29 Ekim 2017 Pazar

P. Minas Bijişkyan - Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası 1817-1819

P. Minas Bijişkyan - Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası 1817-1819 - Özet


Önsöz
Venedik Mekhitarist manastırında yetişen âlim rahiplerden Per Minas Bıjışkyan’ın çeşitli eserleri içinde, Türkiye tarihi ile ilgili Pontos Tarihi adlı kitabını Türk tarih ve coğrafya sahasına aid incelemeler için önemli bir kaynak mahiyetini haiz olduğu kanaati ile araştırıcılara sunmayı faideli gördüm.
1777 senesinde Trabzon’da doğmuş olan müellif, 1804’de rahip olarak Mekhitarist Kongregasionu’na katılmış, ömrünü ilmi çalışmalara hasretmiş ve ölüm tarihi olan 1851’e kadar devamlı çalışmaları ve tetkik seyahatleri ile öğretim, dil, tarih ve coğrafya sahalarına ait çeşitli eserler meydana getirmiştir.
Müellif, 1817 yılında, esasen yerlisi olduğu Karadeniz mıntıkasında vikerlik vazifesi münasebetiyle, Karadeniz’in güney ve kuzey sahillerini adım adım dolaşarak her yerin kendi zamanındaki vaziyetini anlattıktan başka, en eski devirlerden yakın zamanlara kadar geçmiş tarihi olay ve değişiklikleri de âlimane bir tarzda eserine kaydetmekten geri kalmamıştır.
Müellif, eski yazarların eserlerinden de faydalanarak, Karadeniz hakkında kendi zamanına kadar tespit edilmiş bilgilere dair umumî bir malumat verdikten sonra, Boğaziçi’nin Anadolu kıyısından başlayarak iki sene içinde (1817-1819), Rumeli Feneri’ne gelinceye kadar bütün sahilleri dolaşır ve şehir, kasaba, köy, burun ve koyları ayrı ayrı belirterek her birinin tarihteki yerini gösterdikten başka, coğrafî ve topografik hususiyetlerini de keydeder.
Böylelikle eser, coğrafya, tarih, etnografya ve topografya bakımından zengin malzeme ihtiva eden bir kaynak olarak ehemmiyet kazanmıştır.
Hrand D. Andreasgan

Karadeniz
Eski çağda Grekler Karadeniz’e «deniz» manasında olan Pontos adını vermişlerdir- Bu ad, denizin güney sahillerine de şamil olarak bu topraklar dahi aynı adı taşımış ve sakinlerine Pontoslu denmişti. An’aneye nazaran, Pontos’un ilk sâkinleri, Nuh’un oğullarından Yafet’in ırkına mensub idiler. Seyyah Şarden (Chardin)’e göre, Karadeniz’e önce Yafet’in torununa izafeten Askanaz (Aşkenaz) denirdi; fakat bilâhere Elenler, «misafirperver» mânasında olan Öksinos adını vermişlerdir. Bu ad, denizin daima dalgalı olup hiç de sakinleşmediğini gören Argonotlar tarafından istihza makamında verilmiş olsa gerek. Başka bir faraziyeye göre, sâkinleri şaki insanlar olduğundan, Karadeniz’e önce, yabancılara düşman mânasında olan Aksinos denmiş, fakat Grekler oraya yerleştikten sonra bu ad Öksinos’a çevrilmiştir.
Bütün dillerde bu denize «kara» sıfatı verilmesine bazı kıyılarının siyah kumlu olduğundan başka, şiddetli fırtınaları ve korkunç dalgaları sebep olmuştur.
Arrianos, büyük nehirlerin oraya dökülüşünden dolayı Pontos suyunun Akdeniz’den tatlı ve hayvanlar için yararlı olduğunu, nitekim Farş (Fasis, Poti) taraflarında ineklerin denizden su içtiklerini gördüğünü söyler. (s. 2)

Karadeniz aynı şekilde kalmamış ve zamanla değişmiştir. Canik dağlarının vaktiyle su altında bulunmuş olması bunu ispat eder. (s. 3)

Karadeniz’de liman denilen birçok yer varsa da, kışlaklar pek azdır, çünkü
Fener’den Ereğli’ye kadar iyi bir liman yoktur.
En büyük ve en iyi liman Sinop limanıdır ki burada Romalılardan kalmış bir tersane de vardır. (s. 7)

Karadeniz’de hüküm süren doğu ve batı rüzgârlardır. Doğu rüzgârı o kadar zararlı değilse de, batı rüzgârı çok tehlikeli olup büyük fırtınalar çıkarır. Kuzey rüzgârı da, kuzeybatıdan estiği vakit (karayel) fırtına koparır. Güney rüzgârı da, bilhassa kışa yakın zamanlarda, uzun sürmemekle beraber, denizi birdenbire altüst eder. Kışın, daha ziyade batı ve kuzey rüzgârları estiği için seyir imkânsız bir hale gelir. (s. 7)

Her sene, muayyen zamanlarda fırtına koparan rüzgârlar
1) Hüsün fırtınası, 25 şubatta (Kocakarı soğuğu); 2) Mart dokuzu (Bahara giriş); 3) Çayır fırtınası, 15 nisanda; 4) Hıdrellez, 23 nisanda; 5) Çark dönümü, 9 haziranda; 6) Kestane karası, 10 eylülde; 7) Bağbozumu, 25 eylülde; 8) Kuş geçimi, eylül sonunda; 9) Balık fırtınası, 2 ekimde; 10) Koç katımı, 18 ekimde; 11) Kasım, 26 ekimde; 12) Ülkel tulumu (Ülker tutumu olabilir mi), bir çok burçların görüldüğü 18 kasımda; 13) Yaprak dökümü, koyunların içeri alındığı 23 kasımda; 14) Gündönümü, 9 aralıkta (karakış.) (s. 8)

PONTOS DEVLETLERİ
Bu ülkede ilk defa hükümran olan kavme, «ilk baş» manasında olan Arkenaktit denirdi. Bunlar, Diodoros’a nazaran M.Ö. 2355’de Karadeniz ağzında hüküm sürüyorlardı.

Mihridates 12 yaşında kıral olmuştu, yirmiiki lisan bilirdi ve daima muzaffer olup Pontos devletinin sınırlarını İstanbul boğazına kadar genişletmişti. (s. 9)

Başlangıç
Mitolojik efsânelere nazaran, Adamandes’in karısı Tepe kraliçesi, üvey evlatlarını kıskanarak onları Pontos’da, Abaza veya Mingrel memleketinin bulunduğu ve Aedas’ın krallık ettiği Kolhis’e hacca gitmeğe zorladı, aksi takdirde toprağın kuruyacağına dair ilâhî bir ferman (mesaj) çıkarttı. 3055 yıl evvel Mısır’dan hareket eden iki kardeş (Friksos ve kızkardeşi Helles) Marmara denizine varınca Helles, Gelibolu önünde denize düşerek boğulmuş ve deniz bundan dolayı Hellespondos (Helles denizi) olarak adlandırılmıştır. Yoluna devam eden Friksos, İstanbul boğazına gelerek Yoroz kalesinin için de on iki puta ait bir mâbed inşa ettikten sonra, Fener’den hareket etmiş ve sağ salim Kolhis’e ulaşmıştır. Friksos orada Hermes mabedinde bir koçu kurban etmiş ve altınla kapladığı postunu duvara asmıştır. Buna Altın yapağı denildi.
Onbir sene sonra, elen kıralı Pelias’ın yeğeni kahraman Yason, Pelias’ın tavsiyesi üzerine gidip altın yapağıyı almak için Argon adlı mimara görülmemiş büyüklükte bir gemi inşa ettirmiştir. Seyahata iştirak etmek üzere, başlarında kahraman Herakles olduğu halde, muhtelif yerlerden gelen elli dört kahraman, Argon gemisi ile yola çıkarak Kolhis’e varmışlardır.
Biz de aynı yönden ilerleyerek, (…) Karadeniz kıyılarını tarif etmeğe başlıyoruz.

KARADENİZ’İN BİRİNCİ BÖLÜMÜ
Karadeniz’in birinci bölümü, Anadolu tarafından, Anadolu Fenerinden başlar. Burada vaktiyle büyük kavak ağaçları bulunduğu için mevki’e aynı ad verilmiştir.
Tepede, eski adı Yoros olan ve putperestlik devrinden kalmış olup rüzgârlar ilâhı Orion’un mabedini ihtiva eden Yorus veya Yoroz (yani mukaddes) denilen eski kale vardır.
Bu tepenin yakınında, bir Türk ziyaretgâhı olan, bir devin mezarının bulunduğu Uşadağı (Yuşadağı) denilen yer vardır. (s. 18)

Şile (grekçesi, «dudak» mânasında olan Khili), Fener’den otuzaltı mil uzakta Türk ve ramlarla meskûn bir kasabadır.

Kerpe (grekçesi, filiz mânasında Karfi), Şile’nin altmış mil uzağındadır.

Kefken (grekçesi, «taşlık» mânasmda Kafganos), Fener’den yüz mil uzaktadır.

Sakarya veya Zalari (grekçesi «saldırıcı» mânasmda Zakharikhon) (…) Denizköy’ün yakınında denize dökülür. (s. 19)

Karadeniz kıyısında meşhur bir liman şehri olan Ereğli’nin eski adı Pontos Heraklea’sı olup rumlar zamanında da aynı adın bozuk bir şekil olan Panderaki idi.

Bartın veya Bartenos şehri (…) Türk ve ramlarla meskûndur.

Amasra: Eski adı Amastris
Amasra’ya, İskender’den sonra Mihridates hâkim olmuş, Cenovalılardan sonra da Fâtih Sultan Mehmed fethederek halkın büyük bir-kısmını İstanbul’a naklettirmiştir. Hayırhâh, tatlıdilli insanlar olan Amasralıların çoğu çıkrıkçıdır. (s. 23)

İnebolu veya Neopoli (yeni şehir),

İkinci Bölüm
Sinop (…) eski devirde Pamfilagonya denilen eyâletin meşhur başşehri olan Sinop veya Sinap’ın doğu koyunda mükemmel bir limanı vardır.
Bâzı eski tarihçilere nazaran, burasım, Asobos’un «Peri» lâkabı verilen Sinopi adlı kızı yaptırmıştır.
Mihridates’ın zamanında payitaht şehri olan Sinop, sonra Romalıların eline geçmiştir.

Sinop’tan birçok meşhur adam çıkmıştır. Bunlardan filozof Diogenes M.Ö. 340’da burada doğmuştur. Sinik (Cynique) felsefî mezhebine ait olup sefil bir hayat süren ve bir fıçının içinde oturan mezkûr filozofun mermerden mamul mezar taşı bulundu. Taşın üst tarafında bir köpek resmi, altında da sual-cevap şeklinde şu yazı vardır:
«S — Söyle, ey köpek, bu kadar dikkatle kimin mezarını bekliyorsun?
C — Köpeğin.
S — Köpek dediğin o adam kimdir?
C — Diogenes.
S — Bu adam nereli idi?
C — Sinopludur. O bir zaman fıçı içinde yaşardı, fakat şimdi meskeni yıldızlar olmuştur.»

Gerze (Arrianos’da Karuza), Sinop’un onsekiz mil uzağında eski bir şehirdir. (s. 31)

Kızılırmak (Halys), tarihçe meşhur bir nehir olup (…) kırmızımtırak renkte ve akışı hızlıdır.
Mihridates bu nehrin civarında Romalılara karşı savaşmış ve zafer kazandıktan sonra debdebeli bir törenle ilâhlara kurbanlar adamıştır.
Kızılırmağın yakınında, eski bir şehir harabesi üzerinde kurulmuş Amisos kasabası gösterilir. Atinalıların kolonisi burada bulunuyordu. Bu nehirden Samsun’a kadar olan sahaya Amisos denilmiş olması muhtemeldir.
Kızdırmağın ötesinde İncirburun vardır. Çaltı denilen uzun orman buradan başlar. Buradan Çarşambaburnu’na kadar Samsun koyudur. Ünye’ye kadar olan kısma da Linopontos denir.

Samsun (eski adı Amison),
Samsun meşhur bir ticaret merkezi olduğundan, burada, ermeniler de dahil, her milletten büyük bir nüfusu vardır. (s. 32)

Mihridates’ın cesedi burada Pompeus’un yanma getirildiği vakit o, tahkir edilmemesi için görmek istememiş ve büyük bir törenle defnedilmek üzere Sinop’a göndermiştir.

Mihridates, «Dünyanın sınırı» adını verdiği Amasya’yı geniş bir surla çevirmiş, Ris nehrinin (Yeşilırmak) doğu tarafında büyük binalar, sarayını da kuzey tarafında yaptırmıştı. Dağın üzerinde eski bir kale, yer yer de kayaların içinde oyulmuş mağaralar vardır. Vaktiyle kâhinlerin ikamet yeri olan bu mağaralarda şimdi dervişler oturuyor. (s. 33)

Kurşunlu kasabası Çarşamba’ya yakındır. Buranın sâkinleri Hamşen (Hemşin)den gelmiş ermenilerdir. (s. 34)

(Terme) …vaktiyle Amazon kadınlarından dolayı çok meşhur bir yer olmuştur. Bunların başşehirleri o zaman Termodon denilen çayın kenarında olup Temiskor adını taşırdı. Çay, Amason adı ile de zikr edilmiştir.

Amazonlar cesur muharib kadınlardı ve eski tarihçilerin dediklerine göre, Terme yakınında bağımsız bir devlet kurarak Farş’a kadar Karadeniz sahiline hâkim olmuşlardır. Bunlar İskit menşe’li olup, Terme’ye sürülen İğin ve Skolopit adlı iki kıralzâdeden ileri gelmiş ve zamanla çoğalmışlardır. Fakat sakin adamlar olmadıkları için komşu milletler büyük bir savaşın sonunda birçoklarını esir etmişlerdir. Kalan erkekler ise, devleti kadınlara tevdi’ ederek kendileri düşmanlara karşı savaşa gitmişlerdir. Kadınlar bu vaziyet içinde o kadar çok gurura kapılıp erkekleri tahkir etmeğe başlamış ve git-gide azıtmışlardır. Bunların, biri orduyu, diğeri de hükümeti idare eden iki kıraliçeleri vardı. Son kıraliçeleri Antiop ve Oridiye olmuşlardır.
Hepsi de asker olan Amazonların kocaları yoktu. İstedikleri vakit komşu milletlerden yabancı bir koca alır ve doğurdukları çocuk erkek olunca öldürürler veya harb edemesin diye sakat ederlerdi. Doğan kız çocuğun ise, iyi yay kullanabilmesi için sağ memesini keser veya yakarlardı. Bundan dolayıdır ki bu kadınlara Amazon yâni tekmemeli denilmiştir. Bunların elbisesi, sol kol ve göğüsleri açık olmak üzere dize kadardı. Kızlar at sütü ve kudret helvası ile beslenip çok kuvvetli olurlardı. Hipokrat, bunların kanunlarına göre, kızlarının, üç düşmanı öldürmeden evlenemediklerini söyler. Troya harbi esnasında, Amazonların bir kısmı kıral Priamos’un yardımına gitmiş ve, Eusebios’a nazaran, 2750 senesinde intikam almak için Atina’yı yağma etmişler ve kıraliçe Talesdris başlarında olmak üzere, Anadolu’ya geçerek meşhur bir tapınağı tahrib etmişlerdir. Efesos şehri ve Artemis tapınağını bunlar yapmış ve putu, adak olarak kestikleri memelerle süsletmiş oldukları rivâyet edilir. Herodotos’un anlattığına göre, Grekler, cesaret ve azgınlıklarına hayran oldukları Amazonları yenerek esir etmiş ve götürmek üzere gemilerine doldurmuşlar, fakat rüzgâr gemileri Abaza tarafına sürüklemiştir. Greklerin telâşından istifade eden kadınlar onların hepsini de öldürmüş ve karaya çıkınca buldukları atlara binerek yerlilerle savaşmağa başlamışlardır. Onlar da çaresizliklerinden, amazonlara bir toprak parçasını vererek sulh olmuşlardır. Bundan sonra, Amazonlar erkeklerle beraber yaşamağa başlayıp aile hayatının iyi bir şey olduğunu anlamışlardır.
Amazonlara ait hikâyeleri yalan telâkki edenler varsa da, bâzıları doğruluğuna inanırlar. Nitekim biz de bu taraflarda cesur kadınlara rastladık.

Ünye (Grekçe İneo), Terme’ye onsekiz mil mesafede bir şehirdir. (s. 35)

Yason (eski adı Yoson) burnu, Fatsaya onsekiz mil mesafededir. Bu ad, Argonotlarla beraber burada duraklayan Yason’dan kalmıştır.

Ordu (…) Burası meskûn değildi ve ancak bizim zamanımızda Trabzonlu Hacı Avedik adlı bir çorbacının himmetiyle her millette ait evler yapıldı.

Giresun şehri (eski adı Kerasus, yâni kiraz), Ordu’ya kırkaltı mil mesafededir. Arrianos’a nazaran, bu şehri önce Sinoplular yapmış ve halktan vergi alırlarmış. Kale, bilâhire, denize yakın bir tepenin üzerinde iki kayanın arasına Mihridates’ın oğlu Farnas tarafından inşâ veya tamir edilmiş olup kendi adı ile Farnakias olarak adlandırılmıştır. (s. 37)

Türk, ermeni ve rumlarla meskûn olan şehirde (Giresun) pek çok dükkân ve bin kadar ev vardır. Kırk evden ibaret olan ermeni halkının eski kalenin bulunduğu kayanın içinde oyulmuş bir kiliseleri vardır.

Tripoli (Tirebolu, eski adı İskopoli), Halk türk, ermeni ve ramlardan ibarettir.
«Üç şehir» demek olan Tripoli, eskiden kalmış birer kale ile üç kısma ayrılmıştır. (s. 38)

Geleneksel bir rivayete göre bura halkı (Görele) Çepni denilen «Çıra söndürenlerden terekkub eder. Putperestlikten kalma âdetleri olan bu halk, senede bir defa, kadın erkek beraberce şenlik toplantısı yapar ve geceleyin bütün ışıkları söndürerek, putperestler gibi akraba ve kardeşi ayırtmadan birbirine karışır ve iğrenç hareketlerde bulunurlardı. Bu âdet şimdi kalkmışsa da çoğu namaz kılmaz ve sarhoşluğa itibar ederek çok içerler. Kâtib Çelebi, bunlar için «Türkler lazlar ile karışmış bir haldedir, dilleri türkçe ve farsça karışık bir şey, mezhepleri de iranî’dir» der. Biz de buradaki halkın âdetlerinin acayip, dillerinin de bambaşka bir şey olduğunu gördük. Bu insanların umumiyetle bacakları ince, sakalları da kösedir. (s. 39)

Akça Kale
Doğu rüzgârına karşı emniyetli bir limanı ve eski bir kalesi vardır. Kalenin üzerinde kan lekeleri görüldüğü için, yerliler, bunun, kalenin zaptı esnasında ölen pek çok insanın kanı olduğunu söylerler. Denize yakın bir tepenin üzerinde bulunan kaleye, uzaktan beyaz görüldüğü için Akçe kale adı verilmiştir. Rivayete göre, Trabzon’un fethinden sonra bu kale halkı Osmanlılara karşı yedi sene savaştıktan sonra kaleyi teslim etmiştir. Kalenin yanında, toprak altından çıkarılmış eski küplerden, burasının vaktiyle meskûn bir yer olduğu ve bağlarla örtülü olduğu anlaşılır. Şimdi ise her taraf tarla halindedir ve iyi cins tütün yetiştirilir.

Platana, altı mil uzakta Yoros koyunun içinde bir kasabadır. Platana çınar ağacı demektir, çünkü eskiden bura halkı aynı ağaca tapardı. Bununla beraber, bâzıları bu adı Polathane yani «demir fabrikası» olarak zikr ederler.
Geniş ve emniyetli limanı sayesinde, Platana eski devirlerden beri ticaret merkezi olmuştur. Mevkiin güzelliğinden başka, toprağı da verimli olan bu yerde pek çok zeytin ağacı bulunur ve nefis zeytinyağı çıkarılır. Nüfusu türk, ermeni ve rumlardan mürekkeb dörtyüz ev kadardır.
Bu taraflarda pek çok tütün tarlaları gördük- Yetiştirilen iyi cins tütün İstanbul’a ve Rusya’ya sevk edilir.
Maçka Burada dağınık halde birçok şapel vardır; müslümanlar da rumca konuşurlar. Rumlar bakırcılıkla meşgul olurlar. Buradan nefis yağ ve peynir, keten vs. çıkar. (s. 40)

Üçüncü Bölüm
Trabzon
Trabzon, Anadolu’da Kapadokya’nın eski meşhur bir başşehridir.
Diyodosios ve diğer müelliflere nazaran, bu şehir, 2536 sene evvel, kıral Ezekya zamanında, önce Sinop’tan gelen bir koloni tarafından kurulmuştur.
Trabzon kalesi, kıyıdan başlayarak kuzeyden güneye doğru Boztepe dağına kadar uzanır. Eski kale, masa şeklinde olduğundan Trapeza veya Trapezon olarak adlandırılmıştır. Şehre Ozinis dahi denirdi. (s. 43)

Trabzon, Mihridates’ın eline geçtikten sonra çok mamur bir şehir olmuş, bilâhre de Romalıların eline geçmiştir. İmparator Severius, İranlıları yendikten sonra Trabzon’u da zapt etmiştir. Zosimos’un anlattığına göre, İmparator Valerianus zamanında, 255 senesinde, Tatarlar Trabzon’u kuşatmışlar…
Valentianos zamanında, Trabzon prensleri İranlılara tâbi olup birçokları iranlı oldular. İustinianos I. zamanında, Trabzon beyi Bzadios, İstanbul’a giderek hıristiyan oldu, patriğin torunu ile evlendi ve Lazistan kıralı unvanını aldı.
Aleksios Komnenos, 1204 senesinde Trabzon imparatoru oldu. Aleksios, rivâyete göre, bir ejderi öldürmüş olduğundan, bakırdan bir ejder heykeli yaptırmış ve Ortahisar’daki çeşmenin üzerine koymuştur. Halen mevcut olan bu heykeli gördük. İmparator Mihail Paleolog 1260’da Latinlerle birleştiği zaman, İoannes Komnenos kendisini bağımsız Trabzon imparatoru olarak ilân etti. (s. 44)

Trabzon kalesinin umumî şekli bir tavuskuşuna benzer. En genişi olan Aşağıhisar, kuşun açılmış kuyruğu gibi Ortahisar’a kadar yayılmıştır. Batı tarafta, bir az içeriye çekilmiş olan Ortahisar, kuşun gövdesini; İç-kale» boynunu, eğri vaziyette son kısmı olan kule de, başını teşkil eder. Trapezon kelimesinin manâsını bilmeyen türkler, grek askerlerinin bozguna uğramasını imâen, bu adı Tabur bozan şekline koymuşlardır. (s. 49)

Eski devirde, Trabzon’un ileri gelenleri yılın her günü için birer kilise yaptırmış olup, yalnız Trabzon şehrinde 365 kilise bulunmuştur. Şimdi rumların elinde, yalnız yedisi mühim olmak Üzere ancak yirmidört kilise kalmıştır. Bunlardan başka bâzı manastır, misafirhane ve yıkık mescitler de mevcuttur. Ayrıca birçok evlerde de hususî şapeller vardır. Söylendiğine göre, rum ileri gelenleri birbiriyle dargın olduklarından, kiliseye gitmemek için evlerinde şapeller yaparlardı. (s. 52)

Asduadzadzin kilisesinin beş mihrabı, çankulesi ve kalın bir duvarla çevrili avlusu vardır.
Kilisenin etrafı geniş bir mezarlıktır, fakat batı tarafında büyük bir kısmı alınmış ve evler yapılmıştır. Kilisenin büyük kuyusu bundan dolayı bir evin içinde kalmış bulunuyor. O zamanın âdetine göre, bir kilise yapıldığı zaman önce bir kuyu açıldığı için bütün kiliselerin de birer kuyusu vardır. Mezarlığın içinde, batı tarafta bulunan bir şapelde ermenice yazılar varsa da bozulmuş olduğundan okunamıyor. Kiliseye yakın bir evde, içi kömürle dolu bir taş mezar bulundu ki bunun putperestlik devrinden kalmış, kömürün de yakılmış bir insan cesedine âid olduğu zannedilir. (s. 54)

Çömlekçi mahallesi şehrin doğu ucunda olup rum çömlekçilerle meskûndur. Eskiden burada ermeniler de otururdu. (s. 56)

Değirmenderesi (grekçesi Piksidis, yani şimşir), Gümüşhane’nin yakınından gelen orta büyüklükte bir çaydır. Vaktiyle burada çok şimşir varmış. (s. 57)

Trabzon’un şimdiki büyük limanı Çömlekçi’dir. Kanida, Tuzluçeşme, Taş- direk, Kemerkaya, Mumhaneönü ve kalenin önünde Moloz da küçük limanlardır. Limanlar her türlü ihracat ve idhalat ile çok faal bir vaziyettedir. Kara yolu ile en çok yapılan ihracat, Halep, Şam, Bağdad ve Hindistan’a kadar sevk edilen kenevir üzerinde olur. İstanbul’a ve Rusya’ya da şarab, tütün ve fındık sevk edilir. (s. 58)

Gümüşhane
Bu dağlık yerde çok maden bulunduğu için ona bu ad verilmiştir. Filvaki, şehrin yakınında muazzam maden çukurları vardır. Çayın yanında zengin bir maden bulundu ise de, çayın suları içine akmış olduğundan işletilemedi. Dağın eteğinde kurulmuş olan şehrin nüfusu 1600 evden ibarettir. Ermeniler 200 evden fazla olup Surp Asduadzadzin adlı bir kiliseye ve murahhasları (ruhanî reisleri) orada oturur. Rumlar, en çok, sayısı altmışa kadar yükselen köylerde oturur (9). Rumların içinde Gromtsi denilen bir Zümre vardır ki bunlar yarı hıristiyan yarı müslüman olup kalben tam bir hırıstiyan gibi ibâdet ederler, zahiren de bir müslüman gibi hareket eder ve icabında namaz kılarlar. Nesilden nesle hiç değişmeyen bu adamların imamları da kendileri gibidir. (s. 59)

Gümüşhane ırmağı (…) Irmaktan «sari» denilen balık çıkar. Burada yetişen çeşitli armutların başlıcası hacı hamza aramdu’dur. Gümüşhane elması da nefistir, uzak yerlere kadar sevk edilir ve büyük ticaret yapılır.

Kovata, Çömlekçi’nin altı mil uzağında yazlık bir limandır. Burada köyler, bir çay ve muhtelif yerlerde eski kiliseler vardır. Trabzon gemileri yazın bu limana yanaşır ve buranın meşhur fındığı ile yüklenir (Feruhan Bey, Yomura dahi denilen Kovata ve köylerinin çoğu türk, kalanın da rum ve ermeni olmak üzere 6000 hanelik bir nüfusa mâlik olduğunu; ermenilerin 310 hanelik 2340 kişiden ibaret olduğunu ve ençok Stefanos, Şana, Samaruksa, Kalafka ve Uz adlı köylerde oturduklarını söyler).

Sürmene, Kovata’nın onsekiz mil uzağında çok iyi bir liman olup kışın birçok gemi buraya sığınır.
Hepsi de rum ve ermeni muhtedisi olan Sürmeneliler haydut insanlardır. Ermeniler Hamşin’den gelmiş olup, bugüne kadar ermenice konuşurlar, ermeni lakaplarını da muhafaza etmişlerdir. İçlerinde hrıstiyan ibadetlerini bilen, haça hürmet eden ve kiliselere gizlice iane veren ihtiyarlar mevcuttur.
Sürmene'den çıkan yağ meşhur olup hediye olarak İstanbul’a gönderilir. Sürmene’den pamuk ipliği, kenevir ve yunusbalığı yağı çıkar. Lazistan’a kadar olan yerlerde kandilyağı olarak kullanılan bu yağ, Sürmene’nin bir ticaret kaynağı olmuştur. (s. 60)

Of (Arrianos’a nazaran Ofis yâni, dolambaçlı yollarından dolayı yılan),
Burası, Bayburt’a kadar Çengelistan denilen sarp dağlık bir yerdir.
Bunlar, hıristiyanlıktan dönme kurnaz adamlar olup ekseriya rumca konuşurlar. Türklerin içinde zeki ve okumuş insanlar vardır. Oflular, sahte para basacak kadar mâhir insanlardır. Türk fütûhatından sonra, halk, müslümanlığı gönül rızası ile kabul etmiş olduğu için imdad-ı hezariye namı ile az bir vergi öder. Oflularda kan dâvası o kadar yayılmış bir âdettir ki erkekler dışarıda görülmekten sakınır ve ihtiyarlığa kadar evden dışarı çıkmayanlar bile vardır. Bundan dolayı yalnız kadınlar işe gidip çalışırlar. Bu vaziyete rağmen, birbirine karşı kin besleyen bu adamlar, dış düşmana karşı kardeş gibi birleşerek savaşırlar, sonra da tekrar birbirinden sakınarak evlerine kapanırlar.

Rize (eski adı Rizos), Of’un yirmiiki mil uzağında ufak bir şehirdir.
Vaktiyle Rize’nin Roşi mahallesinde oturan iranlı ermenilerin muhteşem bir kiliseleri vardı ki burada yazılan bir âyin kitabında Rize için başkent denilmiştir.
Arrianos’un Rizeırmağı’nı İrizios adı ile zikr edişi, eskiden burada pirinç yetiştirildiğinden ileri gelmiş olsa gerek. Namlı bir ırmak olup küçük gemilerin girdiği Askaros, üç mil ötededir. Irmağı Apsaros adı ile zikr eden eski müellifler, burada Azipa adlı bir şehir gösterirler.
Rize’de güzel limon ve portakal bahçeleri vardır. Burada yetişen ince ve çok iyi cins kenevir de her yerde tanınmıştır. (s. 61)

Yerliler batıl itikadlara o derece tâbi insanlardır ki dev ve peri korkusundan akşam olunca evlerine çekilir ve geceleyin asla dışarı çıkmazlar. Rize’de Tuzcuoğlu’nun muazzam bir sarayı vardı. Bir kıral gibi kuvvetli ve nüfuz sahibi bir vali olan Tuzcuoğlu, bizim zamanımızda idam edildi.
Rize’ye iki saatlik mesafede, yukarıda Adaköy dağı üzerinde delikli taşlar vardır. Yerliler, eskiden gemilerin onlara bağlandığını söylediler. Yukarı kısımda, eski bir kiliseden çevrilmiş bir câmi vardır.

(Lazistan) Kâtip Çelebi’ye nazaran, bu mıntaka halkı, umumiyetle Laz denilen Lezgilerdir ki eski Kolhislilerden inmiş olduklarından bütün memleket Kholhis, eyalet de Kaldi adını taşırdı, fakat asıl Lezgiler Kafkas dağlarında, lazlar da kıyılarda yaşarlar. Bundan başka, onların lisan ve adetleri birbirinden çok farklıdır.
Trabzon’dan Gürcistan’a kadar uzanan ve yüksek dağlık bir yer olan Lazistan’dan iplik, balmumu, bal, tereyağ, peynir, limon, portakal ve balıkyağı çıkar. Bu taraflarda deli bal denilen bir nevi bal vardır ki yiyenler sarhoş olur ve çıldırırlar.

Soğuksu (grekçe, aynı manada Fsikhros), Rize’nin otuz mil uzağında, bir çayı ve kalesi bulunan iyi bir limandır. (s. 62)

Atina
Argonotlar buraya geldikleri vakit, kasabaya Atina şehrinin adını vermek istememiş ve Atuna veya Adienos olarak adlandırmışlardır. Buradaki halk, mahir satıcılar olup esir ticareti ile meşgul lazlardır.
Eski Trabzon, Atina’ya yakın masa şeklinde taşlık bir düzlük olup uzaktan yuvarlak bir kaleye benzer. Müslümanlar arasında mevcut bir efsâneye göre, ustalar burada çalışırken kendilerini birden Trabzon’da bulmuşlar ve şehrin temellerini orada atmışlardır.
Hamşen veya Hamamaşen, (Hemşin) Barkal dağı’nın yanında muhtelif köylerden ibarettir. Burada mevcud eski bir manastırın içinde hârikulâde büyük bir kazan ve dağın içinde oyulmuş olup Fırtına dere-sine ulaşan garip bir yol bulunur.
…halk padişaha senede ikibin okka balmumu verir.
Bu dağa o kadar çok kar yağar ki yollarını devam edemeyen yolcular bazan kendilerini karın içine gömer ve günlerce bu halde kaldıktan sonra sağ sâlim dışarı çıkarlar.

(Haçikar Manastırı) orada, ziyaretgâh olarak çok rağbet edilen bir ayı mezarı vardır. Mezarın üzerinde, ayının manastıra oniki sene sâdıkane hizmet etmiş olduğu yazılıdır ve câhil ermeni ve müslüman halk, hayvanın ölüm yıldönümü gününde gidip dua eder.
Hamşenlilerden müslüman olanlar hıristiyanlık âdetlerini muhafaza etmiş olup, bilhassa Vartavar yortusu günü hepsi de kiliseye gider, mum yakarlar ve cedlerinin ruhu için kurban keserler. Halk cümleten ermenice konuşur. (s. 63)

Laroz veya Aput, Atina’nın altı mil uzağında olup ufak bir limanı ve burnu vardır. İçinden bir çay akar.
Arkava (Arkavi), buradaki halk kâmilen Lazlardan ibarettir, gürcü tacirler de vardır. Kâtip Çelebi’nin anlattığına göre, buradaki halk vaktiyle muhtelif mezheplere ayrılmıştı, fakat şimdi hepsi de sabit müslümandırlar. Yaşlı adamların dediklerine göre, eskiden, halkın içinde ruh ölmezliğini inkâr eden ve «insan ot gibi biter, ot gibi yiter» diyen ve dua etmeyen dinsizler varmış. (s. 64)

Gönye, İyi vaziyette bir kalesi bulunup (…) çoğu hıristiyanlıktan dönme lazlardan ibarettir. Sultan Ahmed para sıkıntısı içine düştüğü vakit, askerlere tevzi edilmek üzere burada deriden para bastırmış olduğundan kaleye Gönye adı verilmiştir.
Arrianos’un anlattığına göre, bu taraflardaki halk kavgacı insanlar olduklarından Pontoslularla çarpışırlardı ve hatta Ksenofon ile de savaşmışlardır.

Coroh (Çoruh) veya Fasis meşhur nehri (eski adı Fison), …ağzı kumla dolmuş sığ bir yerdir. Kumların içinde rastlanan altın parlaklığı, suların dağlardan altın kırıntıları getirdiği zannını verir, fakat bunu tahkik edemedik. Tevrat’da bu nehirden bahsedilirken orada altın bulunduğu ve aynı memleketin altınının saf olduğu söylenir. Fil vâki, bu taraftaki dağlarda Gümüşhane’ye kadar ve hususiyetle nehrin dibinde çok maden vardır. (s. 65)

Batum, Gönye’nin dokuz mil uzağında büyük ve güzel bir liman şehridir. Limanda, suyun içinde türeyen iğne gibi ince kurtlar gemileri deler ve tahrib ederler. Arrianos, burada, Batis (yani derin) adlı bir nehir zikrettiği için Batum adı onun bozuk bir şekli olsa gerek.
Batum’dan mum, zerdeva ve büyük miktarda mısırbuğdayı çıkar. Geniş ormanlarda muhtelif cins hayvan vardır ve bunların derileri ile ticaret yapılır.

Çaku, dokuz mil ötede lazlarla meskûn bir yerdir.
Çumksu’da dükkânlar, Acuga adlı çay, yukarıda da gürcülerin Sameba, yani Ekanim-i Selâse dedikleri eski bir kilise vardır.

Kolhis
Pontos ülkelerinde en büyüğü olan Kolhis, Coroh’dan Kafkas’a, kara kısmı da İran’a kadar yayılmıştır. Eski tarihçiler, Asyalıların Avrupa’ya geçişi devrinde burada halk bulunduğunu söylerler. (s. 66)

Kolhis’in şimdiki başlıca sâkinleri Gürcüler ve Mingrellerdir. Bunların ikisi de aynı millete mensup olup dil, din ve adetleri aynı ise de, gürcülere Açıkbaş, Coroh’tan Farş’a güneyde de İran’a kadar yayılmış memleketlerine Guriyel denir. Başlıca şehirleri Tiflis ve katolikosluk makamlarının bulunduğu Mtzkheta idi. Mingrellerin ülkesi Farş’tan Kafkasa kadar yayılmış olan İmeret’dir.
Geniş ormanlarından dolayı çok yağışlı ve rutubetli olan bu memleketin sıhata muzir ve hattâ öldürücü dedikleri bir havası vardır. Nitekim son veba salgını Çerkes bölgesinden başlamıştı. Toprağı, pirinç gibi ekilen ve gom denilen çok besleyici beyaz ekmek yapılan bir nevi buğday yetiştirir. (s. 67)

Kolhisliler kuvvetli, endamlı ve muharib olmakla beraber, aynı zamanda gaddar, hilekâr ve şaki insanlar olup şekaveti kahramanlık sayar ve çok defa kafilelerle Lezgi ve Laz bölgelerine baskınlar yaparak insanları yakalar ve esir olarak satarlar. Bunlar o kadar merhametsiz insanlardır ki baba oğlunu esir olarak satar ve ağır hastalan öldürmeyi hayırlı bir iş telâkki ederler.

Mingreller, Bunların avcılığa düşkün¬lükleri, «saadet, iyi at; köpek ve atmacası olmakla elde edilir» atalar sözü ile belirtilir. Ayyaşlığı ve şehveti umumiyetle tabiî bir hâl sayan bu adamlar ziyafet esnasında toplu halde eğlenir ve bir sığırı kızartıp olduğu gibi yerler.
Kırk gün süren matemleri korkunç bir şeydir. Bu esnada elbiselerim parçalarlar, saçlarını yolarlar ve dehşetli bağırışlarla göğüslerini döverler. Son kıralları Solomon’un öldüğü gün bunu bizzat müşâhade ettim. Kıral ölünce piskoposları mes âyini icrâ eder, ölüyü tabut içinde şehrin sokaklarında dolaştırırlar, sonra da bayraklar açarak her birinin altına ölünün köpeklerini, atı ve kılıcını koyarlar. Sonra prenslerden en kıdemlisi dâvet edilip yalın ayak ve beline kadar çıplak olduğu halde her bir bayrağın önünde diz çökerek ölünün rûhu için duâ eder, sonra da kendisine iltifatlar yapılır. Paskalya yortusunun ikinci günü herkes ölülerinin rûhu için kiliseye yemek getirir, çiçek ve yanan mumlarla mezarları ziyâret ettikten sonra da kilisenin önünde ağaçların altında oturarak yemek yerler. Bazı yerlerde, akrabalarının rûhu için mezarları üzerinde hayvan ve kuşlar kurban keserler, şarab ve yağ dökerler.
Türlü batıl itikadları vardır ve büyüye çok rağbet ederler, papazları da bundan istifade ederek halkı aldatırlar. Bazıları aydan korkarak pazartesi günleri et yemez, cumayı da kudsî bir gün sayarlar. (s. 68)

...gürcüler ile mingreller, ayrı ırktan oldukları halde hıristiyan ve aynı millete mensupturlar. Bununla beraber, gürcüler daha teşkilâtlı olup içlerinden münevver ve nazik insanlar çıkar. Mingreller ise, vahşi tabiatlı ve bedenen daha kuvvetli adamlardır. (s. 69)

İlave
Trabzon
…Doktor Perunak Feruhan Bey’in Seyahatnamesinin Trabzon’la ilgili bölümleri… (1847 senesinde bölgeyi ziyaret etmiş)

Hisar’ın doğu ve batı taraflarında bulunan varoşlardan büyük çarşı, han ve en iyi binaların bulunduğu doğu varoş, şehrin en mûteber semtidir. Hıristiyanlarla avrupalı tâcirler ve konsoloslar burada ikamet ederler.

…sâhil mahallelerinde umumiyetle rumlar; düz vaziyetteki Orta veya Gâvur meydanı mahallelerinde ermeniler; kezâ düz vaziyette olan yukarı veya Tekke ve Boztepe denilen güney taraftaki mahallelerde de türkler ikamet eder.

Şehirde ev sayısı, 3000’i türklere, 1000’i rumlara, 588’i ermenilere, 140’ı katolik ve 9’u Protestan ermenilere, bir kısmı da yabancılara âid olmak üzere 5000 kadardır. Yabancılar umumiyetle avrupalı ve iranlı tâcirlerdir. (s. 72)

Ayasofya’nın yakınında bulunan Kabak meydanı, Gâvur meydanının altı misli büyüklüktedir. Bayram günlerinde, bu meydanlar eğlenen halkla dolar. (s. 75)

Dördüncü Bölüm
Farş (eski adı Fasis ve Poti), Batum’un elli mil mesafesinde, sultan III. Murad’ın 1578’de yaptırdığı metin kalesi ile sınır hattıdır. Elbruz dağından çıkarak Gürcistan'ın içinden geçen büyük Rion nehri, kalenin önünde göl haline geldiği için iyi bir liman teşkil eder ve oradan denize dökülür. (s. 77)

Abazalar
Sokhum’un ötesinde bulunan Abaza memleketinin İskit Tatarlar denilen sakinleri bazı yerlerde Mingreller ve Türklerle karışmış olup (…) Bunlar putperest ve ağaca tapan bir topluluk oldukları halde haçtan çok korkar ve ona da taparlar.
Abazalar, büyücü ve falcıların baklaya ve hayvanların kürek kemiğine bakarak yaptıkları kehânetlere inanırlar.
Rüşvet ve gaddarlığı aslâ sevmezler; nizam ve taamüllerine karşı geleni şiddetle cezalandırırlar.
Ticarette ve hırsızlıkta mahir insanlardır. Çok basit ve yabani bir hayat tarzları vardır. Yemekte mütedil oldukları halde, içkiye çok düşkündürler. (s. 79)

Abazalar, Tapşi dedikleri büyük ağaçlara taparlar
Bekâr gençler evleninceye kadar sakallarını asla traş etmezler, evlenince traş olurlar ve ölünceye kadar sakalsız kalırlar. Soydaşlardan kız almazlar.
Nişanlanmak isteyen oğlan mendilini çıkarıp alnına sürer ve beğendiği kızın omuzuna koyar, kız da oğlanı beğenmişse aynı mendili kendi alnına sürdükten sonra koynuna koyar. Nişan bu suretle kıyılmış olur.
Evlilikte ahlâksızlık yapanı tutup denize atarlar ve kimse korumağa kalkışmaz.
Ölüleri yıkadıktan sonra gömerler, göğüslerini döver ve kırk gün matem tutarak siyah giyer ve traş olmazlar. Gelen geçenin yiyip dua etmesi için, mezarın yanma yiyecek koyarlar ve kırk gün mumlar yakarlar. Kırk günlük mâtem bittikten sonra, akraba ve dostlar tekrar mezarın etrafında toplanarak feryad eder, sonra da koyunlar keser, kebap yapar, yer içer ve oynamağa başlarlar. (s. 80)

Çerkesler
Çerkesler, Kabarta tarafında Kafkas dağı sâkinlerindendirler. Kuban ve Don arasında bulunan memleketleri 600 mil uzunluğundadır. Çerkesler kuvvetli ve cesur insanlardır, fakat aralarında hüküm süren anlaşmazlıkları yüzünden toplu bir kuvvet hâlini muhâfaza edemiyorlar. Çerkesler, kabile reisi, asiller ve avam olmak üzere üç sınıfa ayrılırlar. (s. 85)

Kabile reisi, erkek bir çocuğu dünyaya gelince, ileride onu büyütecek olan birisini seçer. Çocuk bir yaşına bastıktan sonra önüne silah ve oyuncak koyarlar ve çocuk elini silaha uzatırsa bu büyük bir alâmet sayılarak bütün ailece şenlik yaparlar. Çocuk yedi yaşına geldiği vakit baba evini terk ederek, kendisine ata binmesini, silah kullanmasını, şekavet ve hırsızlık yapmasını Öğretecek ustasının yanına gider. Çocuk bunları başarmadan ve büyük bir soygunculuk yapmadan baba evine dönemez.
Kız çocuklar anneleri tarafından büyütülür ve onlardan iş yapmağı öğrenirler. Çocuk doğar doğmaz beline geniş bir kayış bağlarlar, beden büyüyüp sıklaşan kayış kopunca yenisini bağlarlar. Çocuk bu suretle büyüyerek narin ve uzun boylu olur.
Çerkes kadınları usta ve cesur binici oldukları için, onları eski Amazonlara benzetmişlerdir.
Çerkeslerin sâbit bir dini yoktur. Türklere yakın olanların çoğu müslüman olmuşsa da eski âdetlerini muhafaza etmişlerdir. (s. 86)

Beşinci Bölüm
(Azak denizi ve çevresini anlatıyor)
Abaza’dan itibaren Tuna’ya kadar, Azakdenizi ve Don nehrinin etrafındaki memleketlerin bütününe Sarmatya denir ki bu ad, Tataristan’ı ifade eder, çünkü grekçede sarmat, kertenkele gözü yani ufak göz demektir ve bilindiği veçhile, tatarlar ufak gözlüdürler. Bunlar o kadar yayılmış bir millettir ki büyük Tataristan Çinü Maçine kadar uzanır. (s. 94)

Kırım
Han’ın erkek soyundan olan ve Hanzade unvanını taşıyan üç büyük prens vardı.
Han’ın dişi soyundan olanlara Mirza denir, fakat bunlar Han mevkiine çıkamazlardı. (s. 95)

Altıncı Bölüm
Dneper veya Nieber (grekçede: Danapris veya Poıistene; Türkçede: Kerson suyu),
Nehrin suyu tatlıdır ve içinde çeşitli iri balıklar vardır. (s. 100)

Akkirman, Odesa’nın altmış mil ve Karadeniz’in üç mil mesafesinde meşhur ve metin bir kaledir
Akkirman’dan Tuna’ya kadar olan bu topraklara Besarabya denir. Ne orman, ne de dağ bulunan bu yerlerin sakinleri çadırlarda ikamet eden Nogay tatarlarıdır.
Bu tatarlar ilerigelenlerine Mirze derler ve onlara el kaldıranın elini keserler. (s. 102)

Yedinci Bölüm
Bulgarlar’ın içinde misafirseven ve tatlı dilli adamlara rastladık. Fakir halk çiftçilik, zenginler de ticaretle meşguldür. Vaktiyle Bizans imparatorlarını hayli hırpalamış olan Bulgarların hepsi de cenkci insanlardır. (s. 105)

---
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
Türkçeleştiren: Hrand D. Andreasgan

1969

3 yorum:

  1. Ilginc bilgiler analizler çok gerçekçi

    YanıtlaSil
  2. Trabzon erkeği neden çalışmaz? Kadını neden çalışır ? Sorusunun cevabını bir nevi Of bölümünde görmüş olduk. Kıymetli ve farklı bilgiler.

    YanıtlaSil
  3. trabzonluların laz oldugu belli oldu

    YanıtlaSil