25 Mayıs 2015 Pazartesi

İslâm Düşüncesi, Kaynakları ve Sorunları

İslâm Düşüncesi, Kaynakları ve Sorunları
11. yüzyıldan itibaren Batı’da ortaya çıkan fikirlerin temelinde İslâm felsefesi yatar. Bu açıdan, Ortaçağ ve hatta modern dönem Batı Felsefesini, anlamak ve değerlendirebilmek için İslâm felsefesini de iyi bilmek gerekir.

İslâm düşüncesi, Müslüman düşünürlerin ve filozofların ortaya koydukları düşüncelerin ortak adıdır. Kur’an ve Sünnet gibi İslâm dininin en temel iki kaynağının böyle bir düşüncenin oluşumuna ve gelişimine doğrudan ve dolaylı etkide bulunmuştur.

Hind düşüncesinin temelinde Hinduizm, Çin düşüncesinin temelinde Budizm, Batı düşüncesinin temelinde Hıristiyanlık olduğu gibi, İslâm düşüncesinin temelinde de İslâm vardır.

İslâm düşüncesi, Allah’tan insana, tarihten tabiata düşüncenin konusu olan varlık, doğal ve insanî alana ilişkin Müslüman bilginlerin ürettikleri aklî düşünceleri kapsar.

İslâmî Kaynaklar
Kur’an: Kur’an’daki her mesele, Müslümanları düşünmeye sevk etmiştir. Kur’an’da pek çok ayette Allah, insanlara düşünmeyi emretmiştir. Buradan hareketle ayetlerin akıl yoluyla tartışılması/kavranması konusunda Kindî, Farabî ve İbn Rüşd gibi düşünürler mesai harcamışlardır.

Hz. Peygamber’in Sünneti, İslam düşüncesinin gelişiminin önemli ikinci kaynağıdır.

Müslüman Milletlerin Eski Kültürleri
Câhiliye Araplarının kabilecilik, Farsların milliyetçilik anlayışları, Müslümanların siyasî ve sosyal düşüncelerinde etkili olduğu görülmektedir. İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren ortaya çıkan hilâfet konusundaki tartışmalarda ve bu konudan dolayı ortaya çıkan fırkalaşmalarda bu tesirleri görmek mümkündür.

Yabancı Eserlerin Tercümesi
Hermes Geleneği, Antik Yunan ve Hellenistik düşüncesi, Hind düşüncesi ve Sasanî düşüncesi İslam düşüncesine etki etmiştir.
Yabancı eserlerin Arapça’ya tercüme girişimi ilk defa Hz. Ömer zamanında olmuştur; İran’ın fethinden sonra sarayda bulunan Hudayiname adlı kitap tercüme edilmiştir.

Tercüme faaliyetleri asıl olarak Emevilerin son döneminde başlamıştır. Bağdat’ta Me’mun döneminde açılan Beytü’l-Hikme (Bilgelik Evi) sayesinde sistematik tercüme faaliyetleri başlamıştır.

Hermes Geleneği
Bu gelenek, Babil, Mısır ve Yunan medeniyetlerinin ve düşüncelerinin köklü bir biçimde temelini teşkil ediyordu. Her üç medeniyetin kaynaklarında farklı bir Hermes’ten söz ediliyorsa da asıl olan Babil’de yaşamış olan Hermes’tir. Suhreverdî el-Maktûl, Hermes’in Hz. İdris olduğu kanaatindedirler. 
Hermes geleneği, İslâm dünyasında Astronomi ve Kimya gibi ilim dallarının gelişmesine doğrudan ve dolaylı bir tesiri olduğu gibi, Astroloji, Simya, hurîfilik ve büyücülük gibi sırrî-batinî disiplinlerin de temelini oluşturmaktadır.

Yunan-Hellenistik Düşüncesi
M.Ö. 6. yüzyılda Thales ile başlayıp Aristoteles’in ölüm tarihi olan M.Ö. 324 yılına kadarki süreç Antik Yunan düşüncesi olarak telakki edilir. Antik Yunan düşüncesi Sokrates’i merkeze alarak iki kategoride ele alınır. Sokrates’ten önceki filozoflar ağırlıkla doğa felsefesine katkı yaptıkları için fizikçiler olarak tasnif edilirler. Sokrates’ten sonraki düşünürler (özellikle sofistler) insanı merkeze almışlardır. Eserleri Arapçaya çevrilerek İslam düşüncesine etki etmiş başlıca düşünürler; Eflâtun (Platon), Aristoteles, Plotinus, Proclus, Galen, Alexandre d’Afrodise.

Sasânî Düşüncesi
Manikeizm ve Zerdüştlük gibi önemli eski İran dinlerinin, Sasânîlerin düşüncesinin gelişimine büyük katkıları olmuştur. Sasânî hükümdarı I. Şapur döneminde Rûm esirler aracılığıyla Yunan dili ve düşüncesi Sasânî topraklarına girdi. Bu bölgede Hıristiyanlaşan İranlılar Urfa ve Nusaybin’de dini okullar açtılar. Bu okullarda Antik Yunan düşünürlerinin eserleri okutuluyordu.
İslam bu coğrafyada yayıldıktan sonra bölge halkı İslamlaştı ve sahip oldukları düşünce geleneği İslam düşüncesine girdi.

Urfa ve Nusaybin Mektepleri
Urfa mektebi, İranlılar tarafından 363 yılında kuruldu. Hıristiyanlaşan İranlılara Hıristiyanlığı ve Yunancayı öğretmek için açılmış bir okuldu. Okul, 489 yılında kapatılınca okulun hocaları Nusaybin’de yeni bir okul açtılar. Bu okulda dinî ve felsefi eğitim 9. yüzyıla kadar devam etti.

Cündişapur Mektebi
Sasânî hükümdarı I. Şâpur (241-272) tarafından kuruldu. Bu hükümdar oraya Rûm esirleri yerleştirdi, onlarla birlikte de Yunan ilmi bu şehre girdi.
Enûşirvan (Nuşirevan; 531-579)) döneminde bölgede bir hastane ve tıp okulu açtı. Rûm, Hind ve Farslı tabibler orada ders verdiler.
Cündişâpur, Müslümanların eline geçtikten sonra da faaliyete devam etti. Bu mektepten yetişen meşhur tabip ailesine Abbasîler döneminde Bahteyşu ailesi denirdi.

Hint Düşüncesi
Câhiliye devrinden beri Arapların Hintliler ile özellikle ticarî bir ilişkileri vardı. Zamanla bu bölgede İslam’ın yayılması, kültürel etkileşimi de beraberinde getirdi. Konuyla ilgili olarak Bîrûnî (973-1048)’nin Hint İncelemeleri (Tahkîk Mâ
li’l-Hind) adlı eseri çok meşhurdur.

İskenderiye Mektebi
Büyük İskender’in fethinden sonra İskenderiye önemli bir ticaret ve ilim merkezi haline geldi. İlerleyen zamanlarda İskenderiye’de açılmış olan hem dini hem de ilmi konularda uzmanlaşmış okullar, düşünce tarihinin gelişiminde önemli roller oynadılar (Orijen’in kurduğu İlâhiyat mektebi ve Yeni Plantonculuların okulları).

Antakya Mektebi
M.S. 3. Yüzyılda açılmış olan okulda Hıristiyanlığın yanı sıra Platon ve Fisagor felsefeleri okutuluyordu. Okulun en meşhur hocası Süryani Probus’tur. Ömer Bin Abdülaziz döneminde İskenderiye Kütüphanesi Antakya’ya taşındı ve burada Yeni Platoncu eğitim veren bir okul daha açıldı.

Harran Mektebi
Harran mektebi, Hermenötik öğretinin son temsilcisidir. Harran bölgesi, Büyük İskender’in fethinden sonra Yunan düşüncesiyle tanışmıştı. Bu bölgede yaşayan Sabiîler ilerleyen tarihlerde Hıristiyanlıkla temas kurdular. Bu kültürel etkileşim içeriği zengin bir düşünce ortamı oluşturdu. Bu okulun en önemli temsilcisi Sâbit İbn Kurrâ’dır

İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN DOĞUŞU
İslâm düşüncesi Hz. Muhammed’in ilk vahyi almasıyla başlar (610).
İlk vahiy “Oku!” diye emreder ki burada “oku” sözü öncelikle “başkalarına anlat, söyle” manasındadır (zira bu emir yazılı bir kaynağa bağlı değildi). Buradan hareketle İslâm, ilk vahiyle birlikte düşünceye çağıran bir içerikle gelişmeye başlamıştır.

Hz. Peygamber 632 yılında Dârû’l-Bekâ’ya intikal edince, İslâm toplumunda Müslümanlar arasında bir kısım ayrılıklar ve gelişmeler ortaya çıktı.
Hz. Peygamber’in vefatı, ilk Müslümanlara kendi akıllarını kullanma ihtiyacını öğretti. Meselelerin halli için, kendileri Kur’an ve Sünnet ile doğrudan baş başa kaldılar.

Cemel ve Sıffîn gibi iç savaşlar, Müslümanların büyük bir kısmını böldü. Hz. Ali ve Muaviye arasındaki ayrılığın sonucundaki hakem olayına tepki gösteren Hevâriç (Hariciler) ayrı bir tavır ortaya koydu ve Müslümanlar ilk büyük ayrışmaya düşmüş oldu.

750 yılında Abbasilerin hilafeti ele geçirmelerinden sonra ilmî alanda büyük gelişmeler yaşandı. Emeviler döneminde ortaya çıkan fikir ayrılıkları mezheplere dönüştü. Mezhepleşen fırkaların düşünceleri sistematikleşti.

İslâm Felsefesi ve Tanımı
İslâm dünyasındaki felsefeye “İslâm Felsefesi” denmesi, 19. yüzyılda oryantalistler ile başlamıştır.
Bazı felsefe tarihçileri, İslâm Felsefesini, İslâm dünyasında Kindi’den İbn Rüşd’e kendilerine filozof denen düşünürlerin felsefî düşünceleriyle sınırlı görülmesi gerektiği söylerler. Diğer bazıları da felsefe denmemesine rağmen Kelâm, Tasavvuf, Usûl-i Fıkıh gibi alanlar da üretilmiş kuramsal aklî düşüncelerin de İslâm Felsefesinin kapsamına girmesi gerektiğini vurgularlar.

Felsefe kelimesi Arapça “falsafa” (çoğulu: falsafiyât) kelimesinden gelmektedir. “Falsafa” kelimesi, Arapça’ya Yunanca’dan geçmiştir. Bu kelime, Yunanca “filosofia” (Philosophia) kelimesinin Arapça telâffuza uydurulmuş şeklidir.

Kindî: “Felsefe, insanın kapasitesi ölçüsünde sahip olduğu ve ebedî küllî şeylerin hakikatlerinin mahiyetlerinin ve sebeplerinin bilgisidir.”

Fârâbî: “Felsefe (hikmet), bizâtihî Vâcibi Vücûd olan Hakk’ın vücûdunun, vücûd (varlık) olarak bilinmesidir.

İbn Rüşd: Felsefe, “Sanat eseri olarak varlıklar üzerine düşünme ve Yapıcı (es-Sânî)yı tanımadır.”

İbn Hindû: Felsefe, “Ruhun, ilim ve amelle terbiye edilmesidir.”

