25 Mayıs 2015 Pazartesi

Fârâbî

Fârâbî (870/871 – 950/951)
Din ile felsefeyi uzlaştırma çabalarına bir derinlik kazandırmış, bu uzlaştırma çabasını metafizik, din, toplum ve siyaset felsefesi gibi alanlara ustaca yaymayı başarmıştır.
Türkistan’ın Fârâb şehri yakınlarındaki Vesiç’te doğdu. Türk kökenlidir. Tam künyesi Abū Nasr Muhammad al-Fârâbî’dir. Babası Vesiç kalesi kumandanıydı bu nedenle iyi bir eğitim gördü. Çeşitli şehirleri gezerek ilmini arttırarak yaklaşık 40 yaşındayken Bağdat’a ulaştı. Burada mantık ve felsefe eğitimine devam etti. Dımaşk’tayken seksen yaşlarında vefat etti.
Çok dil bilen, renkli bir kişiydi. Kendisinin tasarladığı bir müzik aleti vardı. Eğitim gördüğü sıralarda bir dönem bahçıvanlık yapmıştır. Kadılık da yapan Fârâbî, hayatının büyük bölümünde sadece ilimle ilgilenmiştir. Gerçekleştirmeye çalıştığı felsefi sistem o kadar başarılı bir model oluşturmuştur ki, kendisine antik felsefenin en büyük otoritesi kabul edilip “birinci muallim” adıyla anılan Aristoteles’e ilaveten “ikinci muallim” lakabı verilmiştir. Münzevi bir hayat yaşamayı seven Fârâbî hiç evlenmemiş ve mal mülk edinmemiştir.

Eserlerinin bazıları popüler, bazıları yaptığı araştırmaların derlemeleri, geri kalanları ise sistematiktir. Eserlerinin sayısı 90’ı aşmaktadır.
Fârâbî Aristo ve Kindî’den daha kapsamlı bir tasnif yapmış, İhsâu’l-ulum isimli eserinde her bir ilimin teorik ve pratik açıdan değerini belirterek eğitim ve öğretimdeki önemine işaret etmiştir.
İlimleri 5 ana guruba ayırır:
1. Dil: Sarf, nahiv,
2. Mantık: Organondaki sekiz kitap.
3. Matematik: Aritmetik, geometri, optik, astronomi, müzik, mekanik.
4. Fizik ve Metafizik: Fizikten maksat Aristo’nun tabiat ilimleri alanındaki sekiz kitaptır.
5. Medeni İlimler: Ahlak, siyaset, fıkıh, kelam.

Mantık
Fârâbî’nin en büyük başarısını mantık alanında gösterdiği kabul edilir. Kendisinden önceki yorumcuların çözemedikleri veya anlayamadıkları bütün belirsizlikleri çözümlemiştir. Fârâbî mantığı daha önce Aristoteles’in yapmadığı biçimde “tasavvurat” (kavramlar) ve “tasdîkât” (hükümler) şeklinde ikiye ayırarak ele almış, kendisinden sonra İslâm dünyasında yazılan bütün mantık kitapları da bu tasnifi dikkate almıştır.
Fârâbî dil ve mantık arasında sıkı bir ilişki olduğunu temellendirmeye çalışır. O’na göre dil bilgisi hatasız konuşmanın, mantık da doğru düşünmenin kurallarını vermektir. Dil bir dış konuşma ise mantık da bir iç konuşmadır.

Ontoloji
Erdemli Devlet’in girişinde analizine en salt ve en mükemmel varlık olarak nitelendirdiği Tanrı kavramından başlayarak maddi varlığın en alt tabakasına kadar inen bir evren şeması çizmektedir. Onun felsefi sistemi bu şema bilinmeden kavranamaz. Bu şemaya göre kademeli bir varlık yapısı gösteren evrenin en tepe noktasında hem ontolojik olarak en yüce olan hem de insan aklının kavrayabileceği en mükemmel varlık formu olan Tanrı (İlk Sebep) bulunmaktadır. İkinci sırada “maddeden ayrık akıllar” (el-ukûlü’l-mufârika) adını verdiği ay küresinin üstündeki gök cisimlerinin akılları yer alır. Varlıklarını Tanrı’dan alan bu akıllar, üçüncü varlık seviyesi olan Faal Aklı ve gök cisimlerini oluştururlar. Fârâbî’nin Cebrail olarak isimlendirdiği bu faal akıl Tanrı ile ay altı âlem arasında aracı konumundadır. Dördüncü mertebede başka bir manevi varlık olan nefis bulunur. Nefis ay altı âlemdeki insan, hayvan ve bitkilerin biyolojik, psikolojik ve fizyonomik faaliyetlerinin de sebebidir. Beşinci ve altıncı mertebeyi suret ve form ikilisi oluşturur. Bunlar birbirine muhtaçtır, biri olmazsa diğeri olamaz. Bu ikilinin birleşmesi ile ay altı âlemde öncelikle dört unsur (toprak, su, hava ve ateş) oluşur. Bunların karışımından da önce ayaltı âlemdeki inorganik, sonra organik varlıklar meydana gelir. Ay altı âlemdeki cisimlerin maddesi bu dört unsur iken, ay üstü âlemdeki cisimlerin maddesi havadan da hafif olan esirdir.
Vâcib-Mümkin: Fârâbî hiyerarşik şemaya bağlı olarak yaptığı diğer bir sınıflama da varlığı varlığı zorunlu (vâcib) ve varlığı zorunlu olmayan (münkin) olarak ikiye ayırmaktır. Zorunlu varlık Tanrı’dır. Onun altındaki varlıklar ise varlığında O’na göre mümkündürler. Onun altındaki varlık ise Tanrı’ya göre mümkün ama bir altındakine göre zorunludur. Çünkü o da bir altındakinin varlık sebebidir. Tanrıdan başka bütün mümkün varlıklar, varlıklarında bir sebebe bağlıdırlar.
Sudûr Teorisi: Fârâbî, Yeni Platoncu düşüncenin bazı felsefi ve mantıki gerekçelere dayanarak âlemin Tanrı’dan sudur denilen bir süreçle meydana geldiğini şeklindeki tezini İslâm düşüncesi içerisinde ifade etmeye çalışmıştır. Bu teorinin kaynağı, âlemin yaratılmasından önce ne vardı gibi zaman ve mekânla sınırlı düşünceler yer alır. Bu gibi sorulardan dolayı Fârâbî, Kâinatın mutlak anlamda aşkın olan Allah’tan hiçbir irade ve seçimi olmaksızın ve zorunlu olarak çıkması suretiyle (Sudûr) meydana geldiği düşüncesine yönelmiştir. Mutlak olan Allah salt akıldır, kendi zatını bilir, dolayısıyla kendisi tarafından bilinir. O hem akıl, hem akleden (âkil), hem de akledilendir (ma’kûl). İşte Allah’ın kendi zatını bilmesi bütün varlığın ondan çıkmasına sebep olmuş, O’nun kendisi hakkındaki bilgisi evrenin varlığının sebebi olmuştur.
“Birden ancak bir çıkar” ilkesi gereğince Allah’dan manevi mükemmel bir varlık olan İlk Akıl çıkar. Bu akıl hem Allah’ı hem de kendisini düşünür, işte bu çoklu düşünce sonucunda teklikten çokluğa geçiş de mümkün olmuştur. Bu İlk Aklın Allah’ı düşünmesinden ikinci akıl, kendisinin mümkün varlık olduğunu düşünmesinden birinci göğün (feleğin) nefsi ve maddesi meydana gelmiştir. Bu akıllar hiyerarşisi bu şekilde onuncu akıl olan Faal akıl seviyesine kadar iner.
Fârâbî ve İbn Sînâ’nın temsil ettiği sudur anlayışına tepkilerin zirvesinde Gazzâli bulunur.

Bilgi Teorisi
Fârâbî, bilginin kaynağının duyular olduğunu savunur. Platon’un “doğuştan bilgi” teorisini reddeder. Güç halindeki (bilkuvve) aklın fiil haline (bilfiil) çıkması için sürekli fiil halinde bulunan bir dış etkene ihtiyaç vardır.
Me’âni’l-akl adlı risalesinde aklı önce ameli ve nazari olmak üzere ikiye ayırmıştır. Ameli akıl insan davranışlarını belirler. Nazari akıl ise duyularla gelen bilgilerin nefis aracılığı ile mükemmelleşmesini sağlar.
a- Güç halindeki akıl (el-akl bi’l-kuvve): Nefsin bir gücüdür. Varlığa ait renk ve şekilleri soyutlayarak kavram haline getirir.
b- Fiil halindeki akıl: (Bilfiil akıl) Güç halindeki aklın aktif duruma geçmesidir. Bu aşamada akıl soyutlama yaparak maddeden tam bağımsız bilgilere ulaşır.
C- Müstefâd akıl. Duyu algılarıyla ilişkisi kalmayan bu akıl insan aklının ulaşabileceği en yüksek seviyedeki akıldır; sezgi ve ilhama açık olduğu için faal akılla ilişki kurma imkânına sahiptir.

Ahlak
Fârâbî’ye göre her insanın nihai hedefi mutlu olmaktır.
Fârâbî’ye göre gerçek ve en yüce mutluluk bilgiyle aydınlanmaktır. Bu tür bilgiye ancak filozoflar ve peygamberler ulaşır.
Fârâbî erdemli davranışların, Aristoda olduğu gibi her konuda ifrat-tefrit denilen iki aşırı uçtan uzak, dengeli davranışlar olduğunu söyler.
Fârâbî faziletleri dört kategoriye ayırır:
1. Nazari faziletler: bütün teorik ilim dalları ve en yüce varlık olan Allah’la ilgili bilgi.
2. Fikrî faziletler: düşünme gücünün fert ve millet için en yararlı olanı araştırma çabasıdır. Bu faziletin ahlakçılarla, kanun koyucularda bulunması gerekir.
3. Ahlaki faziletler: İnsanın iradeli davranışlarında her türlü aşırılıktan uzak olarak iyiyi, doğruyu ve güzeli amaç edinmesidir.
4. Ameli faziletler: insanın çeşitli sanat ve mesleklere karşı eğilimlerini geliştirerek o alanda iyi yetişmesi anlamına gelir.

Siyaset ve Toplum Felsefesi
El-Medinetü’l-fazıla (Erdemli Devlet) isimli meşhur eserinde öncelikle devletin menşei meselesi üzerinde durmuştur. Bu bağlamda dört anlayışı öne çıkarır:
a. Ontolojik teori: Varlık planındaki düzen, insan toplulukların böyle bir planlı yapı kurmaya sevk etmiş olabilir.
b. Biyo-organik teori: Toplumun insan vücudundaki düzenden esinle oluştuğunu düşünür.
c. Fıtrat Teorisi: Bir arada yaşama güdüsünün doğuştan geldiğini öne sürer.
d. Adalet Teorisi: İnsanın mutluluğu, onun hak ve hukukunu gözetecek adalet ortamıyla mümkündür. Bunun için de devlet teşkilatı gereklidir.

Fârâbî, insan topluluklarını tam gelişmiş ve az gelişmiş olarak ikiye ayırır. Tam gelişmiş topluluklar küçük (şehir), orta (devlet) ve büyük (birleşik) olarak üçe ayrılır. Az gelişmiş topluluklar da aile, sokak, mahalle ve köy olmak üzere dörde ayrılır.
Devlet biçimlerini erdemli (faziletli) devlet ve erdemli olmayan devletler olarak iki bölümde inceler. Erdemli devletin tek bir biçimi vardır. Erdemsiz devletler ise dört guruba ayrılır. Bunlar sapık, fasık, değişebilen ve cahil devletlerdir.

Erdemli devlet, sağlıklı bir vücut gibi çalışır: bütün kurumları işini doğru şekilde yerine getirir. Vücut için kalp neyse devlet başkanı da devlet için odur. Devlet başkanında fiziki güzellik, anlayış ve idrak yeteneği, kararlılık ve uygulama yeteneği, hafıza, zekâ, ifade ve üslup güzelliği, bilim sevgisi olmalı; bedensel hazlara karşı zafiyet olmamalıdır. Saydığı niteliklerin bir kişide bulunmaması durumunda devleti iki kişinin yönetmesi gerektiğini belirtir. Bu iki kişi, birbirlerinin eksiğini tamamlayacak niteliklere haiz olmalıdır. Fârâbî, devlet adamında olmazsa olmaz altı erde saymıştır: bilgelik, geleneği bilmek, adil olmak, üstün zekâ, ikna gücü ve cesaret. Bunlardan biri eksik olursa devlet başsız kalmış olur.

Nübüvvet
Fârâbî nübüvveti, akılla nakli veya felsefe ile dini bir ortak paydada toplamaya en elverişli vasıta olarak görür. Vahiy gerçeğini rüya olayı ile irtibatlandırarak akılla duyu arasında aracı durumunda bulunan muhayyile gücünün etkinliğine bağlar. Ona göre muhayyile gücü biryandan sürekli bir şekilde duyulardan gelen izlenimleri alarak düşünme gücüne iletmekte, öte yandan da istek gücünün etkisi altında bulunmaktadır. Muhayyile gücü ancak uykuda iken bu güçlerin etkisinden kurtulup serbest kalır. İnsan aklının bu muhayyile gücü Faal akılla irtibat sağlayınca maddi varlıkla ilgili bilgiyi sadık rüyalar, manevi varlıklarla ilgili olarak ise gaipten haber verme (nübüvvet) şeklinde ortaya koyar. Bu durum pek nâdir olarak bazı kimselerde uyanıkken de gerçekleşir. Muhayyile gücünün ulaşabileceği en üst seviye ise nübüvvettir. Bu mertebedeki insan faal akıldan (Cebrail) gelen feyzi (vahiy) düşünmeye ve akıl yürütmeye gerek kalmadan bir anda uyanıkken de alır. Daha aşağı mertebede bulunan velîler bazı keşif ve ilhamlara mazhar olsalar da ruhanî varlıkları göremezler. Sıradan halka gelince, onların muhayyile gücü zayıf olduğundan uykuda da uyanıkken de faal akılla asla ilişki kuramazlar.

Fârâbî'nin Batı Düşüncesine Tesiri
Latinler ve Batılı Yahudiler arasında Alpharabius, Avennasar, Abunazar, Albunasar ve Albumasat Al-Fârâbî gibi çeşitli isimlerle meşhurdur.
Fârâbî’nin ilimler sınıflaması, yakın zamana kadar hemen hemen her Batılı filozofça tekrarlanmıştır. Bu konuda yazılan eserler, Fârâbî’nin İhsâu’l-Ulûm adlı eserinin adeta kopyasıdır. Mesela, Dominicus Gundisalinus (ö. 1151) De Divisione Philosophiae adlı eseriyle, Fârâbî’nin sözkonusu eseri arasında hemen hiç fark yoktur.

Fârâbî’nin Varlık tarifi St. Thomas tarafından aynen tekrarlanmıştır. Allah’ın varlığının ispatı için Fârâbî’nin ortaya koyduğu deliller ve Allah’ın sıfatları hakkındaki yorumu, benzer bir şekilde aynı kimse tarafından Summa Theologia adlı eserinde tekrarlanmıştır.

---
İSLÂM DÜŞÜNCE TARİHİ
Editör: Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2070
Eylül 2010, Eskişehir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder