30 Kasım 2011 Çarşamba

Peter L. Berger – Kutsal Şemsiye

Peter L. Berger – Kutsal Şemsiye
Dinin Sosyolojik Teorisinin Ana Unsurları

Her insan topluluğu bir dünya kurma girişimidir. Bu girişimde din özel bir yer işgal eder.

Toplum, bir insan ürünü olmak ve bir insan ürünü olmaktan başka bir şey olmamakla ve fakat sürekli bir şekilde üreticisi üzerinde karşı etki icra etmerkle diyalektik bir olgudur. Toplum bir insan ürünüdür.

Toplumun temel diyalektik süreci üç aşama yahut üç adımdan oluşur. Bunlar dışsallaşma, nesnelleşme ve içselleşmedir.

Dışsallaşırken toplum, bir insan ürünüdür, nesnelleşirken işte sui generis (nev-i şahsına münhasır) olur. İçselleşme boyunca insan artık, toplumun ürünüdür.

İnsan tuhaf bir şekilde kendisiyle ‘dengesiz’ bir varlıktır. Kendi içinde huzurlu değildir, fakat kendini aktivite halinde ifade etmekle yine kendiyle bir uzlaşma sağlar. Beşeri varoluş, insan ile bedeni ve insan ile dünyası arasında durmadan bir ‘denge kurma faaliyeti’dir.

İnsan yalnız bir dünya üretmekle kalmaz, aynı zamanda kendisini de üretir. O kendini bir dünyada üretir.

Dünyalar inşa etmek, gereklidir, ama esas zor olan nokta onları devam ettirmektir.

Kültür, insanın ürettiklerinin toplamından ibarettir. Onun bir kısmı maddidir, bir kısmı da manevi.

Kültür içerisinde olmak demek, özel bir nesnellikler dünyasını başkalarıyla paylaşmak demektir.

Muayyen bir toplumda insan cinselliğinin kurumsallaşması demek olan aile, nesnel bir gerçeklik olarak yaşanır ve idrak edilir.

Tamamen sosyalleşmiş bir fert bulunmadığı gibi, müşterek mânânın dışında veya kenarında kalan bireysel mânâlar da hiçbir zaman olmayacaktır.

Din, kendisiyle kutsal bir kozmosun kurulduğu insani bir girişimdir. Başka bir deyişle din, kutsal bir kalıp içerisinde kozmikleşmektedir

Bilincin çifte katlanması kavramı Mead’den alınmıştır. Durkheim’ın homo duplex olarak nitelediği sosyalleşen insan fikriyle alakalıdır.

İnsan toplum içinde yaşamanın bir sonucu olarak hem kendi dışında hem de kendi içinde ‘başkalık’ üretir. Toplumsal bir dünyanın parçaları olduğu sürece insanın kendi öz eylemleri kendi dışındaki bir gerçeğin parçası olmaktan öteye gidemez. Onlar kendisinden ‘kaçar’. İnsanın bir parçası sosyalleştirmek suretiyle biçimlendirmedikçe o bile kendisinden kaçar. Toplumsal dünyanın başkalığı ve toplumsal hayatın başkaları konumunda olan somut insani (varlıkta) varlıklar bilinçte içselleştirilir. Başka bir deyişle, başkaları ve başkalık bilinç haline dönüştürülür. Sonuçta, toplumsal dünyanın bireye yabancı gözükmesi ihtimalinin yanısıra onun toplumsallaşan özünün belli yanlarıyla kendisine yabancılaşması ihtimali de ortaya çıkar.

Bu yabancılaşmanın insanın toplumsallığında verili olduğunu, başka bir deyişle antropolojik açıdan zorunlu olduğunu vurgulamak gerekir. Dolayısıyla izlenecek iki yol var; biri, dünyanın ve özün yabancılığının her ikisinin de, insanın kendi aktivitesinin ürünleri olduğunu hatırlamak suretiyle yeniden uyumlu hale getirilmesi, diğeri ise böyle bir uyumluluğun artık mümkün olmaması ve toplumsal dünya ile toplumsallaşan özün bireyi doğanın olgularına benzer değiştirilemez olgular olarak karşısına almasıdır. Sonuncu süreç yabancılaşma olarak adlandırılabilir.

Yabancılaşma, birey ile onun dünyası arasındaki diyalektik ilişkinin kaybolduğu bir süreçtir. Birey, söz konusu dünyanın kendisi tarafından ortaklaşa-üretilmesi ve sürdürülmesi gerektiğini unutur. Yabancılaşan bilinç diyalektik olmayan bir bilinçtir.

Yabancılaşan bilinç, bu yanlış düşünsel temel üzerine oturtulduğu sürece yanlış bir bilinç olmaktan öteye gidemez. Yine başka bir deyişle yabancılaşma, bilinçte tabiatın gayri-insani (ölü) nesnelliği haline dönüştürüldüğü bir aşırı-mekânlı nesnelleşme sürecidir.

Yabancılaşma hakkında üç önemli noktanın burada üzerinde durulması gerekir. Evvela şunu belirtmek gerekir ki yabancılaşan dünya bütün yönleriyle bir bilinç olayıdır.

O katiyetle yanlıştır, çünkü insan kendisinin olan ve kendi aktivitesi olarak kalacak olan yabancılaşmış aktivitesiyle yabancılaşmış bir dünyada yaşıyor iken bile bu dünyanın ortak-üreticisi olmayı sürdürür.

İkinci olarak yabancılaşmayı geç kalmış bir bilinç gelişmesi ve yabancılaşmamış cennetimsi bir varlık halini izleyen, ilahi inayetten bilişsel bir düşüş olarak sanmak oldukça yanıltıcı olabilir.

Bilinç; hem phylo hem de onto-jenik olarak (yani hem türsel hem de söz konusu türün oluşsal tarihi bakımından) yabancılaşmış bir durumdan, olsa olsa, yabancılaşmadan-uzaklaşma ihtimaline doğru bir gelişme takip etmektedir. Hem ilkel insana hem de çocuğa ait bilinç sosyo-kültürel dünyayı esasen; olgusal, zorunlu ve mukadder bir olgu gibi yabancılaşmış kavramlarla algılar.

Üçüncü olarak, yabancılaşma anomiden tamamen farklı bir olaydır.

Öte yandan, sosyo-kültürel dünyayı yabancılaşmış kavramlarla algılamak, onun düzenli yapılarını, kesinlikle öyle gözüküyor ki, onları sayısız beşeri dünya-kurma sürprizlerine karşı bağışık kılma endişesiyle ve özel bir etkinlikle koruma amacına yöneliktir.

Yabancı olan bir şeyi insana karşı öne sürmek suretiyle din, insanı kendisinden yabancılaştırmak eğilimindedir.

Beşeri olanın nesnelleştirilmiş ifadeleri ilahi olanın karanlık sembolleri haline dönüşür. Ve bu yabancılaşma, kesinlikle insanları anomi korkularından sıyırdığı için onlar üzerinde gücünü hissettirir.

Tüm yabancılaşmaların özü, hayali bir kaçınılmazlığın insanların kurduğu dünya üzerine empoze edilmesidir.

Dini açıdan yasallaşan kendi kendine yabancılaşmadan- uzaklaşma ihtimalidir.

Din yabancılaşmayı yasallaştırmaya yönelik asli (ve teorik bakımdan çok makul) bir eğilime sahip iken yine de, yabancılaşmadan-uzaklaşmanın özgül tarihsel vakalarda dini açıdan yasallaşma ihtimali de vardır.

Yabancılaşmanın dahi kainatın beşeri açıdan anlamlı kılma arayışındaki dini bilinç tarafından ödenen bir bedelin karşılığı olduğunu söylenebilir.

Dünyevileşmenin kökleri eski İsrail dinine ait eldeki en erken kaynaklarda aranmalıdır. Başka bir deyişle ‘dünyanın büyüsünün bozulması’ öyle inanıyorum ki Eski Ahit’le birlikte başlar.

‘Çoğulculuk’ denen olgu bilinç dünyevileşmesinin toplumsal-yapısal bir karşılığını oluşturmaktadır.

Modern çağın sergilediği oyunu (drama) eğer dinin gerilemesi veya çökmesi olarak kabul edecek olursak, Protestanlığın uygun bir biçimde onun kostümlü (allı-şallı) bir provası olarak nitelendirilmesi mümkündür.

Din, insan tarafından kurulan bir mânâ alemidir ve bu kurmaya dilsel (linguistik) vasıtalarla girişilmektedir.

Matematik, insan bilincinin belli yapılarını realite üzerine bir yansıtmadır.

Din artık kozmosa ya da tarihe işaret etmektense bireysel varoluşa veya psikolojiye işaret etmeye başlar.

Katoliklik, insanın sahip olduğu en eski dini arzularının bir biçimde modern dünyada yeniden varlığını sürdürmesi olarak da algılanabilir.

Benzer sebeple Katoliklik ahlaki rasyonalizasyon sürecine bir son vermiştir.

Eski Ahit metninin yarısına yakını tam anlamıyla tarih yazıcılığı türünden eserler tarafından doldurulumuştur.

Eski Ahit, dünya dinlerindeki diğer hiçbir büyük kitabın (buna Yeni Ahit’i de ekleyin) dönmediği ölçüde tarih etrafında dönmektedir.


Çeviren: Ali Coşkun
Rağbet Yayınları, 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder