Fârâbî (870/871 – 950/951)
Din ile felsefeyi uzlaştırma çabalarına bir
derinlik kazandırmış, bu uzlaştırma çabasını metafizik, din, toplum ve siyaset
felsefesi gibi alanlara ustaca yaymayı başarmıştır.
Türkistan’ın Fârâb şehri yakınlarındaki
Vesiç’te doğdu. Türk kökenlidir. Tam künyesi Abū Nasr Muhammad al-Fârâbî’dir.
Babası Vesiç kalesi kumandanıydı bu nedenle iyi bir eğitim gördü. Çeşitli
şehirleri gezerek ilmini arttırarak yaklaşık 40 yaşındayken Bağdat’a ulaştı.
Burada mantık ve felsefe eğitimine devam etti. Dımaşk’tayken seksen yaşlarında
vefat etti.
Çok dil bilen, renkli bir kişiydi.
Kendisinin tasarladığı bir müzik aleti vardı. Eğitim gördüğü sıralarda bir
dönem bahçıvanlık yapmıştır. Kadılık da yapan Fârâbî, hayatının büyük bölümünde
sadece ilimle ilgilenmiştir. Gerçekleştirmeye çalıştığı felsefi sistem o kadar
başarılı bir model oluşturmuştur ki, kendisine antik felsefenin en büyük
otoritesi kabul edilip “birinci muallim” adıyla anılan Aristoteles’e ilaveten
“ikinci muallim” lakabı verilmiştir. Münzevi bir hayat yaşamayı seven Fârâbî
hiç evlenmemiş ve mal mülk edinmemiştir.
Eserlerinin bazıları popüler, bazıları
yaptığı araştırmaların derlemeleri, geri kalanları ise sistematiktir.
Eserlerinin sayısı 90’ı aşmaktadır.
Fârâbî Aristo ve Kindî’den daha kapsamlı
bir tasnif yapmış, İhsâu’l-ulum isimli eserinde her bir ilimin teorik ve pratik
açıdan değerini belirterek eğitim ve öğretimdeki önemine işaret etmiştir.
İlimleri 5 ana guruba ayırır:
1. Dil: Sarf, nahiv,
2. Mantık: Organondaki sekiz kitap.
3. Matematik: Aritmetik, geometri, optik, astronomi,
müzik, mekanik.
4. Fizik ve Metafizik: Fizikten maksat Aristo’nun
tabiat ilimleri alanındaki sekiz kitaptır.
5. Medeni İlimler: Ahlak, siyaset, fıkıh,
kelam.
Mantık
Fârâbî’nin en büyük başarısını mantık alanında
gösterdiği kabul edilir. Kendisinden önceki yorumcuların çözemedikleri veya
anlayamadıkları bütün belirsizlikleri çözümlemiştir. Fârâbî mantığı daha önce Aristoteles’in yapmadığı biçimde
“tasavvurat” (kavramlar) ve “tasdîkât” (hükümler) şeklinde ikiye ayırarak ele
almış, kendisinden sonra İslâm dünyasında yazılan bütün mantık kitapları da bu
tasnifi dikkate almıştır.
Fârâbî dil ve mantık arasında sıkı bir
ilişki olduğunu temellendirmeye çalışır. O’na göre dil bilgisi hatasız
konuşmanın, mantık da doğru düşünmenin kurallarını vermektir. Dil bir dış
konuşma ise mantık da bir iç konuşmadır.
Ontoloji
Erdemli Devlet’in girişinde analizine en
salt ve en mükemmel varlık olarak nitelendirdiği Tanrı kavramından başlayarak
maddi varlığın en alt tabakasına kadar inen bir evren şeması çizmektedir. Onun
felsefi sistemi bu şema bilinmeden kavranamaz. Bu şemaya göre kademeli bir
varlık yapısı gösteren evrenin en tepe noktasında hem ontolojik olarak en yüce
olan hem de insan aklının kavrayabileceği en mükemmel varlık formu olan Tanrı
(İlk Sebep) bulunmaktadır. İkinci sırada “maddeden ayrık akıllar”
(el-ukûlü’l-mufârika) adını verdiği ay küresinin üstündeki gök cisimlerinin
akılları yer alır. Varlıklarını Tanrı’dan alan bu akıllar, üçüncü varlık
seviyesi olan Faal Aklı ve gök cisimlerini oluştururlar. Fârâbî’nin Cebrail
olarak isimlendirdiği bu faal akıl Tanrı ile ay altı âlem arasında aracı
konumundadır. Dördüncü mertebede başka bir manevi varlık olan nefis
bulunur. Nefis ay altı âlemdeki insan, hayvan ve bitkilerin biyolojik,
psikolojik ve fizyonomik faaliyetlerinin de sebebidir. Beşinci ve altıncı
mertebeyi suret ve form ikilisi oluşturur. Bunlar birbirine muhtaçtır, biri
olmazsa diğeri olamaz. Bu ikilinin birleşmesi ile ay altı âlemde öncelikle dört
unsur (toprak, su, hava ve ateş) oluşur. Bunların karışımından da önce ayaltı
âlemdeki inorganik, sonra organik varlıklar meydana gelir. Ay altı âlemdeki
cisimlerin maddesi bu dört unsur iken, ay üstü âlemdeki cisimlerin maddesi
havadan da hafif olan esirdir.
Vâcib-Mümkin: Fârâbî hiyerarşik şemaya bağlı olarak yaptığı diğer bir
sınıflama da varlığı varlığı zorunlu (vâcib) ve varlığı zorunlu olmayan
(münkin) olarak ikiye ayırmaktır. Zorunlu varlık Tanrı’dır. Onun altındaki
varlıklar ise varlığında O’na göre mümkündürler. Onun altındaki varlık ise Tanrı’ya
göre mümkün ama bir altındakine göre zorunludur. Çünkü o da bir altındakinin
varlık sebebidir. Tanrıdan başka bütün mümkün
varlıklar, varlıklarında bir sebebe bağlıdırlar.
Sudûr
Teorisi: Fârâbî, Yeni Platoncu düşüncenin bazı felsefi ve mantıki
gerekçelere dayanarak âlemin Tanrı’dan sudur denilen bir süreçle meydana
geldiğini şeklindeki tezini İslâm düşüncesi içerisinde ifade etmeye
çalışmıştır. Bu teorinin kaynağı, âlemin yaratılmasından önce ne vardı gibi
zaman ve mekânla sınırlı düşünceler yer alır. Bu gibi sorulardan dolayı Fârâbî,
Kâinatın mutlak anlamda aşkın olan Allah’tan hiçbir irade ve seçimi olmaksızın
ve zorunlu olarak çıkması suretiyle (Sudûr) meydana geldiği düşüncesine
yönelmiştir. Mutlak olan Allah salt akıldır, kendi zatını bilir, dolayısıyla
kendisi tarafından bilinir. O hem akıl, hem akleden (âkil), hem de akledilendir
(ma’kûl). İşte Allah’ın kendi zatını bilmesi bütün varlığın ondan çıkmasına
sebep olmuş, O’nun kendisi hakkındaki bilgisi evrenin varlığının sebebi
olmuştur.
“Birden ancak bir çıkar” ilkesi gereğince
Allah’dan manevi mükemmel bir varlık olan İlk Akıl çıkar. Bu akıl hem Allah’ı
hem de kendisini düşünür, işte bu çoklu düşünce sonucunda teklikten çokluğa
geçiş de mümkün olmuştur. Bu İlk Aklın Allah’ı
düşünmesinden ikinci akıl, kendisinin mümkün varlık olduğunu düşünmesinden
birinci göğün (feleğin) nefsi ve maddesi meydana gelmiştir. Bu akıllar hiyerarşisi bu şekilde onuncu akıl olan Faal akıl
seviyesine kadar iner.
Fârâbî ve İbn Sînâ’nın temsil ettiği sudur anlayışına
tepkilerin zirvesinde Gazzâli bulunur.
Bilgi
Teorisi
Fârâbî, bilginin kaynağının duyular
olduğunu savunur. Platon’un “doğuştan bilgi” teorisini reddeder. Güç halindeki (bilkuvve) aklın fiil haline (bilfiil) çıkması
için sürekli fiil halinde bulunan bir dış etkene ihtiyaç vardır.
Me’âni’l-akl adlı risalesinde aklı
önce ameli ve nazari olmak üzere ikiye ayırmıştır. Ameli akıl insan
davranışlarını belirler. Nazari akıl ise duyularla gelen bilgilerin nefis
aracılığı ile mükemmelleşmesini sağlar.
a- Güç halindeki akıl (el-akl bi’l-kuvve):
Nefsin bir gücüdür. Varlığa ait renk ve şekilleri soyutlayarak kavram haline
getirir.
b- Fiil halindeki akıl: (Bilfiil akıl) Güç
halindeki aklın aktif duruma geçmesidir. Bu aşamada akıl soyutlama yaparak maddeden
tam bağımsız bilgilere ulaşır.
C- Müstefâd akıl. Duyu algılarıyla ilişkisi
kalmayan bu akıl insan aklının ulaşabileceği en yüksek seviyedeki akıldır;
sezgi ve ilhama açık olduğu için faal akılla ilişki kurma imkânına sahiptir.
Ahlak
Fârâbî’ye göre her insanın nihai hedefi
mutlu olmaktır.
Fârâbî’ye göre gerçek ve en yüce mutluluk
bilgiyle aydınlanmaktır. Bu tür bilgiye ancak filozoflar ve peygamberler
ulaşır.
Fârâbî erdemli davranışların, Aristoda
olduğu gibi her konuda ifrat-tefrit denilen iki aşırı uçtan uzak, dengeli
davranışlar olduğunu söyler.
Fârâbî faziletleri dört kategoriye ayırır:
1. Nazari faziletler: bütün teorik ilim
dalları ve en yüce varlık olan Allah’la ilgili bilgi.
2. Fikrî faziletler: düşünme gücünün fert
ve millet için en yararlı olanı araştırma çabasıdır. Bu faziletin ahlakçılarla,
kanun koyucularda bulunması gerekir.
3. Ahlaki faziletler: İnsanın iradeli
davranışlarında her türlü aşırılıktan uzak olarak iyiyi, doğruyu ve güzeli amaç
edinmesidir.
4. Ameli faziletler: insanın çeşitli sanat
ve mesleklere karşı eğilimlerini geliştirerek o alanda iyi yetişmesi anlamına
gelir.
Siyaset
ve Toplum Felsefesi
El-Medinetü’l-fazıla (Erdemli Devlet)
isimli meşhur eserinde öncelikle devletin menşei meselesi üzerinde durmuştur. Bu
bağlamda dört anlayışı öne çıkarır:
a. Ontolojik teori: Varlık planındaki
düzen, insan toplulukların böyle bir planlı yapı kurmaya sevk etmiş olabilir.
b. Biyo-organik teori: Toplumun insan
vücudundaki düzenden esinle oluştuğunu düşünür.
c. Fıtrat Teorisi: Bir arada yaşama
güdüsünün doğuştan geldiğini öne sürer.
d. Adalet Teorisi: İnsanın mutluluğu, onun
hak ve hukukunu gözetecek adalet ortamıyla mümkündür. Bunun için de devlet
teşkilatı gereklidir.
Fârâbî, insan topluluklarını tam gelişmiş
ve az gelişmiş olarak ikiye ayırır. Tam gelişmiş topluluklar küçük (şehir),
orta (devlet) ve büyük (birleşik) olarak üçe ayrılır. Az gelişmiş topluluklar
da aile, sokak, mahalle ve köy olmak üzere dörde ayrılır.
Devlet biçimlerini erdemli (faziletli)
devlet ve erdemli olmayan devletler olarak iki bölümde inceler. Erdemli
devletin tek bir biçimi vardır. Erdemsiz devletler ise dört guruba ayrılır. Bunlar
sapık, fasık, değişebilen ve cahil devletlerdir.
Erdemli devlet, sağlıklı bir vücut gibi
çalışır: bütün kurumları işini doğru şekilde yerine getirir. Vücut için kalp
neyse devlet başkanı da devlet için odur. Devlet başkanında fiziki güzellik,
anlayış ve idrak yeteneği, kararlılık ve uygulama yeteneği, hafıza, zekâ, ifade
ve üslup güzelliği, bilim sevgisi olmalı; bedensel hazlara karşı zafiyet
olmamalıdır. Saydığı niteliklerin bir kişide bulunmaması durumunda devleti iki
kişinin yönetmesi gerektiğini belirtir. Bu iki kişi, birbirlerinin eksiğini
tamamlayacak niteliklere haiz olmalıdır. Fârâbî, devlet adamında olmazsa olmaz
altı erde saymıştır: bilgelik, geleneği bilmek, adil olmak, üstün zekâ, ikna
gücü ve cesaret. Bunlardan biri eksik olursa devlet başsız kalmış olur.
Nübüvvet
Fârâbî nübüvveti, akılla nakli veya felsefe
ile dini bir ortak paydada toplamaya en elverişli vasıta olarak görür. Vahiy gerçeğini rüya olayı ile irtibatlandırarak akılla duyu
arasında aracı durumunda bulunan muhayyile gücünün etkinliğine bağlar. Ona göre
muhayyile gücü biryandan sürekli bir şekilde duyulardan gelen izlenimleri
alarak düşünme gücüne iletmekte, öte yandan da istek gücünün etkisi altında
bulunmaktadır. Muhayyile gücü ancak uykuda iken bu güçlerin etkisinden kurtulup
serbest kalır. İnsan aklının bu muhayyile gücü
Faal akılla irtibat sağlayınca maddi varlıkla ilgili bilgiyi sadık rüyalar,
manevi varlıklarla ilgili olarak ise gaipten haber verme (nübüvvet) şeklinde
ortaya koyar. Bu durum pek nâdir olarak bazı kimselerde uyanıkken de
gerçekleşir. Muhayyile gücünün ulaşabileceği en üst seviye ise nübüvvettir. Bu mertebedeki
insan faal akıldan (Cebrail) gelen feyzi (vahiy) düşünmeye ve akıl yürütmeye
gerek kalmadan bir anda uyanıkken de alır. Daha
aşağı mertebede bulunan velîler bazı keşif ve ilhamlara mazhar olsalar da
ruhanî varlıkları göremezler. Sıradan halka gelince, onların muhayyile gücü
zayıf olduğundan uykuda da uyanıkken de faal akılla asla ilişki kuramazlar.
Fârâbî'nin Batı Düşüncesine Tesiri
Latinler ve Batılı Yahudiler arasında
Alpharabius, Avennasar, Abunazar, Albunasar ve Albumasat Al-Fârâbî gibi çeşitli
isimlerle meşhurdur.
Fârâbî’nin ilimler sınıflaması, yakın
zamana kadar hemen hemen her Batılı filozofça tekrarlanmıştır. Bu konuda
yazılan eserler, Fârâbî’nin İhsâu’l-Ulûm adlı eserinin adeta kopyasıdır.
Mesela, Dominicus Gundisalinus (ö. 1151) De Divisione Philosophiae adlı
eseriyle, Fârâbî’nin sözkonusu eseri arasında hemen hiç fark yoktur.
Fârâbî’nin Varlık tarifi St. Thomas
tarafından aynen tekrarlanmıştır. Allah’ın varlığının ispatı için Fârâbî’nin
ortaya koyduğu deliller ve Allah’ın sıfatları hakkındaki yorumu, benzer bir
şekilde aynı kimse tarafından Summa Theologia adlı eserinde tekrarlanmıştır.
---
İSLÂM DÜŞÜNCE TARİHİ
Editör: Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2070
Eylül 2010, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder