir araya getiriyordu.

Tıpkı diğer Romalılar gibi Hıristiyanlar da halka açık hamamlara gidiyorlardı. Ama onlar için suya girmenin yurttaşlıkla İlgili değil kişisel ve dini bir anlamı vardı.

 

Kuzu bir Hıristiyan simgesidir, yırtıcı kuşlarsa Nietzsche'nin yazılarında özellikle Roma'ya özgü hayvanlar, emperyal kuşlar rolünü oynarlar. Nietzsche Romalılar'ın dünyanın üzerinde uçarak her yerde avlanıp tahakküm kurduklarım düşünüyordu.

Nietzsche mesele bu yırtıcı kuşların neden kuzulardan daha güçlü olduklarını açıklayarak başlar. Onların gücü sadece pençe ve gagalarından gelmez; bu kuşlar güçlüdür çünkü güçlerinin bilincinde değildirler. Kuzuları öldürmeye karar vermezler, sadece acıktıkları zaman et peşine düşerler. Aynı şekilde, güçlü iştiyakları olan insanlar da içmeyi, öldürmeyi ya da sevişmeyi seçiyor falan değillerdir. Bunları sadece yaparlar.

Schopenhauer gibi Nietzsche de güçlü bedenîn özbilincin, zihnin yükünü taşımadığını, kendine karşı kör olduğunu düşünür. Felsefi açıdan bu, duyuları güçlü insan için "yapmanın, gerçekleştirmenin [ya da] olmanın ardında hiçbir 'varlık' olmadığı" anlamına gelir. Böyle bir kişi kendi davranışlarını yargılamaz, (hayvan veya insan) kuzuların onun arzuları yüzünden acı çekebileceklerini dikkate alıp başkaları hakkında düşünerek kendini dizginlemez.

 

Nietzsche'nin zayıfları küçümsemesinin nedeni zayıf olmaları değil yaptıkları şey hakkında yalan söylemeleridir. Kuzu mertçe "ben korkağım" demek yerine "benim bir ruhum var" diye meler.

 

Nietzsche Hıristiyan kuzular ve pagan yırtıcı kuşlarla ilgili bu meseli yazarken adil olmak ya da tarihsel bakımdan doğru şeyler söylemek gibi bir kaygı gütmüyordu.

 

Nietzsche kaba gücün hâkimiyet kurmaya yeterli olmadığını, göremez. Kaba güç yeterli olsaydı güçlüler hiçbir zaman güçlerini meşrulaştırmaya çalışmazlardı çünkü meşruiyet güçlülere konuşulan değil, güçlüler tarafından konuşulan bir kendini haklı çıkarma dilidir. Üstelik Nietzsche'nin meseli kuzu gibi davranmayan zayıfların davranışlarını dikkate almaz; zayıf insanlar güçlü olanlara direnebilmek İçin kendi bedenlerini kontrol etmeye çalışırlar.

 

İKİNCİ KISIM: KALP HAREKETLERİ

Beşinci Bölüm: Cemaat

Jehan de Chelles'in Parisi

Ortaçağ Paris'i (1250) ekonomik gücün (burjuva) yükseldiği bir dönemdi. Şehir, feodal bağımlılıktan kurtulmayı vaat eden şehir havası insanı özgürleştirir (Stadt Luft macht frei) düsturuyla yönetiliyordu.

 

Cerrah Henri de Mondeville, yaptığı cerrahi deneyler sayesinde insan bedeninde merhametin mekanizmasını, yani kriz anlarında bedenin ısı ve sıvıyı yayma biçimini keşfettiğine inanıyordu.

De Mondeville bedeni soylu kafa ve kalp bölgesi ile üretici karın bölgesi şeklinde iki genel bölgeye ayırıyordu. Her bölgenin kendi fizyolojik "fırın"ı vardı. Hastalıklar bu iki bölge farklı sıcaklıklarda ısınıp vücudun sıvı suyuklarının dengesini bozdukları zaman ortaya çıkıyordu.

De Mondeville bir ameliyat yapıldığı sırada ve yapıldıktan sonra bedenin bir organının bir başkasının zaafını telafi etme eğilimi gösterdiğini belirtiyordu. Ona göre ameliyat sonunda "diğer organlar [yaralı organın] ıstırabına acıyorlar, bütün ruhlarını ve sıcaklıklarını göndererek onun yardımına koşuyorlardı.

De Mondevilie bu merhamet tepkisine "senkop" diyordu.

 

Ortaçağın başlarında günah çıkarma nispeten tutkudan yoksun bir işti. Günah çıkartacak olan kişi eylemlerini hangi koşullarda yaptığım tarif eder, günah çıkarıcı da ona ya bir ceza ya da davranışlarım değiştirme talimatı verirdi. On İkinci yüzyılda dini canlanma dalgası sayesinde günah çıkarma iki birey arasındaki çok daha bireysel, duygusal bakımdan yüklü bir etkileşim haline geldi.

 

Hıristiyan emeği her zaman günahkâr dünyadan kaçıp sığınılacak bir yer sunma fikriyle bağlantılı olmuştur.

Manastır bahçesinde cereyan eden Hıristiyan tefekkürü Cennet Bahçesi tahayyülüne dayanıyordu. Bu tahayyül Adem'le Havva'nın Cennet’ten atılmalarına yol açan insanın özyıkıcılık eğilimi hakkında düşünme ortamını yaratıyordu.

 

Altıncı Bölüm: "Herkes Kendinin Şeytanıdır"

Humbert de Romans'ın Parisi

Atina polis'inin üyesi yurttaştı. Bir ortaçağ kentinin üyesi ise kendine Fransızca'da bourgeois, Almanca’da burgher diyordu. Bu kelimeler orta sınıf mensuplarından daha fazlasına karşılık geliyorlardı. Notre-Dame’da çalışan oymacılar burjuvaydı, ama ortaçağ Parisinde çok az burjuva Yunan yurttaşlarının oy hakkına sahipti, Tarihçi Maurice Lombard burjuvayı şehirdeki ticaret sayesinde kozmopolitleşen biri olarak tanımlar.

 

Mekân ile yer arasındaki ayrım kent için temel bir ayrımdır. Kişinin yaşadığı yere duyduğu bağlılıktan daha fazlasını gerektirir, çünkü zaman deneyimini de içerir. Ortaçağ Parisinde mekânın esnek kullanımı, faaliyetlerini zaman içinde değiştirme hakkına sahip bir kurum olan şirketin ortaya çıkışıyla birlikte görülmeye başladı. Ekonomik zaman fırsatları takip ederek, öngörülemeyen olaylardan yararlanarak ilerliyordu. İktisat işlevsel mekân kullanımıyla fırsatçı bir zaman kullanımım birleştirdi. Oysa Hıristiyan zamanı İsa'nın hayat hikâyesi üzerine, İnsanların ezbere bildiği bir tarih üzerine kuruluydu. Din yere duygusal bağlılığı sabit ve kesin bir anlatı zamanıyla birleştiriyordu.

 

Yalnızca Roma döneminde kurulmuş olan ortaçağ şehirlerinin bir sokak planı ya da genel bir tasarımı vardı. Trier ve Milano gibi çok az sayıda şehir hariç Roma’dan kalma ızgara sistemi büyüme süreci tarafından parçalanıp bağlantısız parçalara ayrılmış durumdaydı.

 

Sokak saldırgan bir sahiplenmeliğin damgasını taşıyordu. Sokak, insanlar hak ve güç talebinde ve gösterisinde bulunduktan sonra geri kalan mekân demekti.

Paris'in sağ yakasındaki deri işçileri semtinde her dükkânın pencereleri pencere mimarisinde yapılan bir yenilik sayesinde sokaklarda yürüyen insanlara mallarını sergiliyordu: Pencerelerin katlanınca tezgâh işlevini gören ahşap kepenkleri vardı.

 

Köylü... meteorolojik bir zamana, mevsimlerin döngüsüne tabiydi. Oysa pazarda, mesela Paris limanlarında servet yapıp servet batırmak dakikalar, hatta saniyeler içinde olan şeylerdi.

 

Yedinci Bölüm: Dokunma Korkusu

Rönesans Venedik'inde Yahudi Gettosu

Venedik, Agnadello bozgunundan (1509) sonra kendi ahlaki çürümesinden (şehrin şehvaniliği ve frengi salgını) duyduğu korkuyu Yahudilere yöneltti.

Hıristiyanlar, frengi ve kirlilikle özdeşleştirdikleri Yahudi bedenlerine dokunmaktan korkuyorlardı.

 

Shylock'un hikâyesi, sözleşmeden doğan ekonomik hakkın devletin (Dük'ün) önüne geçtiğini gösteriyordu.

 

ÜÇÜNCÜ KISIM: ATARDAMARLAR VE TOPLARDAMARLAR

Sekizinci Bölüm: Hareketli Bedenler

Harvey'nin Devrimi

William Harvey'nin kan dolaşımı keşfi (1628), bedeni "mekanik, hareketli bir makine" olarak görüyordu.

Bu, bedensel hareketin ve fiziksel sağlığın, ahlakın yerine geçtiği bir dönemi başlattı.

On sekizinci yüzyılda Aydınlanma planlamacıları bu fikirleri şehre uyguladılar. Planlamacılar şehri insanların serbestçe dolaşıp nefes alabilecekleri bir yer, insanların sağlıklı kan hücreleri gibi içinde aktığı akışkan atardamar ve toplardamarlardan oluşan bir şehir haline getirmeye çalışıyorlardı. Tıp devrimi, bu toplum mühendisleri nezdinde insan mutluluğunun standardı olarak ahlakın yerine sağlığı geçirmiş gibiydi, sağlık da hareket ve dolaşımla tanımlanıyordu.

 

Goethe yabancılarla dolu kalabalıklar arasında dolaşmanın onu bir birey olarak duyusal bakımdan uyardığını fark etmişti. Venedik'te, San Marco'daki kalabalığın arasında "en sonunda özlediğim yalnızlığı gerçekten yaşayabiliyorum, çünkü İnsan hiçbir yerde, kendine ite kaka yol açtığı büyük bir kalabalık arasında olduğu kadar yalnız olamaz," der

 

…şehrin kalabalıkları karşısında Adam Smith'in başvurduğu yol da onları insani bir bütün olarak değil ayrı karakter ve kategorilere ayrılmış bir biçimde betimlemektir.

Jefferson'ın kentli güruhlardan duyduğu korku meşhurdu. L'Enfant da bu kalabalıklar karşısında ikircikli bir tavır içindeydi; planlarının kalabalıkların Washington caddelerinde "toplaşmasını önleyeceğini umuyordu. Paris'teki XV. Louis Meydanı için yapılan reform önerileri burayı posta arabaları ve diğer büyük taşıtlar içinde gezen insan grupları için değil tek başlarına yürüyen ya da ata binen bireylere uygun hale getirmeye çalışıyorlardı.

 

Hareketli ekonomik aktör (Homo economicus) uzmanlaşmış vasıflar edinerek toplumda kolayca dolaşabilirdi. Bu hareket özgürlüğü, yoksul Parisli kitlelerin ekmek fiyatları yüzünden hükümetin kapılarına dayanmasıyla çatıştı.