Müslüman filozoflar hikmete, felsefeden daha yüce bir değer vermişlerdir. Hikmet, kesin doğru bilgi, yapılması fazilet olan bir hareket tarzıdır. Hikmet, felsefeden daha geniş bir mana taşır. Her hikmet, felsefedir; fakat her felsefe hikmet değildir.

Arapça’daki “feylesûf” kelimesi, “felsefe” kelimesi gibi, Yunanca filosofos (philosophos) kelimesinin Arapçalaştırılmış şeklinden başka bir şey değildir.

Antik çağda filozofa hakîm (sofos) denirdi. Hakîm, hikmet sahibi, bütün bilgileri kendinden bulunduran kimse demekti. Fisagor’un zamanından itibaren, hakîm kelimesinin kullanılmasından vazgeçildi ve yerine filozof kelimesi kullanılmaya başlandı.

Hakîm kelimesinin çoğulu “Hukemâ”dır ki, “filozoflar” demektir.

Felsefî Akımlar
İslâmî kitabiyatta bu akımlar, genelde Dehriyye (Dehrilik), Maddiyye (Materyalizm), Mu’attıla (Ateist, Ateism) ve Zanadıka (Zındıklar, Zındıklık) gibi genel adlar altında anılmışlardır.

Sofistâiyye (Sofizm): İndiye, İnadiyye ve Lâedriye gibi alt kolları vardır. Bunlar için hakikatın ölçüsü insandır. Doğruluk ve yanlışlık insanın dilini kullanmasına bağlıdır. Her şey bir çeşit dil oyunudur.

Reybiyye (Şüphecilik): Duyu verilerine itibar eder. Doğru ve hakikat hakkında insanın sâbit bir bilgisi olamayacağını savunurlar; zira duyular insanı yanıltır derler.

Tabî’îyyun: Tabiatçı ve natüralist düşünürler. Bilimin sadece deney ve tecrübeye dayanması gerektiğini söylerler.

Bilinemezcilik (Tekâfü-i edille): Agnostisizm.

Sistemsel Felsefî Ekoller
Meşşâiyye (yürüyücülük): Aristoteles derslerini yürüyerek verirdi ve bu nedenle onu izleyen talebelerine yürüyenler manasında Peripataticiens denirdi. Aristoteles felsefesini benimseyen ve onun yolunda giden İslâm filozoflarına da “Meşşâ’iyyûn” denir. Kindî (ö.866), Fârâbî (ö.950), İbn Sînâ (ö.1037), İbn Bâcce (ö.1138) ve İbn Rüşd (ö.1198) bu ekole dâhil edilir.

İbn Rüşd dışındakiler tam anlamıyla Aristotelesçi değildirler.

Meşşâ’i filozoflar özellikle mantık konusunda Aristoteles’i takip etmişlerdir. Bilgi kuramları tümdengelime dayanır.
Varlığı en genel olarak üç kısma ayırırlar: Zorunlu (vâcib), mümkün, mümteni. Tanrı, zorunlu varlıktır; Tanrı’dan başka bütün varlıklar mümkün varlıklardır. Mümteni varlık, gerçekliği hiçbir şekilde düşünülemeyen varlıktır.

Meşşâîlere göre varlık kavramının veya metafiziğin temel iki ilkesi vardır. Birincisi, mantık ilkeleri; ikincisi, nedensellik (illiyet) ilkesidir.
Neden, varlık bakımından sonuçtan (nedenlemeden) öncedir. Nedenle sonuç arasındaki ilişki, zorunludur.

Aristoteles’i takiple Meşşâiler dört nedenden bahsederler;
1) Fâil Neden (İlk neden söz konusu olunca, bu Tanrı’dır; ancak doğadaki herhangi bir nesne de fâil neden olabilir; örneğin babanın, oğluna neden olması gibi);
2) Şeklî (sûrî) neden; varlığa şeklini veren nedendir;
3) Maddî neden, bir şey neden oluşmuş veya yapılmış ise, o onun maddî nedenidir;
4) Gâye (Gâ‘î) neden; bir şey ne için yapılmış ise o gaye, onun gaye nedenidir.

İbn Sînâ ve Fârâbî’ye göre mümkün varlıkların ortaya çıkışı sudûr (taşma) ile açıklanır. Varlık, Mutlak Bir olan Tanrı’dan zorunlu olarak taşmak suretiyle mertebe mertebe oluşmuştur. Bu mertebeler kendilerine “Akıl” adı verilen 10 veya 11 varlık mertebesidir.

Varlıkların bir özü (zât, mâhiyet, inniye) vardır; bir de varlığı (vücûd) vardır.
Öz, varlığın neliğidir; varlık, öz üzerine ilineksel olarak giydirilen vücuttur.
Öz, varlıktan önce gelir. Meşşâiler Tanrı’da varlık-öz ayırımı yapmazlar.

Rivâkkiye (Revakiye): Kelime anlamı itibarıyla “revaka mensup” veya “revaka ait” demektir. Bir ıstılah olarak genelde Stoacılık, özelde “İslâm Stoacılığı” demektir. Stoacılar derslerini revaklara yani sütûnlara yaslanarak yaparlardı.
Bazı Müslüman bilginler, çeşitli konularda Stoacılardan etkilenmişlerdir; fakat bütünüyle Stoacıları takip eden bir Müslüman düşünürü yoktur.

İşrâkiyye: İşrâk, “ışığın veya güneşin doğması”, “ışığın açılması” anlamlarına gelir. İşrâkiyye, meşhur filozof Şehâbeddin Sünreverdî el-Maktûl (1153-1191)’in kurduğu özel bir felsefenin adıdır.
Hakikatin, akılla değil, doğrudan doğruya sezgi veya genel bir iç aydınlanmayla elde edileceği esasına dayanan İşrâkîlik, genelde Aristoculuk, özelde Meşşâîliğe bir aksülâmel olarak doğmuştur.
İşrâk kavramı ilk defa Fârâbî tarafından ortaya atıldı.
Gençlik yıllarında İbn Sînâ ekolüne dâhil olan Suhreverdî, daha sonra Aristocu felsefeden ayrılır. Kendi ekolünü kurar.
Mantık: Pertevnâme adlı mantık eserinde Suhreverdî, önce Aristo’nun kategori anlayışına karşı çıkar. Daha sonra Kant’ın da söyleyeceği gibi kategorileri, varlığın değil zihnin kategorileri olduğunu söyler. Aristo’nun on kategorisi yerine, sadece iki kategoriden bahseder. Bunlardan birisi, “Hey’e”dir; ikincisi “Cevher”dir. Hey’e, varlığın yapısını oluşturan bütünlük, bünyesidir. Cevher, varlığın özü veya mâhiyetidir.
Metafizik: Aristocu ve meşşâî metafiziğin özcü bir metafizik olmasına karşın, İşrâkî metafizik, varoluşsal bir metafiziktir. Yani varoluşta, varlık özden önce gelir. Yani Hey’e önce yaratılır; sonra ona cevher (öz) verilir.
Suhreverdî’nin en temel metafizik kavramı Nûr kavramıdır. Nûr Heykelleri adlı eserinde anlattığı gibi Nûr, Tanrı Nûr’udur; varlık, Nûr’un derece derece yansımasıyla oluşmuştur.
Kavramların manaları düşünseldir; varlıksal gerçeklikleri yoktur der.
Bilgi kavramında, Meşşâilerin akılcılığına karşı Suhreverdî, sezgiyi öne çıkarır. Nesnelerin gerçekliğini ancak sezgiyle kavrayabiliriz. Sezgi, nihayi olarak insanın kendisini Tanrı Nûr’u ile aydınlatmasıdır.

İhvanü’s-Safâ (Safâ kardeşleri) gizli, gizemli bir ansiklopedist felsefe cemiyetidir. 9.-10. yüzyıllar içinde, önce Basra veya Bağdat’ta kurulduğu kabul edilir. Elli iki risâleden oluşan bir eser yazmışlardır; bu eser “Resâil” veya Resâilu İhvâni’s-Safâ” olarak bilinir. Resâil, tam bir felsefi ilimler ansiklopedisidir.

Gazzâlî
Aristo ve Meşşâî filozofların felsefesini iyice öğrenmiştir. Bu felsefeyi doğru biçimde özetleyen Makâsidu’l-Felâsife adlı eserini kaleme almıştır.
Aristocu-Yeni Eflatuncu Fârâbî ve İbn Sînâ metafiziğini, hem kendi felsefesine hem de İslâm’a aykırı gördüğünden, ikinci önemli felsefe kitabı olan Tehâfüt el-Felâsife’yi yazarak, özellikle İbn Sînâ’yı tenkid etmiştir.
Gazzâlî, bazı modern felsefî meselelere de öncülük etmiştir. Yöntemsel şüpheciliği yüzyıllar sonra Descartes’i meşhur etmiştir. “Bu dünya, mümkün dünyaların en iyisidir” sözü ise aynı şekilde Leibniz tarafından tekrar edilmiştir. Son olarak nedensellik ilkesini tenkid ve reddettiği görüşleri David Hume’un eserlerinde aynen yer bulmuştur.

Ebu’l-Berekât el-Bağdâdî
Metafiziği Gazzâlî’ye yakındır. Zaman hakkındaki yazılarında Platon ve Aristoteles’i eleştirir. Ona göre zaman, varlığın sayımıdır; yani varlığın bekâsının müddetidir.

İbn Haldûn
Kitâbu’l-İber adlı tarih kitabına giriş olarak yazdığı el-Mukaddime, özellikle Tarih Felsefesi, sosyoloji ve siyaset gibi kültür ilimleri açısından önemlidir.
Tarihsel ve sosyal olayların değişken ve sâbit ilkelerini tesbit etmiştir.

12. yüzyıldan sonra İslam dünyasında felsefe gerilemeye başlamıştır. Bunun düşünsel sebepleri arasında Gazzâlî’nin eleştirileri ve tasavvuf ekolleri başta gelenlerdir.
13. yüzyılda Endülüs’te birtakım felsefi gelişmeler gözlenmiştir: İbn Bâcce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd bu dönemin öne çıkan isimleridir.

Osmanlı döneminde ise felsefe çoğunlukla kapı ardı edilmiştir. Müstakil olarak felsefeyle ilgilenen isimler olmuşsa da ciddi bir düşünce akımı ortaya çıkmamıştır. Lale devrinde Damat İbrahim Paşa’nın öncülüğünde kurulan tercüme heyeti Antik Yunanca, Arapça ve Farsçadan pek çok eseri tercüme etmiştir.

İslâm Düşünce Okulları
Kur’an’da düşünme etkinliği bağlamına göre nazar, re’y, tefekkür, tezekkür, tedebbür, i’tibar ve akıl kelimeleriyle ifade edilmiştir.

Kur’an’da geçen bazı tabirleri belli ayetlerdeki ifadelere nazaran nlamakta güçlük çekenler olmuştur/olmaktadır/olacaktır (“Allah’ın eli” ifadesini duyan biri insan benzeri bir Tanrı telakkisine meyledebilir). İslâm fıkıh usulünde “tearuzü’l edille” delillerin çatışması bahisleri bu sorunu fıkıhla ilgili alanda çözümlemeye çalışır.
Bazı dini metinlerin anlamları herkesin aynı şeyi anlayabildiği şekilde açık ve seçik değildir. Dini ilimlerde bu olguya müteşabih, mecaz, kinaye, teşbihi, tecsimi ifadeler, müphem, müşterek, müşkil, mücmel ve hafi gibi kavramlarla işaret edilmiştir. Mesela Kur’an’ın Yüce Allah hakkında kullanmış olduğu sıfatların, isimlerin nasıl anlaşılacağı böylesi bir sorundur. İslâm düşünce okulları hem dini metinlerin anlaşılmasını bir sorun olarak tartışacak hem de bunun yöntemine dair tartışmaları yürütecektir. Özellikle Kelam düşünce okullarının oluşumunda bu husus belirleyici olacaktır.

İslâm, tarihi bir gerçeklik olarak devletle beraber var olmuştur. İslâm’ın doğuşundan itibaren devletle beraber varlığını devam ettirmesi, İslâm dininin düşünce okullarının oluşum sürecini ve mahiyetlerini etkilemiştir. Brahmanizm, Mecusilik, Dehrilik, Tabiatçılık, Batınîlik ve İlhad gibi hareketler İslâm’a yönelik entelektüel eleştiri ve saldırılarda bulundu.

Kelam
İslâm Düşüncesinin Kelam okullarının ortaya çıkışında öncelikle siyasi olaylar etkilidir. Cemel ve Sıffîn savaşları sonrasında bir Müslümanı öldürmenin dinî hükmü, iman-günah, kader-cebir, tekfir gibi konular tartışılmış ve çözümler aranmıştır. Mehdî inancı böylesi bir ortamda tartışılmaya başlanmıştır. Öte yandan Emevîler yönetimlerini meşrulaştırmak amacıyla cebir inancını yaymaya çalışmışlardır. Bütün bunlar kelâm disiplininin doğmasına sebep teşkil eden iç faktörlerdir. Kelam geleneği öncelikle savunma mahiyetinde bir gelişim göstermektedir. Eleştirilere cevap veriş biçimleri cedeldir ve de kelam geleneğinin yöntemi olarak kabul edilmiştir.

Tasavvuf
Tasavvuf düşüncesi başlangıçta ekonomik zenginleşmeye tepki olarak ortaya çıkmıştır. İlk dönem temel kavramları da korku, hüzn, ümit, sevgi, ihlas, kabz, bast ve benzeri içsel, ruhsal durumlarla ilgilidir.

İslâm Felsefe Okulları
Felsefenin İslâm dünyasında oluşmasının en önemli vasatı tercüme hareketleridir.
Müslüman filozoflara göre felsefe insanlığın ortaya çıkışından itibaren devam eden bir tür hakikat araştırmasıydı ve kendileri de hakikatin peşinden koşan öğrencilerdi.

Dehriyye
Dehriyye şeklinde anılan okul evrenin başlangıcı ile sonu olmadığını ve yaratılmadığını iddia etmektedir. Okulun isminde bulunan “dehr” kelimesi başlangıcı ve sonu olmayan zaman anlamındadır. Temsilcisi olarak İbnü'r-Râvendî gösterilebilir.
Bu okul âlemin ezelîliğini ve maddî evrenin ötesinde akıl, ruh ve Tanrı gibi manevî hiçbir varlığın bulunmadığını ileri sürmüştür. Evrenden ayrı bilinçli ve irade sahibi Tanrı fikrini reddetmiştir. Bilgi konusunda ise duyuların dışında başka bir bilgi kaynağı kabul etmemiştir. Dolayısıyla vahyi, peygamberliği ve mucizeleri de inkâr etmiştir.

Tabiatçılar
Tabiattaki her türlü oluşum, değişim ve gelişimi rasyonel olarak açıklamaya çalıştılar. Bu okul tıp, kimya, astronomi ve matematik olmak üzere çeşitli pozitif bilim dallarında ciddi araştırmalar yaptı. İslâm dünyasında Câbir b. Hayyân ile Ebû Bekir er-Râzî’nin tabiatçı felsefelerinden bahsedilmektedir.

Meşşâî Okulu
Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Bacce ve İbn Rüşd gibi seçkin İslâm filozofları tarafından temsil olunur. İslâm dünyasında en yaygın ve en etkili olan okul Aristoteles felsefesini takip eden Meşşâîlerdir.
Meşşâî okula göre her şeyden önce din ile felsefe arasında konu ve gaye birliği bulunmaktaydı.
Felsefeyi nazarî ve amelî olmak üzere iki kısma ayırırlar. Nazari felsefe metafizik, fizik ve matematik bilimler gibi kendisinden sadece bilmenin ve bilginin hedeflendiği disiplinlerdir. Amelî disiplinler ise ahlak, ev idaresi ve politikadır.
Meşşâî filozoflara göre burhan ehli olan filozoflar tevile ve yorumlaya yetkilidirler.
Meşşâî filozoflara göre peygamberlik kurumu toplum için zorunludur. Vahiy, faal aklın yukarıdan aşağıya doğru seçilmiş insanlara bilgiyi aktarmasıdır. Vahyi alma sürecinde ise insanın mütehayyile gücüyle fiil halindeki akıl etkindir
Meşşâîler tenzihte bulunup Yüce Allah’ı her türlü eksiklikten uzak tutarlar.
Meşşâî Filozofların evren tasarımı doğal olarak ana hatlarıyla Aristotelesçiydi. Evren en dışta sabit yıldızlar feleğinin ve merkezde ise dünyanın bulunduğu, iç içe geçmiş eş merkezli feleklerden oluşmuştur. Bu evren tasarımında hiçbir boşluk yoktur.
Dünyanın üstündeki felekler basit bir elementten yapılmış olup oluş ve bozuluşa sahip değildir. Bu basit elemente cirm veya esir adı verilmektedir. Ayrıca onların hareketi sonsuz ve daireseldir. Gök cisimleri canlı yani nefis sahibi olup akıllarıyla hareketlerini ve dolayısıyla evrenin yönetimini yerine getirmektedirler. Diğer bir ifadeyle ay üstü âlem; 1) gök felekleri, 2) gök akılları ve 3) gök nefisleri olmak üzere üç farklı unsurdan oluşur. Ay altı şeklinde isimlendirilen dünya ise oluş ve bozuluşa tabi olup, dört temel unsur ve bunların ilk nitelikleri ve formları olan sıcaklık, soğukluk, yaşlılık ve kuruluktan oluşmaktadır.
Onlara göre insan beden ve nefsten oluşmuştur. İnsan nefsi yetilerden/güçlerden oluşan bir bütünlüktür.
Meşşâî filozoflara göre insanın beş duyu, ortak duyu, tahayyül, müfekkire ve hafıza güçleri bulunmaktadır. Bu güçlerden her birisinin kendisine has ayrı fiili vardır. Beş duyu dış dünyadan nesnelerin belli özelliklerini almaktadır. Ortak duyu ile duyu objesi hakkında beş duyularla elde edilen parça halindeki veriler birleştirmektedir. Tahayyül gücü beş duyu ile algılanan objeyi, ortadan kaybolduktan sonra da hatırlamaktadır. Müfekkire gücü elde edilen sûretler hakkında tikel yargılar ve mânâlar oluşturmaktadır. Hafıza gücü ise söz konusu objenin hem sûretini hem de onun hakkında verilen ferdî yargıları sürekli olarak zihinde tutmaktadır.
Meşşâîlere göre akıl, nazarî ve amelî olmak üzere iki kategoride iş görür. Aklın matematik, fizik, metafizik gibi teorik konuları incelediği haline nazari akıl ismini verirler. Akıl aynı zamanda eylemler, fiiller, davranışlar ve kararlar hakkında da işlemde bulunur. Meşşâî filozoflar aklın bu haline ameli akıl adını verirler.
Meşşâî filozoflar insanda akli bilginin oluşması sürecini açıklarlarken semavi ve ilahi bir ilkeye daha başvururlar. Buna da Faal akıl ismini verirler.

Aklın gelişmesi
1. Kuvve halindeki akıl veya potansiyel akıl: İnsanın küçüklük döneminde aklın bulunduğu haldir.
2. Fiil hale geçmiş akıl: İnsan soyutlamaya, kavram oluşturmaya ve tümel yargılar oluşturmaya başladığı hale verilen isimdir.
3. Meleke halindeki akıl: İnsan aklının yetkinleşmesindeki bir ileri safhayı temsil eder.
4. Müstefad Akıl: İnsan bu son yetkinlik haline yine Faal akılla ilişkiye geçerek ulaşır (marifet ehli).

Meşşâî filozoflar istek gücünü, eyleme ve davranışa yönelik olarak insanın içindeki bir tür enerji ve bir tür potansiyel olarak anlarlar. İstek gücü ise şehvet, öfke ve aklın etkilerine açıktır. Aklın istek gücü üzerinde etkili olması durumuna ihtiyar adı verilir.

İşrâki Okul
12. yüzyıldan sonra Şehâbeddin es-Sühreverdî (ö. 587/1191) tarafından kurulan İşrâkî okul, Meşşâîleri eleştirmeye başladı. İşrâk okulu Meşşai bilginin kaynağı olarak akıl yürütmeyi temel alan rasyonalist Meşşâî felsefeye karşı mistik tecrübe ve deruni sezgiye dayanan düşünceyi savunur. İşrak bir iç aydınlanma, keşf ve zevke deruni bilgidir. Ontolojik açıdan ise işrak, Nurlar nurundan aşağıya doğru nurların derecelenmesi ve varlığın zuhur edip gerçeklik kazanmasıdır.

İşrâkî okulun temsilcileri arasında şunlar sayılabilir: Sühreverdi, Şehrezûrî, Kutbüddîn-i Şîrâzî, Celâleddin ed-Devvânî ve Molla Sadra.

İşrak okulunun kaynakları arasında Platon, Meşşâî filozoflar, Hermetik gelenek ve kadim İran inançları yer alır. Sühreverdi tüm bu kaynaklar arasında bir sentez oluşturmaya çalışmıştır.
Sühreverdi, Hikmetü’l-işrâk’ta rasyonel bilgi kanalıyla gerçeğe ulaşmanın imkânsız olduğunu savunur. İnsan ancak derunî tecrübe ve mükâşefe yoluyla iç aydınlığa ve işrâka erebilir.

Sühreverdi temelde hakikate ulaşmanın iki yöntemi olduğunu belirtir. Birincisi düşünme ve akıl yürütmeye dayanan bilimsel ve aklî araştırmadır. İkincisi ise keşf, müşahede ve kalbi sezgi yoludur. Bu yöntemde nefsi arındırma, kalbi temizleme, ahlâki yetkinleşmeye vurgu yapılır. İbadet, kulluk, çile çekme ve diğer ahlâkî arınma uygulamaları önemlidir. Sühreverdî’nin teellüh ismini verdiği bu yöntemle insanda bir iç sezgi oluşur. Hakikatin bilgisine ulaşma düzeyine yükselmiş olan kişiye de “müteellih” denir. Müteellih Allah’a benzemeye çalışan kişidir.
Sühreverdî, hakikati arayanları üç kısma ayırır.
1. Teellühü esas alıp bahse önem vermeyenler (Peygamberler ve sofiler);
2. Tefekkür ve rasyonel araştırmayı önemseyip teellühü ihmal edenler (Aristoteles ve Meşşâîler);
3. Her iki yolu takip edenler (İşrakîler).
İlkine müteellih, ikincisine hakîm, üçüncüsüne de müteellih hakîm veya ilâhî hakîm denir.

Meşşâilerde varlığın en yüksek cinsleri sayılan on kategoriyi cevher, hareket, izafet, nicelik ve nitelik olmak üzere beşe indirir. Bir varlığı diğerinden ayırıp tanımada bu beş kategori yeterlidir.

İşraki okul varlık kavramı yerine nur yani ışık kavramını kullanmıştır. Nur, özünde apaçık olup başka varlıkları açığa çıkarandır. Nur bütün varlığa yayılmıştır. Kendisinde nurun bulunmadığı hiçbir varlık ve nesne yoktur.
İşrâki filozoflar nuru, var olmak için başkasına ihtiyacı olmayan “saf nur” ve varlığı başkasından olan “arazî nur” diye ikiye ayırır.
Yüce Allah, melekler, idealar ve insanî nefisler saf nuru temsil eder. Yıldızlar ve ateş gibi varlığı başkasından olanlar ise arazî nur diye adlandırılır.
Cisimler ve fizikî nesneler gibi şuurdan yoksun varlık türleri asıl karanlığı; renk, tat ve koku gibi nitelikler ise arazî karanlığı temsil eder.

İslâm Düşüncesinin Temel Sorunları
İslâm düşüncesi, dinden düşünceye ve düşünceden dine doğru iki farklı düşünce hareketini bünyesinde barındırır. İnanç, göreli ve içsel olduğu için bu iki akım içerisinde istikrarlı bir gelişme ortaya çıkamamıştır.
İnanma eylemi daha çok dinî metinlerin anlaşılmasına bağlı iken düşünme eylemi daha çok sebep-sonuç ilişkilerini dikkate alarak olayları açıklamayı amaçlar. İnanma, olması gerekene yönelirken, düşünme eylemi olan-bitenin nedenlerine ve muhtemel sonuçlarına dikkat kesilir.
İnanma eylemi en üst değerden en alt değere ve sonrasında değersize doğru bir dikey ( hiyerarşik) algı biçimini tercih ederken, düşünme eylemi düşünülebilir olanı doğrudan tecrübe etme anlamında yatay algı biçimine yaklaşır.

İnanç
Düşünce
Anlama
Açıklama
İtaat
Sorgulama
Olması gereken
Olup / biten
Mutlak neden
Mutlak ve tarihsel nedenler
Semboller ve değerler
Düşünülebilir olan şeyler
Sosyal algı / gelenek
Algı farklılıkları
Dikey algı
Yatay algı
Metin
Yorum

İnanma eylemi, insan için asıl olanın Allah’a mutlak itaat olduğu fikrinden hareketle, tüm soru sorma veya sorgulama çabalarına kendisini kapattığında rasyonel düşünce sanki bir kuşku, itaatsizlik, sorumsuzluk ve bencillik gibi suçlamalara maruz kalabilmektedir.

Kur’an sık sık insanları düşünmeye, akletmeye, olup bitenleri fark etmeye, zihni ve gönlü gerçeklere açmaya çağırmaktadır. Bunun yanı sıra yine Kur’an, Allah’a kesin bir iman ile bağlanmaya ve iman ederken Allah’a verilen sözleri tutmaya davet etmektedir. Kısacası Kur’an insanlardan aynı anda hem inanma hem de düşünme eylemini gerçekleştirmelerini istemektedir.

(Dil) İslâm düşüncesi, kaynak olarak her zaman Kur’an ve hadislere yönelmiş olmakla birlikte, içinde yeşerdiği kültürel dillerin söyleyebilme gücü ve imkânlarına göre kavramlaştırmalar yapabilmiştir.
Dilin söyleyebilme gücü kendisini ilmi, felsefi, edebi, hikemi ve hatta argolarda hissettirmektedir. Bu nedenle bir dilde ortaya çıkan orijinal ilmi veya felsefi kavram, bir şiirsel söz, atasözü bir başka dile aynı söyleme gücü ile çevrilememektedir.
Filozoflar, İslâm toplumlarında felsefenin genel olarak sevilmemesinin en büyük nedenini felsefi dilin soyut kavramsal yapısına bağlarlar. Bu yüzden İbn Sina ve İbn Tufeyl gibi bazı filozoflar sembolik dil aracılığıyla kendi düşüncelerini halkın dikkatine sunmaya çalışmışlardır.

İbn Hazm, mensubu olduğu mezhebin (Zahirilik) İslâm düşüncesinin içinde yeşermekte olduğu tüm kültürel gelenekleri Kur’an ve hadislerin zahiri (görünür, açıkça bilinebilir, fenomenal) anlamına nispetle eleştiriye tabi tutmaktadır. İslâm düşüncesi dini bir düşünce olacaksa, o, bu özelliğini ancak dini metinlerin kendilerinden alabilir. Din adına yapılan yorumlar, İslâm düşüncesine dini bir meşruiyet sağlamaz. İbn Hazm’ın asıl tepkisi, ‘kıyas’ yoluyla dini metinlerle kültürel gelenekleri (dilleri) ortak bir rasyonel düşünme konusu haline getirmek isteyen Hanefi, Maliki, Şafi gibi yaygın fıkıh mezheplerine mensup İslâm düşünürlerinedir.

Kur’an ve hadislerin İslâm düşüncesi için birer kaynak olduğu görüşü, kimilerini Kur’an’ın kendi başına anlaşılabileceği inancına sevk etmiştir. Bu bağlamda en fazla dikkat çeken gurup Haricilerdir. “Hüküm yalnızca Allah’ındır” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımlarının gerisinde ‘Allah’ın kelamının anlaşılması için gereken her şey yine kelamın kendisindedir’ şeklindeki bir varsayım bulunmaktadır.

Büyük oranda Mu’tezilî ve belli ölçülerde Maturidî ve Eş’arî düşünürler tarafından savunulan görüşe göre insan aklının saf (fıtrata uygun) ve mantıklı kullanımı sayesinde dinî nasların asıl anlamlarına erişilebiliriz. İnsanlık tarihinde genel kabul gören mantıksal, matematiksel ve bilimsel rasyonalite, ancak bu dünya hayatı sınırları içinde işlev görebilecek bir husustur. Oysa insanın ölüm sonrası hayatı da kapsayacak şekilde bir genel rasyonalite geliştirmesi ve tatbik etmesi gerekmektedir. İşte İslâm düşüncesi böylesi bir genel rasyonaliteye erişmeyi ancak Kur’an ve hadisler sayesinde mümkün görmektedir.

Gazali’nin el-Munkiz mine’d-dalâl adlı eserine baktığımızda mantık, matematik, tıp, fizik gibi disiplinlerin bu dünya hayatını ve fiziksel dünyayı anlamak için uygun olduğuna dair görüşleri bulmaktayız. Ancak konu manevi (metafiziksel) gerçekliklere ve öte dünyaya geldiğinde, burada yalnızca bu dünya için geçerli olduğu aşikâr olan disiplinlerle yol alamayız.

İbn Sina, Şifa adlı eserinin “Peygamberliğin Kanıtlanması” kısmında kutsal metinlerin ancak felsefi düşünmeye meyilli insanların fark edebileceği bir takım işaretler sunduğunu belirtir. Hakikati başkalarından aktarılan söylemlerle anlamaya yatkın insanlardan farklı olarak, felsefi zekâlar Kur’an ve hadislerde işaret edilen hakikati apaçık şekilde tecrübe etmeye çalışırlar. Bu nedenle Farabi ve İbn Sina gibi düşünürlerin gözünde İslâm düşüncesi gerçek rasyonalitesini Kur’an’da yalnızca işaret edilen felsefi hakikatleri tecrübe ederek kazanabilir. Bir başka deyişle, kutsal metinler sadece rasyonel düşünmenin bir imkânı ve motivasyonudurlar.

İbn Rüşd, yabancı kültürlere ait hususların tümden reddedilmesinin anlamsızlığına işaret ettikten sonra kısmen yararlanma konusuna sözü getirir. İbn Rüşd’ün gözünde, felsefi düşünme zaten Kur’an tarafından teşvik edilmiştir.

RASYONEL BİLİNCİN GELİŞİMİ
Gerçeklik (hakikat) tecrübesi arttıkça, rasyonel bilinç kendisi olmaya başlar. Potansiyel durumundan aktif bir konuma yükselir. İnsan bilincinin rasyonel gelişim gösterebilmesi için öncelikle doğuştan gelen kapasitesinin (hyle, heyula) fiiliyata dönüşmesi (bilfiiil) ve böylece daha büyük bir kapasiteye erişmesi, sonra bu kapasitesinin fiiliyata dönüşmesi şeklinde ilerleyen bir sürece girmesi gerekmektedir.

İslâm düşünce tarihinde rasyonel bilincin ontolojik, kuramsal ve pratik gelişim safhalarını aynı anda ilgilendiren temel anlam alanları vardır.

Şehir (Medine), belki İslâm düşüncesinin en temel alanı ve de sorunudur. Zira İslâm düşüncesini mümkün kılan dil, her şeyden önce şehir dilidir. Şehirler İnsanların karşılıklı konuşmaları sayesinde hakikatin tezahür ettiği mekânlardır. İnsan ancak şehirde kendisini üst düzeyde gerçekleştirebilir, en üst ontolojik konuma erişebilir.

Hakikatin keşfi, her şeyden önce Varlık sorusu doğrultusunda gerçekliğin farklı düzeylerini araştırmakla mümkündür. İslâm düşünürleri bu bağlamda cansız maddi gerçeklik düzeyinden, en yüksek gerçek olan Allah’ın varlığına değin bir hiyerarşiyi benimsemişler ve bu iki kutup arasında kalan gerçekliğin hangi düzeylerde tezahür ettiğini araştırmışlardır.
İslâm düşünürleri, varlığın dış dünyada kendi başına bir gerçeklik olarak bulunması ile bu varlığın zihnimizde bir kavram ve imge aracılığı ile farklı bir gerçeklik olarak yer alması arasında ayrım yapmışlardır. Biz bu gerçekliğin ilkine (dış dünyadaki haline) ontik, zihnimizde kendisini açmışlık durumuna ontolojik adını vermekteyiz.

İslâm düşünürleri genel olarak hakikat ile varlığın ontik ve ontolojik düzeylerini kast ederken, hak kavramı ile bir varlığın (buna insani eylem ve düşünceler de dâhildir) olması gereken yerde durduğunu kast ederler. İbn Hazm’ın bu noktada verdiği örnek açıklayıcıdır: Zulmün varlığı hakikattir (ontik ve ontolojik bir gerçektir) ama hak (doğru) değildir. Olması gereken şey zulmün ortadan kaldırılmasıdır, adalettir.

İslâm düşüncesi, Kur’an ve hadisleri kendisine kaynak olarak kabul ettiğinden, kendisine en temel görev olarak bu metinleri yorumlamayı vermiştir. İslâm düşünce tarihi, bu açıdan, bir yorum tarihidir. Tefsir kavramı daha çok Kur’an metnini dilsel ve tarihsel boyutlarıyla anlamayı ifade ederken, yorum kavramı Müslümanların içinde yaşadıkları tarihsel ortam ile Kur’an metni arasında bağlantı kurma çabasına işaret eder.
---

İSLÂM DÜŞÜNCE TARİHİ
Editör: Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2070
Eylül 2010, Eskişehir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder