16 Temmuz 2019 Salı
5 Temmuz 2019 Cuma
Lozan Konferansı başlarken basın ile kurulan diyalog
Yrd. Doç. Dr. Ü. Gülsüm Polat - Lozan Konferansı başlarken basın ile kurulan diyalog
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 247-266
Türk delegeleri konferans için belirlenen Lozan’a gitmek
üzere daha yola çıkmadan evvel Türk ve yabancı basın organları ile sürekli
iletişim halinde olmuşlar ve Batı kamuoyunu Türk iddialarının haklılığına
inandırmak ve sempatisini kazanmak için dikkatli davranmışlardı.
Lozan Konferansı’nın toplanmasından sonra Türk basın
organlarına yansıyan haberlerin çoğunluğunu Londra ve Paris kaynaklı haberler
ve resmi görevlilerin beyanatlarının oluşturduğu görülmektedir.
…konferansa dair gecikmeyi duyduktan sonra İsmet Paşa
durumdan duyduğu rahatsızlığı müttefiklere bir nota vererek bildirmiş ardından
da gazetecileri çağırarak durumu açıklamıştı.
Bu dönemde Türk gazetelerinde yabancı basında çıkan
haberlere bolca atıfta bulunuluyordu.
Osmanlı Devleti’nde Batı basınının İngiliz haber ajansı
Reuter ve Fransız haber ajansı Havas’a ödediği aylık 200 Lira tahsisat
karşılığında takip edildiği ve gerekli haberlerin servis edildiği
görülmektedir.
Ajans Havas ve Reuter’in Lozan Konferansı süresince de bu
görevi sürdürmesi bekleniyor yani Batı kamuoyuna Türkiye hakkında aldığı
tahsisatın da karşılığı olarak doğru ve güvenilir haber vermesi isteniyordu.
İsmet Paşa’dan gelen yazıda Avrupa matbuatında bu iki ajans
kaynaklı çıkan haberlerde olumsuz bir Türkiye imajının çizildiğine
değinilmekteydi. Kararın kesinleşmesinden evvel Adnan [Adıvar] Beğ’in bu
ajanslarla çalışmaya son verilmesinin Türkiye açısından olumsuz olacağı yönünde
yazdığı yazı da kararı değiştirmemişti.
…
Lozan Görüşmeleri sürecinde Türkiye’nin Trakya ve Boğazlara yönelik aldığı askerî önlemler
Dr. Hüsnü Özlü - Lozan Görüşmeleri sürecinde Türkiye’nin Trakya ve Boğazlara yönelik aldığı askerî önlemler
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 201-246
Lozan’da görüşmeler devam ederken, Lord Curzon, Fransızların
Ruhr bölgesini işgal etmeleri üzerine, 15 Ocak 1923’de konferansı bitirmeye
çalışarak, Türklere bazı ödünler verilmesinden yana olan Bompard ve Garroni’nin
konferansı geciktirmesi taktiklerini göz önünde tutarak, Lozan’ı terk etme
tehdidini yaptı.
Gunaris ile Yorgo Hacıanestis’in Yunanistan’da idam edilmesi
üzerine İngiltere’nin Atina Büyükelçisi Yunan Hükümeti’nden pasaportlarını
talep ederek İngiltere ile Yunanistan arasındaki ilişkiyi kesintiye uğrattı.
26 Eylül 1922’de İstanbul’daki İtilaf Devletleri Komutanı
General Harrington Mustafa Kemal Paşa’ya bir mektup yazarak Türk birliklerinin
tarafsız bölgeden çekilmesini istemesi üzerine, kendisine verilen cevapta;
İngiliz birliklerinin Erenköy ile Çanakkale arasında tahribat yaptığı,
Çanakkale civarındaki binaları yıktığı, Türk birliklerinin yakınında top atışı
yaptıkları, Yunan uçaklarının Ezine üzerinde sürekli taciz uçuşu yaptığı
belirtilmiş (Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı Arşivi, İstiklal Harbi
Katalogu, İSH, K.1992, G.97, B.97-2.).
Lozan Konferansı döneminde İstanbul’da Kolordu yetkisinde ve
komutanlığını da Miralay Abdurrahman Nafiz Bey’in yaptığı bir komutanlık
kurulmuştur.
…yapılan görüşme ve haberleşmeler Türk ordusunun, barış
sağlanamaması halinde derhal savaşa girecek şekilde hazırlık yaptığını ortaya
koymaktadır.
6 Şubat’ta İzmir Limanını 1000 tondan büyük savaş gemilerine
kapatan Türk devleti, limandaki savaş gemilerinin 7 Şubat’a kadar limanı terk
etmelerini istedi ve bu talep, Hariciye Vekâleti tarafından 6 Şubat’ta
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Henderson’a ve Fransa Dışişleri Bakanlığına
bildirildi.
General Harington 25 Aralık’ta İngiltere Savaş Bakanlığı’na
gönderdiği gizli telgrafta şunları söylemektedir; “Ankara Türk ordusuna hazır
ol emri vermiştir. Konferansta kesinti olabilir. Burada hepimiz hazırız.
22 Ocak 1923 itibarı ile İngilizler Çanakkale bölgesinde
Albay Shuttleworth komutasındaki 28’inci İngiliz Tümeni iki tugayı ile birlikte
konuşlandı, bu tümenin dört piyade taburlu bir tugayı Çanakkale Boğazı'nın
Anadolu yakasında Barbaros hattını savunmak üzere, bir tabur Nara burnu
bölgesinde, üç tabur Çanakkale içinde tertiplendi.
İngilizlerde hakim olan kanaate göre Türklerin istekleri o
kadar değişik ve dayanılması güçtür ki Lozan Konferansı’nın bir netice
alınmadan dağılması ihtimali yüksektir.
(İngilizler) Kumkale ve Gelibolu Yarımadası’nın çeşitli
yerlerine ağır toplar konuşlandırdı ve tahkimata hız vererek bu işlerde
kullanılmak üzere 800 uzman Rum ve Ermeni işçi görevlendirdi.
11 Mayıs 1923 tarihli istihbarat raporuna göre,
Yunanistan’da genel seferberlik ilan edildi.
Lozan Konferansı’nın ikinci bölümü devam ederken ve sona
yaklaşılırken dahi Türk ordusu hazırlıklarına devam etti.
…
Lozan Görüşmeleri sırasında Mecliste ortaya çıkan II. Grup Muhalefeti ve basına yansıması
Yrd. Doç.Dr. Bengül Salman Bolat - Tekin Demiraslan - Lozan Görüşmeleri sırasında Mecliste ortaya çıkan II. Grup Muhalefeti ve basına yansıması
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 29-60
Mustafa Kemal Paşa 10 Mayıs 1921’de I. Grup da denilen,
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubunu kurmuştur. Buna karşın, muhalefette
kalanlar, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey liderliğinde bir araya gelmişlerdir.
Bu oluşum ise II. Grup olarak adlandırılmıştır.
…tartışmalar yoğunlukla Musul Meselesi ile iktisadi ve mali
meseleler üzerinde olmuştur.
Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Misak-ı Milli’nin tesisinde
tüm milletin emeği olduğunu ancak şimdi, I. Grubun bunu tek başına sahiplenmeye
çalıştığı yönünde bir yorum yaparak, I. Gruba karşı ilk tepkiyi göstermiştir.
Grupta, kurucu olarak Hüseyin Avni Bey’in dışında,
Canik Milletvekili Emin Bey,
Erzurum Milletvekili Süleyman Necati Bey,
Kastamonu Milletvekili Mehmet Besim Bey,
Kayseri Milletvekili Rıfat Bey,
Sivas Milletvekili Vasıf Bey ve
Mersin Milletvekili Selahattin Bey yer almışlardır.
II. Grup’un kurulmasından sonra, Mecliste görüşülen hemen
her konu iki grubun çekişmesine neden olmuştur.
2 Kasım 1922 tarihinde yapılan Meclis görüşmelerinde, Rauf
Orbay’ın konferansa gidecek heyetin Hükümet tarafından seçileceğini açıklaması
üzerine, II. Grup’un kurucularından Mersin Mebusu Selahattin Bey, “Bu kadar
azim mesuliyeti olan bir vazifeye, Meclisi Alinin itimadına mazhar olmaksızın
Hükümet nasıl murahhas tayin eder ve nasıl mesuliyeti üzerine alır?” Diyerek
itiraz etmiştir.
Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, “Büyük Millet Meclisi
istenildiği zaman ifayı vazifeden menedilemez... Heyet-i Vekile bu konuda söz
sahibi değildir.” Diyerek Rauf Bey’in fikrine karşı çıkmış ve tartışmalar devam
etmiştir.
İsmet Paşa, 21 Şubat 1923 tarihindeki gizli celsede Lozan Görüşmeleri
konusunda Meclise izahat vermiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt 3,
s.1290–1301.).
27 Şubat 1923 tarihindeki gizli oturumda ise barış
görüşmelerinin tekrar başlaması halinde hükümetin takip edeceği politika ve
hükümet tarafından hazırlanan mukabil projenin esasları Mecliste görüşülmeye
başlanmıştır.
Hüseyin Avni Bey: “Efendiler, bir teklifim vardır. Gerek
Heyeti Vekile ve gerek Büyük Millet Meclisi, Misakı Milli’den zerre kadar feda
ederse, icabı namus ve milli için çekilip gitmeli... Yalnız İsmet Paşa
Hazretlerinden ricam şudur: Askeri sahada fikirlerini hürmetle dinlerim,
iktisadi müdafaalarını dinlemem. Mali fikirlerini dinlemem. Adli mesailde
Adliye Vekili çıkmalı, mesaili maliyede Maliye Vekili çıkmalı, hem
müşavirleriyle bizi ikna edecek ve bir karar alabilecek şekilde çıkmalıdır. Bu
gün bu kadar kafi. Gitsinler, hazırlansınlar gelsinler. Eğer bundan fazla
hazırlanamıyorlarsa, mevkilerini hazırlanacak adamlara terk etmelidirler.” Diyerek
eleştirilerini ve önerilerini dile getirmiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt
3, s. 1307–1308.).
Erzurum Mebusu Durak Bey ise mukabil projeden haberdar
olmadıklarını, bildikleri tek şeyin Musul’dan vazgeçilmesi olduğunu belirtmiş
ve “Musul'un bir sene sonraya taliki demek arkadaşlar, Türkçede bir darbı mesel
vardır, sona kalan dona kalır. Musul'u gaip etmek demektir. Musul'u kayıp
ettikten sonra, senin Şarkta bir yerin kalmamıştır.” Diyerek Musul Meselesi’nin
ertelenmesini eleştirmiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt 3, s. 1309.).
Mustafa Kemal Paşa: Musul Meselesi’ni bir sene sonraya
ertelemenin Musul’dan vazgeçmek anlamına gelmediğini söylemiştir. Diğer
taraftan bazı mebusların Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamadığını ifade eden
Mustafa Kemal Paşa, Musul’un konferans gündeminden çıkartılarak İngilizlerle
karşı karşıya halletmenin milli menfaatler açısından daha faydalı olacağını
söylemiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt 3, s. 1317-1378.).
(3 Mart 1923) Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ise
“Beyefendiler; esas bozuk olunca onun üzerine konulacak bina çürük olur.
Binaenaleyh müzakeratın esası çürüktür. Çürük olduğu için bu müzakerat bir şey
intaç etmez. Sebebi: Efendiler; bütün illet bir noktadadır. O da Meclisimiz
icrai ve teşrii salahiyeti haiz bir Meclistir. Fakat Hükümetimiz adeta kalbine
usulü veçhile siyaset tedvir etmek istiyor. Yani yaptığı projeyi bizden
saklıyor. Bu da bir siyasettir. Fakat maalesef Meclisimizin bu günkü
vaziyetiyle kabili telif değildir. Ben icrai salahiyeti haiz olduğum halde
böyle gizli olarak hükümetin değil, hükümetin etrafına toplanacak büyük bir
zümrenin dahi yapacak olduğu işten mesuliyet kabul edemem.” Diyerek
eleştirilerini dile getirmiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt: 4, s, 36.).
(5 Mart 1923) İzmit Mebusu Sırrı Bey, İsmet Paşa’yı Misak-ı
Milli’yi tam olarak anlayamamak ve Misak-ı Milli’ye aykırı hareket etmekle
suçlamıştır.
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ise Heyet-i Murahhasa’nın,
Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılmış toprakları masa başında kaybettiğini ve
göreve devam etmemesi gerektiğini söyleyerek eleştirilerini dile getirmiştir (TBMM
GCZ, Birinci Devre, Cilt: 4, s.108; 130-132.). Aydemir, Ali Şükrü Bey’in
konuşmalarının onu, Mustafa Kemal Paşa ile kavganın eşiğine kadar getirdiğini
ve bu krizin I. Meclisin sonunu getiren olay olduğunu ileri sürmüştür (Şevket
Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal 1922–1938 Remzi Kitapevi, İstanbul
1999, s. 79–81; 5 Mart 1923 tarihli Meclis görüşmeleri için; TBMM GCZ
Birinci Devre, Cilt: 3, s. 106–147.).
TBMM, 1 Nisan 1923’te Meclisin yenilenmesine karar
vermiştir.
Tevhid-i Efkâr Gazetesi, 1 Mart 1923 tarihinde yayımladığı
bir haberde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Lozan Barış Konferansı’nda
katiyyen taviz vermeyeceği hususları aktarmıştır. Bunlar;
1.Karaağaç’ın Yunanlara terki
2.Musul’dan feragat edilmesi
3.Adli kapitülasyonlar
4.Mali ve iktisadı mevad
5.Yunanların tazminat ve tamirat bedeli vermeleri
Tan Gazetesi, Büyük
Millet Meclisi’nde muhalefet yoktur İkinci Grubun yegâne gayesi Misak-ı
Milli’de mündemiçtir ve Misak-ı Milli’den ibarettir diyor (“Vatan Yolunda
Birlik” Tan, 28 Şubat 1923.).
Velid Ebuzziya: “Bugün yapılacak yarım bir sulhün yarın pek
müthiş yeni bir harb tevlid etmeyeceğini kim temin edebilir (Velid
Ebuzziya,“Sulh Misakımıza Doğru” Tevhid-i Efkâr, 7 Mart 1923.).”
Velid Ebuzziya’nın Misak-ı Milli’den taviz verilmemesi
yönündeki bu sözleri II. Grup üyelerinin Mecliste söyledikleri ile aynı
paralellikte olmakla beraber, Hüseyin Avni Bey’in 4 Mart 1923 tarihli Meclis
toplantısında söylediği sözlerin bir bölümünün Velid Ebuzziya’nın bu
makalesinde yer alması, gizli oturumda görüşülenlerin basına sızdırıldığı
hissini uyandırmıştır. Nitekim 24 Mart 1923 tarihindeki Meclis oturumunda
Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, gizli oturumlarda konuşulanların ifşa
edildiğine dair bir beyanat vermiş ve bunu “Namussuzluk ve alçaklık” olarak
nitelendirmiştir (TBMM ZC. Birinci Devre, Cilt 4, s. 194–195.).
Velid Ebuzziya, 2 Nisan 1923 Tarihli Tevhid-i Efkâr
Gazetesi’nde yayımlanan “İyi mi Fena mı” başlıklı makalesinde, seçim kararının
Türkiye’yi iyice zayıflatacağını ileri sürmüştür. 3 Nisan 1923 tarihli “Yeni
İntihabat” başlıklı makalesinde de Lozan görüşmelerinin devam ettiği bu dönemde
alınan seçim kararının Avrupalıların TBMM’deki ayrılıklardan istifade etmesine
yol açacağını söylemiş ve seçim kararını “muzır bir iş.” Olarak değerlendirmiştir
(Velid Ebuzziya, “İyi mi Fena mı” Tevhid-i Efkâr).
Lozan müzakereleri ile ilgili olarak
Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi hükümetin Lozan’da izlediği
politikaya ve hükümete ve Heyet-i Murahhasa’ya güvenilmesi gerektiği yönünde
yayınlar yapmıştır. Tanin Gazetesi ise genel olarak Lozan’da elde edilenlerin
başarılı olduğunu söylemiş ve görüşmelerin kesilmesi yönündeki kararı
eleştirmiştir. Diğer taraftan, II. Grup’un yayın organı olan Tan Gazetesi ve bu
gruba yakınlığı ile bilinen Tevhid-i Efkâr Gazetesi, Hükümetin Lozan
politikasına şiddetle karşı çıkmışlar, Misak-ı Milli’de taviz verildiğini ileri
sürmüşler ve Misak-ı Milli’nin haricinde bir barışın kabul edilemeyeceğini
savunmuşlardır. Fakat Lozan Barış Antlaşması’nın ardından Tevhid-i Efkâr
Gazetesi’nin yayınlarında çok büyük bir değişiklik yaşandığı görülmüştür. Musul
Meselesi tehir edilmiş olduğu halde antlaşmayı büyük bir zafer olarak
duyurmuştur.
…
Lozan Barış Konferansı’nın ilk aşaması ve konferansın kesintiye uğradığı dönemde Yunanistan
Çiğdem Kılıçoğlu Cihangir - Lozan Barış Konferansı’nın ilk aşaması ve konferansın kesintiye uğradığı dönemde Yunanistan
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 129-154
20 Kasım 1922’de toplanan Lozan Barış Konferansı’nda
Yunanistan bir yandan konferansta kendisinden istenen taleplerle yüzleşmiş,
diğer yandan iç politikada bu felaketten sorumlu tutulanlarla hesaplaşma yoluna
gitmiştir.
Şubat 1923’te çıkmaza girmiş ve görüşmelere Nisan 1923’e
kadar ara verilmiştir. Bu ara dönemde Türkiye Lozan Konferansı’nda dile
getirdiği taleplerinden vazgeçmezken, Yunanistan Trakya ordusunu yeniden
yapılandırarak Türk taleplerine karşı bir baskı unsuru yaratmaya çalışmış,
Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgali ile başlayan
süreç, Yunanistan cephesinde Megali İdea doğrultusunda işgal sahasını
genişleterek bünyesine yeni topraklar katma çabasına girmiştir.
10 Ağustos 1920’de İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti
arasında Sevr Barış Antlaşması imza edilmiştir.
Yunanistan’da coşkuyla karşılanan Sevr Antlaşması’nı Türkiye
hiçbir zaman uygulamamıştır.
Kasım 1920’de yapılan genel seçimlerde göstermiş, seçim
sonucunda iktidara Venizelos karşıtı Kral yanlıları taşınmıştır.
Kral yanlılarının Küçük Asya’daki Yunan ordusuna atadığı
yeni komutanlarla Ocak 1921’de Türklere karşı ileri harekâta geçilmiş, ancak
Yunan ordusu Eskişehir’in batısında İnönü’de durdurulmuştur.
İtilaf Devletleri bir durum değerlendirmesi yapmak ve Sevr
Antlaşması’nı yeniden gözden geçirmek için 21 Şubat-10 Mart 1921 tarihleri
arasında Londra’da bir barış konferansı düzenlemişlerdir. Konferansta Sevr
Antlaşması koşulları kısmen yumuşatılmış bir biçimde Türk tarafına sunulmuş,
ancak müzakereler sonuçsuz kalmıştır.
Yunan ordusu, özellikle 1921 yılının Ağustos ve Eylül
aylarında gerçekleşen Sakarya Meydan Muharebesi ve 1922 Ağustosundaki Türk
Büyük Taarruzu sonrasında kesin bir yenilgiyle geri çekilmek zorunda kalmıştır.
Aleksandros Pallis, 1915-1922 yıllarında Yunanistan’ı ve
Yunanistan’ın Anadolu macerasını konu edindiği kitabında, Anadolu felaketinden,
Kral Konstantinos, dönemin başbakanlarından Dimitrios Gounaris ve arkadaşları
kadar Venizelos’u da sorumlu tutmaktadır. Ancak onların sorumluluk payının
Yunanistan’ı hem Birinci Dünya Savaşı’nda hem de Türk-Yunan Savaşı’nda “bir
piyon gibi” öne süren büyük devletlerin yöneticilerininkinden çok daha az
olduğunu ifade etmektedir. İstanbullu tarihçi Stefanos Yerasimos, Yunanların
yenilgisinin sorumluluğunu İngiltere’nin omuzlarına yükleyerek, İngiltere’nin
Ortadoğu politikasının bedelini, hem Yunanistan’ın hem de Küçük Asya’da yaşayan
Rumların çok pahalı ödediklerini ifade etmektedir (Stefanos Yerasimos,
Milliyetler ve Sınırlar, (Çev. Şirin Tekeli), 6.B., İletişim Yayınları,
İstanbul, 2010, s. 77.).
Yenilginin ardından 10/23 Eylül 1922’de Midilli ve Sakız
adasında başlayan askeri hareket kısa sürede bütün Yunanistan’ı etkisi altına
almıştır.
14/27 Eylül’de Kral Konstantinos ikinci kez tahttan
indirilmiştir.
Yunanistan tarihine “Altılar Davası/İ Diki ton Eksi” olarak
geçen bu süreçte Anadolu Seferi’ne çıkan komutanlar, sefer sırasında iş başında
olan başbakan ve bakanlar askeri mahkemede yargılanmışlardır.
İhtilal Komitesi’nin ilk işlerinden biri de Paris’te bulunan
Venizelos’u bilgilendirmek olmuştur. İhtilal Komitesi üyeleri, kendisinden
yurtdışında Yunanistan’ı temsil etmesini talep etmiş ve bu konuda kendisine
duydukları güveni dile getirmişlerdir.
Venizelos, Atina’ya gönderdiği 3 Ekim 1922 tarihli
telgrafında, Yunanistan’ın askeri ve diplomatik açılardan tamamıyla yalnız
kaldığı gerekçesini öne sürerek İhtilal liderlerine düşmanca davranışlardan
vazgeçmelerini söylemiş, onları Mudanya Konferansı’na katılmaya, Doğu Trakya’yı
boşaltmaya ve Trakya’da bulunan Yunan ordusunu yeni baştan düzenlemeye
çağırmıştır.
Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından Yunanistan
Doğu Trakya’dan Müttefiklerin yardımıyla çekilmeye başlamıştır.
Barış konferansına her ülkeden, biri kabine bakanı olmak
koşuluyla iki temsilcinin çağrılması kararı verilmiş olmasına rağmen,
Yunanistan Lozan’da toplanan bütün heyet başkanlarının aksine hiçbir resmi
görevi olmayan ve Atina’ya danışmadan her türlü belgeyi kesin olarak imzalama
yetkisine sahip olan Venizelos’u Yunan heyetinin başkanı olarak belirlemiştir.
Lozan Konferansı öncesinde ve esnasında önemli bir tartışma
konusu halini alan Trakya sorunu, Lozan Konferansı’nın ilk aşamasında bir
çözüme bağlanamamıştır.
30 Ocak 1923 tarihinde Yunan ve Türk Halklarının
Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol ile Sivil Rehinelerin Geri
Verilmesine ve Savaş Tutsaklarının Mübadelesine İlişkin Türk-Yunan Anlaşması
imzalanmıştır.
Lozan Barış Konferansı kapitülasyonlar, özellikle adli
kapitülasyonlar konusunda çıkmaza girerek 4 Şubat’ta kesilmiştir.
Venizelos konuya ilişkin Lozan’dan Atina’ya gönderdiği
telgrafta, “Eğer Trakya’ya başarıyla saldıracak yetenekli bir ordumuz varsa
Türklerin inadını kırabiliriz. Onların karşısında müttefikler uzlaşmacı, teslimiyetçi
görünüyorlar.”
(konferansın kesintiye uğradığı dönemde) Müttefikler de
Trakya ordusunu müzakerelerin bir silahı gibi kullanmışlardır.
Yunanistan ile Türkiye arasında Mart ayında karşılıklı
teklifler sunulmuştur. Hazırlanan Türk tasarısında Yunanistan’dan savaş
tazminatı isteğinin yinelenmesi, Yunanistan’ın tasarıya tepki göstermesine yol
açmıştır. Nitekim Yunan basını da savaş tazminatının çok ağır olduğunu ve
Yunanistan’ın yeniden savaşa girmeyi bu tazminatı ödemeye tercih ettiğini
sütunlarına taşımıştır.
Yunanistan, içinde bulunduğu trajik durumu gizlemek
istercesine Trakya ordusunu güçlendirerek adeta savaş çanları çalmaya
başlamıştır
…
Lozan Barış Antlaşması ve Ege Adaları
Fuat İnce - Lozan Barış Antlaşması ve Ege Adaları
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 101-128
Ege Denizi’ndeki adalar yüzyıllarca Osmanlı hâkimiyetinde
kalmıştır.
Bu adalar iki grupta toplanabilir. Birinci grupta,
Yunanistan’ın bağımsızlığını elde ettiği 24 Nisan 1830 ile Lozan Barış
Antlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz 1923 arasındaki dönemde Yunanistan’a
bırakılan adalar bulunmaktadır. İkinci grupta ise, Lozan Barış Antlaşması ve 10
Şubat 1947 Paris İtalyan Barış Antlaşması ile gayri askerî statüde olmaları
kaydıyla Yunanistan’a bırakılan adalar bulunmaktadır. Bunların dışındaki ada,
adacık ve kayalıklar için egemenlik devri yapılmamıştır.
Ege Denizi’nin kuzey-güney istikametinde yaklaşık olarak 660
Km boyunca uzandığı görülmektedir. Yüzölçümü 214.000 Km² civarında olan bu
denizin genişliği ise, kuzeyde 270, ortada 150 ve güneyde 400 Km kadardır.
Ege’yi diğer denizlerden ayıran en önemli özelliği değişik
büyüklükteki 1.800 kadar kara parçasının deniz yüzeyine adeta serpilmiş
olmasıdır.
…bu kara parçalarının toplam yüzölçümü 23.000 km2
civarındadır.
Oniki Ada / belli başlı yirmidört ada ile birçok adacık ve
kayalıktan oluşmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu Ege adalarını üç safhada ele
geçirmiştir. Birinci safhada, 1456’da Taşoz, Semadirek, Limni, Gökçeada ve
Bozcaada, 1462’de Midilli, 1470’de Eğriboz Adası ve Şeytan Adaları ile 1479’da
Sisam Osmanlı Devleti hâkimiyetine girmiştir. İkinci safhada, 1522’de Rodos ve
diğer Menteşe Adaları, 1534-1545 yılları arasında Kerpe, Çoban ve Kiklat
Adaları’nın tamamı ile 1566’da Sakız ve civarındaki adalar Osmanlı Devletine
dâhil olmuşlardır. Üçüncü ve son safhada ise 1669’da Girit 1718 yılında
İstendil Adası Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Ege Denizi’ndeki adaların tamamı 1830 tarihine kadar Türk
egemenliğinde kalmıştır.
1830 yılına kadar kesintisiz olarak Osmanlı
İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında kalan Ege adaları, Yunanistan’ın
bağımsızlığını elde etmesiyle beraber Türk egemenliğinden çıkmaya başlamıştır.
Trablusgarp Savaşı esnasında İtalya’nın Menteşe Adalarını ve Balkan Savaşları
sırasında da Yunanistan’ın belli başlı diğer adaları işgâl etmesi ve bu
işgâllerin I. Dünya Savaşı boyunca devam etmesiyle Ege adaları üzerindeki Türk
hâkimiyeti fiilen sona ermiştir.
Komisyon kararı gereğince / Limni adasının da Gökçeada,
Bozcaada ve Semadirek adası gibi Boğazlar sorunu ile birlikte incelenmesinin
uygun olacağı kararını almıştır.
Türkiye’ye bırakıldığı teyit edilen adalar dışında kalan
adalar isimleri belirtilerek ve Altı Büyük Devlet Kararı’na atıf yapılarak
egemenlik devrine konu olmuşlar, Yunanistan’a bırakılan adalar askerden
arındırılmış ve Türkiye’ye tehdit olmaktan çıkarılmışlardır.
(Antlaşmanın) İşbu antlaşmada aykırı bir hüküm bulunmadıkça,
Asya kıyısından üç milden az uzaklıkta bulunan adalar, Türk egemenliği altında
kalacaktır.” şeklindeki onikinci maddesi ile Menteşe Adaları dışında kalan
kesimde Türkiye ile Yunanistan arasındaki statü belirlenmiştir.
Yunanistan’a devredilen adaların askerî amaçlarla
kullanılmama durumları Türkiye sahillerine çok yakın olan Saruhan Adaları;
Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya adalarının isimleri belirtilerek
düzenlenmiştir.
…
Megali İdea ile Büyük
Yunanistan’ın Tuna ve Fırat Nehirleri arasında bulunan topraklarda kurulması
amaçlanmıştır.
…
Kırım Savaşı’ndan Lozan Barış Antlaşması’na Osmanlı dış borçlarının tarihsel gelişim süreci (1854-1923)
Yrd. Doç. Dr. Necdet Aysal - Kırım Savaşı’ndan Lozan Barış Antlaşması’na Osmanlı dış borçlarının
tarihsel gelişim süreci (1854-1923)
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk
Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 1-28
1854’te Kırım Savaşı’nın başlamasıyla birlikte artan bütçe
açıkları, Osmanlı Devleti’nin Avrupa para piyasalarından borçlanma sürecini
başlatmıştır.
Bu gelişmelerin sonucu olarak Osmanlı Devleti, acı
tecrübeler yaşayarak ve ağır bedeller ödeyerek tarih sahnesinden çekilmek
zorunda kalmıştır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu fetih esasına, ekonomisi ise
tarımsal üretime dayanmakta, her ikisi de sosyal yapı ve örgütlenme bakımından
askeri bir nitelik göstermektedir. Devletin bir diğer özelliği de savaş ve
akınları bir gelir kaynağı sayması ve ekonomisini bu temeller üzerine
oturtmasıdır.
Padişah I. Abdülhamit (1774-1789), mali bunalım karşısında
devlet büyüklerinden para toplanmasını ve bir çeşit iç borçlanmaya gidilmesini
düşünmektedir. Ancak bu yolda da başarı sağlanamamış ve zenginlerden ümidini
kesen Padişah, Şeyhülislam’dan fetva alarak Osmanlı tarihinde ilk kez dış
borçlanmayı deneyecektir.
İlk teşebbüs Felemenk’ten borç para istenmesi şeklindedir.
Fakat bu borçlanma gerçekleşmemiştir.
III. Selim (1789-1807) döneminde de mali bunalım devam
etmiştir. Babası Abdülhamit’in gerçekleştiremediği borçlanma için İspanya
elçisine başvuran III. Selim’in isteği reddedilmiştir.
1788’de devlet içerisinde bütün değerli madenlere el
konulmasına karar verilmiş, vezirler, ulema, halk, “kadın ziyneti ile altın ve
gümüş silahlar” dışındaki bütün altın ve gümüş eşyasını darphaneye teslim
etmeye çağrılmıştır.
…bir yandan Galata bankerleri olarak adlandırılan büyük
sarraflardan borç paralar almış öte yandan tedavüldeki sikkelerin tağşişi
yoluyla ek gelir sağlamaya çalışmıştır.
…ayrıcalıklar, zamanla tüm Avrupa ülkelerine tanınmış ve
Avrupalı tüccarların yerli tüccarlara karşı daha üstün bir hale gelmesinin önü
açılmıştır. Bu anlaşmalar, Osmanlı hazinesinin gelir kaybına uğramasına zemin
hazırlamış ve hammaddelerin çok ucuz bir şekilde yurtdışına ihraç edilmesi ise
Osmanlı sanayisini olumsuz yönde etkilemiştir.
…bütçe açıklarını kapatmada yeterli olmayınca 1839 yılında
“Kaime-i Nakdiye-i Mutebere” çıkarılmasına karar verilmiştir.
…para ile tahvil arası bir niteliğe sahip olan kaimeler,
ekonomide yine enflasyonist etki yaratmıştır.
1814’te Osmanlı kuruşu 1 İngiliz sterlinine eşitken, 1839’a
gelindiğinde 104 Osmanlı kuruşu 1 İngiliz sterlini etmeye başlamıştır.
…son derece bozuk olan bu mali durum 28 Ocak 1854’te Kırım
Savaşı’nın başlamasıyla daha da bozulmuştur.
Dönemin Padişahı Sultan Abdülmecit, 4 Ağustos 1854’te 5
milyon İngiliz lirası (5,5 milyon Osmanlı lirası) bir borçlanma anlaşması için
hükümete yetki vermiştir. Hükümet, 24 Ağustos 1854’te Londra’dan Palmer &
Co., Paris’ten Gold Schmit et. Ass. İsimli kuruluşlarla masaya oturarak
3.300.000 Osmanlı lirası tutarındaki ilk borç antlaşmasını imzalamıştır.
Osmanlı Devleti’nin, 1854 yılından 1875 yılına kadar olan 21
yıllık süre içerisinde dış borçlanmaları her geçen gün artmış ve devletin bütçe
gelirleri o yıl ödenecek borçlara yetmediğinden açıklar vermeye başlamıştır.
1875 yılında gelindiğinde devlet, almış olduğu dış borçların
anaparasını ödemek şöyle dursun faizini dahi ödeyemeyecek duruma düşmüş ve 6
Ekim 1875’te iflasını bir kararname ile resmen ilan etmiştir.
1876 Nisanında ise bütün dış borç taksitlerinin ödenmesi
durdurulmuş ve bu durum 20 Aralık 1881 “Muharrem Kararnamesi” ne kadar
sürmüştür.
…kararname ile dış borçlar yeni bir düzene bağlanmış ve
alacaklı devletler, “Düyun-u Umumiye” adıyla bir örgüt kurarak borçlara
karşılık gösterilen devlet gelirlerini direkt olarak toplamaya başlamışlardır.
Yabancılara verilen imtiyazların sürekli olarak
arttırılması, İmparatorluğu sömürgeci Batılı Devletlere hammadde sağlayan ucuz
bir pazar haline getirmiştir.
Azınlıkların kontrolünde bulunan ticarette ise milli tüccar
bir türlü ön plana çıkamamıştır.
Osmanlı Devleti, 1914 yılına kadar yüksek faizlerle 41 adet
dış borçlanma gerçekleştirmiş ve dış borçlar toplamı 104 milyon 212 bin Osmanlı
lirasına ulaşmıştır.
…yıllık borç servisi 13 milyon Osmanlı lirasına ulaşmaktadır
Aynı yıl Osmanlı bütçesinin ise 30 milyon…
Birinci Dünya Savaşı boyunca Almanya’ya 150 milyon lira
civarında borçlanılmış ve bu borçların büyük bir kısmını Ulusal Bağımsızlık
Savaşı boyunca gerekli olacak silah ve malzeme alımlarında son derece ihtiyaç
duyulacak sterlin, mark ve frank gibi yabancı paralarla ödemek zorunluluğu
doğmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın başında
yaklaşık olarak 1.710.000 kilometrekare yüzölçümü, çeşitli ırk, din ve
dillerdeki 22 milyonluk nüfusa sahipti.
İmparatorluğun Türk nüfusu Balkan Savaşı’ndan sonra yapılan
nüfus istatistiklerine göre yaklaşık 11 milyon olarak tespit edilmiş, fakat
Birinci Dünya Savaşı ve kayıplarının da göz önüne alınmasıyla bu miktar 8
milyon civarına inmiştir.
Batılı devletleri bir araya getirmiş ve 18–26 Nisan 1920’de
San Remo’da toplanan konferansta Osmanlı topraklarının paylaşım planına son
şekil verilmiştir.
Sevr Antlaşması ile Osmanlı Devleti tarih sahnesinden
silindiği gibi, Türk topraklarının paylaşılmasıyla ilgili projelerde de son
aşamaya gelinmiştir.
Büyük Millet Meclisi, 7 Haziran 1920’de kabul ettiği bir
yasa ile 16 Mart 1920’den sonra, TBMM onayı olmaksızın İstanbul Hükümeti’nce
yapılmış ve yapılacak her türlü antlaşmayı geçersiz saydığını duyurmuştur.
Türk heyeti Mudanya Mütarekesi’ni
esas almaktadır. Buna karşılık İtilaf Devletleri, konferansı Milli Mücadele’nin
bir sonucu olarak değil, Birinci Dünya Savaşı’nın devamı olarak görmüşler ve bu
nedenle de galip taraf olduklarını iddia etmişlerdir.
Konferansın ilk döneminde Türk tarafı, en fazla İngiltere
ile karşı karşıya gelmiştir.
Lozan Barışı’nın 46. maddesine göre Türkiye, borçların
önemli bir kısmını ödemeyi kabul etmiştir.
6 Ağustos 1924’te yürürlüğe giren Lozan Barış Antlaşması ile
Osmanlı İmparatorluğu’nun toplam dış borç miktarı 129.604.910 lira olarak
belirlenmiştir.
Bu borçtan Türkiye Cumhuriyeti’ne düşen pay 84.597.495 lira
olmuştur. Ancak, bu miktara ödenmemiş taksitler ve avanslar dâhil edilince,
Türkiye’nin payı 105.559.623 lira olarak hesap edilmiştir.
25 Mayıs 1954 tarihinde 100 yıllık dış borçlanma dönemi acı
tecrübelerle kapanmıştır.
…
Ebuzziyazade Velid Bey’in kaleminden Lozan Konferansı Dönüşü İsmet Paşa’yı Gülcemal Vapuru’nda Köstence’de beklerken (10-16 Şubat 1923)
Prof. Dr. Serpil Sürmeli - Ebuzziyazade Velid Bey’in kaleminden Lozan Konferansı Dönüşü İsmet Paşa’yı Gülcemal Vapuru’nda Köstence’de beklerken (10-16 Şubat 1923)
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 267-284
İsmet Paşa ve beraberindeki Türk Heyeti yurda dönmeye karar
vererek, 7 Şubat 1923’te Lozan’dan ayrıldı.
…heyeti Köstence’de karşılayıp getirmek üzere, TBMM Hükümeti
tarafından Gülcemal Vapuru tahsis edildi.
Vapurda on gazeteci arasında bulunan Tevhid-i Efkâr Gazetesi
sahibi ve başyazarı Velid Bey, Köstence yolculuğunu ve burada geçen altı günlük
bekleyişi nihayet İsmet Paşa ile dönüş yolunda gerçekleşen görüşme ve
izlenimlerini kaleme aldı.
(Köstence) Şurası nazar-ı dikkatimizi celbetti ki, karaya
ayak basar basmaz ilk karşımıza çıkan sivil zabıta memurları mükemmel Türkçe
biliyorlardı.
İsmet Paşa: Lozan’a herkes istediklerini cebine koyup
gelmişti. Çok mücadele ettik… Galiba geçen Pazar günüydü. İngiliz murahhasları
Lozan’dan hereket ettiler. Ertesi sabah Mösyö Bompard ile görüştüm. Sordum, Ne
olacak? dedim. İnkıtaın resmen tebliğini istedim. Mesuliyetin ağırlığından
bahsederek, vaziyetin Mudanya Mütarekenâmesi’nin hitamı lüzumuna amir olduğunu
beyan ettim. Mösyö Bompard, hayır dedi. Konferans inkıta bulmamıştır.
Müttefikler bizden tamirat namı altında hasarat-ı harbiye de
istiyorlardı.
Bizde birinci tertip evrak-ı nakdiye karşılığı olarak Viyana
Bankası’nda iken, müttefiklerce vazıyed edilen 5 milyon altın lira ile
İngiltere’ye bedelleri tesviye edilmiş olan dretnotların iadesinden bilmukabele
vazgeçtik ve bu suretle takas yaptık.
Yunanlılar aramızda anlaşacağız. Yunanlılar memleketimizde
çok geniş tahribat ika ettiler. Bunların tamir ve telafisi için 4 milyar altın
frank istedik. Anlaşacak ve mesele hükme havale edilecektir, dediler. İngiliz
heyet-i murahhası bu meselede çok mukavemet gösterdi. Nihayet muahedeye böyle
bir madde girmesi karargir oldu.
Boğazlar ve hudutlar
meselelerinde bilhassa bidayette muhteriz davrandım. Binbir millet oraya
toplanmıştı. Hepsinin başka başka nokta-i nazarları vardı. Evvelâ beni
söyletmek istiyorlardı. Bu ihtizazımda haklı idim.
…
Demokrat Parti Dönemi’nde Lozan algısı
Ahmet Gülen - Demokrat Parti Dönemi’nde Lozan algısı
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 77-100
Milli Mücadele’yi yürüten kadro, Kurtuluş Savaşı’nı
‘‘diplomatik zafer’’e dönüştüren Lozan Barış Antlaşması’na özel bir önem
atfetmiş ve Antlaşma’nın imzalandığı tarih olan 24 Temmuz’u kutlamaya önem
vermiştir.
29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edildikten sonra
bağımsızlığın simgesi olarak kabul edilen Lozan Antlaşması’nın yıldönümleri,
‘‘Lozan Günü’’ adı altında kutlanmaya başlamıştır.
Lozan’a bağlılık CHP kadar, DP tarafından da benimsenmiştir.
Demokratlara göre Lozan da tıpkı İstiklal Harbi gibi, 9
Eylül gibi millete mal olmuştur.
DP, ayrıca iktidarda kaldığı süre boyunca Cumhuriyet’in
kurucusu Atatürk’ü daha ön plana çıkarmaya çabalamıştır. Bu hamlenin asıl
hedefi CHP’yi ve onun genel başkanı İsmet Paşa’nın karizmasını yıpratmak
olmuştur.
25 Temmuz 1951 tarihinde de Atatürk’ü Koruma Kanunu TBMM’den
geçmiştir.
DP iktidara geldikten sonra uygulamaya başladığı bu
stratejilerin bir sonucu olarak da tek parti döneminde kutlanan ‘‘Lozan Günü’’
uygulamasından vazgeçmiştir.
Tek parti devrinde kutlanmasına özen gösterilen ‘‘Lozan
Günü’’, DP devrinde unutulmaya yüz tutan bir etkinlik olarak dikkat çekmiştir.
DP’nin iktidarı devralışından iki ay sonra Lozan
Antlaşması’nın yıldönümü İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bir törenle
kutlanmıştır. Az sayıda katılımcının yer aldığı törende Lozan’ın ‘‘memleketin
mukadderatı üzerinde yarattığı tesirler anlatılmış’’ ve ‘‘Lozan barışının milli
vahdeti kurduğu’’ vurgulanmıştır.
İsmet İnönü: Lozan temel fikir
olarak milli devletin kurulmasını, istiklali, milletlerarası hak ve hukuk
eşitliği mefhumlarını gaye ittihaz etmiş bir konferanstır. Münevverlerimiz
ve gençlerimiz bu zihniyetle muahedeyi mütalaa ederlerse siyasi tarihimizin
geçirdiği başlı başına birçok değişiklikleri çok iyi kavrarlar (Hürses, 25
Temmuz 1952, Yıl: 2, Sayı: 570, s. 1-6.).
1955 yılı Lozan kutlamalarının en önemli özelliğiyse bu
dönemden itibaren çeşitli yerlerdeki törenlerin yasaklanmaya başlamasıdır.
Lozan günü kutlamalarının yasaklanması yalnızca İstanbul ile
sınırlı olmamıştır. CHP İzmir İl Başkanı Dr. Lebit Yurtoğlu, Lozan’ın
yıldönümünde yapmak istedikleri törene izin verilmediğini açıklamıştır.
DP’lilere Lozan’ı anımsatan en önemli olay, hiç kuşku yok ki
Kıbrıs sorunu olmuştur.
Kıbrıs konusunun gittikçe büyük önem kazandığı 1956 yılının
24 Temmuz tarihine, Lozan Antlaşması’nın 33. yıldönümüne, hükümet yanlısı basın
da ilgi göstermiştir.
İsmet İnönü: Lozanda tespit olunan Kıbrıs statüsünün
değişmesi[nin] Lozan muahedesinin ihlali olduğuna şüphe yoktur (Son Posta, 25
Temmuz 1956, Yıl: 26, Sayı: 3706, s. 1-7.).
Lozan’ın kutlanması ile ilgili tartışmalar 1959 yılında da
tüm hızıyla devam etmiştir.
…
Ali Naci Karacan’ın Gözüyle Lozan Konferansı ve İsmet Paşa
Yrd. Doç. Dr. Fatih Tuğluoğlu - Ali Naci Karacan’ın Gözüyle Lozan Konferansı ve İsmet Paşa
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 285-328
Milli mücadele yıllarında halkın büyük saygı duyup itibar
ettiği Osmanlı saltanatına karşı herhangi bir girişimde bulunulmamış ve milli
hareketin amacının padişahı kurtarmak olduğu ısrarla anlatılmaya çalışılmıştır.
Konferansta Türk tezini savunacak heyete verilecek
talimatname hükümetçe hazırlanmış ve Misak-ı Milliye uygun bir şekilde barış
yapılması için dikkat edilmesi gereken asgari şartlar tespit edilmek istenmiştir.
Ali Naci Karacan, Türk basın tarihinde önemli bir mevkie
sahiptir. 1896-1955 yılları arasında yaşayan ve lise çağlarından itibaren
yazıları Servet-i Fünun ve Rubab Dergilerinde yayınlanan Karacan, Mondros
Mütarekesi’nden sonra Akşam Gazetesinde Milli Mücadeleyi destekleyen yazılar
kaleme almıştı. Lozan’a giden Türk heyeti ile birlikte Konferansın ikinci
döneminde Lozan’da bulunmuştu. Daha sonraları İkdam, Tan, İnkılap ve Bugün
Gazetelerini çıkarmış ancak asıl şöhretini 1950’li yıllarda kurduğu ve bugüne
kadar gelen Milliyet Gazetesi ile elde etmiştir.
İsmet Paşa 11 Kasım akşamı Lozan’a ulaştığında konferansın
20 Kasım tarihine ertelendiğini öğrenmişti. Paşayı karşılamaya gelen Fransız
Konsolosu seyahatin Paris’e kadar uzatılmasını önermişse de İsmet Paşa Lozan’a
inme kararı almıştı.
O dönemde İsviçre kamuoyu, Türkiye konusunda hiç iyi olmayan
bir düşüncelere sahipti.
Lozan’a gelen Amerikalı ve Avrupalılar da bu
propagandalardan etkilenmekteydiler.
İsmet Paşa Lozan’a ulaştığı gün, kendisini Paris’e davet
eden Fransa Devlet Başkanı Raymond Poincare ile görüşmek üzere 14 Kasım’da
beraberine Münir, Tevfik ve Atıf Beyleri alarak Paris’e gitmişti.
Barış konferansından istediği sonucu alamaz ise kuvvet
kullanma taraftarı olan
İngilizlere karşın Türkiye’de büyük yatırımları olan ve
Düyun-ı Umumiye’nin en büyük alacaklısı olan Fransa’nın uzlaşmacı bir yol
izleyeceği düşünülmekteydi.
Ali Naci Karaca’a göre İngiliz Başdelegesi Lord Curzon
uluslar arası siyasetin en kurt politikacılarından biri olmakla bilinmekte, her
şeye yukarıdan bakma ve yüksekten konuşma meraklısıydı.
Konferansın ismi “Doğu İşleri Konferansı” olarak
belirlenmişken İsmet Paşa’nın itirazıyla “Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan
Konferansı” olması kararlaştırılmıştı.
Ali Naci Karacan, Konferansın müzakereler dışındaki
saatlerin Müttefikler Başdelegelerin özel görüşmelerine ayrıldığını
yazmaktadır.
Boğazlar Meselesi
19. yy. boyunca Boğazların statüsü konusunda İngiliz-Rus
rekabeti yaşanmıştı. O dönemde İngiltere boğazları Rusya’ya kapatmaya
çalışırken Rusya ise her vesile ile boğazların açılmasında ve serbest geçişte
ısrar ederdi. Fakat Lozan günlerinde tarafların pozisyonu değişmiş ve
beklentileri de farklılaşmıştı. Sovyet Rusya, boğazlardan geçişi sınırlayarak
Karadeniz üzerinden kendisine gelecek muhtemel tehlikeleri önlemeye çalışmakta
Lord Curzon’un temsil ettiği İngiltere ise boğazların serbestliğini aynı
zamanda askerden arındırılmasını savunmaktaydı.
Lord Curzon’un başkanlık ettiği askerlik ve topraklar
komisyonu (1.Komisyon) boğazlar meselesinin ilk görüşmesine 4 Aralık 1922’de
başlamıştı.
Balkan ülkelerinin desteğini alan Müttefikler ise boğazların
askerden arındırılarak bir komisyon tarafından yönetilmesini, savaş gemilerinin
geçişinin Türkiye’nin savaştaki pozisyonuna göre belirleneceği bir teklifi
önermekteydi.
9 Aralık’ta yaptığı toplantıda İsmet Paşa, boğazlar
konusundaki Türk tezini açıklamıştı. Paşa’ya göre; boğazlar bölgesinin
silahsızlandırılması Marmara, Trakya ve İstanbul’un güvenliğini tehlikeye
düşürecekti.
Boğazlar toplantısının sonucunda Türkiye kendi güvenliğini
sağlamak şartıyla boğazlardan geçişin serbest olmasını kabul edeceğini
açıklamaktaydı.
31 Ocak günü
Lord Curzon’un bir oldubitti yaratarak “vaktimiz yok,
antlaşmayı imza edeniz!” sözüne karşı Türk heyeti teklif edilen projenin tam 26
noktasına itiraz edecekti. Kabul edilmeyen en önemli husus Musul’un geleceği
konusuydu. Yunanistan’dan tazminat talebi, Düyun-ı Umumiye, imtiyazlar, Trakya
ve Gelibolu’da bulundurulacak asker sayısı ve Türkiye’de yaşayan yabancıların
tabi olacakları adli usul de diğer anlaşmazlık konularını oluşturmaktaydı
Türk heyeti, Müttefiklerin projesine karşın kendi projesini
hazırlamış ve 4 Şubat Pazar günü Müttefiklere ulaştırmıştı.
Lord Curzon, daha fazla görüşmeye vakit olmadığını söyleyerek
İsmet Paşa’nın kesin cevap vermesini istemişti. Fakat İsmet Paşa, Türk
hâkimiyetine aykırı hiçbir kaydı kabul etmeyeceği söyleyerek Müttefik önerisini
reddetmişti.
Konferans 4 Şubat Pazar günü Lord Curzon’un Lozan’dan
ayrılması ile fiilen kesilmişti.
Lozan Barış Konferansının yarıda kalması üzerine Ankara’ya
dönen Türk heyeti, görüşmeler ve genel vaziyet hakkında TBMM’de bilgi vermişti.
Mecliste görüşmeler 24 Şubat ile 6 Mart arasında yapılan
gizli oturumlarda müzakereler değerlendirilmiş ve tartışmalar yaşanmıştı.
Meclis’in delege heyetine verdiği güvenoyu üzerine
Müttefiklerin antlaşma projesine cevap verme kararı alınmıştı. Vekiller
Heyetinin hazırladığı 8 Mart 1923 tarihli cevabi nota ve antlaşma projesi
İngiltere, Fransa ve İtalya’ya İstanbul’da bulunan temsilcileri vasıtasıyla
ulaştırılmıştı. 100 sayfa uzunluğunda antlaşma projesi ve 15 sayfalık notada da
Türkiye’nin barışa ulaşmak için yaptığı fedakârlıklar anlatılmıştı.
Müttefikler, Türk projesini notasını aldıktan sonra
Londra’da görüşme yapmaya ve Türkiye’ye karşı cephe birliği sağlamlaştırmaya
çalışmışlardı. 28 Mart’ta cevap vererek 23 Nisan 1923’de Lozan’da toplanmayı
önermişlerdi.
Fransız Dış İşleri Bakanlığının fikirlerine tercüman
oldukları iddiasıyla yayınlanan haberlerde: “…Türkiye
hükümeti birkaç ay evvelinden şüphesiz daha zayıftır. Bugünkü meclisin vaziyeti
muvakkattir. Yeni meclis ise şimdikinden daha iyi olmayacaktır. İsmet Paşa yeni
meclisin tesiri altında müzakereleri idare edecektir. Türkler, Yunan ordusuna
karşı taarruza geçecek kudrette değildirler. Bu hal Türk murahhaslarını
Lozan’da bir hal çaresi aramaya mecbur edebilir…”
İkinci dönem toplantıları 23 Nisan pazartesi günü saat 17’de
Chateau d’Ouchy’de başlamıştı.
İsmet Paşa, artık fedakârlık yapmak niyetinde görünmemekteydi
ve Müttefikler arasında verilmek istenen görüntünün aksine bir cephe birliği
bulunmamaktaydı. Karacan’ın ifade ettiği şekliyle bu durumun sebepleri
şunlardı: İngiltere ve Türkiye arasında anlaşmazlığa sebep olan konular
Konferansın birinci döneminde gündeme gelmiş ve çözüm yoluna girmişti.
Sıkıntılı ve halen çözümlenmemiş maddeler nedeniyle İngiltere’nin Türkiye’yi
savaşla tehdit etmesi mümkün görünmemekteydi.
Sovyet Rusya’yı temsil eden Vorovski’nin öldürülmesi,
Türkiye’de tedirginliğe neden oldu…
Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yy’ın ikinci yarısından
itibaren aldığı dış borçların ve faizlerin nasıl ve hangi para ile ödeneceği
meselesi tüm konferans boyunca tartışılan bir meseleydi.
Ali Naci Karacan, Konferansın en şiddetli ve en sert
tartışmaların yaşandığı dönem olarak 23 Haziran-17 Temmuz tarihlerini
vermektedir.
Antlaşmanın imzasının ardından İkdam Gazetesinin 24 Temmuz
1923 tarihli sayısında Ankara’da 101 pare top atışı yapılacağı ve ertesi günün
de sulh bayramı olarak kutlanacağı ifade edilmiştir.
Osmanlı borçlarının hangi para birimi ile ödeneceği
konusunda Fransızların uzlaşmaz tutumu nedeniyle Konferans uzamıştı.
…
3 Temmuz 2019 Çarşamba
Yeni Gün Gazetesi (1918 - 1923)
Yeni Gün Gazetesi (1918 - 1923)
Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007
Yeni Gün, yayın hayatına 2 Eylül 1918’de İstanbul’da
başlamıştır. 24–27 Ocak 1919 ve 11–22 Şubat 1919 tarihlerinde aldığı kapatılma
cezasına, pek çok gazetenin yaptığı gibi uymayarak Eski Gün adıyla yayınını
sürdürmüştür. Gazete, 27 Mart 1919–11 Ekim 1919 tarihleri arasında, ülkenin
içinde bulunduğu olağanüstü koşullar ve Yunus Nadi’nin Bekirağa Bölüğü’ne
sürgün edilmesi nedeniyle yayınlanamamıştır. 11 Ekim 1919’da yeniden
yayınlanmaya başlayan Yeni Gün, İstanbul’un 16 Mart 1920 tarihinde İtilaf kuvvetleri
tarafından işgal edilmesi ve matbaasının bu kuvvetler tarafından basılması nedeniyle
16–20 Mart 1920 arasındaki günleri kapsayan süreçte yayınlanamamış, 21 Mart’ta
yeniden yayına başlamış ve 12 Nisan 1920’ye kadar yayınını sürdürmüştür. İstanbul’da
Milli Mücadele yanlısı bir gazete olarak yayın yapmanın zorluğu ve mücadelenin
merkezinin Anadolu olarak belirlenmesinin ardından Nadi matbaasını Ankara’ya
taşımış ve 10 Ağustos 1920’den itibaren gazete Anadolu’da Yeni Gün adıyla yayınlanmaya
başlamıştır. Sakarya Savaşı sıralarında matbaası Kayseri’ye taşınmış, 1 Eylül
1921 – 7 Ekim 1921 sayıları burada yayınlanmış, bu sırada gazeteyle Kemal Salih
Sel ilgilenmiştir. 22 Kasım 1921’de yeniden Ankara’ya dönen Yeni Gün, 8 Mayıs 1924’den
itibaren Cumhuriyet adıyla yayınlanmaya başlanmıştır (s. 16).
20 Kasım’da Lozan Barış Konferansı açılmıştır ve Nadi’ye
göre Batılı devletler ve özellikle de İngiltere artık savaşacak durumda
olmadığından, Türk tarafının istekleri kabul edilmek zorundadır (Yunus Nadi,
“Lozan Konferansı”, 20 Kasım 1922).
Musul ve kapitülasyonlar meselelerinde anlaşma
sağlanamamasının da tetiklemesiyle “İtilaf devletlerinin asıl saik-i
hareketleri” açığa çıkmıştır. “Doğrudan doğruya ticaret hırsıyla hareket eden
bu devletler istiklal uğrunda fedakârlıkların en büyüğünü yapmış olan
Türkiye’ye karşı, o istiklali hiçe sayacak teklifler dermiyan etmişlerdir (“Konferans
dağılacak gibi: Kapitülasyonlar meselesinde İhtilaf”, 4 Aralık 1922.).
Yeni Gün’ün Lozan muhabirliğini
yapan Şükrü Kaya ise, Lord Curzon’un İsmet Paşa’ya müracaat ederek iki ülke
arasında “suret-i hususiyede anlaşmanın imkân dâhilinde olduğunu”, “Trakya’da
Karaağaç’ı ve şimendiferlerin tamamını, Musul ve havalisinin hâkimiyetini
Türkiye’ye” bırakmaya hazır olduğunu bildirmiştir (“Curzon, İsmet Paşa’ya
Müracaatla Bizimle Suret-i Hususiyede Anlaşmak İstediğini Karaağacı, Trakya Şimendiferlerini
ve Musul Hakimiyetini Bize Terke Amade Olduğunu Bildiriyor”, 8 Aralık 1922.).
İsmet Paşa, barış görüşmelerinin
kapitülasyonlar meselesi yüzünden değil, Musul meselesi yüzünden kesintiye
uğradığını açıklamıştır. Ankara, Musul’un “Irak’ta değil, Anadolu’da kâin”
olduğunu ve Mütareke’nin imzalanmasından sonra işgale uğradığını ve bu nedenle
de bu şehir üzerinde tasarruf hakkının kendisine ait olduğunu savunmaktadır (“Musul
hakkındaki Türk mutallebatı haklıdır”, 8 Ocak 1923.).
Aynı sıralarda İngilizler, İstanbul’dan Lenington vapuru ile
Dedeağaç’taki Yunanlılara, binlerce sandık dolusu cephane, bomba, mitralyöz,
tayyare göndermişlerdir (“İngilizlerin Yardımı, Yunan ordusuna malzeme
gönderiyorlar”, 10 Ocak 1923.).
“Bu devletler İngiltere’nin şahsında insanlığın baş belası olan
emperyalistliğin, Fransa’nın şahsında sermayedarların ve bankerlerin
esiridirler. İtilaf Devletleri’nin teklif ettiği barış kabul edilemez. Böyle
bir barışı TBMM kabul etse görevini yapmamış olur. Millet de bu şekildeki bir
barışı iptal etmeye çalışır. Çünkü Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan sınırında
askersiz bölge, Boğazlar’da Cemiyet-i Akvam’ın egemen olması, Akdeniz
adalarının Yunanlılar ile İtalyanlar’ a paylaştırılması tekliflerini kabul
edemez (Yunus Nadi, 31 Ocak 1923.).”
4 Şubat 1923’de Lozan görüşmeleri kesilmiştir.
Yeni Gün, “Söz Mehmetçiğindir!” demektedir. İsmet Paşa ise
“Türkiye’ye dönüşünün yeni bir savaş demek olmadığını ve konferansın yeniden
akdi tarihinin müttefiklere ait olduğunu” söylemiştir (“En Son Vaziyet ve
Türkiye, İsmet Paşa trende Daily Mail muhabirine beyanatında”, 11 Şubat 1923.).
Nadi, Lozan’ı Babil Kulesi’ne benzetmekte ve işin silahlara
kaldığını tehditkâr bir dille tekrarlamaktadır (“Lozan Labirenti”, 1 Mart 1923.).
Yabancı basın, Meclis’in Müttefiklerin barış teklifini reddetmesini,
Türkiye’nin savaş taraftarlığının bir göstergesi olarak sunmuş ve Avrupa kamuoyunu
Türkiye aleyhinde etkilemeye çalışmışlardır.
1 Nisan 1923 Lozan Antlaşması’na Türk halkından yeni itimat
oyu almış olarak çıkmak için meclis kendini fesh etmiştir.
Yunanlılar Türk iddialarının haklılığına rağmen “mali vaziyetlerinin
kararsızlığı sebebiyle” tazminat veremeyeceklerini belirtmiş ve Karaağaç’ın Türkiye’ye
bırakılmasını kabul etmişlerdir. “İsmet Paşa hazretleri memleketin sulhperver hissiyatına
yeni bir misal olmak üzere tazminattan feragat ettiğini ve bu suretle yeni bir fedakârlık
yaptığı, mamafih mesail-i maliyenin halli esnasında Yunan tazminatından vazgeçilmesi
üzerine bir kat daha müşkülleşmiş olan Türkiye vaziyet-i maliyesinin müttefiklerce
nazar-ı itibara alınmasını temenni ettiğini söylemiştir (Konferans Yunan
Tamirat Meselesini Münakaşa Etmiş ve Atideki Esaslar Dâhilinde İtilaf Husule Gelmiştir”,
28 Mayıs 1923.).”
21 Temmuz’da ise “Hükümetin kemal-i ehemmiyetle nazar-ı
dikkatine” alt başlığı ile ve yalnızca “L” imzalı olarak yayınlanan makalede,
üç gün sonra barış anlaşmasının imza edileceğinin kesinleştiği haber
verilmektedir (L, “Sulh ve Piyasa”, 21 Temmuz 1923.).
Hindistan’da yayınlanan bir makaleye göre, Türkiye’nin zaferi
aslında Doğu’nun zaferidir ve Doğu Türkiye’nin açtığı yolda ilerlemelidir (“Asya’nın
Her Evinde Alkışlanan Zafer”, 31 Temmuz 1923.).
Lozan Antlaşması TBMM’de 14 muhalif oya karşılık 213 oy ile
onaylandı (. 244).
…
Wilson Prensipleri Cemiyeti
Wilson Prensipleri Cemiyeti - YLT
Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006
Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kuruluşu, 1830 Ticaret ve
Dostluk Antlaşması ile başlayan ve zaman içerisinde gelişen Türk-Amerikan ilişkilerinin
bir sonucudur.
(Mondros sonrasında) Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik dar
boğaz, siyasi çalkantılar, istikrarsız hükûmetler, ardı arkası kesilmeyen
savaşların getirdiği sosyal problemler, dış borçlar, azınlıkların ayaklanması,
ordunun dağıtılması gibi nedenlerden dolayı Wilson Prensipleri Cemiyeti
mensupları ülkenin kurtuluşunu Amerikan mandasında görmüştür.
ABD Başkanı T. W. Wilson 8 Ocak 1918 Salı günü Amerikan Kongresi’nde
Wilson Prensipleri olarak ünlenen 14 maddelik barış programını açıklamıştır.
1. Bütün barış anlaşmaları açık olacaktır. Bu anlaşmalardan
başka, uluslararası gizli anlaşmalar yapılmayacak. Bundan böyle diplomasi açık olacak,
gizli diplomasi kaldırılacak.
2. Savaşta ve barışta denizlerde tam serbesti.
3. Barışı kabul eden ve onun idamesi için birleşen bütün
milletlerin arasında mümkün mertebe bütün iktisadi engellerin kaldırılması,
ticaret alanında eşit hakların tesisi.
4. Milletlerin silahlarını, iç emniyetlerini
sağlayabilecekleri en düşük seviyeye indirmeleri hususunda yeterli teminat
alınması ve verilmesi.
5. Bütün müstemleke talepleri, hâkimiyet meselelerinin
tayininde ilgili halkın menfaatleri, burayı müstemleke olarak idare edecek olan
devletin hakkaniyete uygun talepleriyle, aynı önemi haiz olması prensibine
sadık kalmak suretiyle serbestçe, açıkça ve tamamen tarafsızca ayarlanacaktır.
6. Bütün Rus arazisinin tahliyesi.
7. Diğer hür milletlerle birlikte hükümranlığı hiçbir
surette kısıtlanmaksızın Belçika’nın tahliye edilmesi ve eski hâline
getirilmesi.
8. Bütün Fransız arazisi tahliye edilmeli ve işgal edilmiş
kısımları eski hâline getirilmeli ve 1871 yılında Alsas-Loren meselesinde
Prusya tarafından Fransa’ya yapılan haksızlık düzeltilmelidir.
9. İtalya hudutlarının yeniden tespitinde İtalyan
milliyetinin açıkça kabul edildiği hat esas olarak alınmalıdır.
10. Milletler arasındaki mevkilerinin muhafaza ve teminat
altına alınmasını istediğimiz Avusturya ve Macaristan halkları muhtariyete kavuşmalı
ve kendilerine geniş gelişme imkânları sağlanmalıdır.
11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ tahliye edilmelidir; işgal
edilmiş bölgeler eski hâline getirilmelidir; muhtelif Balkan Devletleri’nin
birbirleriyle olan münasebetleri tayin edilmelidir.
12. Osmanlı İmparatorluğu’nun,
Türklerle meskûn kısımlarına tam bir hükümranlık sağlanacak, fakat şimdi Türk
hâkimiyetinde bulunan diğer milletlere tam bir yaşama emniyeti ve muhtar bir
gelişme imkânı temin edilecektir. Çanakkale Boğazı milletlerarası bir teminat
altında bütün milletlerin gemilerine ve ticaretine daimi olarak açık bulundurulacaktır.
13. Leh olduğu şüphe götürmeyen ahali ile meskûn bölgeleri
içine alan bağımsız bir Lehistan Devleti kurulmalı ve bu devletin denizle emin
ve serbest bir irtibatı olmalıdır.
14. Küçük, büyük bütün devletlere karşılıklı olarak siyasi
bağımsızlık ve arazi bütünlüğü sağlamak maksadıyla özel anlaşmalarla bir genel
Milletler Cemiyeti teşkil olunmalıdır.
Wilson Prensipleri’nin doğrudan doğruya Osmanlı Devleti’ni
ilgilendiren 12. maddesinde başlıca üç mesele söz konusu edilmektedir:
a) Devlet’in Türkler ile meskûn arazisinde Türk
hükümdarlığının ibkası.
b) Türk hâkimiyetinde bulunan diğer milletlere geniş bir
muhtariyet tanınması.
c) Boğazların milletlerarası bir idarenin teminatı altında
bütün milletlerin ticaret gemilerine açık bulundurulması.
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Avrupa’daki
Prens Sabahattin Bey taraftarı Jön Türkler de Prens Sabahattin Bey ile beraber Cenevre’ye
gelmiş ve orada bir kongre toplamışlardır. Bu kongrede Wilson Prensipleri
incelenmiş ve bu prensiplere uyularak Türklerle meskûn memleket topraklarının
Türklerin elinden alınmaması için Kongrede bazı kararlar almışlar ve Kongre’de
alınan kararları ihtiva eden bir beyanname hazırlamışlardır. Bunu Wilson’a,
İtilaf Devletleri Başvekillerine, Hariciye Nazırlarına, İsviçre’deki sefirlere
ve bütün matbuat ve ajanslara göndermişlerdir.
Wilson’un dünya barışına sağlayacağına inandığı ilkelerini
ilân etmesinden itibaren Türk basını Wilson Prensipleri’ni Osmanlı Devleti’nin kurtuluş
çaresi olarak görmüş ve büyük umutlar bağlamıştır. Türk kamuoyu Wilson
Prensipleri’nin 12. maddesine güvenmiştir.
Dönemin önemli aydınları Wilson Prensipleri’nin uygulanması
ile meydana gelebilecek bir barış ortamına başlangıçta olumlu bakmışlardır. Cenap
Şahabettin, Hâdisât gazetesinde yazdığı bir makalesinde beklentilerini ortaya
koyarak, Wilson ilkelerini tatbik edebilme imkânını tartışmış ve programın
temel ilkelerinin kuvveden fiile çıkarken ne dereceye kadar uygulanabilir
olduğunu sormuştur.
Mondros Mütarekesi sonrasında çok çeşitli amaç ve düşünceler
etrafında birtakım Türk cemiyetleri kurulmuştur. Bu cemiyetlerden bazıları Wilson
Prensipleri’ne inandıkları için, bazıları cemiyetlerinin faaliyetleri lehinde
kullanmak maksadıyla, bazıları da karşı oldukları için Wilson Prensipleri’ni
programlarına dahil etmişlerdir.
Wilson Prensipleri’nin Türk kamuoyunda kabul görmesinin
temel sebebi, Türk milletinin Misak-ı Millî ile sistemleştirdiği ve
gerçekleştirmeye çalıştığı Millî Mücadele’nin prensiplerin 12. maddesiyle
sağlanacağı yönündeki yaygın kanaat olmuştur. 12. madde ile paralellik arzeden
Misak-ı Millî, Wilson Prensipleri uygulandığı takdirde savaşılmadan ve kan akıtılmadan
gerçekleştirilmiş olacaktı.
Mütareke’nin 7. maddesine göre kendi çıkarları gereği el
koymayı plânladıkları yerleri işgal ederken, Türk bayrağını yırtarak, 16 Mayıs
günü İstanbul’da seyahat eden sadrazamın arabasını durdurarak ve uzun bir süre Veliaht
Abdülmecid Efendi’yi Dolmabahçe Sarayı’nda gözetim altında tutarak, siyasi ve
diplomatik nezaket kurallarını hiçe saymışlardır. İngilizler, bu davranışlarıyla
işgal olayına değişik bir boyut kazandırmış ve Türk milletinin onurunu kırıcı
bir tutum içinde olmuşlardır.
Wilson Prensipleri Cemiyeti, 4 Aralık 1918 Çarşamba günü,
kuruluş yeri ve merkezi İstanbul’da Vakit gazetesi idarehanesinin üst katındaki
Matbuât Cemiyeti’ne ait oda olmak üzere faaliyete başlamıştır. Bu Cemiyetin
kurucuları, Halide Edip Adıvar Hanım, Celaleddin Muhtar Özden, Ali Kemal ve
Hüseyin Avni Beylerdir. İlk idare heyetinde Halide Edip Hanım, Refik Halit
Karay, Ali Kemal, Hüseyin ve Kâtip Ragıp Nurettin Beyler bulunmuştur. Faaliyet
heyeti üyeleri ise şu isimlerden oluşmuştur: Âtî ve İkdam gazetelerinin
başyazarı Celal Nuri İleri, Akşam gazetesi başyazarı Necmettin Sadık, Zaman
gazetesi başyazarı Cevat, Sabah gazetesi başyazarı Ali Kemal, Yeni gazete
başyazarı Mahmut Sadık, Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman, Yeni Gün
gazetesi başyazarı Yunus Nadi Abalıoğlu.
Cemiyetin nizamnamesi
1) Memleketin Akvâm Cemiyeti’nde müsavi hukûku haiz bir uzuv
ve beynelmilel mücadelede belli başlı bir âmil olabilmesi içi ihtisaskâr bir hükûmet
mekanizmasına mazhar olması, kendi ihtiyaclarına göre metin ve sâlim bir
surette inkişâf edebilmesi.
2) Bütün ahalinin Osmanlı vatandaşı sıfatıyla hayât-ı memlekette
iştirâk husûsunda müsavî hukûk ve vazâife mazhar olmasına ve istirahât, i’timât
ve saadetlerinin te’mîn edilmesini kâfil bulunacak şerâit ihdâsı.
3) Efkâr-ı umumiyesinin bir kısmında hakkımızda adem-i
i’timât ve sû-i teveccüh bulunan İtilaf Devletleri ile Amerika’ya i’timât
i’kası.
4) Hâricen siyasî ve iktisadî istiklâlimizin te’mîni, ecnebî
sermayesinin memlekete siyasî değil iktisadî bir esas üzerine girmesi. İktisadî
menâtık-ı nüfûs tefrîkine mahal kalmaması ve umûr-ı dâhiliyemize müdahale ihtiyâtlarına
karşı kavî bir sed vücûda getirilmesi.
5) Haricten izzet-i nefsimizi cerihadâr edecek murakâbe ve
vesâyet teklîfleri serdine mahal bırakmaksızın sırf kendi ihtiyaclarımızı ve
arzularımız nokta-ı nazarından haysiyetimize muvâfık ve İtilaf Devletleri’yle
Amerika için şâyân-ı kabûl bir millî programla ortaya çıkmak ihtiyâcı, müstakil
ve asrî bir millet sıfatıyla idâme-i mevcudiyet etmemiz için te’mîni mutlaka
icâb eden bu noktayı câmî bir tarz-ı tevsiye bulmak maksadı ile ve Avrupa’da
bugün mevcud vaziyet-i umûmiyeyi göz önünde bulundurmak sûretiyle muhtelif şuûbât-ı
idarede esaslı ıslâhât icra etmek üzere memleketimize muayyen bir zaman için
Amerikalı mütehassıslardan mürekkeb hey’et-i ıslâhiyeler celbi ve bu nokta-ı
nazarın sulh müzakerâtından evvel Amerika’ya ve Avrupa devletlerine isma’ı
muvâfık görülmüştür (s. 49-50).
Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin esas amacı, Amerika’nın
dostluğunu kazanarak Wilson Prensiplerine uygun bir barışın gerçekleştirilmesi
için çalışmak olmuştur.
Wilson Prensipleri Cemiyeti mensupları 5 Aralık 1918’de
Wilson’a, İngilizce yazılmış bir muhtıra göndermişlerdir. Aynı gün İtilaf
Devletleri’ne de Fransızca yazılmış bir mektup göndermişlerdir.
Wilson Prensipleri Cemiyeti İtilaf Devletleri’ne gönderdiği
mektupta, Barış Konferansı’nın belirleyeceği sınırlar dahilinde
bağımsızlıklarının garanti altına alınmasını ve ülkede yapılacak reformlar için
Amerika tarafından bir komisyon oluşturulmasını isteyerek bu konuda
İngiltere’nin hakemliğini talep etmişlerdir.
Kurulduktan iki ay sonra Amerikan sempatisinin Ermenilerin
tarafında bulunduğu ortaya çıkınca Cemiyet faaliyetlerine son vermiştir (s. 70).
…
Türk Ortodokslar
Türk Ortodokslar - YLT
Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, 2005
Lozan Antlaşması sonucunda Fener Rum Patrikhanesi’nin
İstanbul’da kalmasına karşın Türk Ortodoksları mübadele ile Yunanistan’a
gönderildiler.
Lozan Konferansı’nda mübadele ile ilgili ilk oturum 1 Aralık
1922 yılında toplandı.
Rıza Nur’a göre
Rumlar aleyhlerinde bulundukları bir millet ile yan yana
yaşayamayacakları düşüncesine sahip olduklarından Anadolu’yu terk edip
gitmişlerdir. Ancak Kayseri’de sakin olan Türk Ortodoksları için bu durum
geçerli değildir. Rıza Nur, Türk Ortodokslarının Türkçe konuşup Türk adetlerine
bağlı olduklarını ve aynı zamanda bir Türk kabilesine mensup olduklarını
söyleyerek, Türk Ortodokslarını Anadolu’dan göç eden diğer Rumlardan ayırır.
Lozan’da mübadele meselesiyle yapılan görüşmelerden sonra 30
Ocak 1923 tarihinde “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve
Protokol” imzalandı. Bu protokole göre; Türk topraklarında yerleşmiş Rum
Ortodoks dininden Türk uyrukluları ile Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman
dininden Yunan uyrukluların, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu
mübadelesine başlanacak.
Papa Eftim önderliğindeki Türk Ortodoksları Milli
Mücadelenin başlangıcından itibaren Müslüman Türklerle birlikte hareket
etmişler Fener Rum Patrikhanesi’nin propagandalarına karşı koymuşlardı.
…mübadele döneminde sayıları 50.000 olan ana dili Türkçe
olup ırken Türk olduklarını iddia eden bu halk mübadeleye tabi tutuldular.
Genellikle Anadolu’da Ankara, Niğde, Kayseri, Nevşehir ve Safranbolu’da yaşayan
bu halk, kendilerini Mersin’e ulaştırtacak olan trene binmek için ya yaya
olarak ya da kağnılar ile Ulukışla’ya gittiler, oradan bindikleri tren aracılığıyla
Mersin’e ulaşanlar, Mersin’den Yunanistan’dan gelen gemilerle Ege’nin diğer yakasına
taşındılar.
…mübadele sözleşmesi gereği zorunlu olarak göç ettirilen bu
halk, içlerindeki Türkiye özlemini Yunanistan’daki yeni iskân edildikleri
yerlerde de devam etmiştir.
Karamanlı Hıristiyanlar 13 Ağustos 1924 günü Gelveri
(Güzelyurt) den ayrılırlar. Yunanistan’da Kavala’nın dışındaki bataklık bir
alana iskân edilirler ve orada Yeni Gelveri anlamına gelen “Nea Karvali” Köyünü
kurarlar.
Bu halkı sadece Hıristiyan oldukları için Anadolu’dan ve
Trakya’dan Yunanistan’a göndermiştik.
Lozan Konferansı’nda Türk heyetinin uğraştığı en önemli
konulardan bir tanesi de Fener Rum Patrikhanesi’nin yurt dışına
çıkartılmasıydı. Türk heyeti Fener Rum Patrikhanesi’nin uzaklaştırılmasını
istemiş…
Fakat buna karşılık İngiliz ve Yunan heyetleri başta olmak
üzere halkları Ortodoks olan Romanya ve Sırbistan heyetleri de patrikhanenin
manevi varlığının önemi üzerinde durmakla beraber, patrik İstanbul’u terk
ederse Rum Ortodoks cemaatinin dini başkanlarını kaybedeceğini öne sürmüşlerdir.
Papa Eftim gazetelere verdiği demeçlerde Ortodoks halkının Milli
Hükümet’e bağlı bir patrik görmedikten sonra Türk Ortodoksları açısından Fener
Patrikhanesi’nin varlığı ile yokluğu arasında bir fark olmadığını belirterek,
patrik makamında bulunan Meletios’a istifa çağrısında bulunur.
…yapılan oylamada 11 Metropolitin 10’unun oyunun alan
Grigorios, patrik seçildi.
Milli Mücadele döneminden itibaren Fener Rum
Patrikhanesi’nin Bizans Megali İdea’sını canlandırma faaliyetlerine karşılık
olarak bir Türk Ortodoks Patrikhanesi kurarak, tüm Hristiyan Türk
vatandaşlarını Fener Patrikhanesi’nin bu politikasından uzak tutmak isteyen
Papa Eftim, 14 Mart 1968’te ölür. Onun ölümünden sonra büyük oğlu 24 yıllık diyagos’u
Turgut Erenerol “II. Papa Eftim” unvanı ile Papa Eftim’in kaldığı yerden görevini
devem ettirir. Turgut Erenerol’un ölümünden 8 Mayıs 1991’de ölümünden sonra Selçuk
Erenerol, “III. Papa Eftim” unvanıyla görevi üstlenmişti. Fakat o da 19 Aralık
2003 tarihinde ölmüştür. Bunun üzerine boşalan patriklik makamını “IV. Papa
Eftim” unvanıyla patrik olarak Paşa Ümit Erenerol seçilmiş ve halen görevini
sürdürmektedir.
…
Türk Basınında Siyasi Bir Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın
Türk Basınında Siyasi Bir Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın - YLT
İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1994
Hüseyin Cahit; Daha Lozan öncesinde saltanatın kaldırılması
sonucu yazdığı "inkılâb" başlıklı makalesi Ankara hükümetinin
müdahalesine yol açar. Yazısında yeni devletin niteliğini tanımlamaya çalışan
Hüseyin Cahit, bir dünya devleti ve imparatorluğu olan Osmanlı'dan sonra
oluşturulan bu yeni devlete ismini çok çabuk koyar:
“...Şekl-i idaremiz vakayiin ihtiyaçlarına vücuda getirdiği
bir hususiyet arz etmekle beraber esas itibariyle bir cumhuriyet olduğu
aşikârdır..." / Tanin, 4 Teşrîn-i evvel 1338 (1922).
Fakat bu zamansız tanımlama Ankara hükümetini rahatsız
etmiştir. Dönemin matbûât Müdürü Ağaoğlu Ahmet Bey gönderdiği haberde Hüseyin
Cahit'i cumhuriyet sözcüğünü kullanmaması yönünde ikaz eder (s. 85).
Lozan barış görüşmeleri başladığı zaman Hüseyin Cahit
gazeteci sıfatıyla orada bulunmaktadır.
(iddiaya göre) Hüseyin Cahit'in kardeşi Hüseyin Suat'ın oğlu
İsviçre'de mühendislik eğitimi görmektedir. Başarılı bir öğrencidir, ama para sıkıntısı
içerisindedir. Söylentiye göre Hüseyin Cahit Türk delegesinden özellikle de
İsmet Paşa'dan kardeşinin oğlu için yardım istemiş, ismet Paşa da bu İsteği
reddedince ikisi arasında bir kırgınlık meydana gelmiştir (s. 86).
İkinci Lozan görüşmeleri
Hüseyin Cahit Türk delegeleri ile aynı trende İsviçre'ye
giderken görüşmelerin basın işleriyle uğraşan Nihat Reşat Bey, İsmet Paşa'nın
Tanin'de Rıza Nur'a karşı hücum eden Hüseyin Cahit'le görüşmeyeceği haberini
kendisine verir (s. 87).
Hüseyin Cahit'e yöneltilen en ağır suçlama ise Osmanlı
borçları görüşülürken Fransız sermayesinin yanında yer aldığı yönündeki
iddialardır. Eski Dayinler Vekili olması bu iddianın dayanağını
oluşturmaktadır.
Hüseyin Cahit'e bu yöndeki ilk suçlama Tevhîd-i Efkâr
başyazarı Velit Ebuziya'dan gelir (s. 88).
Lozan'da görüşmeler sürerken İsmet Paşa ile sürekli çelişen
Rauf (Orbay) Bey hükümetten çekilmiş, yerine Fethi Bey (Okyar) başbakan olmuş,
bu vesile ile Halk Fırkası kurulmuştur (s. 93).
Hilâfet Tartışmaları ve İstiklâl Mahkemesi
İsmailiye mezhebine mensup Ağa Han ve arkadaşı Emir Ali'nin gönderdikleri
bu mektubun yerine ulaşmadan Tanin, İkdam (5 Aralık 1923) ve Tevhid-i Efkâr (6
Aralık 1923)'da yayınlanması siyasi bir krize yol açar.
Hüseyin Cahit, gazetenin siyasi çizgisini "radikal
layık cumhuriyetçi" olarak açıklıyor. Bu çizgiye aykırı yazı ya da
makaleleri gazetesinde yayınlamadığını ancak bu yazı ya da makalenin
"gazetecilik açısından" değerlendirilmesi Onun için temel ölçü
olmaktadır. Duruma göre bazen kendisi, bazen de Baha Bey tarafından yazıların
incelenerek yayınına izin verildiğini söylüyor.
Mahkeme başkanı (Topçu Ihsan Bey) özellikle Ağa Han'ın
kimliği ve kişiliği üzerinde duruyor. Hüseyin Cahit Ağa Han'ın nerede
oturduğunu bilmediğini, farklı bir mezhepten olmasının da kendisi için bir önem
taşımadığını belirtiyor. Ağa Han'ı gerek mütareke ve gerekse Lozan görüşmeleri
sırasında Türk davasına hizmet etmiş birisi olarak tanımlıyor.
Mektubun gazetede yer almasını ise şöyle açıklamaktadır.
Mektup Londra'dan posta vasıtasıyla hem Tanin'e hem de diğer gazetelere
yollanmıştır (s. 102).
2 Ocak 1924 günü Hüseyin Cahit ve diğer gazeteciler beraat
ederler.
Tanin'in muhalefetini Lozan görüşmelerinden başlatmak
mümkün. Görüşmeler öncesinde kurtuluş hareketini açıkça desteklemektedir. Fakat
şunu belirtmekte fayda var. Hüseyin Cahit'in Tanin'de yürüttüğü muhalefet hiç
bir zaman Cumhuriyet'in ilkelerine karşı değildir. Bunu da kendisi sık sık
belirtmektedir (s. 178).
…
Türk Basınına Göre Atatürk'ün İstanbul'daki Faaliyetleri (01 Temmuz 1927-10 Kasım 1938)
Türk Basınına Göre Atatürk'ün İstanbul'daki Faaliyetleri (01 Temmuz 1927-10 Kasım 1938) - Doktora tezi
Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2011
T.B.M.M’nin Seçim
Kararı Alması
Mustafa Kemal Paşa, 4 Şubat 1923’te Lozan görüşmelerinin
kesilmesi üzerine Ankara’ya geri dönmekte olan İsmet Paşa ile 18 Şubat’ta
Eskişehir’de buluşarak, onunla birlikte Ankara’ya döner. İsmet Paşa’nın
Meclis’e bilgi vermeden önce Mustafa Kemal Paşa ile buluşarak bilgi vermesi
Ankara’daki siyasi ortamı germiştir. Meclis’te 27 Şubat 1923’te Lozan
görüşmeleri üzerine başlayan oturumlar, 6 Mart 1923’e kadar şiddetli bir
şekilde devam eder (s. 4).
1 Nisan 1923’te Aydın Milletvekili Esat Bey ve 120 arkadaşı
tarafından önerge verilerek, B.M.M’nin vatan savunması amacıyla toplanarak bunu
gerçekleştirdiği vurgulanarak, “Şimdi memleket mesail-i sulhiyeyi terakkiyat-ı
iktisadiyeye istihdaf ettiği için, ara-yı millete, yeniden müracaata ihtiyaç
hasıl olmuştur” denmiş ve derhal seçim çalışmalarına başlanması istenmiştir (s.
5).
İngiltere’de yaşayan, ‘sözde’ Hint Müslümanları
liderlerinden Ağa Han ve Emin Ali’nin 24 Kasım’da Başbakan İsmet Paşaya
gönderdiği ve Hilafetin güçlendirilmesini isteyen mektup, daha Başbakanın eline
geçmeden, 5 Aralıkta Tanin ve İkdam, 6 Aralıkta Tevhid-i efkar gazetelerinde
yayınlanınca, tüm dikkatler bir kez daha muhalif İstanbul basını üstüne
toplanır (s. 34-35).
İsmet paşa, Meclis gizli oturumunda yaptığı konuşmada (…) İstiklal
Mahkemesi’nin kurulmasını teklif eder.
Tanin, Tevhid-i Efkar ve İkdam gazetelerinin sahipleri ve
sorumlu müdürleri, Hüseyin Cahid, Velid Ebuzziya ve Ahmet Cevdet Bey ile Hayri
Muhiddin ve Ömer İzzettin Bey’in Hıyanet-i Vataniye ve devletin iç ve dış
güvenliğini ihlal ve hükümet şeklini değiştirmek istedikleri gerekçesiyle
İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmak üzere göz altına alınmalarına karar verir.
İstanbul gazetecileri, İzmir’de bulunan Cumhurbaşkanı Gazi
Mustafa Kemal’i ziyaret eder.
2 Şubat 1924’te İzmir’e hareket ederler ve 4-5 Şubat günleri
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa ile bir araya gelirler. Ancak, Tevhid-i Efkar
gazetesi Başyazarı Velid Ebuzziya, 1 Şubat 1924 günü yayınlanan bir yazısında,
söz konusu ziyaretin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’nın isteği üzerine
gerçekleşeceğini yazmış olmasından dolayı, Cumhurbaşkanı tarafından kabul
edilmez (s. 41).
Gazi Hz. ‘Lozan Sulhu’nun Türk tarihinde bir devrim noktası olduğunu
ve Türk milleti için siyasi bir zafer teşkil eden bu antlaşmanın Osmanlı tarihinde
emsali bulunmadığını ve milletimizin bununla çok iftihar edebileceğini ve Türk
milletinin yüksek bir eseri bulundukları bu antlaşmanın büyük kıymetini takdir etmesi
lazım gelen gençliğin bunu mazide imzalanmış antlaşmalarla mukayese etmesi icap
ettiğini’ söyledi… / Cumhuriyet
Gazetesi, 28.07.1927, s.1 ve 2 (s. 80)
1935
Musollini’nin ölçüsüz ve saldırgan tavırlarına karşı
hükumet, muhtemel bir Anadolu çıkartması seçeneğini göz ardı etmemektedir.
Ayrıca konuya ilişkin Atatürk’ün değerlendirmesi şu şekildedir: ‘ Bizim için
sulh esastır; tarafımızdan harbe girişmek, hatta harbi temenni etmek katiyen
varit değildir. Fakat Musollini bize taaruz etmek cinnetine kapılırsa,
sahillerimize bir çıkarma yaparak gelmelerini temenni ederim. Sahillerimiz
açıktır; arazi itibariyle müsait gördükleri herhangi bir bölgeye her zaman
çıkarma yapabilirler, buna mani olmayız. Yalnız asıl çıkarma yeri belli olduktan
sonra bütün kuvvetlerimizi toplayıp üzerlerine gider, gelenleri behemahal
denize dökeriz. Bu suretle yurt korumadaki eşsiz azim ve kudretimizi, cihana
bir kere daha göstermiş oluruz. Fakat böyle bir şey yapamazlar çocuk!
Türkiye’ye karşı bir harekete karar verirlerse, ilkin Arnavutluk’a asker
çıkarmak ve orayı işgal etmekle işe başlayacaklardır. Bunu kolayca
yapabilecekleri aşikardır. Ondan sonrada Bulgarlarla işbirliği teminine ve
Bulgarlarla beraber Boğazlara inmeye, diğer Balkan devletleriyle irtibatimizi
kesmeye gayret edeceklerdir. Bence taaruzu oradan beklemek ve tedbirlerimizi
ona göre alıp mütemadiyen uyanık bulunmamız gerekir.’ Hasan Rıza Soyak,
Atatürk’ten Hatıralar, 4.Baskı, İstanbul, Y. K. Yayınları, 2008, s.504. / s.
386
…
İstanbul Belediyesi tarafından iki ayda bir çıkarılan
İstanbul belediye mecmuasının son çıkan sayısındaki yazılar arasında, “Yabancı
göz ile İstanbul” adile İngilizce bir kitap tefrika edilmeğe başlandı.
Georges Yung isimli bir İngiliz’in eseri olan bu kitap,
Fransızcaya tercüme edilmiş ve Fransızcadan da değerli yazıcı arkadaşımız Kemal
Ragıp tarafından Türkçeye çevrilmiştir
Georges Yung diplomattır ve mesleki hayatının bir kısmını
İstanbul’da geçirmiştir. Türkleri de Türkiye’yi de pekiyi tanımıştır.
Eserin Fransızca müterciminin yazdığı
başlangıçtan şu satırları lütfen okuyunuz:
“Büyük bir düşünce kitaba hakim olmaktadır: Bir Hristiyan
beldesi olan İstanbul, günün birinde Hristiyan olacaktır. Başkalarının bir
gerileme diye gösterdikleri hadiseler, Yung için ulusal bir rönesans
alametidir. Türklerden nefret ettiği için değil, fakat Georges Yunga göre
Türkler, İstanbul’da hiçbir zaman kendi yerlerini bulamamışlardır. Türkiye
Cumhuriyetinin merkezini Ankara’ya götüren Mustafa Kemal (Atatürk) de bunu pekiyi
anlamıştır (s. 407).
…
1934 te Türkiye hükümeti, İngiltere ve Fransa ve İtalya ya
yaptığı müracaatta Almanya’nın silahlanmasına müsaade edildiği takdirde,
Çanakkale Boğazının tahkimi hakkını isteyeceğini bildirmişti. Sonradan Almanya
ile Avusturya sulh muahedelerinin menettiği orduları vücuda getirdiler. Almanya
Rendeki gayri resmi mıntıkayı işgal etti.
Neticede, Türkiye, İngiltere ye Milletler Cemiyetinin
zayıfladığını ve boğazların emniyet ve selametini koruyamayacağını haber verdi
(s. 419).
…
Türk Boğazları olarak da bilinen Çanakkale Boğazı, İstanbul
Boğazı ve bunun ikisi arasında kalan deniz yolu sürekli olarak büyük güçlerin
dikkatini çekmiştir. Bölge dışı ülkeler bu deniz yollarının uluslar arası
ticari ve diğer tüm gemi ticaretine açık olmasını, tek bir devlet ya da
devletler topluluğunun bu yoldaki geçişleri sınırlayamamasını savunurken,
özellikle Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler ya boğazlara sahip olmak
istemişlerdir, ya da boğazlardan geçişin Karadeniz’e saldırı ve müdahalelere
yol açmayacak düzeyde olmasını tercih etmişlerdir. Bu güçlerin başını Rusya
çekmiştir. Önce Osmanlı Devleti, ardından da Türkiye ise boğazların kendi
egemenliğinde topraklar ve sular olduğunu savunmuş ve buralarda tam
egemenliğini muhafaza etmeye gayret göstermiştir. Ne var ki 1. Dünya Savaşı ve
sonrasında Lozan düzenlemeleri Türk yaklaşımının tam tersi bir sonuç doğurmuş,
Türkiye Cumhuriyeti Mondros ve Sevr’e göre çok daha arzu edilir bir belgeye
ulaşsa da boğazlar bölgesindeki egemenliğine sınırlamalar getirildiğini
düşünmüştür. Lozan Barış Antlaşması’na ek Boğazlar Sözleşmesi üç temel ilke
üzerine oturmaktaydı: Boğazlar evvela askersiz hale gelecekti. Boğazlar’dan
geçiş Türkiye’ye bırakılmıyor, bunun için Boğazlar Komisyonu kuruluyordu ve bu
komisyon geçiş düzenlemeleri ve diğer konularda Milletler Cemiyeti’ni
bilgilendirecekti. Bu dönemde henüz Türkiye Milletler Cemiyeti’nin üyesi dahi
değildir. Türkiye’nin bu bölgedeki güvenliğini ise Milletler Cemiyeti,
özellikle de İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya garanti edecekti. Görüleceği
üzere Türkiye bu dönemde güvenliğini bu ülkelere teslim edemezdi. Özellikle
İngiltere, Fransa ve İtalya Türkiye’yi işgal etmiş ülkelerdi ve İngiltere ile
sorunlar hala devam etmekteydi. Güvenliğin ötesindeki mesele ise egemenlikti.
Türkiye, kendi topraklarının bir bölümünde asker bulundurup bulunduramayacağı
konusunda başka devletlerden izin almış oluyor, bu da asker bulundurmamakla
sonuçlanıyordu. Böyle bir durum milli egemenliğine önem veren hiçbir devlet
için kabul edilemezdi (s. 434-435).
1930’larda siyasi-askeri dengeler değişmeye başlamıştır ve
Türkiye de haklı olarak mevcut gelişmeleri gerekçe göstererek daha 23 Mayıs
1933 Londra Silahsızlanma Konferansı’ndan itibaren Sözleşme’nin
değiştirilmesini talep etmeye başlamıştır. Türkiye’nin argümanı eski düzenlemelerin
kendi güvenliğini tehdit edecek boyutta olduğu şeklindedir. Bu döneme kadar
Milletler Cemiyeti’nin çeşitli alanlardaki garantilerinin de işlemediğinin
görülmesi, bizzat Milletler Cemiyeti’nin garantör olması beklenen üyelerinin
ihlallerde bulunması Türkiye’nin gerekçelerini güçlendirmiştir.
Türkiye’nin talepleri konusunda izlediği yol ilgili
devletlere başvurmak ve onları yeni bir konferans için ikna etmek şeklinde
olmuştur. Bu taleplerin ardından 22 Haziran 1936’da Montrö’de bir konferans
toplandı. Montrö Boğazlar Sözleşmesi de 20 Temmuz 1936’da imzalanmıştır (s.
435).
…
Mustafa Kemal; “…Lozan Montrö'de tedviç olunmuştur. Lozan
tamdır. Ve tamamiyetini daima tarihte okutacaktır. Fakat onu mustarip eden ufak
bir şey, Boğazlar vardı.... İşte o Montrö'de hallolunmuştur. Eğer Türk yüksek
hassasiyeti bununla alâkadarsa mutlak sevinmektedir. Seviniyor ve
sevinmelidir.” / s. 439
…
Resmi Tebliğ: Çanakkale ve İstanbul Boğazları mıntıkasında
şimdiye kadar mevcut olan gayri askeri mıntıka kaldırılmış ve bu mıntıka Türk
ordusu tarafından 21 Temmuz 1936 Salı günü öğleye kadar fiilen işgal olunmuştur
(s. 443).
…
Nyon Konferansı
Nyon’daki görüşmeler esnasında su yüzüne çıkan görüş
ayrılığı, davette, Orman Çiftliği ve bira fabrikasının işletilmesi bahsinin
açılması ile geri dönüşü olmayan bir yola girecektir. İkinci Tarih Kurultayı
nedeniyle İstanbul’daki programda bulunması gereken Atatürk ve İnönü, 18 Eylül
1937’de trendeki görüşmeyi müteakip, Atatürk’ün isteğiyle, mesai arkadaşlığına
son vereceklerdir.
…
1936 yılının Temmuz ayında, İspanya’da sağcılar ile solcular
arasında çıkan iç harbi, bir buçuk seneye yakın bir zamandan beri devam edip
duruyordu. Evvelce de söylediğim gibi bu harbi alttan alta hazırlayıp
körükleyen ve destekleyenler, iki ayrı ideolojiye sahip yabancı devletlerdi.
Gemilere taarruz hadiseleri bizim kıyılarımıza, hatta kara
sularımıza da sirayet etmiş 1937 senesi Ağustos ayında biri Çanakkale Boğazı
açıklarında, diğeri de yine o havalide kara sularımızın içinde iki İspanyol
gemisi torpillenmişti (s. 601).
Sevr Antlaşmasının Hakimiyet-i Milliye ve İkdam Gazetelerine Yansımaları
Sevr Antlaşmasının Hakimiyet-i Milliye ve İkdam Gazetelerine Yansımaları - YLT
Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010
Ateşkesten çok, tam manasıyla bir işgal ve paylaşım
karakteri taşıyan Mondros Ateşkes Mütarekesi’nin imzalanmasından kısa bir süre
sonra gerçekleşen işgaller, başlangıçta antlaşmanın kamuoyunda oluşan
“…korkulan, elverişsiz ve tehlikeli bir mahiyetten uzak ve oldukça müsait
telakki edilecek bir karakter taşıdığı” intibaını yıkacak mahiyetteydi.
Mondros Ateşkes Mütarekesi’ni imzalamasından sonra müttefik
devletler yenilen devletlere imzalattırılacak barış anlaşmalarının hazırlanması
için 18 Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı’nı toplamışlardır. Konferansın
kararlarına hâkim olan sadece beş devletti: Amerika, İngiltere, Fransa, Japonya
ve İtalya. Bu devletlerin başbakan ve dışişleri bakanlarından meydana gelen bir
“Onlar Konseyi” (Conseil des Dix) kuruldu.
17 Haziran 1919'da Damat Ferit Paşa, Paris'te Onlar
Meclisi’ne Osmanlıların savaş konusunda kabahati olmadığı, kabahatin Almanlarda
ve İttihatçılarda olduğu hakkında açıklamalar yaptı.
Konferansta, Osmanlı Heyeti’nin hiçbir şey olmamışçasına
esas itibariyle savaş öncesi sınırlarını istemesi, müthiş bir haddini ve
kendini bilmezlik olarak yorumlandı.
23 Haziran tarihli yeni bir muhtıra (…) bir taraftan Wilson
ilkelerine uyarak Arap topraklarına özerklik verilebileceğini ilan ederken
diğer taraftan da yine Wilson ilkelerine dayanarak belirlediği yeni
sınırlarının kabulünü istemekteydi.
Misak-ı Millî
22 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda ele alınmış, üzerinde
çok az değişiklik yapılarak 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilmiştir. Gizli
oturumda kabul edilen Misak-ı Millî esasları 17 Şubat 1920 tarihinde dünya
kamuoyuna ilan edilmiştir.
Misak-ı Millî, İstiklal Harbi sırasında Türk milletinin
maksatlarını özetleyen ve Millî Mücadele’nin başından sonuna kadar değişmeyen
bir programın adı olmuştur.
Misak-ı Milli’nin tüm dünyaya ilan edildiği dönemde toplanma
aşamasında olan Londra Konferansı’nda üzerinde durulan ağırlıklı konu Osmanlı
mirasının paylaşımı olmuştur.
Bunun üzerine Hint Müslümanları da ülkelerinde ve
temsilcileri aracılığıyla Londra’da yazılar yayınlayarak ve gösteriler
düzenleyerek tepki göstermişlerdir.
Sevr Antlaşması’na göre
Osmanlılar, antlaşma hükümlerine saygı göstermezler ve
uymazlarsa, İstanbul da ellerinden alınacaktı.
Boğazlar, savaş zamanında bile bütün devletlerin gemilerine
açık bulundurulacak ve kendisine mahsus bayrağı ve bütçesi olan bir Avrupa Komisyonu
tarafından kontrol edilecekti.
Türk silâhlı kuvvetleri, Müttefik komisyonlarının kontrolü
altında bulunacaktı.
Antlaşmanın uygulanmasına başlandıktan bir yıl sonra
Kürtler, Doğu Anadolu'da bağımsız bir kuruluş meydana getirmek isterlerse ve
onların bu istekleri, Cemiyet-i Akvam tarafından kabul edilip Osmanlılara
tavsiye edilirse Osmanlılar bu tavsiyeyi yerine getireceklerdi.
Van, Erzurum, Bitlis ve Trabzon illerinin bulunduğu alanda,
bir Ermenistan Devleti Kurulacak, Bu devletin sınırlarının ta'yini Amerika Reisicumhuru’nun
hakemliğine bırakılacaktı.
Oniki Ada, İtalyanlara, Akdenizdeki öteki adalar da
Yunanlılara bırakılacaktı.
İzmir şehri ile Tire, Ödemiş, Akhisar ve Bergama'yı da içine
alan bir bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti hakkının icrası Yunanistan'a bırakılacak,
yalnız Osmanlı hâkimiyetine işaret olmak üzere, İzmir kalelerinden birine Türk bayrağı
çekilecekti.
Birinci Londra Konferans’ında Boğazlar bölgesinde Marmara
kıyıları hariç tüm İstanbul, Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı. Ancak San Remo Konferansı
sırasında İstanbul’la ilgili haberler basında yer almaya devam etmiştir.
Chicago Tribuna Gazetesi Türk barışını konu aldığı bir makalesinde İstanbul’la
ilgili olarak müttefiklerin aldığı kararda İstanbul’un 10 km ve bir hinterlant
ile İngiliz, Fransız, İtalyan ve şekil aldıktan sonra Rusya ve isterse Amerika’dan
oluşan bir ulusal idare altına alınacaktır. Yunanistan, Romanya, Gürcistan,
Ermenistan ve Türkiye’ye de bir oy hakkı verilecektir. Bu uluslararası idarenin
basında ikişer sene arayla büyük hükümetlerden biri mandatör olacak ilk iki
sene İngiltere’ye ait olacaktır. İkinci sene kimin olacağı ise
belirtilmemiştir.
Türk kamuoyunda üzerinde en çok durulan mesele İstanbul ve bununla
ilgili olarak hilafet ve boğazlar meselesi olmuştur.
5 Temmuz tarihli “Türk Sulhü: Papalığa Benzetiyorlar”
başlıklı başyazıda San Remo kararlarıyla İstanbul ve Boğazların, içinde
Yunanlılar, Romanyalılar ve Japonlarında bulunduğu bir heyet tarafından
yönetileceğine dikkat çekilerek, halifenin hiçbir salahiyeti kalmayacağını ve
“halifeyi Boğaziçi’nde hudutları sarayının duvarlarına aşamayan bir esir
vaziyetine getirdikten sonra, ona papaya verildiği kadar muhafız tayin”
edileceği belirtiliyor (Hakimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1920, no: 43.).
Lloyd Georg’un İstanbul gazetelerinde de yer alan 4 Ocak
1920 tarihli İstanbul ve Boğazlar hakkındaki nutkunda özetle; İstanbul ve
Boğazların uluslar arası bir komisyona havale edileceği, Fransa ve
İngiltere’nin boğazlar üzerinde hâkimiyetinin olacağı, Türk Hükümetinin yeni
merkezinin Anadolu’da bir yere nakledileceği, Sultan’ın, Müslümanların halifesi
olarak tanınacağı ve İstanbul İslam’ın dini payitahtı kalacağı belertiliyordu.
20 Ocak 1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye Gazetesinin başyazısında (“Türkiye
Mukadderatı ve Boğazlar”, Hakimiyet-i Milliye, 20 Ocak 1920 no:3) bu nutkun eleştirisi
yapılmış, Mustafa Kemal Paşa, gazetelere ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne
gönderdiği 11.1.1920 tarihli telgrafta bu durumu protesto etmiştir.
Lloyd George’un ‘Boğazlar, İstanbul ve Halife-Sultan’
hakkındaki Pall Mall Gazete’ye verdiği beyanatın 4 Ocak 1920’de Türk basınında
yer almasından itibaren İstanbul ve buna bağlı meseleler yoğun olarak yer almış
ve tartışılmıştır. Zira bu demeçte Lloyd George, İstanbul ve Boğazlara uluslararası
bir statü verilmesi gerektiği, Türk Hükümetinin Anadolu’ya gönderileceği,
padişahın tüm Müslümanların başkanı olduğu düşüncesiyle İstanbul’un salt bir
dinî merkeze dönüştürülebileceği şeklinde beyanlarda bulunuyordu.
Londra’da /
Bütün devletler, boğazların uluslar arası bir hale gelmesi
konusunda anlaşmışlardı. 5 Mart tarihli Londra çıkışlı bir yazıda müttefiklerin
Karadeniz Boğazı ve Marmara sahillerinde Türkiye’nin kuvvetlerinin
bulundurulmasını reddettiği haberi yer alıyordu. Ayrıca boğazlardan geçiş,
uluslararası bir kurul tarafından güven altına alınacak ve bu kurul barış ve
savaşta Boğazların açık ve serbest bulundurulması konusunda Sultan adına tam
bir yetkiye sahip olacaktı.
…
Etiketler:
Cumhuriyet Tarihi,
Lozan,
Osmanlı Tarihi,
Tarih
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)