 

Dokuzuncu Bölüm: Serbest Kalan Beden

Boullee'nin Parisi

Giyotin, kurbanın acısını uzatmak yerine çabucak bitiren "insancıl Ölüm" teknolojisiydi. Büyük, boş meydanlarda yapılan idam törenleri, mekanik tekrar ve askeri kordonlar sayesinde ölüm edimini "görülebilir bir olay olmaktan" çıkardı.

 

Onuncu Bölüm: Kent Bireyciliği

E. M. Forster'ın Londrası

Edward dönemi Londrası, hızlı büyümesine rağmen aristokrat toprak sahiplerince yönetilen ve "sınıfsal olarak homojen, bağıntısız mekânlardan" oluşan bir şehirdi.

 

On dokuzuncu yüzyıl kent projeleri (Regent's Park, Haussmann bulvarları, Londra Metrosu) bireysel hareketliliği (hız) destekleyerek kalabalıkları dağıtmayı ve mekânları yalıtmayı amaçladı.

 

Konfor arayışı (yaylı, dolgulu koltuklar, merkezi ısıtma, asansör) bedeni "pasif bir bedensel teslimiyete" iterken, teknoloji binaları kent ortamından yalıttı. Toplu taşımada sessizlik, bireysel mahremiyeti korumanın bir yolu oldu.

 

Forster'ın Howards End romanı, bu konfor ve pasifliğe karşı "yerinden-olmak" (sürgün) yoluyla, insanların "aynılığa karşı savaşarak" birbirlerinin ve çevrelerinin farkına varmaları gerektiğini savunur.

 

Sonuç

Sivil Bedenler

Çokkültürlü New York

Modern New York'ta farklılık (Greenwich Village) kayıtsızlıkla yan yana varolur. Robert Moses'ın otoyolları, hareket özgürlüğünü, nötr mekânların monotonluğuyla birleştirdi. Hızlı hareket, algıyı basitleştiren imge repertuvarı kullanımını teşvik ederek, farklılıkla karşılaşıldığında pasifleşirler.

 

Ten ve Taş’ta kent mekânlarının büyük Ölçüde insanların kendi bedenlerinin yaşama biçimleri yoluyla şekillendiğini ileri sürdüm. Çokkültürlü bir şehirde insanların birbirleriyle ilgilenmeleri için, bedenlerimize dair kavrayışımızı değiştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Kendimizdeki bedensel yetersizlikleri kabul edene kadar başkalarının farklılığını hiçbir zaman hissedemeyeceğiz. Sivil merhamet, sırf iyi niyetten ya da siyasi doğruluktan değil kendimizdeki eksiğe dair bu fiziksel farkındalıktan kaynaklanır. Bu iddialar New York'un gündelik gerçekliklerinden uzak görünüyorlarsa, bu belki de kent deneyiminin dini anlayıştan ne kadar kopmuş olduğunun göstergesidir.

 

Freud’a göre, haz ilkesi (rahatlık/korunma) "uyarım eksikliği" yüzünden organizmayı tehlikeye atar. Uygarlık, insanları "çelişkili deneyimlerle" yüzleştirerek haz ilkesinin ötesine taşır.

 

Bedensel acının kabul edilebileceği, bu acının aşkın kökenlerinin görünür hale geleceği bir yere neden gerek duyulduğu anlaşılırsa Ötekine yönelik bir sempati ortaya çıkacaktır ancak. Bu acının insan deneyimi içinde izlediği bir yörünge vardır. Benliği yolundan çıkarır ve eksiltir, bütünlük arzusunu bozguna uğratır; acıyı kabul eden beden -çeşitlilikle dolu bir dünyada herkes ne hissettiğini, kim olduğunu başkalarına açıklayamasa da- başka bir insanın acısına, sokakta hep bir arada bulunan acılara duyarlı bir yurttaş bedeni haline gelmeye hazırdır. Ama beden ancak çektiği acıların çaresinin toplumun yapıp ettiklerinde olmadığını, mutsuzluğunun başka yerden geldiğini, acısının Tanrı'nın insanlara verdiği sürgün sıfatıyla bir arada yaşama buyruğundan kaynaklandığını kabul ederse bu yurttaşlık yörüngesini İzleyebilir.

… 

8 Ekim 2025 Çarşamba

Richard Sennett - İnşaat ve Konut - Notlar

Richard Sennett - İnşaat ve Konut - Notlar

Şehir İçin Etik

Building and Dwelling, Ethics for the City, Yale University Press, 2023

 


Kitap kentsel planlamanın etik sorunlarına ve şehrin inşası ile orada yaşanılan deneyim arasındaki ilişkiye odaklanmaktadır.

 

Giriş: Eğri, Açık, Mütevazı

Erken Hristiyanlıkta "şehir" iki şehri temsil ediyordu: Tanrı Şehri ve İnsan Şehri.

Fransız dili bu ayrımı ilk olarak iki farklı kelime kullanarak çözdü: Ville (kasaba, köy) ve cité (şehir)

Bu eski ayrım, en azından Fransa'da, bugün artık geçerliliğini yitirmiştir. Köy, günümüzde çoğunlukla yoksulların şehirlerin dış mahallelerinde toplandığı o kasvetli yerleri ifade eder. Ancak eski kullanım, temel bir ayrımı tanımladığı için yeniden canlandırılmaya değer: İnşa edilmiş çevre bir şey, insanların içinde nasıl yaşadıkları ise bambaşka bir şeydir.

 

Immanuel Kant, 1784'te kozmopolit yaşam üzerine yazdığı bir denemede, "İnsanlığın eğri büğrü kerestesinden hiçbir zaman düzgün bir şey çıkmadı" demişti. Bir şehir eğri büğrüdür çünkü çeşitlidir, düzinelerce dil konuşan göçmenlerle doludur; eşitsizlikleri o kadar barizdir ki, bitkin ulaşım araçlarının birkaç blok ötesinde öğle yemeği yiyen incecik kadınlar vardır.

 

Kudüs'ten Mumbai'ye kadar farklı tanrılara dua edenler aynı yerde yaşamakta zorlanıyor. Bu toplumsal tepkinin bir sonucu, bugün dünya genelinde en popüler yeni yerleşim biçimi olan güvenlikli sitelerde ortaya çıkıyor.

 

Melanie Mitchell, açık bir sistemi özlü bir şekilde şöyle özetlemiştir: merkezi bir kontrolü ve basit çalışma kuralları olmayan büyük bileşen ağlarının karmaşık kolektif davranışlara, karmaşık bilgi işlemeye ve öğrenme veya evrim yoluyla adaptasyona yol açtığı bir sistem.

Açık sistemler, parçalarının toplamından daha büyük bir bütündür ve tutarlı bir varlık olarak aynı anda incelenmelidir. Mimar Robert Venturi, bu bakış açısını mimariye yansıtmış, "Mimaride karmaşıklığı ve çelişkiyi severim... Anlamın berraklığından ziyade anlam zenginliğinden yanayım" demiştir.

Buna karşılık, teknoloji dünyası açık durumdan kapalı duruma doğru ilerlemektedir.

Ne yaptığınızı bileceksiniz, çünkü deneyiminizin kuralları önünüze serilecek. Ancak netlikte kazandıklarınızı özgürlükte kaybedeceksiniz. Deneyiminiz net ve kapalı hale gelecek.

 

Bu çalışmanın ilk bölümü, şehirciliğin -mesleki şehir inşa etme pratiği- nasıl geliştiğini inceliyor.

20. yüzyılda şehircilerin şehir inşa etme ve şehir kurma biçimleri birbirlerinden uzaklaştı. Şehircilik, kendi içinde kapalı bir site haline geldi.

Kitap daha sonra, yaşanan ile inşa edilen arasındaki bu fay hattının üç büyük sorunu nasıl etkilediğini inceliyor.

Küresel Güney'deki şehirlerin muazzam genişlemesi / travmatize olmuş toplum / akıllı şehirlerin evrimi…

Üçüncü bölümde, daha açık olsaydı bir şehrin nasıl olabileceğini sunuyorum.

Kitabın son bölümü, şehrin özündeki çarpıklığı ele alıyor.

 

Birinci Bölüm: İki Şehir

1859'da İspanyol mimar Ildefons Cerda, "şehircilik" ve "şehirci" kelimelerini ilk kez yazıya döktü.

Fransız Devrimi'nin başlangıcında, yaygın bir reform ihtiyacı hissedildi ve bazı öneriler, derme çatma gecekondu mahallelerini yıkma önerileri gibi, bu maddi koşulları hedef aldı. Ancak ekonomik kriz, Cerda'nın "şehirciler" olarak adlandırdığı insanların aklında değildi. Halk sağlığı sorunları, onları şehri yeniden düşünmeye yöneltti

 

İnşaat mühendisleri, şehrin altyapısını değiştirerek (ville), daha akılcı halk sağlığı uygulamalarının da geleceğini varsayarak modern şehrin zanaatkarları haline geldiler.

Fransız şehir plancısı Christian Patte, atardamarlar ve toplardamarlar imgesini kullanarak bugün bildiğimiz tek yönlü sokak sistemini icat etti.

 

Manchester gibi bir sanayi merkezi veya Fransa'nın kumaş ve camlarının üretildiği daha yakın bir yer olan Lyons yerine, Paris ışıltılı lüks, finansal ve idari yolsuzluk, devasa bürokrasiler ve kitlesel sefaletle doluydu. Bu yoğun kentsellik, tıpkı mühendis-şehircilerin yeni görsel tekniklere ihtiyaç duyması gibi, onu aktarabilmek için yenilikçi roman tekniklerine ihtiyaç duyuyordu.

 

Komünist Manifesto, Kent yaşamının istikrarsız karakteri, modernitenin belki de en yankı uyandıran tanımını ortaya çıkardı.

Bütün sabit, donmuş ilişkiler, peşlerindeki eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşlerle birlikte süpürülüp atılır, yeni oluşanlar kemikleşmeden önce eskir. Katı olan her şey buharlaşır..." Bu bildiri, Charles Baudelaire'in birkaç yıl sonra "Modern Yaşamın Ressamı"nda modernitenin "geçici, uçucu, rastlantısal"dan oluştuğunu ileri sürmesiyle birleşti. Uyandırdıkları modernite fikri, bugün filozof Zygmunt Bauman'ın "sıvı modernite" ifadesiyle özetleniyor.

 

On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Paris, içinden geçilmesi zor bir şehirdi; kıvrımlı, düzensiz sokaklar, şehrin bin yıllık tarihinin izlerini taşıyordu; 1850'den önce Paris'te Champs de Mars'tan Jardin des Plantes'a at arabasıyla yapılan bir yolculuk, yürüyerek yapılan yolculuktan daha yavaş, iki saat sürebiliyordu. Baron Haussmann, şehri yirmi yılda düzeltti.

 

Haussmanncı şehir, yeri/alanı mekândan üstün tutuyordu. Ulaşım ağları insanları mekânsal olarak birbirine bağlıyordu, ancak mekân deneyimlerini kısıtlıyordu. Mekân ile yer arasındaki farkı yaratan şey, insanların şehirde ne kadar hızlı hareket edebildikleriydi.

İnsan fizyolojisi, ikisi arasındaki ayrımı temellendirir. Ne kadar hızlı hareket ederseniz, çevrenin özelliklerinin o kadar az farkında olursunuz. Artan hız, vücudu öne doğru yönlendirir

İstediğiniz yerde, istediğiniz zaman, olabildiğince hızlı hareket etmek: Bu formül, bir yerde yaşama hissini, onu içgüdüsel olarak bilme hissini azaltır; sadece oradan geçiyorsunuz. Haussmann'ın buradaki mirası sapkındır

 

Ildefons Cerda, Barselona için eklemeli bir ızgara dokusu tasarlamıştır. Amacı, hijyenik ve işlevsel bir şehir yaratarak tüm sakinler arasında eşitlik koşulları yaratmak idi.

Dönen araçlara yer açmak için Cerda, bloklarının kenarlarına küçük bir çapraz kesim yaptı, böylece köşeler yuvarlak, kolay ve pürüzsüz hale geldi.

…pahlı kenar, insanların toplanabileceği yeni ve son derece misafirperver bir alan yarattı.

 

Frederick Law Olmsted, şehirdeki doğanın toplumsal değerini vurgulamış ve parkları "komşuluk" yerine "toplumsal" yerler olarak tasarlamıştır; burada farklı insanlar kişisel olmayan kamusal alanlarda kaynaşabilir. Central Park, kitleleri davet etmesi amaçlanan tamamen yapay bir manzara idi. Olmsted, sosyal katılımın fiziksel olarak tasarlanabileceğini, yapaylığın sosyalliği canlandırabileceğini savunmuştur.

 

Le Bon'dan önce, kalabalık, gerici yazarlar tarafından apaçık bir dehşet, ayaktakımından ve alt tabakadan oluşan bir kitle olarak ele alınıyordu. Le Bon için mesele o kadar basit değildi; daha çeşitli geçmişlere sahip insanlar bir kalabalığa karıştığında derin bir değişime uğrayabilir ve kurtlar gibi sürüler halinde avlanmaya başlayabilirlerdi.

…onun anlayışına göre, çok sayıda insan bir araya geldiğinde, "asla tek başlarına işlemeyecekleri suçları birlikte işleyebilirler". Bunun bir kısmı, kitleler halinde insanların anonim hale gelmesinden kaynaklanıyordu; artık tek başlarına ve özellikle bireysel olarak tanımlanamazlardı; yoğun kitle, bireyin hesap vermesini engellerdi.

Kalabalık ahlaki yargıyı askıya alıyor.

 

Georg Simmel, insan kitlelerinin birbirine baskı yapmasıyla oluşan duyusal aşırı yüklenmeyi ele aldı.

Dış ve iç uyaranların hızlı ve kesintisiz değişiminden kaynaklanan sinirsel uyarımın yoğunlaşması'

Simmel bundan korkuyordu. Çok fazla uyarılma kaygıya neden olur: Bir araba korna çalar, gözleriniz döner ve neredeyse düzensiz bir şekilde ilerleyen yaşlı bir adama çarparsınız. Bir an sonra dikkatiniz, çömelmiş ve yalvaran evsiz biri tarafından çekilir ve sizin fark ettiğinizi fark ederek ayağa kalkar. Tüm bu hisler tarafından sıkıştırılmış hissedersiniz ve bu yüzden kendinizi korumak için tepkilerinizi kontrol altına alırsınız. "Metropol tipi insan... onu dış çevresinin tehdit edici akımlarına ve tutarsızlıklarına karşı koruyan bir organ geliştirir... Kalbi yerine kafasıyla tepki verir." Korna çaldığında donup kalmazsınız; ayağa kalkan dilenciye hiçbir tepki işareti vermez, bunun yerine göz temasından kaçınarak ilerlersiniz.

 

Bir insan kalabalığı, kalabalık ve sıkıştırılmış olma gibi olumsuz duygular uyandırır; kaldırım ise sıkıştırılmayı sağlayan fiziksel formdur. İnsanlar daha sonra kalabalık hissini savuşturmak için kayıtsız bir maske takarlar - ama yine de içlerinde bir öfke vardır.

 

(Berlin) Weber'e göre, bu başkent, ne kadar büyük ve gösterişli hale gelmiş olsa da, gerçek anlamda bir şehir değildi. Berlin, bir devletin aynasından başka bir şey değildi: Caddeler ve parklar, anıtlar, binaların süslü cepheleri gibi tüm görkemli jestleri yeni ulusu dramatize ediyordu. Şehrin kendine özgü bir yaşamı yoktu, çünkü kendi servetini kontrol etmiyordu. Buna karşılık, Weber'e göre gerçek bir şehir 'şu özelliklerle donatılmış görünüyordu: 1) istihkâm; 2) pazar; 3) kendi adalet divanı ve en azından kısmen özerk adalet; 4) farklı gruplar arasında birleştirici yapı; 5) en azından kısmi özerklik veya özyönetim... vatandaşların da katıldığı... Başka bir deyişle, gerçek bir şehir, antik Atina veya ortaçağ Siena'sı gibi bir şehir devletiydi.

 

İkinci Bölüm: Konutun Zorluğu

Delhi'deki Nehru Place / bir yeraltı otoparkının tepesinde T şeklinde geniş bir pazar oluşmuştur. Nehru Place, 1970'lerde Delhi'nin hızla büyüyen küçük işletmelerini barındıracak yeterli ticari gayrimenkule sahip olmaması nedeniyle ortaya çıkmıştır.

Bu karma sahne, Jane Jacobs'ın Batı Köyü'nü pek çağrıştırmıyor çünkü günlük yaşamında gevşek ve mikro ölçekli bir karaktere sahip olsa da Nehru Place, büyük ölçekli ve dikkatli bir planlama sayesinde ortaya çıktı. Planlamacılar, Nehru Place'e kendi verimli metro istasyonunu ve basit ve aynı derecede verimli bir otobüs terminalini kazandırmak için büyük paralar harcadılar. Yerden hafifçe yüksekte ve hafif açılı olan garaj çatısının yükseltilmesi, yağmuru ve pisliği dışarıda tutarak, herhangi bir mimarlık ödülü kazanması pek olası olmasa da, kentsel açıdan ustaca bir hamle.

 

Bu bağlamda, yoksulların yalnızca inşa edilmemiş arazileri sahiplendiğini düşünmek yanıltıcıdır. Yoksul insanların yerleştiği birçok yer, daha önce bir amaç için inşa edilmişti - kamyon deposu, fabrika vb. -; bu alanlar bir sebepten ötürü değerini yitirmiş, terk edilmiş ve sonra sahiplenilmiştir. Nehru Meydanı, sahiplenmenin bir versiyonudur; asıl amacı otopark olan bir yapıya öngörülemeyen çatı faaliyetleri eklenmiştir.

 

Değişimin etkisiyle ileriye doğru savrulan Klee'nin Meleği geriye bakıyor. Sanırım bu imge, Benjamin'in 1926-27 kışında Moskova'da yaşadığı deneyimlerden oluşuyor. Scholem'e yazdığı bir mektupta Benjamin, Devrim'in "kontrol edilmesi zor bir doğa gücü" olduğunu yazmıştı. Ancak ona göre Ruslar, Devrim'den önceki Gümüş Çağ'dan pişmanlık duyuyorlardı; eski mobilya parçalarına değer veriyor, ikonaları saklıyor, Çar ve katledilen ailesine hâlâ takıntılılardı. O kış herkes aç ve üşüyordu; geçmişe bakmak onları doyurmaz veya ısıtmazdı.

 

Martin Heidegger'in kulübesini oldukça kolay buldum. Freiburg'un dışındaki Todtnauberg köyünde dört odalı, ahşap bir binaydı. Filozof, kulübesini 1922'de çalışıp düşünebileceği bir sığınak olarak inşa etmeye başlamıştı. Todtnauberg köyü son doksan yılda büyüdüğü için kulübe artık izole bir yer değil ve köylüler, belki de turistik bir fırsat sezerek ya da sadece yerel gururdan, "filozofun evine" giden yolu açıkça işaretlemişlerdi.

 

Binanın kendisi temelde altıya yedi metre boyutlarında, kırma çatılı kare bir yapı; iç kısmı bir yarısında uzun bir oturma, yemek ve yemek pişirme alanı, diğer yarısında ise bir yatak odası ve çalışma odası; arkada ise ilkel bir banyo ve bir kurutma odası (hem odun hem de giysiler için) bulunuyor. Evin ortasında taş bir şömine bulunuyor. Yapı ahşap iskeletli ve ahşap kiremitlerle kaplı; sadece birkaç el aletiyle yapılmış gibi görünüyor.

 

1933'te Freiburg Üniversitesi'nde kısa süreli bir rektörlük döneminden sonra, ertesi yıl Heidegger bir radyo yayınında neden şimdi Berlin'de profesör olmayacağını açıkladı - sadece şehirden uzakta iyi düşünebiliyordu: "Çılgın, şiddetli bir kar fırtınası kulübenin etrafında esip her şeyi örttüğünde, derin bir kış gecesinde, işte felsefe için mükemmel zaman."

 

Şehirden ve onun insani karmaşıklıklarından kaçış, Freiburg Üniversitesi'nin Nazi rektörü olduktan sonra onun için daha da önemli hale geldi. Levinas ve Hans Jonas gibi müritleriyle köprüleri yaktı - İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bir yakılma ve utanç, sadece kaçma arzusunu daha da yoğunlaştırdı.

 

Kulübenin felsefi fikri, Heidegger'in en güzel ve kısa denemelerinden biri olan "İnşa Etmek, İskân Etmek, Düşünmek"te ifade edildiği gibidir.

İnsan, doğanın içine, kendisi için fazla yapaylık içermeyen bir yerde, düşünmeye adanmış bir evde yerleştirilmelidir.

El aletleriyle yapılmış dörtgen bir kulübenin herkes tarafından yapılabileceği ve her ailenin bu kulübenin keyfini çıkarabileceği kesinlikle doğru.

 

Nefret ettiğiniz kişilere ihtiyaç duyduğunuzda dışlanma daha da karmaşık hale gelir. Çoğu şehirde, tuvalet temizliğinden banka hizmetlerine kadar şehrin işleyişi için gerekli olan "yabancı" unsurlar bulunur.

Venedik'teki Rönesans Yahudileri için durum böyleydi. Şehir için gerekli olan varlıkları, gettonun klasik biçimini doğurdu.

 

492'de İspanya Kralı ve Kraliçesi Ferdinand ve Isabella, hem Yahudileri hem de Müslümanları ülkelerinden sürerek Avrupa'da büyük bir depreme neden oldular.

 

1512'de yetkililer Yahudi göçmenleri de dışlamak istedi. Ancak doktorlar, seyyar satıcılar veya küçük tefeciler olarak Yahudiler, Hristiyanların kendilerinin dolduramadığı veya doldurmak istemediği rolleri doldurdular.

 

Tocqueville, Amerika'yı kendi zamanındaki ülkesiyle, yani burjuva ve paragöz bir toplum olarak gördüğü Fransa ile karşılaştırdı

'Bireycilik', onun içgörüsünde anahtar terimdir; aslında bu, onun ortaya attığı ve şu şekilde ifade ettiği bir kelimedir:

Her insan, kendi içine kapanmış bir şekilde, sanki diğerlerinin kaderine yabancıymış gibi davranır. Çocukları ve iyi arkadaşları onun için tüm insan türünü oluşturur. Vatandaşlarıyla ilişkilerine gelince, onların arasına karışabilir ama onları görmez; onlara dokunur ama hissetmez; sadece kendi içlerinde var olur.

Bu içe dönük birey, Amerikan öncülerinin sert bireyciliğinin aksine, rahat ve kolay bir yaşam ister. Sert bir birey sırt çantasıyla gezerken, Tocqueville'inki rehberli turları tercih eder. Yabancı bir şehirde Starbucks veya yerel bir kafe arasında seçim yapmak zorunda kalan Tocqueville'in yeni erkeği Starbucks'a yönelir; yerel kafelerden oluşan bir takımadayı keşfedip seçmek için çaba sarf etmesine gerek yoktur. Yabancılarla da aynı şey geçerlidir; karışır... ama hissetmez. Aşinalık her zaman önemlidir.

 

Yeni bir getto türü - Googleplex

Googleplex, yaratıcı sınıflar için tasarlanmış, kendini sürdüren bir şirket kasabasıdır ve çalışanlarını dış şehrin karmaşıklığından izole eder.

 

Mekanik bir cihazda, mühendis kesinlikle makineyi yıpratan sürtünme ve dirençleri en aza indirmek ister.

…örneğin, iç kısımları sıradan bir sürücünün kavrayamayacağı kadar karmaşık olan bilgisayar kontrollü otomobiller: Anlamadığınız şeyi kullanırsınız.

 

Üçüncü Bölüm: Şehrin Açılışı

Sokak zekası isteğe bağlı değildir. Mahallede, bir an bile fazla uzun süre bakılan bir bakış, kavgaya davetiye çıkaran agresif bir meydan okuma olarak algılanır.

Karşınızdakinin bakışlarının düşmanca mı yoksa davetkâr mı olduğunu anlamanız için birkaç kez göz teması kurmanız gerekir. Bu bakışlar yerleştikten sonra, tepki süreniz içgüdüsel ve hızlı olacaktır; nasıl davranacağınızı açıkça hesaplamak, başınızı belaya sokar.

Santo Domingo'daki çocuklar, Medellin'in gecekondu mahalleleri ülkenin farklı bölgelerinden gelen göçmenlerin yer değiştirdiği, hızla değişen ortamlar olduğundan, sürekli olarak gerçekleri kontrol ediyor ve hayatta kalma taktiklerini güncelliyorlar.

 

William James'in "bilinç akışı" ve Henri Bergson'un durée kavramları…

James ve Bergson, kendi yollarında sokak zekâsının filozoflarıdır. İkisi de aynı soruyu sorar: Bilincimizi ne sarsar?

 

Medellin'deki çocuklar köşeyi dönmeden önce önlerinde ne olduğunu hesaplama ve vücutlarını buna göre ayarlama becerisini kullanıyorlar

 

Gezgin, yolunu bulmayı öğrenmek için gezinmesini tekrarlamak zorundadır.

 

Yürümek, insanın "yakın" ve "uzak" gibi coğrafyaları bedensel çabayla inşa etmesini sağlar.

 

İnsanlar birbirinin karbon kopyası olmadığı için konuşma yanlış anlamalar, belirsizlikler, istenmeyen öneriler ve dile getirilmeyen arzularla doludur

 

Bachelard için yerinden edilme, katıksız bir kötülük değildir; yetişkinlerde karışım ve sınırlara dair bir bilgi birikimi yaratır.

 

Beş Açık Form

Modern "tiyatro" kelimesi Yunancadan türemiştir, seyircilerin oyuncudan ayrı tutulduğu, bakmak, gözlemlemek için bir alan anlamına gelir.

(İnsanlar) agoranın eşzamanlı mekânında dik durarak yalnızca konuşmaların parçalarını, kelimelerin parçalarını duyabilirdi.

…edilgen, oturan kalabalıklar, kelimelerin amansız akışıyla felç olup onursuzlaşarak kelimelerin kurbanı olabilirdi. Agora, birbiriyle bağlantısız izlenimlerin bir araya gelmesi nedeniyle retorikten ziyade bilişsel açıdan zihin uyuşturucuyken, Platon genç erkeklere agoradan ayrılıp daha az şeyin yaşandığı spor salonunun daha sakin mekânına giderek hem fiziksel hem de zihinsel olarak konsantre olmalarını tavsiye ediyordu. Ardışık bir mekândaki tehlike duygusal tahakkümken, eşzamanlı bir mekândaki tehlike entelektüel parçalanmaydı.

 

Şehir meydanındaki sözlü iletişimin parçalanması, insanları gözlerini ve kulaklarını kullanmaya, hareket etmeye ve fiziksel olarak tetikte olmaya zorlayabilir. Medellin'deki küçük çocuklarda gözlemlediğimiz sokak zekâsı "agora zekâsı"dır. Oysa bir konuşmacının söylemiyle harekete geçen kalabalık -Le Bon'un devrimci kalabalığı veya bir Nazi mitingi- düşüncesizdir.

 

Kent mekanlarına karakter kazandırmak için noktalama işaretleri kullanılır. Ünlem işareti (dikilitaşlar), bir yerin önemini ilan eder. Noktalı virgül (kavşaklar), akışı durdurmadan bir ölçek değişimini işaretler. Tırnak işareti (gelişigüzel yerleştirilmiş banklar veya ağaçlar), bir yerin keyfi, sorunlu ama önemli olduğunu vurgular.

Açık bir şehir, tek bir model yerine çoklu olmalıdır.

 

Dördüncü Bölüm: Şehir İçin Etik

"Benim adım Ozymandias, Kralların Kralı,

Ey kudretli olanlar, eserlerime bakın ve umutsuzluğa kapılın!”

Shelley'nin "Ozymandias" şiiri, zamanın insan yapımı eserleri sildiği gerçeğini aktarır.

 

Zanaat becerileri yavaş yavaş gelişir

Ancak zanaatkârın becerilerini geliştirmesi için bir kopuşun, bir beceri fırtınasının meydana gelmesi gerekir.

 

Zanaatkârlık dünyasında, bu kopuşlar belirli ve değerli bir tür dönüm noktasıdır: Zanaatkârın becerileri beklenmedik durumlarla karşılaştığı için gelişir: eski beceriler daha sonra genişler veya eskilerine yenileri eklenir.

 

İnşa edilmiş çevrenin kalitesinin nihai testi, onarım yeteneğidir. Onarım üç biçimde olabilir: restorasyon (orijinal gibi görünmesini sağlamak, kapalı), iyileştirme (işlevi modernize etmek, form/işlev sıkı) ve yeniden yapılandırma (kırık parçaları kullanarak yeni bir form ve işlev yaratmak, açık).

 

Şehirler sürekli onarıma ihtiyaç duyar

Genel olarak, açık bir şehir, kapalı bir şehirden daha kolay onarılabilir.

 

Sonuç: Birçok Şeyden Biri

Uzun, geniş ve düz bir cadde olan Kantstrasse, Batı Berlin'in ticari bölgesinden başlayıp Savignyplatz civarında daha nezih bir bölgeden geçerek şehrin Asyalı topluluğunun merkezi haline geliyor ve sonunda Berlin'in eski işçi sınıfının bir kesiminin ana caddesine dönüşüyor.

 

Berlin'in Kantstrasse'si, / Bu, Kant'ın "toplumsal olmayan toplumsallık" fikrini yansıtır: İnsanlar hem ilişki kurmaya ihtiyaç duyar hem de bundan korkar, bu yüzden karşılıklı mesafe yaratırlar.

Kantçı bir cité, kimliğe kayıtsız kalır ve kişisel olmayan, ilkelere dayalı düşünmeyi gerektirir.

Sosyal ilişkilerde, Altın Kural gibi özdeşleşme (başkalarının acısını hissetme) talebi başarısız olur, çünkü yabancı her zaman anlaşılamaz kalır.

Bunun yerine, açık bir şehir (eşzamanlı, gözenekli, noktalı formlar), insanların başkalarına karşı aktif katılım göstermesini davet eder.

Açık bir şehrin etiği, Robert Venturi'nin vurguladığı gibi, anlamın berraklığından ziyade anlam zenginliği sağlar.

… 

7 Ekim 2025 Salı

Yi-Fu Tuan, Yer, mekan ve varoluş – Notlar

Yi-Fu Tuan, Yer, mekan ve varoluş – Notlar

Yi fu Tuan'ın Ekolojik Kültürel Düşüncesi Üzerine Bir Çalışma

地方, 间与生存 _ 义孚生态文化思想研究, 北京_中国社会科学出版社, 2012

(Yazar: Song Xiukui)

Kitap, Tuan'ın düşüncesini sistematik olarak ele alan Çin akademisindeki ilk çalışmadır.


 

Giriş

Yi-Fu Tuan, çağdaş bir Çin asıllı Amerikalı coğrafyacı ve Amerikan hümanist coğrafyasının kurucusudur. 1976 yılında "Hümanistik Coğrafya" başlıklı makalesi yayımlanmış ve bu terim ilk kez kullanılmış.

 

Tuan, araştırması üç temel temaya odaklanıyor: Mekanın duyusal özellikleri... iktidar psikolojisi... bir hayal kültürü…

 

Hümanistik coğrafya, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi, onun coğrafi davranışlarını, duygu ve düşüncelerini inceleyerek ve mekan ve yer konularını göz önünde bulundurarak insan dünyasını anlamayı amaçlar.

 

Bölüm 1 Yifu Tuan'ın Ekolojik Kültürel Düşüncesinin Oluşumu

Erken yaşta evden ayrılma ve gezgin bir yaşam sürme deneyimi, Tuan'a memleketine derin bir bağlılık aşılamış, sürekli öz kimlik arayışını beslemiş ve hümanist coğrafya arayışında kilit bir rol oynamış (ayrılarak ayrıldığı coğrafyayla bağ kuruyor…)…

Tuan, "Vatan sevgisi ancak evden uzaktayken artar; ev ancak yabancı bir ülkede gerçekten sevimli hale gelir" der.

Gençliğinde yaşadığı üç deneyimin - manzara, müzik ve kişilerarası iletişim - onu derinden etkilediğini belirtir.

 

Bölüm 2: Yaşamın anlamını sorgulamak: Ekolojik kültürel düşüncenin önerisi

Tuan'ın hümanist coğrafya arayışının en büyük itici gücü, yaşamın anlamını ve daha iyi bir yaşam arayışını erken yaşta keşfetmesiydi.

 

Bölüm 3 Yifu Tuan'ın Ekolojik Kültürel Düşüncesinin Teorik Kökenleri

Tuan, hümanist coğrafyayı geliştirirken fenomenoloji ile varoluşçuluktan yararlanmıştır.

Pozitivizm, "insan bilinci ve zihninin rolünü küçümsediğini" için, Tuan hümanistik coğrafyanın "insan bilincinin özelliklerine odaklandığını" belirtir.

Tuan'a göre fenomenoloji, "insanlığın yuvası olan Dünya hakkında sistematik bilgi" olan coğrafya ile yakından ilişkilidir. Fenomenoloji, "insanların, mekanın veya deneyimin özünü" anlamak için "dünyayı amaçlılık ve anlam olarak tanımlamak" için oldukça uygundur. Tuan'ın yöntemi, dünyayı mümkün olan en yeni şekilde görmeyi amaçlayan betimleyicidir.

 

Tuan'ın yorumladığı varoluşsal uzay, öznel bir uzaydır (öznel uzay)

Öznel niyetlilikle varoluşçuluğun bütünsel bakış açısı, Tuan'ın insanlar ve çevrenin ayrılmaz ve bütünleşik birliğini vurgulamasını sağlamıştır.

Tuan, insanların ideal bir ortam inşa etmek için ahlak ve hayal gücünü birleştirmesi gerektiğini savunur.

 

Bölüm 4: Yi fu'nun Ekolojik Kültürel Düşüncesi: Çağrışım ve Mantıksal Yapı

Tuan, coğrafi araştırmanın odak noktasının doğrudan insan deneyiminin yaşam dünyası olması gerektiğini ve insan duygularının, anlamının, değerlerinin ve amaçlarının önemini vurgulaması gerektiğini belirtmiştir.

Tuan'ın düşüncesi, "yer," "mekan" ve "hayatta kalma" etrafında odaklanır.

 

Bipolar Kontrolün Ekolojik İşleyiş Mekanizması: Yi-Fu Tuan'ın Ekolojik Hayatta Kalma Perspektifi

Tuan, mekan ve yer arasındaki ilişkiyi tanımlar: Bir mekânın güvenliği ve istikrarından, mekânın açıklığını, özgürlüğünü ve tehdidini anlarız. Ve tam tersi.

 

Yer, yerleşik değerlere sahip güvenli bir merkezdir

Yer, kişinin kimliğinin kaynağı ve kişiliğin sağlıklı gelişimine katkıda bulunan istikrar ve güvenlik duygusu sunar.

 

Mekan, hareketi, eylemi, özgürlüğü, potansiyeli ve geleceği temsil eder.

 

Tuan, barınma ve macera, bağlanma ve özgürlüğün insan yaşamının diyalektik bir hareketi olduğunu vurgular.

 

Bireyler ve Gruplar

Tuan, mutlu bir insan varoluşunun bireysellik ve topluluğun birleşimi olması gerektiği görüşünü somutlaştırır.

 

Öz farkındalık, mekânsal ayrışma ile ilişkilidir

Ayrışma, öz-yansıtma ve kendini koruma için yalnızlık fırsatları sunar. Ancak güçlü bir benlik duygusu, aynı zamanda izolasyon ve yalnızlık gibi dezavantajlara da yol açabilir.

Bireyselleşme, yalnızlığa ve acıya dönüştüğünde, insanlar güçlü bir toplumsal uyum arar.

 

Tuan, ayrılığı önlemek için koro, pop müzik, mimari ve dil gibi yollar önerir.

 

Ev Sahibi-Konuk Değişimi: Yi-Fu Tuan'ın Ekolojik Holistik Görüşü

İnsanların çevreye karşı temel duyguları "sevgi ve korku" dur.

 

Sevgi: Tuan, bu duyguya "topofili" adını verir; bu, "insanlar ile bir yer veya çevre arasındaki duygusal bağ" anlamına gelir. Topofili, estetik tepki, dokunsal haz ve yuva duygusu şeklinde ifade edilir.

 

"Topofili"nin karşıtı olan "yer fobisi", korkuyu ifade eder ve "korku manzarası" hem psikolojik durumları hem de fiziksel çevreyi ifade eder.

Korku, doğa korkusu (doğal afetlerin acımasızlığı) ve insan çevresinden duyulan korku (savaş, ırk ayrımcılığı, teknoloji kaynaklı felaketler) olarak ikiye ayrılır.

 

Tuan, tüm insan duyularının doğal dünyayla bütünleşerek organik estetik algı ve deneyim yarattığını savunur. Bu karmaşık deneyime "beden estetiği" denir. Farklı algıların bütünleşmesi sinestezi olarak adlandırılır.

 

Kültür, insanların dünyaya entegre olma aracıdır.

Dil, özellikle metafor aracılığıyla, insanlar ve doğa arasındaki duygusal bütünleşmeyi yansıtır.

 

Tuan, duygularımızı daha gerçek, rasyonel ve istikrarlı kılmak için doğanın gücüne güvenmemiz gerektiğini belirtir

 

Mimari, insanların fikir ve inançlarını yansıtır (dikey mekan aşkınlığı, yatay mekan sekülerleşmeyi yansıtır). Kıyı şeritleri, vadiler ve adalar gibi doğal ortamlar "insanlığın ideal dünyasını" simgeler.

 

Ahlak ve Hayal Gücünün Birleşimi: Yi-Fu Tuan'ın Ekolojik Etiği

Ne kadar çekici olursa olsun, ahlaki bir ağırlığı olmayan bir dünya anlamsızdır.

 

Gücün pratik alandaki etkisi, doğanın sömürülmesi ve insanların iş, savaş ve siyasette mekanik nesnelere indirgenmesidir.

 

Eğlence amaçlı güç kullanımının ekonomik zarardan daha büyük sonuçları olduğunu savunur, çünkü oyun sonsuzdur

Bitkilerin budanarak çarpıtılması, bonsainin "işkence aletleri" ile yetiştirilmesi ve hayvanların seçici üreme ile deforme edilmesi estetik yoksunluğa örnektir.

 

Modern mimari, dışsal ihtişama odaklanarak insan doğası ve kişilerarası ilişkiler gibi önemli unsurları göz ardı ediyor.

 

Hayal gücünün yarattığı yapay dünyalar, illüzyonlarla doludur ve köklü güvenlik ihtiyacını karşılamada başarısız olur. Tuan, modern gökdelenler, alışveriş merkezleri ve Disney tema parkı gibi yerlerin, "hayatın ne kadar hafif ve gerçek dışı hissettirdiğine" yol açtığını belirtir.

 

Başarılı mimarinin maddi form ve kültürün bir birleşimi olması gerektiğini vurgular. Tuan, otantik yaşamı yansıtan ve doğa ile metropol arasında uyum sağlayan "ara manzara" (tarım arazileri, banliyöler) inşa edilmesini savunur.

Manzara resimlerinin, müziğin ve ritüellerin, insanların "manevi yaratıcılığa daha fazla güvenmeleri" yoluyla ideal bir yaşam ortamı yaratılmasına yardımcı olduğunu savunur

 

Yaşamın Yeniden Canlandırılması: Yi-Fu Tuan'ın Edebiyat ve Sanata Ekolojik Bakış Açısı

Edebiyat ve sanat, insanların ruhsal ihtiyaçlarını karşılayabileceği, değerli olunan güvenlik merkezleri olan "sanal mekanlar" olarak adlandırılır.

 

Mekanlar gibi, sanat da sembolik ve ilham vericidir.

Müzik, zamanı durduruyor ve onu kalıcı bir varoluşa dönüştürüyor.

Sanal mekanlar, coğrafi mekanları aşar. Sanat, insanların değişmeden kalan bir deneyime geri dönmesini sağlar ve insan doğasını yüceltme gücüne sahiptir.

 

Tuan'a göre, "Ekolojik bozulma, günümüz insanlarının hayatta kalma tercihleri, değer tercihleri, bilişsel kalıpları, değerleri, kültürel yönelimleri ve sosyal idealleriyle yakından bağlantılıdır" ve edebiyat/sanat, manevi krizi çözmede umut ışığıdır.

 

Yi fu Tuan'ın Ekolojik Kültürel Düşüncesinin Önemi

Tuan'ın hümanist coğrafyası, insanın "dünyayı algılama, değerlendirme ve yeniden inşa etme konusundaki benzersiz yeteneğine" vurgu yapar.

 

Tuan, aşırı insan merkezciliğe karşı çıkar. Tuan, insanların eylemlerinin sonuçlarını öngörme ve bunlar üzerinde düşünme yeteneğini vurgular.

 

Pratik açıdan, Tuan'ın düşüncesi geleneksel mekânsal planlamaya karşı hümanist mekânsal planlama felsefesini teşvik eder. Geleneksel planlama, "insan öznelliğinin" ve "yaşam dünyasının" kaybına yol açar.

 

Çözüm

Yi-Fu Tuan'ın ekolojik ve kültürel düşüncesi, yaşam yolculuğu ve felsefi etkilerle (fenomenoloji, varoluşçuluk) şekillenmiştir. Tuan'ın düşüncesi, yer/mekan ve benlik/grup arasındaki "ikili kontrolün ekolojik işleyiş mekanizmasını" ve "ahlak ve hayal gücü arasındaki dengeye dair ekolojik etik bir bakış açısını" vurgular.

 

Akademik olarak, insanmerkezcilik ve ekosantrizm arasındaki çelişkiyi uzlaştırır ve pratik olarak hümanist mekânsal planlamaya ilham verir. Bununla birlikte, eleştirmenler, Tuan'ın düşüncesinin "olgun bir toplumsal bakış açısından nispeten yoksun" olduğunu ve aşırı öznel olduğunu belirtir. Tuan'ın düşüncesi, çağdaş ekolojik sorunların ele alınmasında önemli bir rol oynayabilir.

6 Ekim 2025 Pazartesi

Yi-Fu Tuan - Topophilia, İnsanların Algı, Tutum ve Değerlerinin İncelenmesi - Notlar

Yi-Fu Tuan - Topophilia, İnsanların Algı, Tutum ve Değerlerinin İncelenmesi - Notlar

Topofilia, Um Estudo da Percepção, Atitudes e Valores do Meio Ambiente, Eduel, Londrina, 2015 (Çinceden Portekizceye çeviren: Lívia de Oliveira)

 


Topofilya kelimesi yer sevgisi anlamına geliyor.

"topos" (yer) ve "philia" (aşk veya sevgi)

 

Ev "Yuvanın vücut bulmuş hali"

(Tuan) Çocukluğunda Stowfield Çiftliğinde amcasıyla birlikte geçirdiği günleri anısı onun nazarında çiftliği özel kılıyor.

(Çevresindeki insanlar, sevdiği ve yakınında olmasını istediği insanlar da o çiftliğe değer veriyor, orayı seviyor, bu ortak paydayı yakaladığı için çiftlik onun anılarında özel ve değerli)

Topophilia / insanlar ile mekan veya ortam arasındaki duygusal bağa odaklanıyor

Kitapta bir mekanın "duyularının" deneyimleme biçimimizi nasıl etkileyebileceğini ele alıyor

 

İnsan dünyayı aynı anda tüm duyularıyla algılıyor

…mesele sadece 'mekan' değil.

Bachelard'a atıfta bulunan Tuan için topofili, "insanlar ile yer veya ortam arasındaki duygusal bağ"dır

 

Önsöz

1970'ler, Nicel Coğrafya'nın (Yeni Coğrafya) eleştirildiği bir dönemdi ve Tuan, coğrafyayı antropoloji, psikoloji, tarih, felsefe, din ve sanat gibi beşeri bilimlerle yeniden birleştirmeyi amaçlayanlar arasındaydı.

Tuan'ın çalışması, Hümanist Coğrafya'nın yerleşmesine ve yaygınlaşmasına yardımcı olmuş, "insanı kendi koşulları içinde ele alan" bir coğrafya yaratmıştır.

 

Giriş

Bu çalışma, fiziksel ve insanileştirilmiş çevreye dair görüşleri, algıları, yapılandırmaları ve değerleri araştırmayı amaçlamaktadır.

 

Çevresel tutumlar ve değerler üzerine yapılan araştırmalar, içerik ve sunum açısından heterojen olup, beş ana türe ayrılmıştır (örneğin, evrensel insan özellikleri, kültür ve çevre etkileşimi, anketler, fikir tarihi, belirli ortamların anlamı).

 

Algı: Hem duyuların dış uyaranlara verdiği tepki hem de belirli olguların açıkça kaydedildiği, diğerlerinin ise gölgede kaldığı veya engellendiği amaçlı bir faaliyettir

 

Tutum: Öncelikle kültürel bir duruş, kişinin dünyaya karşı takındığı bir tavırdır ve uzun bir deneyim silsilesinden oluşur.

 

Dünya görüşü: kavramsallaştırılmış bir deneyimdir; kısmen kişisel, büyük ölçüde toplumsaldır.

Topophilia: Bir kişi ile bir yer veya fiziksel çevre arasındaki duygusal bağdır.

 

Algıda ortak özellikler: duyular

İnsanlar, dünyada gezinmek için en çok görme duyusuna güvenirler

Dokunma (dokunsal duyu), direncin doğrudan deneyimidir ve bizi hayal gücümüzden bağımsız bir gerçekliğin varlığına ikna eder.

İşitme, görmeden daha fazla edilgenlik (alıcı olma) çağrışımına sahiptir.

Koku, geçmiş olayların ve sahnelerin canlı ve duygusal olarak yoğun anılarını canlandırma gücüne sahiptir.

 

Tüm duyularla algılama: Görmek "nesneldir" ve duyguları derinden etkilemez; yalnızca "görebilen" kişi bir seyirci, bir gözlemci, sahneye dahil olmayan biridir.

 

Eskimolar gibi bazı kültürler, ufuksuz kış günlerinde yön bulmak için rüzgârın ve kokunun rehber olduğu akustik-kokusal bir alanda yaşarlar.

 

Algı ve etkinlik: Algı, kişinin kendini dünyaya yaymasıdır; duyular, aktif olarak kullanılmadığında etkisizdir.

Çocuklar, oyun yoluyla dünyanın gerçekliğini ve mekanın yapısını öğrenirler ve faaliyetleri giderek kültürel değerler tarafından yönlendirilir.

 

Ortak psikolojik yapılar ve tepkiler

İnsanların rasyonel olmaktan ziyade rasyonelleştirdiği iddia edilmiştir. Beyin, duygusal ihtiyaçları ve özlemleri rasyonel olmasa da, rasyonel beyin (neokorteks), yaptıklarımız için "nedenler" sağlama konusunda görünüşte sonsuz bir kapasiteye sahiptir.

 

Algıladığımız nesneler, bedenlerimizin büyüklüğüyle orantılıdır. Günlük yaşamda ne çok küçük ne de çok büyük olan görüş alanımıza girer.

 

İnsanlar doğanın sürekli akışını parçalara ayırma eğilimindedir, örneğin ışık spektrumunu ayrı renk bantlarına veya sıcaklıkları mevsimlere ayırmak gibi. Mekanı da etnosentrik olarak (kutsal/dünyevi, merkez/çevre) bölme eğilimindedirler.

 

İnsan zihni, olayları zıt çiftler halinde düzenlemeye adapte olmuştur (yaşam-ölüm, erkek-kadın, biz-onlar). Bu biyolojik ve sosyal karşıtlıklar daha sonra coğrafi (kara-su, dağ-vadi) ve kozmolojik (gök-yer, ışık-karanlık) gerçekliğe aktarılır.

 

Mitler ve geometrik figürler (daire veya mandala), yaşamın çelişkilerini çözme çabaları olarak yorumlanabilir.

 

Kozmolojik şemalar, dünyaya sembolik bir bakış açısını teşvik eder. Ateş (yükselen, eril, neşeli) ve su (edilgen, dişil, korkulan ama yenileyici) gibi maddeler geniş bir anlam yelpazesi taşır.

 

Renkler güçlü duyguları belirtir ve evrensel anlamlara sahiptir. Siyah ve beyaz veya karanlık ve aydınlık arasındaki ayrım tüm halklarda mevcuttur ve bunlar, zıt ama tamamlayıcı evrensel ilkeleri simgeler.

Kırmızı, siyah ve beyaz, insan vücudu ürünleriyle ve yoğun duygularla ilişkili olduğu için insanlığın en eski sembolleri olarak kabul edilir.

 

Mekansal organizasyonda merkez ve çevre fikri evrenseldir. Açık (özgürlük, macera) ve kapalı (güvenlik, mahremiyet) alanlar topofilik duyguları tetikler. Dikey boyut, aşkınlığı ve bedensiz bilinci; yatay boyut ise dünyevi özdeşleşmeyi simgeler.

 

Etnosentrizm, simetri ve uzay

Benmerkezcilik ve etnosantrizm, dünyanın kişinin "kendi" merkezi olarak algılanmasıyla ilgili evrensel insan özellikleridir. Etnosentrizm, kolektif bir yanılsama olmasına rağmen, tam anlamıyla gerçekleştirilebilir.

 

Eski Mısırlılar ve Persler gibi halklar, kendilerini başkalarından üstün görerek etnosentrizm sergilemişlerdir. Bu merkezilik yanılsaması, kültürün sürdürülmesi için gereklidir. Çin, uzun süre Merkez İmparatorluk olarak kendini görmüştür.

 

Yenessey Nehri'nin alt kesimlerindeki Sen Çerezler, Kutsal Su (nehir) etrafında dikey bir kozmos (yukarıda Cennet, aşağıda Cehennem) inşa eder. Pueblo Kızılderilileri (Şehir), kare ve katmanlı bir Dünya'yı evrenin merkezi ve temel nesnesi olarak görür. Eskimo avcıları (Ayvilik) ise adalarını düz ve dairesel bir dünyanın merkezi olarak kabul ederler.

 

Çin, verimli ovaları ve gelişmiş kültürü sayesinde binlerce yıl boyunca kendisini Merkez İmparatorluk (t'ien hsia) olarak görmüştür. Geleneksel Çin anlayışı, imparatorluk başkentinden başlayarak azalan kültürlerin bir dizi dikdörtgen bölgesi fikrine dayanır.

 

Antik Yunan'da, Homeros'tan beri Dünya'nın yuvarlak ve düz, büyük bir akıntıyla çevrili olduğu düşünülüyordu. Orta Çağ'da, suyla çevrili dairesel bir dünya (O-T haritası) popülerdi ve "Kudüs'ün dünyanın merkezinde yer almasını sağlar".

 

Keşifler Çağı'ndan sonra Avrupa, sembolik olarak merkezi konumu üstlendi. Bu Avrupamerkezci bakış açısı, Asya'yı "Avrupa olmayandır" şeklinde olumsuz bir şekilde tanımladı. Kartografik olarak, neredeyse tüm Avrasya kara kütlesini içeren kıtasal yarımküre projeksiyonu, Britanya'nın merkeziliğini vurgulamak için kullanıldı.

 

Bazı halklar, bilinen topraklarının ötesinde üstün bir ırkın yaşadığına inanıyordu. Etnosentrizm, Kopernik devrimi ve Aydınlanma filozoflarının Avrupa'yı "karanlığın merkezi" olarak görme eğilimi gibi yaratıcı çabalarla aşılabilir.

 

Kişisel dünyalar: bireysel farklılıklar ve tercihler

Bireyler arasındaki dışsal fiziksel farklılıklar dikkat çekici olsa da, içsel farklılıklarla karşılaştırıldığında önemsizdir. Tutumlar ve mizaç, fizyolojik ve biyokimyasal farklılıkları yansıtır.

 

İnsanlar arasında görme (renk körlüğü, çevresel görüş), işitme (ton sağırlığı, gürültüye duyarlılık) ve dokunma duyusunda (ağrı reseptörleri) belirgin farklılıklar vardır. Sıcaklık ve soğukluk, büyük ölçüde bireysel farklılıklar gösteren öznel tepkilerdir.

 

Vücut tipini (endomorf, mezomorf, ektomorf) mizaçla ilişkilendirme girişimleri yapılmıştır. Örneğin, Mezomorflar (maceracı, iyimser) "doğaya hakim olmaktan hoşlanır" (avcılar, inşaat mühendisleri), Ektomorflar (düşünceli, içe dönük) ise doğayı-çevreyi düşünür. Uzamsal görselleştirme yeteneği büyük ölçüde değişir ve matematiksel yetenekle ilişkilidir.

 

Tolstoy ve Dostoyevski / İki yazarın dünyaları farklıydı. Tolstoy, doğaya ve kırsal yaşama odaklanan Homerosçu bir bakış açısına sahipti. Dostoyevski ise tamamen şehre gömülmüştü; şehir cehennem olabilir, ama kurtuluş kırda değildir; ancak Tanrı'nın Krallığı'nda bulunabilir.

 

Modern şairler (Eliot, Sandburg, Cummings) şehre yönelik uyumsuz imgeler sunar; Eliot kasvetli ve çirkin imgelerle dolu bir şehir çizerken, Sandburg'un Chicago'su gürültülü ama güçlü ve gururlu, Cummings ise şehri iyiliksever bir açıdan betimler.

 

Woolf'un eserlerinde mekân, her ışık değişiminde neredeyse eriyip giden titrek bir dünya olarak sunulur. Geçicilik etkisi, dağınık ve edilgen olan işitme duyusuyla sağlanır.

 

Rahatlık arayışına karşı çıkan çileci mizaç, vahşi doğayı (çöl, keşiş hücresi) bir sığınak, arınma ve Tanrı ile karşılaşma yeri olarak görür. T. E. Lawrence gibi kişiler, gerçekliğin acımasız sertliğini deneyimlemek için çölü arzular.

 

Biyolojik farklılıklar, kadınların ve erkeklerin dünyaya nasıl tepki verdiğini etkiler. Erik Erikson, kızların oyunlarında genellikle evin iç mekanını veya bir muhafazayı çizerken, erkeklerin uzun kuleler inşa ettiğini ve nesneleri binaların dışından hareket ettirdiğini öne sürmüştür.

 

İnsanların dünyaya tepkileri yaşam döngüsüne göre değişir.

 

İlk mekânsal deneyim "oral"dır, dokunmaya karşı hassastır.

 

Dünyası yakın çevresiyle sınırlıdır, animisttir ve parlak renklere ilgi duyar.

 

Yedi-on dört yaş arası çocuklar, dünyaya açıktır ve duyusal izlenimlerin canlılığını deneyimler, sıradan çevreleri bile bir huzur duygusuyla dolu bulur.

 

Duyular körelir ve hareketlilik azaldıkça dünya daralır; yatay alan küçülür ve yaşlılar çocukluk dünyasına benzer şekilde yakın nesnelere duygusal olarak bağlanır.

 

Kültür, deneyim ve çevresel tutumlar

Kültür, algıyı etkileyerek insanların orada olmayan şeyleri görmesine neden olabilir, örneğin Kızılderililerin Ojibwa kabilelerinin windigolar (yamyam canavarlar) görmesi gibi. Hopi Kızılderilileri gibi bazı kültürlerde, mekân anlayışı Batı'nın statik görüşünden farklıdır; bir Hopi, yolun kendisi görmese bile patika hâlâ orada, çünkü ben her yerini görebiliyorum der.

 

Farklı kültürlerde, erkekler ve kadınlar çevreye farklı bakar. Eskimo erkeklerinin zihin haritaları coğrafi hatlara odaklanırken, kadınların haritaları yerleşim yerlerinin (noktaların) konumuna odaklanır. Amerika'daki banliyölerde, erkekler kırsalın huzurunu ve "evde ve bahçede dolaşma" fırsatını ararken, kadınlar yeni arkadaşlar edinmeye ve 'iyi komşulara sahip olmaya' daha fazla önem vermişlerdir.

 

Ziyaretçi, çevrenin görsel ve estetik yönlerine odaklanır; algıları resimleri oluşturmak için gözlerini kullanmaya indirgenmiştir. Yerli ise çevreyle bütünleşmiş durumdadır ve tutumu karmaşıktır. Bir ziyaretçi, William James'in Kuzey Carolina çiftçileri örneğinde olduğu gibi, bir bölgenin estetik değerini yanlış yorumlayabilir: çiftçi için çirkin açıklık, ahlaki anıların hoş kokulu bir simgesiydi.

 

New Mexico'ya gelen İspanyol fatihler, maden zenginliği arayışındayken iklim ve toprağa az dikkat ettiler. Daha sonra gelen Anglo-Amerikan kaşifler ise bölgenin hemen hemen evrensel kuraklığının tam olarak farkına varamadılar ve manzarayı tiksindirici bir renge sahip olarak tanımladılar.

 

Yerli Amerikalılar (Navajo, Zuni), doğayı basit ekonomik nedenlerle egemen olunacak bir şey olarak görmezler, uyumu korumaya odaklanırlar. Anglo-Amerikalılar (Mormon, Teksaslı) ise "doğaya hâkim olmak gerekir" inancıyla hareket ederler.

 

Dağlar, insanlık tarihi boyunca tanrıların kubbesi (cennet ve yeryüzünün buluştuğu yer) olarak hayranlıkla bakılmıştır. Romalılar ve erken dönem Çinliler onlara karşı pek sempati duymamış, onları vahşi ve ürkütücü bulmuşlardır. Batı'da, dağlara yönelik tutum, estetik bir yücelik duygusuna, ardından pitoresk bir değere ve son olarak da sağlık ve rekreasyon kaynağı olarak modern bir değerlendirmeye doğru değişmiştir.

 

Çevre, algı ve dünya görüşleri

"Marangozlu" (düz çizgili, dikdörtgen) şehir ortamlarında yaşayan insanlar, bu ortamların sunduğu görsel ipuçları nedeniyle farklı optik yanılsamalara (yatay-dikey yanılsaması) daha yatkındır.

 

Zorlu ortamlar, olağanüstü algı keskinliği geliştirilmesini gerektirir. Kalahari Çölü'ndeki Buşmanlar (Gikwe), kumdaki belirsiz ayak izlerini okuyarak ve her bir yenilebilir kökün yerini ezberleyerek algısal duyularını son derece keskin bir şekilde geliştirmesi gerekir.

 

Orman ortamı: Kongo Pigmeleri (BaMbuti), gökyüzü, ufuk çizgisi ve belirgin görsel işaretlerden yoksun, her şeyi kapsayan bir ortamda yaşar. Bu ortam perspektifi azaltır; bir pigme, uzaktaki bizonları "hangi böcekler?" diye sorarak böcek sanabilir.

 

Güvenilir Nil Nehri ve güneşin hakim olduğu ortamda, Mısır kozmosu denge ve simetri idealini yansıtır. Piramit, "sonsuz yaşamı simgeliyordu" ve ölü kralın bir tanrıya dönüştürülmesini sağlamak için tasarlanmıştı.

 

Öngörülemeyen Dicle ve Fırat nehirlerinin hakim olduğu Mezopotamya, kozmik düzeni sürekli sürdürülmesi gereken bir şey olarak görüyordu. Mimari olarak ziggurat (basamaklı piramit), Gök ve Yer Arasındaki Bağlantıyı simgeleyen en karakteristik yapıydı.

 

Topophilia ve çevre

opofilik duygular, yoğunluk ve ifade biçimi bakımından büyük farklılıklar gösterir; geçici estetik hazdan, bir yere "yuva olduğu" için duyulan kalıcı sevgiye kadar uzanır. Euripides'e göre, insan sevgisinin öncelik sırası, çocuk sevgisinin doğa veya manzara zevkinden üstün olmasıdır.

 

Görsel haz geçicidir; kalıcı estetik takdir, "tarihsel gerçeklerin hatırasıyla" veya bilimsel merakla desteklenmelidir. En yoğun estetik deneyimler, Wordsworth'ün Helvellym Dağı'nı algılaması örneğinde olduğu gibi, bizi aniden şaşırtabilir.

 

Doğayla fiziksel temas, modern yaşamda giderek özel günlerle sınırlanmaktadır. Çocuklar, estetik mesafeden yoksun, fiziksel hisler aracılığıyla doğadan keyif alırlar. Kırsal kesim işçisinin toprağa olan bağlılığı, "fiziksel yakınlık, maddi bağımlılık ve toprağın anıların deposu ve umut kaynağı olması" gerçeğiyle şekillenir. Refah hissi, bireyin içsel durumuna bağlı olarak, kişinin dünyayı kucaklamasına neden olabilir.

 

Aşinalık, kabullenmeyi ve hatta sevgiyi doğurur. Bir yere duyulan sevgi (vatanseverlik), tarihle yakından bağlantılıdır; Avustralya Aborjinleri (Aranda), çevrelerindeki manzarayı saygı duyduğu ölümsüz varlıkların yaşamlarının ve başarılarının kadim tarihini kazınmış olarak görür. Gerçek topophilia, Shakespeare'in dizelerinde olduğu gibi, deneyimlenmesi ve savunulması gereken küçük, kırılgan ve doğal bir birlik gerektirir.

 

Kırsala duyulan takdir, şehir hayatının baskılarına bir tepki olarak ortaya çıkar. Bu, kentsel bir ayrıcalıktır ve nostaljik bir hissiyat taşır. Thomas Jefferson gibi Amerikalı liderler, tarım mitini yücelterek "Dünyayı işleyenler, Tanrı'nın seçilmiş halkıdır" fikrini yaymışlardır.

 

Vahşi doğa, şehrin tam zıttıdır (kırsal ise "ara manzaradır"). İncil'de, vahşi doğa ikircikli bir anlama sahipti: "kaosu, şeytanların meskenini ve saflığı simgeliyordu". 19. yüzyılda Amerika'da, vahşi doğa yüce bir güzellik, erkeklik ve ulusal karakter kaynağı olarak kutsanmıştır.

 

Çevre ve topofili

Çevre, topofili için duygusal bir bağlantısı olmayan, dağınık bir histen daha fazlasıdır; sevinçlerimizi ve ideallerimizi şekillendiren duyusal uyaranları sağlar.

 

İnsanların ahiret inancı (Elysee Sarayı), dünyevi çevrenin kusurlarının giderildiği ve faydalı bitki ve hayvanların bol olduğu yerel coğrafyayı yansıtır.

 

Orman (her şeyi kapsayan), plaj (güvenlik ve macera), vadi (rahim ve sığınak) ve ada (izolasyon ve cennet) gibi ortamlar, insan hayal gücünü güçlü bir şekilde etkilemiştir. Plajların popülerliği, deniz banyosunun sağlığa faydalarına olan inançtan kaynaklanır. Ada imajı, kıtadaki modern yaşamın baskılarından kaçabilecekleri bir yer olarak Batı dünyasında büyük bir güç kazanmıştır.

 

Antik Yunan'da deniz ikircikliydi (güzel ama aynı zamanda karanlık ve korkutucu bir gücü vardı). Toprak, denizden daha tatlı ve verimliydi.

 

Manzara resminin yükselişi (14. yüzyıl, Lorenzetti) başlangıçta didaktik amaçlıydı. Orta Çağ'da dağlar korkutucu görünüyordu. 18. ve 19. yüzyıl ressamları, doğa bilimlerindeki gelişmeler (Howard'ın bulut sınıflandırması) ve bilimsel merakla, doğayı daha dikkatli ve gerçekçi bir şekilde gözlemlemeye başladı.

 

Çin topografyası, dik tepeler ve alüvyonlu ovaların yan yana gelmesiyle karakterize edilir. Çin manzara resminde (shan shui - dağ ve su) sanatçılar, Taoist mistisizmin etkisi altında "bir dünyaya girdi, bir atmosferi özümsemek için saatlerce veya günlerce orada dolaştı". Çin bahçeleri, şehir geometrisinin antitezi olarak, barış ve uyumu sembolize eden sayısız sembolle doluydu.

 

Avrupa'da, MS 1500-1700 arasında, dikey, katmanlı, sembolik bir kozmos anlayışının yerini yavaş yavaş yatay, dünyevi ve seküler bir dünya (manzara) aldı.

 

Sibirya ve Orta Asya göçebeleri gibi geleneksel toplumlar, gök, yer ve cehennemden oluşan katmanlı bir kozmosa inanır; Yurt (çadır) ve huş ağacı gibi merkezi eksenler gökleri ve yerleri birbirine bağlar.

 

"Doğa" terimi anlamını yitirmiş, yükseklik ve derinlik boyutlarını kaybederek kırsal ve vahşi doğaya indirgenmiştir. Manzara kelimesi, başlangıçta sınırlı bir arazi parçasını ifade ederken, sonradan sanatsal bir panorama anlamına gelmiştir.

 

Orta Çağ'ın sonlu ve dikey evreninden (korkuyu bilmeyen bir şiirsellik), modern insanın yatay ve sonsuz evrenine geçiş yaşanmıştır. Hidrolojik döngü, dikey ve sembolik bir süreçten, yatay ve tamamen fiziksel bir sürece dönüştü. Manzara resminde, duvarı "kişinin dikey düzleme nüfuz edip ötesindeki ufku seyredebileceği bir pencere açma" etkisine dönüştüren doğrusal perspektif geliştirilmiştir.

 

Gotik katedral (dikeylik) "deneyimlenmek için tasarlanmıştı". Çin bahçesi, yürürken sürekli değişen manzaralar sunarak ziyaretçiyi sarmak için tasarlanmıştır. Rönesans ve Barok bahçeleri (örneğin Versay), yatay genişliği ve tek bir bakış açısıyla manzara manzarasını vurgular; bu da insan iradesinin doğaya dayatılmasını simgeler.

 

Geleneksel dünyada, maddi nesneler bile manevi tezahürler (sembolik derinlik) olarak yorumlanırdı. Kutsal yerler, bir hiyerofaninin (ilahi tezahür) veya dünyanın ekseninin bir parçası olarak görülürdü.

 

Dikey kozmos (Orta Çağ) döngüsel bir zaman anlayışıyla örtüşürken, doğrusal ve yönlü zaman kavramı ancak 18. yüzyılda önem kazanmıştır.

 

İdeal şehir ve aşkınlığın sembolleri

Şehir, biyolojik köleliğin üzerine çıkma ve kozmosun düzenini deneyimleme fırsatı sunan bir idealdir.

 

Şehirlerin kökeni ekonomik olmaktan çok törenseldir; kozmosun yaratılış merkezi olan kutsal bir yeri işaretler. Palitana gibi bazı şehirler, yalnızca tanrılar için inşa edilmiş bir şehir örneğidir.

 

İdeal şehirler geometrik şekilleri (daire, kare, dikdörtgen) benimser. Daire, gökyüzünü, kare ise yeryüzünü simgeler.

 

Antik (Ekbatana, Medinetü's-Salan) ve Rönesans/Barok (Versay, Sforzinda) ideal şehir planları, merkezi otoriteyi veya kozmik düzeni simgeleyen dairesel ve radyal biçimleri vurgulamıştır. Modern Bahçe Şehri (Howard) de bu dairesel düzeni kullanır.

 

Dikdörtgen (ızgara) planlar, pratiklikten (arazi ölçümü) gelse de, aynı zamanda kutsal bir anlam taşıyabilir (Örneğin, Hezekiel'in ve Vahiy'in Göksel Kudüs'ü). Çin'in geleneksel şehirleri (Pekin, Ch'ang-an) ana yönlere yönlendirilmiş, "evrenin bir diyagramı" olan dikdörtgen yapılardı.

 

Dikey yapılar, şehrin gökyüzüyle bağlantısını vurgular. Mezopotamya'da zigguratlar ("Gök ve Yerin Temel Tapınağı"), Çin'de yüksek saray terasları ve Batı'da kubbeler (gök kubbenin simgeleri) bu aşkınlığı ifade eder.

 

Modern Brasília, geleneksel kozmolojik arzuyu sürdürür. Planı (basit haç, kuş/uçak şekli), kaosu fetheden ve "göklerinden inen yeni bir Kudüs'tür". Katedrali (Niemeyer), ziyaretçinin "ölüm gölgesi vadisinden" (yeraltı girişi) geçerek ışığa yükselmesini gerektirir.

 

Fiziksel çevre ve kentsel yaşam tarzları

Kentsel yaşam tarzları mekânsal örüntüler oluşturur. Geleneksel şehirlerde hayat ritmi güneşle belirlenir (gece karanlık ve tehlikeli).

 

Tang Hanedanlığı'nın politik şehri Ch'ang-an, düzenli, surlarla çevrili mahallelere ayrılmış, sessiz ve "büyük bir hapishanenin bazı özelliklerine sahipti". Song Hanedanlığı'nın ticari şehri Hang-chou ise düzensiz, aşırı kalabalık (4.000 m2'de 200 kişi), gürültülü ve ticari faaliyetlerle doluydu; hayat gece geç saatlere kadar sürüyordu.

 

Antik Yunan'da, kamusal alanlar (agora) önemsenirken, özel konutlar mütevazıydı. Roma'da ise anıtsal kamusal ihtişam, dar, kasvetli sokaklar ve çürümeye yüz tutmuş apartmanlardan oluşan yoğun ve ilkel bir ağa inciler gibi yerleştirilmişti. Roma sokakları kirlilik ve gece trafiği gürültüsü nedeniyle yaşanılamazdı.

 

Orta Çağ şehirleri küçüktü, surlarla çevriliydi ve yaşam tarzı kalabalık, gürültülü, renkli ve pis kokuluydu; duyuların bir bombardımanı halinde varlığını sürdürürdü.

 

17. yüzyıldan itibaren zenginler arabalarla seyahat ettikçe sosyal sınıfların sokaklarda kaynaşması azaldı. Gaz lambalarının ortaya çıkması (18. ve 19. yüzyıllar), gece aydınlatmasını yavaş yavaş artırdı, ancak sokaklar yine de gürültülüydü.

 

Los Angeles, tam anlamıyla bir otomobil metropolüdür. Geniş otoyollar ve uzun ticari caddeler (Ventura, Wilshire Bulvarı) karakteristiktir. Ticari işletmeler, hızlı hareket eden sürücülerin dikkatini çekmek için "aşırı reklama" (devasa panolar, abartılı mimari) yönelmiştir.

 

Amerikan şehirleri: sembolizm, imgeler, algı

Hakim Amerikan mitleri kent karşıtıdır (bahçe, sınır, pastoral ideal). Ancak şehrin "Yeni Kudüs" gibi aşkın sembolizmi fikri (Winthrop'un Tepe Üzerindeki Şehri) varlığını sürdürmüştür.

 

Washington, D.C. kozmosu değil, ulusal ihtişamı simgelemek üzere tasarlanmıştır. Amerikan şehirlerinde, kilise kuleleri ve "devlet tapınakları" (görkemli kamu binaları) önemli sembollerdir. Brooklyn Köprüsü, işlevsel bir yapıdan Amerikan ilerlemesinin sembolüne dönüşmüştür. St. Louis Gateway Arch gibi anıtlar, şehrin Batı'ya açılan bir kapı olarak oynadığı tarihi rolü yansıtır.

 

Şehirler, ticaret ve rekabet yoluyla kimliklerini yansıtan lakaplar (Örneğin, New York: Büyük Elma; Chicago: Büyük Kılıç Ustaları Şehri) kullanırlar. "Geçit" (Batı'ya doğru hareket) ve "Başkent/Merkez" (merkezi konum) lakaplarının çokluğu dikkat çekicidir.

 

Manhattan'ın "ufuk çizgisi" gibi güçlü görsel simgelere sahip şehirler kolayca hayal edilebilir. Lynch'in araştırması, kentsel imgelerin sosyal sınıfa göre farklılık gösterdiğini ortaya koymuştur.

 

Kentsel deneyim, sosyal sınıf tarafından kısıtlanır; yoksullar (örn. Harlem'de) şehri istemsizce, tehdit edici ve parçalanmış alanlar olarak deneyimler. Harlem'de çocuklar için "ev sokaklardı" ve sefaletin farkındaydılar. Skid Row sakinleri "Anonimlik, uygun fiyatlı yaşam ve sosyal hizmet kurumlarına" yakınlık gibi adaptif nedenlerle çevrelerinden memnun olabilirler.

 

Mahalle kavramı karmaşıktır; planlamacıların ve sakinlerin algıları nadiren örtüşür. Beacon Hill gibi üst sınıf mahalleler, tarihi gelenek ve örgütlenme sayesinde yüksek statülerini korur ve güçlü bir kimlik sergiler. Memnuniyet, konutun fiziksel durumundan çok "iyi bir komşu olarak algıladıkları şeye" bağlıdır.

 

Banliyöler ve yeni şehirler: çevre arayışı

Tarihsel olarak, banliyöler şehir duvarlarının dışındaydı ve yoksullar, hırsızlar ve istenmeyen işler için bir yerdi, yani "tam anlamıyla kentli olmamak" anlamına geliyordu. Amerika'da, şehir merkezlerinin gerilemesiyle (19. yüzyıl) varlıklı kesim banliyölere taşınmıştır.

 

Banliyölere kaçış, kentin sanayi atıkları, hastalık tehlikesi, yoksulluk ve "şehir hayatının karmaşası ve zenginliğinden duyulan korku" gibi olumsuz yönlerine bir tepkiydi. Banliyö yaşamı, sağlıklı bir çevre ve gayriresmî bir yaşam tarzı arayışını simgeliyordu.

 

Banliyö gelişimi, ulaşım (demiryolu, otomobil) sayesinde hızlandı. Hızla büyüyen modern banliyöler (örn. Levittown), özdeş evler, bloklar ve alt bölümlerden oluşan bir denizdir.

 

Banliyö sakinleri, evlerini bireysel olarak değiştirerek "yenilik özgürlüğü" arayışlarını ifade ederler.

 

Amerikan banliyö ideali, tarım miti (arka bahçe/çiftlik), küçük kasaba demokrasisi ve "aile banliyö yaşamının merkezidir" gibi ulusal gelenekleri benimser.

 

Model köyler (19. yüzyıl İngiltere), sanayicilerin sosyal vicdanı ve kırsal yaşamın ahlak üzerindeki olumlu etkisine olan inancıyla kuruldu. Bahçe Şehir (Yeni Şehir), sağlıklı yaşam, sanayi ve tam bir sosyal yaşam için planlanmış, "yeşil bir kuşakla çevrili" kendi kendine yeten bir şehirdir. Yeni şehir hareketi, mimarinin sosyal davranışları etkilediği inancına dayanır. Gelecekte planlanan büyük yeni şehirler, antik çağların rahip-krallarının kozmik inşa idealine geri dönüyor gibi görünüyor.

 

Özet ve sonuçlar

İnsanların algısal kapasiteleri kültür ve çevre tarafından belirlenir; modern dünyada görmeye daha fazla vurgu yapılırken, diğer duyular ihmal edilir. Kültür, algıyı etkiler ve tutumları belirler (cinsiyet rolleri, yerli/ziyaretçi farklılıkları).

 

Fiziksel çevre, algısal keskinliği etkiler (zorlu ortamlar) ve dünya görüşlerinin yapı taşlarını sağlar (Mısır ve Sümer örnekleri).

 

Topophilia, görsel hazdan, yuvaya duyulan derin sevgiye kadar birçok biçimde ortaya çıkar. İnsanlığın ideal dünya hayalleri (Elişa), gerçek dünyanın kusurlarını giderir ve "bereketli otlaklar, büyülü ormanlar, kokulu adalar veya dağ vadileri" gibi yerel coğrafyayı yansıtır.

 

Avrupa dünya görüşü, dikey ve sembolik kozmostan, yatay ve dünyevi manzaraya doğru kaymıştır. Antik şehirler, düzeni ve özgürlüğü simgeleyen kozmik sembollerdi. Modern metropol deneyimi, bir yandan büyük soyutlama (sloganlar, silüetler), diğer yandan ise yakından deneyimlenen mahalle arasında bölünmüştür.

 

Vahşi doğa ve kırsala yönelik tutumlar, şehre bir tepki olarak gelişmiştir. İdeal çevre arayışı, "masumiyet bahçesi ve kozmos" olmak üzere iki zıt imge arasında sürekli bir salınım gösterir.

…