12 Ekim 2017 Perşembe

Yurt Ansiklopedisi - Ordu Maddesi

Yurt Ansiklopedisi - Ordu


Ordu (s. 6248-6339)
İlin doğal sınırları güney-kuzey doğrultulu Pazarsuyu Vadisi, ilin en yüksek dağı Karagöl Dağı ve daha güneyindeki Yedigöl Yaylası; batıda ise Yeşilırmak Vadisi; Kelkit Vadisi de ilin güney sınırını oluşturmaktadır.
Ordu ili çok dağlık arazi yapısına sahiptir. İl topraklarının %83’ü dağlıktır. Dağların yükseltisi ilin doğusundan batıya doğru azalmaktadır.

Ordu şehri, Boztepe’nin önünde kuruludur. Boztepe’nin eteklerindeki alan, üç derenin; Melet, Civil ve Bülbül deresinin taşıdığı alüvyonların yığılmasıyla oluşmuştur.

İldeki yaylalar hayvancılığın yanı sıra kamp ve dağ sporları için elverişlidir.
Çambaşı Yaylası 1.850 m
Keyf alanı Yaylası 1.200 m
Perşembe Yaylası 1.350 m

İl topraklarında genel olarak yüksek bir yıkanma, demir yükseltgenmesi ve organik bileşikler açısından yoksulluk söz konusudur.

İlin Karadeniz kıyısındaki bölümünde tipik Karadeniz iklimi; güneyinde ise karasal iklim görülür. Bunun nedeni Canik dağlarının ili boydan boya ikiye bölmesidir.

Tarih
Günümüzde kentin 5 km güneydoğusunda yer alan Eskipazar Köyünün daha önceki adı Bayramlı, ondan önceki adı da Ordu idi. Bugünkü kent merkezi Bayramlı’nın iskelesiydi ve bucak statüsündeydi. 18. yüzyıldan sonra iskele, pazar yerinin de burada olmasından dolayı hızla gelişerek Bayramlı’yı gölgede bıraktı. 1869’da bucağın ismi Ordu olarak değiştirildi.

Ordu’da bilinen en eski yerleşim yeri MÖ. 8 yüzyılda Miletosluların koloni kurduğu Kotyora kentidir (Bugünkü ismi Bozukkale).
Ordu yöresi Roma İmparatorluğu döneminde Pontus Polemoniacus adıyla anılan bölgeye dahildi.

Ordu’nun tarih öncesi dönemi MÖ. 2. binde Kızılırmak yayı içinde yaşayan Kaşkalarla başlar.
Kaşkalar sürekli olarak Hitit topraklarına saldırmışlardır.
Yağmacı Kaşkalar, zaman zaman Hitit başkenti Hattuşaş’a (Boğazköy) kadar ilerlemişlerdir.
Doğuda Asurların baskıları Batıda ise Yunan topraklarından gelen göçler Hititleri zor durumda bıraktı. Yine bu dönemde Asya kökenli bazı guruplar Karadeniz’in kuzeyine yerleşmeye başladılar. Kaukon ve Paflagonlar bunlardandır.
Frig toplulukları Kızılırmak’ın batısına kadar geldikleri zaman Hititlerden geriye kalanlar Yeşilırmak’ın kuzeyine çekildiler. Bu bölgedeki Asya kökenli kabilelerle bir arada yaşadılar.
MÖ. 9. yüzyılda İskitler ve Amazon kadınları bu bölgededirler. Amazonların bir kısmı Ordu - Giresun topraklarına yerleştiler. Diğer bir bölümü ise Ege kıyılarına inerek Smirna ve Efesos şehirlerini kurdular.
Karadeniz kıyılarının doğal kaynakları Yunan kökenli kolonicilerin ilgisini çekti ve MÖ. 750’lerde Miletoslu bir gurup bugünkü Trabzon kıyılarında bir yerleşim kurdu. Denizcilerin kıyıları gelişi bölgedeki ticareti hareketlendirdi.
Miletoslular MÖ. 562’de bugünkü Sinop şehrinde bir liman kurdular. Ardından kıyı boyunca başka koloniler kurdular. Karadeniz kıyılarındaki koloniler için Sinop, başkent konumundaydı.
Ticaret sayesinde kıyı kentleri oldukça zenginleşti. Bu durum çevre ülkelerin iştahını kabarttı ve nihayet Pers Kralı I. Dara zamanında Karadeniz’deki kıyı kentleri baskı altına alındı. Perslerin bölgedeki kontrolü Büyük İskender’in Pers İmparatorluğunu yok etmesine dek sürdü. Büyük İskender’in ölümünden sonra komutanları arasında çekişmeler baş gösterdi. Kios (Gemlik) tiranının oğlu Mitridates Ktistes bu başıbozukluktan istifade ederek Paflagonya halklarıyla birleşerek Makedonlara karşı isyan ederek kendi müstakil prensliğini kurdu (Pontus Devleti). Başlangıçta bugünkü Ordu’nun batısında kurulan prenslik zamanla hâkimiyet alanını Doğu Karadeniz kıyıları boyunca genişletti.
Çevre ülkelerdeki iç karışıklıklardan istifade ederek sınırlarını sürekli olarak genişleten Pontus Devleti nihayet Roma İmparatorluğu için tehdit durumuna geldi. Pompeius komutasındaki Roma ordusu MÖ. 63’te Pontus devletini yıktı.
Doğu Karadeniz bölgesi bu tarihten sonra önce Roma ardından da Doğu Roma İmparatorluklarının kontrolünde kaldı.
Malazgirt Zaferi’nden sonra zaman Türk akıncıları ve beyleri Karadeniz kıyılarına indiler ancak bölgede etkin şekilde hâkimiyet kuramadılar.
1105’te Danişment Gazi tarafından Pontus üzerine yapılan sefer sonrasında Çepnilere yurt olan Ordu, 1397’de Hacıemir Beyi Süleyman tarafından fethedildi. Şehir, adını kurucusu Hacıemir şehzadesi Bayram Bey’den almıştır. Eyalet-i Ordu Bayramlu ya da Bayramlı olarak anılan şehir, 1427’de Osmanlı’ya bağlandı.

Ziraat
1878 tarihli Trabzon Salnamesi Ordu kazasında 426.701 kile mısır, 401.791 kıyye (okka) pirinç, 133.442 kıyye kendir, 94.860 kıyye fasulye elde edildiğini kaydetmektedir. (s. 6266)

Zanaat
1903 tarihli Trabzon Salnamesi Ordu’da marangozluk, bakırcılık, kuyumculuk, çilingirlik, terzilik, kunduracılık, saraçlık, kavaflık ve kalaycılık yapıldığını kaydeder.
Aynı salnamede Ünye’de sırma ve ipek işlemeli el havluları dokunduğu, mendil, uçkur, halat, kilim yapımının ileri düzeyde olduğu; Ünye’de ceviz sandık yapımının, bakır ve demir işlemeciliğinin geliştiği belirtilmektedir. (s. 6267)

Ordu ekonomisi başta fındık olmak üzere geniş ölçüde tarıma dayalı bir ildir.
Ordu’da sebze ve meyve üretimi daha çok il tüketimine yöneliktir.
Hayvan varlığı bakımından zengin olan il, hayvansal ürün bakımından zayıftır.
Fatsa, Perşembe ve Ünye’de balıkçılık önem kazanmıştır.

Ordu’da ilk ortaokul 1926’da, ilk lise 1947’de açılmıştır.

Kültür
Türklerden önce Ordu ve çevresinde Yunan kültürünün izlerini görmek mümkündür. Ksenophon Anabasis adlı eserinde bu bölgede yaşayan ilken bir kabileden söz eder; odundan yapılmış evde oturan bu insanları yine bu anlamdaki “Mossinekler” şeklinde tanımlar.
Türklerin bölgeye girmesinden sonra başat kültür İslam’la şekillenmiştir.
Osmanlı dönemi boyunca önemli bir olay yaşanmayan kentte 1877-1878 tarihli Osmanlı-Rus harbinden sonra Kafkasya’dan önemli sayıda göçler gerçekleşti.
Bu göçlerden sonra yörede yetiştirilen ürünler çeşitlendi. Soya fasulyesi ve patates bu göçlerden sonra yörede yetiştirilmeye başlandı.
1950’li yıllarda Ordu ili önemli bir modernleşme hamlesine sahne oldu; şehrin içi betonarme binalarla doldu, şehir eski çehresini bu yıllarda hızla kaybetti. Bu yıllar fındık üreticilerinin gelirlerini artırdığı dönemdir.
Fındıkların satıldığı Eylül ayına yörede “Erkek Ayı” denmektedir (çünkü para gerektiren nişan-düğün gibi işler hep bu aydan itibaren yapılır).
Öteden beri süregelen tiyatro etkinliği Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu’nun kurulmasıyla (1964) düzenli bir hale geldi.

1950’lerden hızla modernleşen Ordu’da yerel kıyafetler ancak iç kesimlerde görülebilir.

Kadın Giyimi
Geçmiş dönemde kadınlar saçlarını hotoz biçiminde toplayarak tepelik takarlardı. Köylerde hotoza pek rastlanmazdı, fes ya da fino fes denen başlıklar kullanılırdı. Bunun üstüne de ak tülbent yemeni ya da çatkı bağlanırdı. Örtüler yörede genellikle dolak, bürüncek adlarıyla anılır.
İçe, ak patiskadan fanila ve dizden yukarıda, paçaları fistolu uçkurlu don giyilir. Bunun üstünde de yine patiskadan yakası dantelalı ve nakışlı yelek bulunur. Entariler ayak bileklerine dek uzanır. Beli düzdür, üstüne üçgen biçiminde katlanan şal kuşaklar bağlanır.
Kent kadınlarının entarileri bindal, Harput kumaşı, atlas denen kadifedendir. Köy kadınlarının ki ise basma ya da pazendendir. Köylerde ayrıca basmadan uzun kollu, bel hizasında ve yanları yırtmaçlı içlik, üstüne çift kat, basmadan kesilen ve arasına pamuk konarak kapitone yapılan yarlık giyilmektedir.
Astarlı hırkalara hem köy hem de kentli kadınlarda rastlanır. Bunlar köylerde pazen ve basmadan dikilmekte pamuklu ya da libade adıyla anılmaktadır.
Dışarılık giysisi olarak çarşaf giyilmekte, yer yer peştamal kullanılmaktadır.
Köylerde genellikle keçi kılından yapılan çöpür denen çoraplar giyilir.
Ayakkabı türleri ise yemeni, galoş, potin ve mestliktir.

Erkek Giyimi
Cumhuriyetten önce fes ve külah yaygın başlık türleridir. Köylerde bunlara kavuk da eklenir. Giysiler genellikle dokuma ve ketendir. Aba-zıpka denen yün pantolon ve üst giysisinin aynı renk kumaştan dikildiği giysiler görülür. Zıpkanın baldır ve paçaları dar, ağı geniştir. Kentlerde setre-pantol, yelek çakşır kullanılır. Aba-zıpkalarda sarı ve siyah renkler tercih edilir. Gençler daha çok kara şaki denen parlak kumaştan dikilen zıpkaları giyinir. Bele ipekten “direm kuşak” bağlanır. Yün çorap ve çarık, yemeni, çapula, galoş, potin hem köylerde hem de kentlerde görülür. Kış aylarında “çelik” denen altı geniş çedik türü ayakkabılar giyilir.

Beslenme
Balık, mısır ve karalahana mutfakta önemli yer tutar. Kıyıdan uzaklaşıldıkça balık ve mısır tüketimi azalır. Bunun yerini unlu-hamurlu yiyecekler alır. Sakarca, ısırganotu “tirmit” denen mantar ve benzeri yabanıl bitkiler mutfağı zenginleştirir.
Kasım-Nisan ayları arasında ilin temel yiyeceği hamsidir.
Mısır unu ve dövülmüş fındık içiyle yapılan “çalmaç” yörenin özgün tatlısıdır.
Pohmul denen yemek de yine mısır unu ve fındık içiyle yapılır.

Batıl İtikatlar
Ulubey ilçesinin Şuayip tepesindeki doğal su kaynağının şifalı olduğuna inanılır. Kaynağın biraz yukarısında ziyaret yeri olarak benimsenmiş bir gömüt vardır. İnsanlar buraya gelip şifa dilekleri tutar, çaput bağlarlar. (s. 6320)
Suyu şifa gücüne yönelik inanmalara bir başka örnek Mayıs Yedisi şenliklerinde görülür. 20 Mayıs’ta yapılan Hıdırellez kutlamalarında besmeleyle kıyıya yaklaşan ilk dalgaların üzerinden sağ ayakla atlanarak denize girilir. Çacuklar da kucağa alınarak 7 defa dalgaların üzerinden geçilir. Eller ve yüz deniz suyuyla yıkanır.  
Şifa dilemek üzere ziyaret edilen başka yerler de vardır: Yukarıtepe köyünde Kılavuz Evliyası, Şahincili’deki Taşdibet, Ayrılık köyünde Çağlıdede Evliyası, merkezdeki Buharalı Şeyh Efendi türbesi, Ünye’de Şeyh Yunus Efendi Türbesi, Aybastı’da Kutlular köyünde Ekizavyanı Evliyası.

Diğer batıl itikatlar
El tırnaklarının üzerindeki beyaz lekeler yeni giysiler giyileceğine yorulur.
Elma kabuğu koparılmadan ateşe atılırsa şeytan çatlar.
Elbise üzerindeyken giysisine düğme dikilen kişi, eğer dilinin altına bir şey koymazsa aklı azalır.

Evlenme
Köy düğünlerinde davul-zurna ya da klarnet çalınırken kentlerde “caz” denen salon çalgı takımı yeğlenir.
İç kesimlerde görücülük, başlık parası gibi nedenlerle kız kaçırma vakaları görülür.
Düğün çağrısına düğün okumak denir.
Kız evinde genellikle tef eşliğinde oyunlar oynanır.
Davul-zurna ve klarnet erkek evinde çalınır.
Düğünden bir gün önce “baş bağlama” denen gelini giydirme töreni yapılır. Akşamına da kına yakılır.
Oyunlar oynanırken gelinin arkadaşlarından üç kız başına bir örtü atarak kollarına girer. Biri de önlerinde yürür. Gelinin odanın ortasına getirirler. Sinideki kına üzerinde üç mum yakılır. Kızlardan biri siniyi başının üzerine kaldırır. Önde tefçi, arkasında kına sinisi ve üç arkadaşıyla gelin mutfaktan başlayarak evin bütün odalarını üçer kez dolaşırlar. Bu sırada türküler söylenir. Yeniden konukların bulunduğu odaya dönüldüğünde gelin ortaya koyulan sandalyeye oturur. Sini önüne bırakılır. Yanına da bir seccade serilir. Tefçi kadın “büyük anası gelmeyince, bahşişini vermeyince, kız eline kına vermiyor” gibi türküler söyleyerek gelinin yakınlarını bahşiş vermeye çağırır. Bahşişler seccadeye bırakılır. Gelini gezdiren arkadaşları kınayı yoğurup türküler eşliğinde el ve ayak parmaklarına kına yakarlar. Bu sırada mani ve türkülerle gelinin yakınlarını ağlatmaya çalışırlar.
Konuklara da kına dağıtıldıktan sonra geç saatlerde tören sona erer. Gelin, kız evindeki son gecesini en yakın arkadaşlarıyla birlikte geçirir. Arkadaşlarıyla birlikte ertesi sabah için hazırlık yapar. Perçem, zülüf kesilerek alıcılara hazırlanır. Al ipekten gelinlik giyinip al duvak takınır.
Gelin alıcılar kız evine yaklaştığında, gelin o yana bakan pencerenin önüne getirilir. Atlardan inenler geline saydırılır. Gelin alıcıları ne denli kalabalıksa güvey tarafı o denli saygınlık kazanır.
Erkekler ve kadınlar ayrı ayrı odalarda konuk edilir, yemek ikram edilir. Dışarıda olanlar çalgılar eşliğinde oyunlar oynarlar. Gelini konukların yanına yine arkadaşları çıkarır. Gelin odaya girerken alıcıların yanlarında getirdikleri bohçadan çıkarıp serdikleri “ayakeni” denen basma üzerinde yürütülür. Kızlar, gelin yürüdükten sonra bu basmayı toplar ve armağan olarak alırlar.
Gelin konukların elini öptükten sonra yerine (ortaya) oturur. Duvağı açılır. Bohçadan çıkarılan “beyaz” dene örtüyle başı bağlanır. Gelinin kardeşi ya da akrabalarından bir erkek çocuk gelerek gelinin belbağını bağlar. Gelin alıcıları çocuğa bel parası denen bahşişini verirler. Duvak, bir an önce evlenmeleri dileğiyle arkadaşlarının başına üç kez konup kaldırıldıktan sonra gelinin başına konur.
Çeyizler arabalara yüklenirken çalgıcılar “ağlatma havası” çalar. Gelin, iki yakını be bir “yengeliç” ile birlikte ata bindirilir. Atın eyerini gelinin kardeşi ya da amcası tutar. Yol havası eşliğinde hareket edilir. Çeşitli oyun ve türkülerle düğün evine varıldığında önce gelinin önünde kurban kesilir. Eve girerken başına çerez ve bozuk para serpilir. Eli un çuvalına sokulur, sonra bir tas suyla yıkanır. Evin her yanına su serpilir.
Duvak açıldıktan sonra konuklar gelini görmeye gelirler. Geline refakat eden yengeliç, gelin sandığının anahtarını açar, çeyizleri serer. Gelin odası döşenir. Sağdıç, güveyi gelin odasına getirir. Yengeliç, gelin ve güveyi el ele tutuşturup odadan ayrılır.

Kısırlığa karşı kadınlara kurumuş dereotu ve bal karışımı yedirilir. Böğürtlen kökü kaynatılıp içirilir. Erkekler de 49 gün boyunca yumurta akı içerler.
Erkek çocuk isteyen aileler son doğan kıza döne, dündü gibi isimler verirler.
Kız çocuk istendiğinde çocuğun göbek bağı (eş) ters çevrilip akarsuya atılır.
Gebe, değirmen çevirir ya da yayık vurursa çocuğun başı dönük(?) olur. Gül koklarsa çocuğun yanakları al al olur. Hıdırellez günü kapı kilitleyip açarsa çocuğun ağzı “dilik” (yarık) olur.
Çocuk evin direği olsun diye, göbek bağı evin orta direğinin dibine bağlanır. Perşembe yöresinde çocuğun göbek meyve ağacının dibine gömülür. Bu sayede çocuk ağaç aşılamaya yatkın, ağaca kolayca çıkabilen biri olur. Göbek bağı iyice gömülmeli, eğer yüzeyde kalırsa onu köpekler yer ve bu nedenle çocuk da köpekler gibi gezer, yeri durağı belli olmaz.
Çocuk ağaç gibi yeşersin, gürbüz olsun diye adına ağaç dikilir. Buna “boy ağacı” denir. Bu ağaç kesilir ya da kurursa çocuğun kısa ömürlü olacağına inanılır.

Yörede beşik kertmesi uygulamasına “kertük” denir. Kertük için namzet çocukların iki yaşını geçmemiş olmasına dikkat edilir. Kertük daha çok lohusa bakmaya gidildiğinde ya da beşik düzümü denen çocuğa armağan sunma sırasında gerçekleşir. Beşiklere kurdele bağlanır. Söz kesimiyle kurdele kesilir, Kur’an okunur.

Yörede kırk basması, kırk karışması gibi inançlar yaygındır. Kırk basmasını önlemek için bebeğin bulunduğu odaya tabanca, tüfek gibi silahlar sokulmaz. Çocuğu kırk basmışsa, odasına hangi silahla girilmişse (sorumlu mutlaka silah olur) çocuk onun üzerinde yıkanır.
Çocuk zamanında konuşamazsa geleneksel şifacılık yöntemleri devreye girer: Cuma salası okunurken ineğin yal küleği çocuğun önüne konarak “insansan dile gel, hayvansan yeme gel” denir.

El Sanatları
Cumhuriyet öncesinde yaygın olan dokumacılık, çanak-çömlek yapımı, bakırcılık, beşik yapımı ve sepet örücülüğü sanayileşmeyle birlikte önemini yitirmiştir.
Dokumacılık Ordu, Fatsa ve Ünye’de ünlenmişti. Peştamal ve kilim en yaygın dokuma türleriydi.
Tümüyle pamuk ipliğiyle dokunan peştamallarda kara-al, kara-kahverengi, ak-al ve turuncu-al renkler hakimdi. (s. 6321)
Kilim daha çok dağ köylerinde, hayvancılıkla uğraşılan yerlerde dokunurdu.
Bakırcılık Ermeniler arasında yaygındı.

Mimari
Konutlar hayvanların barındırıldığı ahır, merek denen samanlık ve çöten denen ambarla birlikte bir bütün oluştururdu.
Yayla evleri sadece yaz aylarında kullanıldıkları için özensiz inşa edilirlerdi.
Konutların planını belirleyen ana mekan salon denilen sofadır. Yöredeki sofa evin ortasında değil bir köşesindedir. Ocak, yeme, oturma gibi ihtiyaçların karşılandığı Doğu Karadeniz’de yaygın olan ortak mekan Ordu ili evlerinde farklılaşır: mutfak ve oturma odası ayrı şekilde tanzim edilir.
Evin bütün odalarının kapısı salona açılır. Salonun köşede olması evin yatay eksen üzerinde genişlemesini engellediğinden, evlerdeki genişleme ihtiyacı dikey olarak, kat çıkılarak giderilir.
Ahşap iskelet, ahşap dolma duvarlarda dolma ve muskalı dolma tekniği kullanılır. Konutlar ve çötenler yerden bağlantısı kesilerek inşa edilirdi (nemden dolayı). Çötenlerde havalandırmayı sağlamak için çubuk örgüler kullanılırdı.
Yayla ve mezra evlerinde çatıyı kapatmak için yarma ahşap “bedevre” kıyı kesimlerde ise alaturka kiremit örtü kullanılırdı. (s. 6322)

Edebiyat
Oldukça eski bir yerleşim yeri olan Ordu, tarih boyunca çeşitli kültürlerin etkisinde kalmıştır. Osmanlı döneminde de çeşitli dönemlerde göç alan şehirde yöresel edebiyat zengindir.
Ordu’da düğünlerde, toplantılarda, tarlada, kalabalık eğlencelerde mani söyleme ve mani atışma geleneği halen canlılığını korumaktadır.
Maniler ilin doğal güzelliklerini, fındığı, sevdaları ve ayrılıkları konu edinirler.
Manilerde yerel dil özellikleri kendini gösterir:
“Boztepe’nin düzünde
Saydım yüz elli goyun
Şu Ordu denen yerde
Sallansın zelfi boylum

Köplünün altı ırmak
Akıyo barmak barmak
Hey yiyidin kârı mı
İstediyini almak

Ha burdan aşşa
Eniş giderim eniş
Guydun beni sevdaya
Gezersin geniş geniş

Ordu’nun sokakları
Döşelidir döşeli
Berem oldum gidiyom
Ben bu aşka düşeli

Fındık topluyan gelin
Fındık dalda kalmasın
Eyil bi yol öpeyim
Ahdim sende kalmasın

Söylenceler
Karadeniz Söylencesi
Bir zamanlar Karadeniz'in yerinde Pontos adlı bir ülke vardır. Ülke zengin mi zengindir, ama Pontoslular huysuz, dönek, hırçın insanlardır. Hele de konuğu hiç sevmezler. Bu yüzden ülkeye konuksevmez Pontos anlamında "Pontos Aksinos" da denir.
Günün birinde Pontos'a Kafkas Dağları'ndan bir ermiş konuk olur. Her gittiği yere iyilik götüren, insanlara iyiyi, doğruyu öğütleyen bu ulu kişinin, Pontos'ta çaldığı her kapı kötü sözlerle yüzüne kapanır. Kime selam verse, karşılık alamaz. Kimse bu iyi yürekli Tanrı adamına ilgi göstermez.
Ermiş hemen bu ülkeden uzaklaşmak ister. Boztepe'ye çıkıp bir Pontos ülkesine, bir de gerideki yeşil yamaçlara bakar: "Ey bahtıda yüreğide kara Pontos... Sulara gömülüp ettiğini bulasın" diye ilenir.
Sözü biter bitmez, gök bulanır, yer sulanır, koca Pontos ülkesi sular altında kalır, kapkara bir deniz olur. Adına Karadeniz denir. Karadeniz'in huyu, suyu da Pontoslular'a çekmiştir. Hırçınlığı, konuksevmezliği bu yüzdendir.

Harami Köyüne İlişkin Söylence
Yıllarca önce bu köyde yaşayan iki kardeş vardır. Bu kardeşlerin kalabalık bir de koyun sürüsü vardır. Sürünün çobanları da bu iki kardeşin çocukları olan Zedef ile Mehmet’tir. İki kardeş koyunlarını köy dışında Gümüşlük denilen mevkide otlatırlardı.
Mehmet bir gün ağacın gölgesine uzanarak:
- Zedef, ben yorgunum, sen biraz odun yar da akşama ateşimiz bol olsun.
Bunun üzerine Zedef baltayı alıp odun yarmağa başlar.
Zedef’in odun yarışını seyreden Mehmet, birden heyecana kapılır.
-Zedef, sen erkek değil kızsın! diye bağırır.
Yıllardan beri saklanan sırrın meydana çıktığını gören Zedef'in elindeki balta yere düşer. Emmisi oğlu Mehmet'ten ve çok sevdiği sürüden ayrılacağını düşünerek, içi burkulur, titreyen sesiyle:
- Artık bir arada bulunmamız imkânsız. Sana sağlık, bana selâmet, diyerek köyün yolunu tutar. İki kardeş çocuğu bir daha müşterek bir durumda çobanlık yapamadılar. Ancak ayrılık ikisine de çok ağır geldi.
Kavalıyla baş başa kalan Mehmet'in günleri hep üzüntülü geçer. Derdini kavalına üfleyip dağ bayır gezinir.
Zedef ise, sırtında o güne kadar taşıdığı erkek elbiselerinden sıyrılıp, ev işlerine dalmıştır.
Günün birinde uzak ellerden gelen eşkıyalar sürüyü basıp, köpeği öldürürler. Mehmet'in kollarını kayışla bağlayarak, davarları önlerine katıp, yola koyulurlar.
Mehmet’in tek kurtuluş ümidi, kavalıdır. Kavalıyla içine düştüğü durumu Zedef'e duyurabilirse Zedef’in yardım çağıracağını düşünür.
Köyünün karşısındaki sırta varınca, baskıncılara yalvarır:
-Ağalar, köyümün karşısında son bir ayrılık kavalı çalmama izin verir, ne olur? der. Eşkıyaların başı gözü yaşlı çobana acır:
-Haydi çal, der.
Mehmet bir kayanı dibine çöker, köyüne döner, kavalını üflemeye başlar.:
Haramiler bizi bastı,
Ala köpek kanlar kustu,
Can kayışı kolum kesti,
Emmim kızı Zedef sana kaldı medet
Dokuz kişi haramiler,
Bir Mehmet bunlara neyler,
Merhametsiz azgın şerre,
Emmim kızı Zedef
Sana kaldı medet...
Buralar viran olmasın,
Yuvayı baykuş almasın
Hasret mahşere kalmasın,
Emmim kızı Zedef
Sana kaldı Medet
Gergef işlemekte olan Zedef, uzaklardan gelen kaval sesiyle felâket haberini duyunca, hemen fırlamış:
-Sürü basıldı yetişin, diye bağırarak köyü ayaklandırır. Zedef başta olmak üzere, delikanlılar dörtnala at koşturup, eşkıyaya yetişirler. Kanlı bir vuruşmadan sonra, haramileri yakalayıp bir kayadan aşağı atarlar.
Bugün o kayanın adı Asarkaya diye anılır. Köyün ismi de, sürüyü basan haramilerden dolayı Harami olarak kalır.

Telli Gelin söylencesi
Ordu yakınlarında bir köyde yaşayan Mehmet, evlendiğinin ertesi günü askere alınır. Aradan on beş yıl geçer. Sonunda tezkere alır. Dönerken yolda yaşlı bir adamla karşılaşır. Adam yolculuğun nereden nereye olduğunu sorar. Mehmet de anlatır. "Oğulcuğum sen bunca yıl askerde kalmışsın üç yıl benim yanımda kal da sana hayatın boyunca lazım olacak üç öğüt vereyim." der. Mehmet kabul eder; Birlikte adamın memleketine giderler.

Aradan bir yıl geçer yaşlı adam ilk öğüdünü verir: "Doğru yol varken eğri yoldan gitme" İkinci yıl sonunda "Her yüzüne güleni dost sanma. Aslını öğrenmeden bir karar verme" der. Üçüncü yıl sonunda da yaşlı adam "Sabırlı ol sabrın sonu selamettir" der ve memleketine dönmesine izin verir. Vedalaşıp ayrılırlar.
Mehmet çavuş yola çıkar bir an önce sılaya varma özlemi içerisindedir. Her zaman gittiği yolu bırakıp kısadır diye ormana dalar. Burada eşkıyalarla karşılaşır; Canını zor kurtarır. Hem tehlike atlatmış hem de zaman kaybına uğramıştır. Aklına ilk öğüdü gelir. Her zaman gittiği yola döner.
Köyüne yaklaşırken yolda bir atlı görür. Atlıyla söyleşirken, onun kendi köyünden olduğunu anlar. Ailesinden haber sorar. Adamın Mehmet Çavuş'un karısında gözü vardır. Bunun için: "Var git sana yazık olmuştur, Karın bir delikanlıyla birlikte" der. Mehmet Çavuş çok öfkelenmiştir. Atını son hızla sürer. Evine vardığında gün ağarmak üzeredir. Pencereden bakar ki karısının yanında bir delikanlı uyumakta. Hemen tabancasına sarılır. Sonra aklına yaşlı adamın öğüdü gelir ve pencereden karısına seslenir.
“Sabah oldu tandır gelin
Kandilini yandır gelin
Koynundaki yatan yiğit
Senin nendir telli gelin”
Kadın uyanır; o da şu deyişle yanıt verir.
“Sabah oldu tandırmışım
Kandilimi yandırmışım
Koynumda yatan yiğidi
Gül memeden emzirmişim”
Mehmet Çavuş delikanlının oğlu olduğunu anlar. Karısı henüz kendisini tanımamıştır. Söyleşmeyi sürdürürler.
“Derede arpa biçersin
Suyunu nerden içersin
Etrafını su alınca
Sen nerelerden geçersin”

Telli Gelin:
Derede arpa biçerim
Suyu gözünden içerim
Etrafımı su basınca
Köprü kurarak geçerim”

Mahmet Çavuş:
Gurbetten de gelir tatar
Yamçısını yana atar
Garip olan nerde yatar
Aç kapıyı telli gelin”

Telli Gelin:
“Uzaklardan gelir tatar
Yamçısını yana atar
Evli olan evde yatar
Garip olan handa yatar”

Mehmet Çavuş:
“Hastayım ata binemem
Binsem de geri gidemem
Ay karanlık yol gidemem
Aç kapıyı telli gelin

Telli Gelin:
Hastasın ata binersin
Binsen de geri gidersin
Ay ışıktır yol gidersin
Yolcu isen git yoluna”

Mehmet Çavuş karısının hâlâ kendisini tanımadığını anlayınca şöyle seslenir:
“İstanbul’dan aldım ferman
Dizlerimde yoktur ferman
Mehmet Çavuş sana kurban
Aş kapıyı telli gelin”

Telli gelin yıllar sonra kavuşmanın coşkusuyla:
“İstanbul’dan alsan ferman
Dizlerine gelsin ferman
Kolum yastık saçım yorgan
Gir içeri Mehmet Çavuş”

Böylece kavuşurlar.

Şuayip Tepesi'ndeki şifalı suya ilişkin söylence
Giresun'da sevilen sayılan bir karı koca yaşamaktadır. Birbirilerini çok sevmektedirler. Fakat zamanla koca verem hastalığına yakalanır kan kusmaya başlar. Karısını çağırır ve düşmanları haricinde biri ile evlenmesini vasiyet eder. Kadın çok üzülür ve kocasının kurtulması için Tanrıya gece gündüz yalvarır dua eder.
Kadın bir gece uykuya dalar rüyasında Hz. Hızır’ı görür. Hz. Hızır ona "Üzülme Allah'tan umut kesilmez. Kalk Ordu da Ulubey yakınındaki Şuayip Tepesi'ne git orada bir su kaynağı vardır ondan kocana bol bol içir tekrar eski sağlıklı günlerine dönüp mutluluk içinde yaşayın.”
Kadın uyanır uyanmaz kocasını alıp Ordu'ya Ulubey'e gelir. Şuayip Tepesi'ndeki kaynağa kadar kocasını sırtında taşır. Adam sudan kana kana içer ağzından burnundan kan boşanır. Bir süre sonra canlanır, tekrar eski sağlığına kavuşur. Karı-koca mutlu bir şekilde memleketlerine geri dönerler.
O gün bugündür Ulubey'deki Şuayip Tepesi'nde bulunan suyun hastalara şifa verdiğine inanılır.
Günümüzde de Şuayip Tepesi'ndeki su şifalı olarak bilinir ve insanlar şifa bulmak için buraya gelir. (s. 6323-6324)

Ağız Özellikleri
Yerel ağız, kitle iletişim imkânlarının artmasıyla öncelikle kıyı kesimlerinde olmak üzere özelliklerini yitirmektedir. İç kesimlerde yerel ağız özellikleri halen görülebilmektedir.
Bilinen ünlüler yanında bir de kapalı “e” ünlüsü kullanılır. Ünlü değişmelerine çokça rastlanır. Değişimler sözcük başı, sözcük içi ya da sonunda görülebilir: Esker (asker)
Erazı (arazi)
Eyva (ayva)

Eyi (iyi)
Enmek (inmek)
Eşitmek (işitmek)

Üçüncü tekil kişi zamirinde görülen o/u u (o), uçun (için), örneğinde görülen i/u değişmesi de sık rastlanan değişimlerdir.

Muhalle (mahalle)
Artuk (artık)
Azacuk (azıcık)
Azuk (azık)
Hızmat (hizmet)
Çızmah (çizmek)
Sufra (sofra)
Guymak (koymak)
Sörü (sürü)
Gözel (güzel)
Avcu (avcı)
Altu (altı)

Yerel ağızda ünsüz düşmesi sonucu ünlü uzamaları görülür:
Baalamak (bağlamak)
Aatmak (anlatmak)
Aaşam (akşam)

Ünlü uzamaları hece düşmeleri sonucu da ortaya çıkabilir:
Aşşaa (aşağı)
Ayaa (ayağı)
Aallık (ağırlık)

“R,” “l” ünsüzleriyle başlayan sözcüklerin başına “ı,” “i” ünlülerinin eklendiği görülür:
Ilimon
İreçel
Irakı
İlen
Iraf

Ordu yerel ağzında düzlük, yuvarlaklık uyumuna aykırı kullanışlara çok rastlanır:
Duyuncı (duyunca)
Dokı (doku)
Geceluk (gecelik)
Mamur (memur)

Sözcük başında, ortasında ve sonunda ünsüz değişimleri de çokçadır. Bunlardan k/g değişmesi neredeyse kural niteliği kazanmıştır:
ç/c
Cenber (çember)
Cıblak (çıplak)
k/g
Gaya (kaya)
Gıl (kıl)
Gavuk (kavuk)
p/b
Bekmez (pekmez)
Bazarlık (pazarlık)
s/z
Zabı (sabi)
Zarıh (sarık)
t/d
Deeze (teyze)
Darak (tarak)

Sözcük ortasındaki ünsüz değişmeleri:
k/g
Argadaş (arkadaş)
Dakga (dakika)
Deligannı (delikanlı)
p/b
Dabanca (tabanca)
Dapurcu (taburcu)

Muhtelif ses değişimleri:
Anşa (Ayşe)
İsdemek (istemek)

Sözcük sonlarında en çok p/b değişimlerine rastlanır:
Çıkıb (çıkıp)
Heb (hep)

t/d
Ahred (ahiret)
Aded (adet)
y/v
Köv (köy)

Sık rastlanan ünsüz düşmelerinde düşen ünsüzün etkisiyle önündeki ünlü uzar. Ünsüz düşmelerinin en belirgini ğ düşmesidir:
Aale (ağla),
Baalamak (bağlamak)
Döömek (döğmek)
Böle (böyle)
Gooşu (komşu)

Bazı sözcüklerde ünsüzler arasında yer değiştirmeler gözlenir:
Körpü (köprü)
Torpak (toprak)
Yarpak (yaprak)
Melmeket (memleket)

Nl/nn
Annatmak (anlatmak)
Nişannanmak (nişanlanmak)

Rl/ll
Hatıllamak (hatırlamak)
Pallama (parlama)
Tellemek (terlemek)

Hc/cc
Bocca (bohça)

Kişi zamirlerinde üçüncü tekil kişi zamirinin “u” biçimini aldığı görülür. Üçüncü çoğul kişi zamiri de “unlar” biçiminde dönüşmüştür. Dönüşlülük zamiri “kendi” sözcüğününse “kendü” biçimini aldığı, çekiminin bu şekilde yapıldığı görülür.

Fiil çekimlerinde birinci çoğul kişi ve ikinci çoğul kişi değişik biçim gösterir. Geniş zaman çekiminde başlaruk (başlarız), başlarsız (başlarsınız), biçiminde söylenir.
Geniş zamanın olumsuz çekiminde de, başlamook (başlamıyoruz), başlamazsız (başlamazsınız) biçimini alır.

Şimdiki zaman fiil çekiminde -yor ekinin düşerek önündeki ünlüyü uzattığı, iyelik ekininse yerini koruduğu görülür. Açım (açıyorum), açıın (açıyorsun), açii (açıyor), açiiyok (açıyoruz), açiisiz (açıyorsunuz), açiilaar (açıyorlar)…

Fatsa dolaylarında -yor ekinde sadece “r” sesinin düştüğü görülür.
Yine Fatsa’da şimdiki zaman çekiminin soru biçiminin ikinci tekilinde yapimun (yapıyor musun) örneğinde olduğu gibi -mun eki kullanılır.

Gelecek zaman çekimlerinde -cek/cak ekinin tekil kişilerde değişime uğradığı görülür. Yapçaam (yapacağım), yapçaan (yapacaksın), yapçaak (yapacak), yapcaaz (yapacağız), yapcaklar (yapacaklar) gibi. Buradaki ses düşmeleri öndeki ünlülerin uzamasına neden olur.

Mahalli sözlük
Andırgalmak: kahrolmak
Anık: nane
Annak: karşı taraf, görülen yer
Annaklamak: karşıda olana bakmak
Bardabaş: haylaz
Cenik: denize yakın yer
Dolukmak: ağlamaklı olmak
Gıdık: küçük sepet
Guz: güneş görmeyen yer
Hamaz: verimsiz toprak
Hışır: eski
Kasbana: inadına
Keyvanı: yaşlı kadın
Ömec: ekmeği yağla karıştırmak
Peşko: soba
Şişek: yaşına gelmiş koyun
Üveç: yaşını geçmiş koç
Yiti: çok ekşi
Çavma: yansıma
Fasfalli: forslu, kıdemli
Fısfıgıç: kalabalık
Gevik: mısır sapı
Gödük: on kilo
Keltek: eski
Kizir: köy tellalı
Kürül: bezelye
Küskü: kaldıraç
Sekmen: küçük sandalye
Tirmit: mantar
Tömtömücü: davulcu
Uçuk: yar, uçurum

Atasözleri
Aç it koyun gütmez
Bir ağaç dikmek yedi evlattan hayırlıdır
Erik dalına basma her söz kulak asma
Gemini kurtaran sandalını aramaz
Mal bicikten para buçuktan artar
Rüzgârın ardı yağış, şakanın ardı döğüş
Dostun ağzı aranmaz düşmanın ağzı bağlanmaz
Ağacı besleyen toprak, toprağı besleyen yaprak

Deyimler
Alcak vercek karabacak: alacak verecek yok
Altına karasu bağlama: işlerine engel olmak
Anacuk atıyor: telaşlı
Anam halli: telaşsız kişileri işaret eder
At koşmak: kızıp hırslanmak
Avı yivi bulunmamak: eşya ya da elbisenin çok eskimiş olduğunu anlatır
Babam öküz olacak da beni vuracak: olmayacak işleri anlatır
Başı kesik tavuklar gibi dolanmak: ne yaptığını bilmeyen şaşkınlar için kullanılır
Boğaz arığı: yalnız yemek/içmek için yaşayan tembel insanları işaret eder
Can şenliği: yalnız kalındığında arkadaşlık edilen kimseleri anlatır
Cidodan çıkmak: işlerin çığırından çıkması
Dabuzu diremek: inat etmek anlamındadır
Düğüncü karıları gibi: dik başlılar için söylenir
Eli yüzü yaprak açmak: çok zayıf kişiler için söylenir
Kara çanaklı: görgüsüz ve cimri kişilere söylenir
Kırım’dan mı geldin: çok yiyenlere söylenir
Mart balığı gibi bakmak: şaşkın ve anlamsız bakanlara denir
Sırtı kavak dibine geldi: öldü
Parayla beş taş oynamak: çok zengin olmak (s. 6325)

Bilmeceler
Attın tulup, teptin keçe, sivrilttin külah (koyun yünü)
Yamaçta kütük oturur (burun)
Bir dedem var, bin yamadan donu var (fırın)

Alkış/Kargış
İki iyiliğin biri üstüne olsun
Allah yüzüne baka
Dert başına
Muradın kararsın
Kökün kurusun

Müzik / Oyun
Yöre ezgileri yalı havası, dağ havası, ova havası gibi derlendikleri yerlere göre adlandırılır. Bağlama ile kemençe kültürleri bir arada görülebilir.
İlde Garip ve Kerem’den divanlar söylenir.
Tamzara ile Garip olarak bilinen ezgiler en yaygın olanlarıdır.
Oyunlar daha çok karşılama türündedir.
Horon ve semah da oynanır
İç kesimlerde semaha zamah ya da zamak denir.
Yöre müziği Giresun’da görülen ezgilere çok benzer. İki ilde de fingil havaları özel bir tavırla çalınır.
İl genelinde müzikli toplantılarda müzik ağır havalarla başlar, tempo giderek artar. Daha sonra karşılama, sallama, horon gibi havalar çalınır. “Ordunun Dereleri” adlı türkü hemen her eğlencede söylenir.
Ordu yöresindeki türkülerin çoğu majör tondadır.
Garip uzun havalara Ova Garibi ya da Yalı Garibi denir.
Karşılamada 9 zamanlı ezgiler çoğunluktadır.
Bunun dışında 2 zamandan 8 zamana kadar her türlü ezgiye rastlanır.
Semahlar 2,3 veya 4 bölümlü olabilir.
Bölümler arasında hız ve ritim farklılıkları olabilir.

Tezeneli sazlardan divan sazı, bağlama, tambura ve cura yaygın olarak kullanılır.
Kemençe, kıyı kesimlerinin çalgısıdır.
Dilli ve dilsiz çoban kavalı, küçük dilli düdükler ve zurna yörede kullanılır.
Davul, tef, kaşık ve zil yörede görülen başlıca vurmalı çalgılardır.

Oyunlarda kıyı kesimleri çevre illerle, iç kesimler ise Orta Anadolu’yla benzeşir.

Ordu, Horon ve karşılama bölgesindedir. Kafkas göçmenleri kendi oyunlarını oynar. İç kesimlerde halay çekilir. Bütün bunların karışımı çok değişik oyunlar oynanır.
Kalabalık eğlencelerde erkekler oynar.
Oyunların ritmi yüksektir.
Kadın oyunlarında daha çok tef çalınır.

Edebiyatta Ordu
Naim Tirali, Vapur adlı öyküsünde Perşembe Limanı’nı anlatır
Fikret Otyam Gide Gide 3’ün “Itrıp” başlıklı bölümünde Vona’yı (Perşembe) anlatır.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Anıların İzinde adlı eserinde Ordu’dan söz eder.
---
Anadolu Yayıncılık
1983


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder