İslâm Düşüncesi, Kaynakları ve Sorunları
11. yüzyıldan itibaren Batı’da ortaya çıkan
fikirlerin temelinde İslâm felsefesi yatar. Bu açıdan, Ortaçağ ve hatta modern
dönem Batı Felsefesini, anlamak ve değerlendirebilmek için İslâm felsefesini de
iyi bilmek gerekir.
İslâm düşüncesi, Müslüman düşünürlerin ve filozofların ortaya koydukları
düşüncelerin ortak adıdır. Kur’an ve Sünnet gibi
İslâm dininin en temel iki kaynağının böyle bir düşüncenin oluşumuna ve gelişimine
doğrudan ve dolaylı etkide bulunmuştur.
Hind düşüncesinin temelinde Hinduizm, Çin
düşüncesinin temelinde Budizm, Batı düşüncesinin temelinde Hıristiyanlık olduğu
gibi, İslâm düşüncesinin temelinde de İslâm vardır.
İslâm düşüncesi, Allah’tan insana, tarihten
tabiata düşüncenin konusu olan varlık, doğal ve insanî alana ilişkin Müslüman bilginlerin
ürettikleri aklî düşünceleri kapsar.
İslâmî
Kaynaklar
Kur’an: Kur’an’daki her mesele,
Müslümanları düşünmeye sevk etmiştir. Kur’an’da pek çok ayette Allah, insanlara
düşünmeyi emretmiştir. Buradan hareketle ayetlerin akıl yoluyla
tartışılması/kavranması konusunda Kindî, Farabî ve İbn Rüşd gibi düşünürler
mesai harcamışlardır.
Hz.
Peygamber’in Sünneti, İslam düşüncesinin
gelişiminin önemli ikinci kaynağıdır.
Müslüman
Milletlerin Eski Kültürleri
Câhiliye Araplarının kabilecilik, Farsların
milliyetçilik anlayışları, Müslümanların siyasî ve sosyal düşüncelerinde etkili
olduğu görülmektedir. İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren ortaya çıkan hilâfet
konusundaki tartışmalarda ve bu konudan dolayı ortaya çıkan fırkalaşmalarda bu
tesirleri görmek mümkündür.
Yabancı
Eserlerin Tercümesi
Hermes Geleneği, Antik Yunan ve Hellenistik
düşüncesi, Hind düşüncesi ve Sasanî düşüncesi İslam düşüncesine etki etmiştir.
Yabancı eserlerin Arapça’ya tercüme girişimi
ilk defa Hz. Ömer zamanında
olmuştur; İran’ın fethinden sonra sarayda bulunan Hudayiname adlı kitap tercüme edilmiştir.
Tercüme faaliyetleri asıl olarak Emevilerin
son döneminde başlamıştır. Bağdat’ta Me’mun
döneminde açılan Beytü’l-Hikme
(Bilgelik Evi) sayesinde sistematik tercüme faaliyetleri başlamıştır.
Hermes
Geleneği
Bu gelenek, Babil, Mısır ve Yunan medeniyetlerinin
ve düşüncelerinin köklü bir biçimde temelini teşkil ediyordu. Her üç
medeniyetin kaynaklarında farklı bir Hermes’ten söz ediliyorsa da asıl olan
Babil’de yaşamış olan Hermes’tir. Suhreverdî
el-Maktûl, Hermes’in Hz. İdris olduğu kanaatindedirler.
Hermes geleneği, İslâm dünyasında Astronomi
ve Kimya gibi ilim dallarının gelişmesine doğrudan ve dolaylı bir tesiri olduğu
gibi, Astroloji, Simya, hurîfilik ve büyücülük gibi sırrî-batinî disiplinlerin
de temelini oluşturmaktadır.
Yunan-Hellenistik
Düşüncesi
M.Ö. 6. yüzyılda Thales ile başlayıp
Aristoteles’in ölüm tarihi olan M.Ö. 324 yılına kadarki süreç Antik Yunan
düşüncesi olarak telakki edilir. Antik Yunan düşüncesi Sokrates’i merkeze
alarak iki kategoride ele alınır. Sokrates’ten önceki filozoflar ağırlıkla doğa
felsefesine katkı yaptıkları için fizikçiler olarak tasnif edilirler.
Sokrates’ten sonraki düşünürler (özellikle sofistler) insanı merkeze
almışlardır. Eserleri Arapçaya çevrilerek İslam düşüncesine etki etmiş başlıca
düşünürler; Eflâtun (Platon), Aristoteles, Plotinus, Proclus, Galen, Alexandre d’Afrodise.
Sasânî
Düşüncesi
Manikeizm ve Zerdüştlük gibi önemli eski
İran dinlerinin, Sasânîlerin düşüncesinin gelişimine büyük katkıları olmuştur. Sasânî
hükümdarı I. Şapur döneminde Rûm esirler aracılığıyla Yunan dili ve düşüncesi Sasânî
topraklarına girdi. Bu bölgede Hıristiyanlaşan İranlılar Urfa ve Nusaybin’de
dini okullar açtılar. Bu okullarda Antik Yunan düşünürlerinin eserleri
okutuluyordu.
İslam bu coğrafyada yayıldıktan sonra bölge
halkı İslamlaştı ve sahip oldukları düşünce geleneği İslam düşüncesine girdi.
Urfa
ve Nusaybin Mektepleri
Urfa mektebi, İranlılar tarafından 363
yılında kuruldu. Hıristiyanlaşan İranlılara Hıristiyanlığı ve Yunancayı
öğretmek için açılmış bir okuldu. Okul, 489 yılında kapatılınca okulun hocaları
Nusaybin’de yeni bir okul açtılar. Bu okulda dinî ve felsefi eğitim 9. yüzyıla
kadar devam etti.
Cündişapur
Mektebi
Sasânî hükümdarı I. Şâpur (241-272)
tarafından kuruldu. Bu hükümdar oraya Rûm esirleri yerleştirdi, onlarla birlikte
de Yunan ilmi bu şehre girdi.
Enûşirvan (Nuşirevan; 531-579)) döneminde
bölgede bir hastane ve tıp okulu açtı. Rûm, Hind ve Farslı tabibler orada ders
verdiler.
Cündişâpur, Müslümanların eline geçtikten
sonra da faaliyete devam etti. Bu mektepten yetişen meşhur tabip ailesine
Abbasîler döneminde Bahteyşu ailesi
denirdi.
Hint
Düşüncesi
Câhiliye devrinden beri Arapların Hintliler
ile özellikle ticarî bir ilişkileri vardı. Zamanla bu bölgede İslam’ın
yayılması, kültürel etkileşimi de beraberinde getirdi. Konuyla ilgili olarak Bîrûnî (973-1048)’nin Hint İncelemeleri
(Tahkîk Mâ
li’l-Hind) adlı eseri çok meşhurdur.
İskenderiye
Mektebi
Büyük İskender’in fethinden sonra
İskenderiye önemli bir ticaret ve ilim merkezi haline geldi. İlerleyen
zamanlarda İskenderiye’de açılmış olan hem dini hem de ilmi konularda
uzmanlaşmış okullar, düşünce tarihinin gelişiminde önemli roller oynadılar (Orijen’in
kurduğu İlâhiyat mektebi ve Yeni Plantonculuların okulları).
Antakya
Mektebi
M.S. 3. Yüzyılda açılmış olan okulda
Hıristiyanlığın yanı sıra Platon ve Fisagor felsefeleri okutuluyordu. Okulun en
meşhur hocası Süryani Probus’tur. Ömer Bin Abdülaziz döneminde İskenderiye
Kütüphanesi Antakya’ya taşındı ve burada Yeni Platoncu eğitim veren bir okul
daha açıldı.
Harran
Mektebi
Harran mektebi, Hermenötik öğretinin son temsilcisidir.
Harran bölgesi, Büyük İskender’in fethinden sonra Yunan düşüncesiyle
tanışmıştı. Bu bölgede yaşayan Sabiîler ilerleyen tarihlerde Hıristiyanlıkla
temas kurdular. Bu kültürel etkileşim içeriği zengin bir düşünce ortamı
oluşturdu. Bu okulun en önemli temsilcisi Sâbit
İbn Kurrâ’dır
İSLÂM
DÜŞÜNCESİNİN DOĞUŞU
İslâm düşüncesi Hz. Muhammed’in ilk vahyi
almasıyla başlar (610).
İlk vahiy “Oku!” diye emreder ki burada
“oku” sözü öncelikle “başkalarına anlat, söyle” manasındadır (zira bu emir
yazılı bir kaynağa bağlı değildi). Buradan hareketle İslâm, ilk vahiyle
birlikte düşünceye çağıran bir içerikle gelişmeye başlamıştır.
Hz. Peygamber 632 yılında Dârû’l-Bekâ’ya
intikal edince, İslâm toplumunda Müslümanlar arasında bir kısım ayrılıklar ve gelişmeler
ortaya çıktı.
Hz. Peygamber’in vefatı, ilk Müslümanlara
kendi akıllarını kullanma ihtiyacını öğretti. Meselelerin halli için, kendileri
Kur’an ve Sünnet ile doğrudan baş başa kaldılar.
Cemel ve Sıffîn gibi iç savaşlar,
Müslümanların büyük bir kısmını böldü. Hz. Ali ve Muaviye arasındaki ayrılığın
sonucundaki hakem olayına tepki gösteren Hevâriç (Hariciler) ayrı bir tavır
ortaya koydu ve Müslümanlar ilk büyük ayrışmaya düşmüş oldu.
750 yılında Abbasilerin hilafeti ele
geçirmelerinden sonra ilmî alanda büyük gelişmeler yaşandı. Emeviler döneminde
ortaya çıkan fikir ayrılıkları mezheplere dönüştü. Mezhepleşen fırkaların
düşünceleri sistematikleşti.
İslâm
Felsefesi ve Tanımı
İslâm dünyasındaki felsefeye “İslâm
Felsefesi” denmesi, 19. yüzyılda oryantalistler ile başlamıştır.
Bazı felsefe tarihçileri, İslâm
Felsefesini, İslâm dünyasında Kindi’den İbn Rüşd’e kendilerine filozof denen
düşünürlerin felsefî düşünceleriyle sınırlı görülmesi gerektiği söylerler.
Diğer bazıları da felsefe denmemesine rağmen Kelâm, Tasavvuf, Usûl-i Fıkıh gibi
alanlar da üretilmiş kuramsal aklî düşüncelerin de İslâm Felsefesinin kapsamına
girmesi gerektiğini vurgularlar.
Felsefe kelimesi Arapça “falsafa”
(çoğulu: falsafiyât) kelimesinden gelmektedir. “Falsafa” kelimesi, Arapça’ya Yunanca’dan geçmiştir. Bu
kelime, Yunanca “filosofia” (Philosophia)
kelimesinin Arapça telâffuza uydurulmuş şeklidir.
Kindî: “Felsefe, insanın kapasitesi ölçüsünde sahip olduğu ve
ebedî küllî şeylerin hakikatlerinin mahiyetlerinin ve sebeplerinin bilgisidir.”
Fârâbî: “Felsefe (hikmet), bizâtihî Vâcibi Vücûd olan Hakk’ın vücûdunun,
vücûd (varlık) olarak bilinmesidir.
İbn
Rüşd: Felsefe, “Sanat eseri olarak
varlıklar üzerine düşünme ve Yapıcı (es-Sânî)yı tanımadır.”
İbn
Hindû: Felsefe, “Ruhun, ilim ve
amelle terbiye edilmesidir.”
Müslüman filozoflar hikmete, felsefeden
daha yüce bir değer vermişlerdir. Hikmet, kesin doğru bilgi, yapılması fazilet
olan bir hareket tarzıdır. Hikmet, felsefeden daha geniş bir mana taşır. Her
hikmet, felsefedir; fakat her felsefe hikmet değildir.
Arapça’daki “feylesûf”
kelimesi, “felsefe” kelimesi gibi, Yunanca filosofos (philosophos)
kelimesinin Arapçalaştırılmış şeklinden başka bir şey değildir.
Antik çağda filozofa hakîm (sofos) denirdi.
Hakîm, hikmet sahibi, bütün bilgileri kendinden bulunduran kimse demekti.
Fisagor’un zamanından itibaren, hakîm
kelimesinin kullanılmasından vazgeçildi ve yerine filozof kelimesi kullanılmaya
başlandı.
Hakîm kelimesinin çoğulu “Hukemâ”dır ki, “filozoflar” demektir.
Felsefî
Akımlar
İslâmî kitabiyatta bu akımlar, genelde
Dehriyye (Dehrilik), Maddiyye (Materyalizm), Mu’attıla (Ateist, Ateism) ve
Zanadıka (Zındıklar, Zındıklık) gibi genel adlar altında anılmışlardır.
Sofistâiyye (Sofizm): İndiye, İnadiyye ve Lâedriye gibi alt kolları
vardır. Bunlar için hakikatın ölçüsü insandır. Doğruluk ve yanlışlık insanın
dilini kullanmasına bağlıdır. Her şey bir çeşit dil oyunudur.
Reybiyye (Şüphecilik): Duyu verilerine itibar eder. Doğru ve hakikat
hakkında insanın sâbit bir bilgisi olamayacağını savunurlar; zira duyular
insanı yanıltır derler.
Tabî’îyyun: Tabiatçı ve natüralist düşünürler. Bilimin sadece deney ve
tecrübeye dayanması gerektiğini söylerler.
Bilinemezcilik (Tekâfü-i edille): Agnostisizm.
Sistemsel
Felsefî Ekoller
Meşşâiyye (yürüyücülük): Aristoteles derslerini yürüyerek verirdi ve
bu nedenle onu izleyen talebelerine yürüyenler manasında Peripataticiens
denirdi. Aristoteles felsefesini benimseyen ve onun yolunda giden İslâm
filozoflarına da “Meşşâ’iyyûn” denir. Kindî
(ö.866), Fârâbî (ö.950), İbn Sînâ (ö.1037), İbn Bâcce (ö.1138) ve İbn Rüşd
(ö.1198) bu ekole dâhil edilir.
İbn Rüşd dışındakiler tam anlamıyla
Aristotelesçi değildirler.
Meşşâ’i filozoflar özellikle mantık
konusunda Aristoteles’i takip etmişlerdir. Bilgi kuramları tümdengelime
dayanır.
Varlığı en genel olarak üç kısma ayırırlar:
Zorunlu (vâcib), mümkün, mümteni. Tanrı, zorunlu varlıktır; Tanrı’dan başka
bütün varlıklar mümkün varlıklardır. Mümteni
varlık, gerçekliği hiçbir şekilde düşünülemeyen varlıktır.
Meşşâîlere göre varlık kavramının veya
metafiziğin temel iki ilkesi vardır. Birincisi, mantık ilkeleri; ikincisi, nedensellik
(illiyet) ilkesidir.
Neden, varlık bakımından sonuçtan (nedenlemeden)
öncedir. Nedenle sonuç arasındaki
ilişki, zorunludur.
Aristoteles’i takiple Meşşâiler dört
nedenden bahsederler;
1) Fâil Neden (İlk neden söz konusu olunca,
bu Tanrı’dır; ancak doğadaki herhangi bir nesne de fâil neden olabilir; örneğin
babanın, oğluna neden olması gibi);
2) Şeklî (sûrî) neden; varlığa şeklini
veren nedendir;
3) Maddî neden, bir şey neden oluşmuş veya
yapılmış ise, o onun maddî nedenidir;
4) Gâye (Gâ‘î) neden; bir şey ne için
yapılmış ise o gaye, onun gaye nedenidir.
İbn Sînâ ve Fârâbî’ye göre mümkün
varlıkların ortaya çıkışı sudûr (taşma) ile açıklanır. Varlık, Mutlak Bir olan
Tanrı’dan zorunlu olarak taşmak suretiyle mertebe mertebe oluşmuştur. Bu
mertebeler kendilerine “Akıl” adı verilen 10 veya 11 varlık mertebesidir.
Varlıkların bir özü (zât, mâhiyet, inniye)
vardır; bir de varlığı (vücûd) vardır.
Öz, varlığın neliğidir; varlık, öz üzerine
ilineksel olarak giydirilen vücuttur.
Öz, varlıktan önce gelir. Meşşâiler
Tanrı’da varlık-öz ayırımı yapmazlar.
Rivâkkiye (Revakiye): Kelime anlamı itibarıyla “revaka mensup” veya
“revaka ait” demektir. Bir ıstılah olarak genelde Stoacılık, özelde “İslâm Stoacılığı”
demektir. Stoacılar derslerini revaklara
yani sütûnlara yaslanarak yaparlardı.
Bazı Müslüman bilginler, çeşitli konularda
Stoacılardan etkilenmişlerdir; fakat bütünüyle Stoacıları takip eden bir
Müslüman düşünürü yoktur.
İşrâkiyye: İşrâk, “ışığın veya
güneşin doğması”, “ışığın açılması” anlamlarına gelir. İşrâkiyye, meşhur
filozof Şehâbeddin Sünreverdî el-Maktûl (1153-1191)’in kurduğu özel bir
felsefenin adıdır.
Hakikatin, akılla değil, doğrudan doğruya sezgi
veya genel bir iç aydınlanmayla elde edileceği esasına dayanan İşrâkîlik,
genelde Aristoculuk, özelde Meşşâîliğe bir aksülâmel olarak doğmuştur.
İşrâk kavramı ilk defa Fârâbî tarafından
ortaya atıldı.
Gençlik yıllarında İbn Sînâ ekolüne dâhil
olan Suhreverdî, daha sonra Aristocu felsefeden ayrılır. Kendi ekolünü kurar.
Mantık: Pertevnâme adlı mantık eserinde Suhreverdî, önce
Aristo’nun kategori anlayışına karşı çıkar. Daha sonra Kant’ın da söyleyeceği
gibi kategorileri, varlığın değil zihnin kategorileri olduğunu söyler.
Aristo’nun on kategorisi yerine, sadece iki kategoriden bahseder. Bunlardan
birisi, “Hey’e”dir; ikincisi “Cevher”dir. Hey’e, varlığın yapısını oluşturan
bütünlük, bünyesidir. Cevher, varlığın özü veya mâhiyetidir.
Metafizik: Aristocu ve meşşâî metafiziğin
özcü bir metafizik olmasına karşın, İşrâkî metafizik, varoluşsal bir
metafiziktir. Yani varoluşta, varlık özden önce gelir. Yani Hey’e önce
yaratılır; sonra ona cevher (öz) verilir.
Suhreverdî’nin en temel metafizik kavramı
Nûr kavramıdır. Nûr Heykelleri adlı eserinde anlattığı gibi Nûr, Tanrı
Nûr’udur; varlık, Nûr’un derece derece yansımasıyla oluşmuştur.
Kavramların manaları düşünseldir; varlıksal
gerçeklikleri yoktur der.
Bilgi kavramında, Meşşâilerin akılcılığına
karşı Suhreverdî, sezgiyi öne çıkarır. Nesnelerin gerçekliğini ancak sezgiyle
kavrayabiliriz. Sezgi, nihayi olarak insanın kendisini Tanrı Nûr’u ile aydınlatmasıdır.
İhvanü’s-Safâ (Safâ kardeşleri) gizli,
gizemli bir ansiklopedist felsefe cemiyetidir. 9.-10.
yüzyıllar içinde, önce Basra veya Bağdat’ta kurulduğu kabul edilir. Elli iki risâleden oluşan bir eser yazmışlardır; bu eser
“Resâil” veya Resâilu İhvâni’s-Safâ” olarak bilinir. Resâil, tam bir felsefi
ilimler ansiklopedisidir.
Gazzâlî
Aristo ve Meşşâî filozofların felsefesini
iyice öğrenmiştir. Bu felsefeyi doğru biçimde özetleyen Makâsidu’l-Felâsife adlı eserini
kaleme almıştır.
Aristocu-Yeni Eflatuncu Fârâbî ve İbn Sînâ metafiziğini,
hem kendi felsefesine hem de İslâm’a aykırı gördüğünden, ikinci önemli felsefe
kitabı olan Tehâfüt
el-Felâsife’yi yazarak, özellikle İbn Sînâ’yı tenkid etmiştir.
Gazzâlî, bazı modern felsefî meselelere de
öncülük etmiştir. Yöntemsel şüpheciliği yüzyıllar sonra Descartes’i meşhur
etmiştir. “Bu dünya, mümkün dünyaların en iyisidir” sözü ise aynı şekilde
Leibniz tarafından tekrar edilmiştir. Son olarak nedensellik ilkesini tenkid ve
reddettiği görüşleri David Hume’un eserlerinde aynen yer bulmuştur.
Ebu’l-Berekât
el-Bağdâdî
Metafiziği Gazzâlî’ye yakındır. Zaman
hakkındaki yazılarında Platon ve Aristoteles’i eleştirir. Ona göre zaman,
varlığın sayımıdır; yani varlığın bekâsının müddetidir.
İbn
Haldûn
Kitâbu’l-İber adlı tarih kitabına giriş
olarak yazdığı el-Mukaddime, özellikle Tarih Felsefesi, sosyoloji ve siyaset
gibi kültür ilimleri açısından önemlidir.
Tarihsel ve sosyal olayların değişken ve
sâbit ilkelerini tesbit etmiştir.
12. yüzyıldan sonra İslam dünyasında
felsefe gerilemeye başlamıştır. Bunun düşünsel sebepleri arasında Gazzâlî’nin
eleştirileri ve tasavvuf ekolleri başta gelenlerdir.
13. yüzyılda Endülüs’te birtakım felsefi
gelişmeler gözlenmiştir: İbn Bâcce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd bu dönemin öne çıkan
isimleridir.
Osmanlı döneminde ise felsefe çoğunlukla
kapı ardı edilmiştir. Müstakil olarak felsefeyle ilgilenen isimler olmuşsa da
ciddi bir düşünce akımı ortaya çıkmamıştır. Lale devrinde Damat İbrahim
Paşa’nın öncülüğünde kurulan tercüme heyeti Antik Yunanca, Arapça ve Farsçadan
pek çok eseri tercüme etmiştir.
İslâm Düşünce Okulları
Kur’an’da düşünme etkinliği bağlamına göre
nazar, re’y, tefekkür, tezekkür, tedebbür, i’tibar ve akıl kelimeleriyle ifade
edilmiştir.
Kur’an’da geçen bazı tabirleri belli
ayetlerdeki ifadelere nazaran nlamakta güçlük çekenler
olmuştur/olmaktadır/olacaktır (“Allah’ın eli” ifadesini duyan biri insan
benzeri bir Tanrı telakkisine meyledebilir). İslâm fıkıh usulünde “tearuzü’l edille” delillerin çatışması bahisleri bu
sorunu fıkıhla ilgili alanda çözümlemeye çalışır.
Bazı dini metinlerin anlamları herkesin
aynı şeyi anlayabildiği şekilde açık ve seçik değildir. Dini ilimlerde bu
olguya müteşabih, mecaz, kinaye, teşbihi, tecsimi ifadeler, müphem, müşterek,
müşkil, mücmel ve hafi gibi kavramlarla işaret edilmiştir. Mesela Kur’an’ın
Yüce Allah hakkında kullanmış olduğu sıfatların, isimlerin nasıl anlaşılacağı
böylesi bir sorundur. İslâm düşünce okulları hem dini metinlerin anlaşılmasını
bir sorun olarak tartışacak hem de bunun yöntemine dair tartışmaları
yürütecektir. Özellikle Kelam düşünce okullarının oluşumunda bu husus
belirleyici olacaktır.
İslâm, tarihi bir gerçeklik olarak devletle
beraber var olmuştur. İslâm’ın doğuşundan
itibaren devletle beraber varlığını devam ettirmesi, İslâm dininin düşünce
okullarının oluşum sürecini ve mahiyetlerini etkilemiştir. Brahmanizm, Mecusilik, Dehrilik, Tabiatçılık, Batınîlik ve
İlhad gibi hareketler İslâm’a yönelik entelektüel eleştiri ve saldırılarda
bulundu.
Kelam
İslâm Düşüncesinin Kelam okullarının ortaya
çıkışında öncelikle siyasi olaylar etkilidir. Cemel
ve Sıffîn savaşları sonrasında bir Müslümanı öldürmenin dinî hükmü, iman-günah,
kader-cebir, tekfir gibi konular tartışılmış ve çözümler aranmıştır. Mehdî
inancı böylesi bir ortamda tartışılmaya başlanmıştır. Öte yandan Emevîler
yönetimlerini meşrulaştırmak amacıyla cebir inancını yaymaya çalışmışlardır.
Bütün bunlar kelâm disiplininin doğmasına sebep teşkil eden iç faktörlerdir.
Kelam geleneği öncelikle savunma mahiyetinde bir gelişim göstermektedir.
Eleştirilere cevap veriş biçimleri cedeldir ve de kelam geleneğinin yöntemi
olarak kabul edilmiştir.
Tasavvuf
Tasavvuf düşüncesi başlangıçta ekonomik
zenginleşmeye tepki olarak ortaya çıkmıştır. İlk dönem temel kavramları da korku,
hüzn, ümit, sevgi, ihlas, kabz, bast ve benzeri içsel, ruhsal durumlarla
ilgilidir.
İslâm
Felsefe Okulları
Felsefenin İslâm dünyasında oluşmasının en
önemli vasatı tercüme hareketleridir.
Müslüman filozoflara göre felsefe insanlığın
ortaya çıkışından itibaren devam eden bir tür hakikat araştırmasıydı ve
kendileri de hakikatin peşinden koşan öğrencilerdi.
Dehriyye
Dehriyye şeklinde anılan okul evrenin
başlangıcı ile sonu olmadığını ve yaratılmadığını iddia etmektedir. Okulun isminde
bulunan “dehr” kelimesi başlangıcı ve sonu
olmayan zaman anlamındadır. Temsilcisi olarak İbnü'r-Râvendî gösterilebilir.
Bu okul âlemin ezelîliğini ve maddî evrenin
ötesinde akıl, ruh ve Tanrı gibi manevî hiçbir varlığın bulunmadığını ileri
sürmüştür. Evrenden ayrı bilinçli ve irade sahibi Tanrı fikrini reddetmiştir.
Bilgi konusunda ise duyuların dışında başka bir bilgi kaynağı kabul etmemiştir.
Dolayısıyla vahyi, peygamberliği ve mucizeleri de inkâr etmiştir.
Tabiatçılar
Tabiattaki her türlü oluşum, değişim ve
gelişimi rasyonel olarak açıklamaya çalıştılar. Bu okul tıp, kimya, astronomi
ve matematik olmak üzere çeşitli pozitif bilim dallarında ciddi araştırmalar
yaptı. İslâm dünyasında Câbir b. Hayyân ile Ebû Bekir er-Râzî’nin tabiatçı felsefelerinden
bahsedilmektedir.
Meşşâî
Okulu
Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Bacce ve İbn
Rüşd gibi seçkin İslâm filozofları tarafından temsil olunur. İslâm dünyasında
en yaygın ve en etkili olan okul Aristoteles felsefesini takip eden
Meşşâîlerdir.
Meşşâî okula göre her şeyden önce din ile
felsefe arasında konu ve gaye birliği bulunmaktaydı.
Felsefeyi nazarî ve amelî olmak üzere iki
kısma ayırırlar. Nazari felsefe metafizik, fizik ve matematik bilimler gibi kendisinden
sadece bilmenin ve bilginin hedeflendiği disiplinlerdir. Amelî disiplinler ise
ahlak, ev idaresi ve politikadır.
Meşşâî filozoflara göre burhan ehli olan
filozoflar tevile ve yorumlaya yetkilidirler.
Meşşâî filozoflara göre peygamberlik kurumu
toplum için zorunludur. Vahiy, faal aklın
yukarıdan aşağıya doğru seçilmiş insanlara bilgiyi aktarmasıdır. Vahyi alma
sürecinde ise insanın mütehayyile gücüyle fiil halindeki akıl etkindir
Meşşâîler tenzihte bulunup Yüce Allah’ı her
türlü eksiklikten uzak tutarlar.
Meşşâî Filozofların evren tasarımı doğal
olarak ana hatlarıyla Aristotelesçiydi. Evren en dışta sabit yıldızlar
feleğinin ve merkezde ise dünyanın bulunduğu, iç içe geçmiş eş merkezli
feleklerden oluşmuştur. Bu evren tasarımında hiçbir boşluk yoktur.
Dünyanın üstündeki felekler basit bir
elementten yapılmış olup oluş ve bozuluşa sahip değildir. Bu basit elemente
cirm veya esir adı verilmektedir. Ayrıca onların hareketi sonsuz ve
daireseldir. Gök cisimleri canlı yani nefis sahibi olup akıllarıyla
hareketlerini ve dolayısıyla evrenin yönetimini yerine getirmektedirler. Diğer
bir ifadeyle ay üstü âlem; 1) gök felekleri, 2) gök akılları ve 3) gök
nefisleri olmak üzere üç farklı unsurdan oluşur. Ay altı şeklinde
isimlendirilen dünya ise oluş ve bozuluşa tabi olup, dört temel unsur ve
bunların ilk nitelikleri ve formları olan sıcaklık, soğukluk, yaşlılık ve kuruluktan
oluşmaktadır.
Onlara göre insan beden ve nefsten
oluşmuştur. İnsan nefsi yetilerden/güçlerden oluşan bir bütünlüktür.
Meşşâî filozoflara göre insanın beş duyu,
ortak duyu, tahayyül, müfekkire ve hafıza güçleri bulunmaktadır. Bu güçlerden
her birisinin kendisine has ayrı fiili vardır. Beş duyu dış dünyadan nesnelerin
belli özelliklerini almaktadır. Ortak duyu ile duyu objesi hakkında beş
duyularla elde edilen parça halindeki veriler birleştirmektedir. Tahayyül gücü
beş duyu ile algılanan objeyi, ortadan kaybolduktan sonra da hatırlamaktadır.
Müfekkire gücü elde edilen sûretler hakkında tikel yargılar ve mânâlar
oluşturmaktadır. Hafıza gücü ise söz konusu objenin hem sûretini hem de onun
hakkında verilen ferdî yargıları sürekli olarak zihinde tutmaktadır.
Meşşâîlere göre akıl, nazarî ve amelî olmak
üzere iki kategoride iş görür. Aklın matematik, fizik, metafizik gibi teorik
konuları incelediği haline nazari akıl ismini verirler. Akıl aynı zamanda
eylemler, fiiller, davranışlar ve kararlar hakkında da işlemde bulunur. Meşşâî
filozoflar aklın bu haline ameli akıl adını verirler.
Meşşâî filozoflar insanda akli bilginin
oluşması sürecini açıklarlarken semavi ve ilahi bir ilkeye daha başvururlar.
Buna da Faal akıl ismini verirler.
Aklın
gelişmesi
1. Kuvve halindeki akıl veya potansiyel
akıl: İnsanın küçüklük döneminde aklın bulunduğu haldir.
2. Fiil hale geçmiş akıl: İnsan
soyutlamaya, kavram oluşturmaya ve tümel yargılar oluşturmaya başladığı hale
verilen isimdir.
3. Meleke halindeki akıl: İnsan aklının
yetkinleşmesindeki bir ileri safhayı temsil eder.
4. Müstefad Akıl: İnsan bu son yetkinlik haline yine Faal akılla ilişkiye geçerek
ulaşır (marifet ehli).
Meşşâî filozoflar istek gücünü, eyleme ve
davranışa yönelik olarak insanın içindeki bir tür enerji ve bir tür potansiyel
olarak anlarlar. İstek gücü ise şehvet, öfke ve aklın etkilerine açıktır.
Aklın istek gücü üzerinde etkili olması durumuna
ihtiyar adı verilir.
İşrâki
Okul
12. yüzyıldan sonra Şehâbeddin es-Sühreverdî
(ö. 587/1191) tarafından kurulan İşrâkî okul, Meşşâîleri eleştirmeye başladı. İşrâk
okulu Meşşai bilginin kaynağı olarak akıl yürütmeyi temel alan rasyonalist
Meşşâî felsefeye karşı mistik tecrübe ve deruni sezgiye dayanan düşünceyi
savunur. İşrak bir iç aydınlanma, keşf
ve zevke deruni bilgidir. Ontolojik açıdan ise işrak, Nurlar nurundan aşağıya
doğru nurların derecelenmesi ve varlığın zuhur edip gerçeklik kazanmasıdır.
İşrâkî okulun temsilcileri arasında şunlar
sayılabilir: Sühreverdi, Şehrezûrî, Kutbüddîn-i Şîrâzî, Celâleddin ed-Devvânî
ve Molla Sadra.
İşrak okulunun kaynakları arasında Platon,
Meşşâî filozoflar, Hermetik gelenek ve kadim İran inançları yer alır. Sühreverdi
tüm bu kaynaklar arasında bir sentez oluşturmaya çalışmıştır.
Sühreverdi, Hikmetü’l-işrâk’ta rasyonel
bilgi kanalıyla gerçeğe ulaşmanın imkânsız olduğunu savunur. İnsan ancak derunî
tecrübe ve mükâşefe yoluyla iç aydınlığa ve işrâka erebilir.
Sühreverdi temelde hakikate ulaşmanın iki
yöntemi olduğunu belirtir. Birincisi düşünme ve akıl yürütmeye dayanan bilimsel
ve aklî araştırmadır. İkincisi ise keşf, müşahede ve kalbi sezgi yoludur. Bu
yöntemde nefsi arındırma, kalbi temizleme, ahlâki yetkinleşmeye vurgu yapılır.
İbadet, kulluk, çile çekme ve diğer ahlâkî arınma uygulamaları önemlidir. Sühreverdî’nin
teellüh ismini verdiği bu yöntemle insanda bir
iç sezgi oluşur. Hakikatin bilgisine ulaşma
düzeyine yükselmiş olan kişiye de “müteellih”
denir. Müteellih Allah’a benzemeye çalışan kişidir.
Sühreverdî, hakikati arayanları üç kısma
ayırır.
1. Teellühü esas alıp bahse önem
vermeyenler (Peygamberler ve sofiler);
2. Tefekkür ve rasyonel araştırmayı
önemseyip teellühü ihmal edenler (Aristoteles ve Meşşâîler);
3. Her iki yolu takip edenler (İşrakîler).
İlkine müteellih, ikincisine hakîm,
üçüncüsüne de müteellih hakîm veya ilâhî hakîm denir.
Meşşâilerde varlığın en yüksek cinsleri
sayılan on kategoriyi cevher, hareket, izafet, nicelik ve nitelik olmak üzere
beşe indirir. Bir varlığı diğerinden ayırıp tanımada bu beş kategori yeterlidir.
İşraki okul varlık kavramı yerine nur yani
ışık kavramını kullanmıştır. Nur, özünde apaçık olup başka varlıkları açığa
çıkarandır. Nur bütün varlığa yayılmıştır. Kendisinde nurun bulunmadığı hiçbir
varlık ve nesne yoktur.
İşrâki filozoflar nuru, var olmak için
başkasına ihtiyacı olmayan “saf nur” ve varlığı başkasından olan “arazî nur”
diye ikiye ayırır.
Yüce Allah, melekler, idealar ve insanî
nefisler saf nuru temsil eder. Yıldızlar ve ateş gibi varlığı başkasından
olanlar ise arazî nur diye adlandırılır.
Cisimler ve fizikî nesneler gibi şuurdan
yoksun varlık türleri asıl karanlığı; renk, tat ve koku gibi nitelikler ise
arazî karanlığı temsil eder.
İslâm Düşüncesinin Temel Sorunları
İslâm düşüncesi, dinden düşünceye ve
düşünceden dine doğru iki farklı düşünce hareketini bünyesinde barındırır.
İnanç, göreli ve içsel olduğu için bu iki akım içerisinde istikrarlı bir
gelişme ortaya çıkamamıştır.
İnanma eylemi daha çok dinî metinlerin anlaşılmasına
bağlı iken düşünme eylemi daha çok sebep-sonuç ilişkilerini dikkate alarak
olayları açıklamayı amaçlar. İnanma, olması gerekene yönelirken, düşünme eylemi
olan-bitenin nedenlerine ve muhtemel sonuçlarına dikkat kesilir.
İnanma eylemi en üst değerden en alt değere
ve sonrasında değersize doğru bir dikey ( hiyerarşik) algı biçimini tercih
ederken, düşünme eylemi düşünülebilir olanı doğrudan tecrübe etme anlamında yatay
algı biçimine yaklaşır.
İnanç
|
Düşünce
|
Anlama
|
Açıklama
|
İtaat
|
Sorgulama
|
Olması gereken
|
Olup / biten
|
Mutlak neden
|
Mutlak ve tarihsel nedenler
|
Semboller ve değerler
|
Düşünülebilir olan şeyler
|
Sosyal algı / gelenek
|
Algı farklılıkları
|
Dikey algı
|
Yatay algı
|
Metin
|
Yorum
|
İnanma eylemi, insan için asıl olanın
Allah’a mutlak itaat olduğu fikrinden hareketle, tüm soru sorma veya sorgulama
çabalarına kendisini kapattığında rasyonel düşünce sanki bir kuşku,
itaatsizlik, sorumsuzluk ve bencillik gibi suçlamalara maruz kalabilmektedir.
Kur’an sık sık insanları düşünmeye, akletmeye,
olup bitenleri fark etmeye, zihni ve gönlü gerçeklere açmaya çağırmaktadır.
Bunun yanı sıra yine Kur’an, Allah’a kesin bir
iman ile bağlanmaya ve iman ederken Allah’a verilen sözleri tutmaya davet etmektedir.
Kısacası Kur’an insanlardan aynı anda hem inanma hem de düşünme eylemini
gerçekleştirmelerini istemektedir.
(Dil) İslâm düşüncesi, kaynak olarak her
zaman Kur’an ve hadislere yönelmiş olmakla birlikte, içinde yeşerdiği kültürel dillerin
söyleyebilme gücü ve imkânlarına göre kavramlaştırmalar yapabilmiştir.
Dilin söyleyebilme gücü kendisini ilmi,
felsefi, edebi, hikemi ve hatta argolarda hissettirmektedir. Bu nedenle bir
dilde ortaya çıkan orijinal ilmi veya felsefi kavram, bir şiirsel söz, atasözü
bir başka dile aynı söyleme gücü ile çevrilememektedir.
Filozoflar, İslâm toplumlarında felsefenin
genel olarak sevilmemesinin en büyük nedenini felsefi dilin soyut kavramsal
yapısına bağlarlar. Bu yüzden İbn Sina ve İbn Tufeyl gibi bazı filozoflar
sembolik dil aracılığıyla kendi düşüncelerini halkın dikkatine sunmaya
çalışmışlardır.
İbn Hazm, mensubu olduğu mezhebin
(Zahirilik) İslâm düşüncesinin içinde yeşermekte olduğu tüm kültürel gelenekleri
Kur’an ve hadislerin zahiri (görünür, açıkça bilinebilir, fenomenal) anlamına
nispetle eleştiriye tabi tutmaktadır. İslâm düşüncesi dini bir düşünce olacaksa,
o, bu özelliğini ancak dini metinlerin kendilerinden alabilir. Din adına
yapılan yorumlar, İslâm düşüncesine dini bir meşruiyet sağlamaz. İbn Hazm’ın
asıl tepkisi, ‘kıyas’ yoluyla dini metinlerle kültürel gelenekleri (dilleri)
ortak bir rasyonel düşünme konusu haline getirmek isteyen Hanefi, Maliki, Şafi
gibi yaygın fıkıh mezheplerine mensup İslâm düşünürlerinedir.
Kur’an ve hadislerin İslâm düşüncesi için
birer kaynak olduğu görüşü, kimilerini Kur’an’ın kendi başına anlaşılabileceği
inancına sevk etmiştir. Bu bağlamda en fazla dikkat çeken gurup Haricilerdir.
“Hüküm yalnızca Allah’ındır” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımlarının gerisinde
‘Allah’ın kelamının anlaşılması için gereken her şey yine kelamın kendisindedir’
şeklindeki bir varsayım bulunmaktadır.
Büyük oranda Mu’tezilî ve belli ölçülerde
Maturidî ve Eş’arî düşünürler tarafından savunulan görüşe göre insan aklının
saf (fıtrata uygun) ve mantıklı kullanımı sayesinde dinî nasların asıl
anlamlarına erişilebiliriz. İnsanlık tarihinde genel kabul gören mantıksal, matematiksel
ve bilimsel rasyonalite, ancak bu dünya hayatı sınırları içinde işlev
görebilecek bir husustur. Oysa insanın ölüm sonrası hayatı da kapsayacak
şekilde bir genel rasyonalite geliştirmesi ve tatbik etmesi gerekmektedir. İşte
İslâm düşüncesi böylesi bir genel rasyonaliteye erişmeyi ancak Kur’an ve
hadisler sayesinde mümkün görmektedir.
Gazali’nin el-Munkiz mine’d-dalâl adlı
eserine baktığımızda mantık, matematik, tıp, fizik gibi disiplinlerin bu dünya
hayatını ve fiziksel dünyayı anlamak için uygun olduğuna dair görüşleri
bulmaktayız. Ancak konu manevi (metafiziksel) gerçekliklere ve öte dünyaya
geldiğinde, burada yalnızca bu dünya için geçerli olduğu aşikâr olan
disiplinlerle yol alamayız.
İbn Sina, Şifa adlı eserinin
“Peygamberliğin Kanıtlanması” kısmında kutsal metinlerin ancak felsefi
düşünmeye meyilli insanların fark edebileceği bir takım işaretler sunduğunu
belirtir. Hakikati başkalarından aktarılan söylemlerle anlamaya yatkın
insanlardan farklı olarak, felsefi zekâlar Kur’an ve hadislerde işaret edilen
hakikati apaçık şekilde tecrübe etmeye çalışırlar. Bu nedenle Farabi ve İbn
Sina gibi düşünürlerin gözünde İslâm düşüncesi gerçek rasyonalitesini Kur’an’da
yalnızca işaret edilen felsefi hakikatleri tecrübe ederek kazanabilir. Bir
başka deyişle, kutsal metinler sadece rasyonel düşünmenin bir imkânı ve
motivasyonudurlar.
İbn Rüşd, yabancı kültürlere ait hususların
tümden reddedilmesinin anlamsızlığına işaret ettikten sonra kısmen yararlanma
konusuna sözü getirir. İbn Rüşd’ün gözünde, felsefi düşünme zaten Kur’an
tarafından teşvik edilmiştir.
RASYONEL BİLİNCİN GELİŞİMİ
Gerçeklik (hakikat) tecrübesi arttıkça,
rasyonel bilinç kendisi olmaya başlar. Potansiyel durumundan aktif bir konuma
yükselir. İnsan bilincinin rasyonel gelişim gösterebilmesi için öncelikle doğuştan
gelen kapasitesinin (hyle, heyula) fiiliyata dönüşmesi (bilfiiil) ve böylece daha
büyük bir kapasiteye erişmesi, sonra bu kapasitesinin fiiliyata dönüşmesi
şeklinde ilerleyen bir sürece girmesi gerekmektedir.
İslâm düşünce tarihinde rasyonel bilincin
ontolojik, kuramsal ve pratik gelişim safhalarını aynı anda ilgilendiren temel
anlam alanları vardır.
Şehir (Medine), belki İslâm düşüncesinin en temel alanı ve de
sorunudur. Zira İslâm düşüncesini mümkün kılan dil, her şeyden önce şehir
dilidir. Şehirler İnsanların karşılıklı konuşmaları sayesinde hakikatin tezahür
ettiği mekânlardır. İnsan ancak şehirde kendisini üst düzeyde
gerçekleştirebilir, en üst ontolojik konuma erişebilir.
Hakikatin keşfi, her şeyden önce Varlık
sorusu doğrultusunda gerçekliğin farklı düzeylerini araştırmakla mümkündür. İslâm
düşünürleri bu bağlamda cansız maddi gerçeklik düzeyinden, en yüksek gerçek
olan Allah’ın varlığına değin bir hiyerarşiyi benimsemişler ve bu iki
kutup arasında kalan gerçekliğin hangi düzeylerde tezahür ettiğini
araştırmışlardır.
İslâm düşünürleri, varlığın dış dünyada
kendi başına bir gerçeklik olarak bulunması ile bu varlığın zihnimizde bir
kavram ve imge aracılığı ile farklı bir gerçeklik olarak yer alması arasında
ayrım yapmışlardır. Biz bu gerçekliğin ilkine (dış dünyadaki haline) ontik, zihnimizde kendisini açmışlık durumuna ontolojik adını vermekteyiz.
İslâm düşünürleri genel olarak hakikat ile varlığın
ontik ve ontolojik düzeylerini kast ederken, hak kavramı ile bir varlığın (buna
insani eylem ve düşünceler de dâhildir) olması gereken yerde durduğunu kast ederler.
İbn Hazm’ın bu noktada verdiği örnek açıklayıcıdır: Zulmün varlığı hakikattir
(ontik ve ontolojik bir gerçektir) ama
hak (doğru) değildir. Olması gereken şey
zulmün ortadan kaldırılmasıdır, adalettir.
İslâm düşüncesi, Kur’an ve hadisleri
kendisine kaynak olarak kabul ettiğinden, kendisine en temel görev olarak bu
metinleri yorumlamayı vermiştir. İslâm düşünce tarihi, bu açıdan, bir yorum tarihidir. Tefsir
kavramı daha çok Kur’an metnini dilsel ve tarihsel boyutlarıyla anlamayı ifade
ederken, yorum kavramı Müslümanların içinde
yaşadıkları tarihsel ortam ile Kur’an metni arasında bağlantı kurma çabasına
işaret eder.
---
İSLÂM DÜŞÜNCE TARİHİ
Editör: Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2070
Eylül 2010, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder