27 Ekim 2014 Pazartesi

David Vann – Keçi Dağı

David Vann – Keçi Dağı


Havayı kalın bir tabaka halinde kaplayan toz zerrecikleri günü kızıl bir hayalete çevirmişti.

Kuzey California, 1978

Bartlett Kaynarcası’nda durduk (Anlatıcı, babası, babasının en iyi arkadaşı Tom ve anlatıcının dedesi).

Dedem devasa bir adam.

…gördüğümüz her geyiği avlayabilirdik ve kendimi bir hedefe kilitlemeye hazırdım.

Atları düşündüm derelerin atlarla geçildiği (…) zamanları göremediğime içerledim. Modern dünyanın tümü bir saptırmaydı. At yerine televizyonun verildiği korkunç bir aldatmaca. (s. 17)

Babam, kahrolası kaçak avcılar, dedi.
Yanlarına gidip bakınca uzakta, kayalık bir çıkıntının üstündeki turuncu avcı yeleğini ben de seçtim.

Babam, gel sen de bir bak, dedi.

…silah tam olması gerektiği gibiydi ve onu bir uzvum gibi kolayca benimseyebilirdim.

…dürbününü kaldırdı ve iri koyu gözlerle dosdoğru bana baktı.
Kabzayı kavrayan elim gerilirken nefesimi tuttum.
Bana öğretildiği gibi yavaşça, dikkatle nefesimi verdim ve tetiği ağır ağır kavramaya başladım. Düşünce yoktu, bundan eminim. Sadece kendi doğam vardı; anlayışın ötesinde, kendi varlığım.

Dünya bir çekirdekten çıkmış gibi infilak etti… (s. 25)

…o an her şey aynı noktada birleşmişti. Öldürdüğümüzde var olan her şey yönünü bize çevirir.

Kabil başlangıcımızdı, cennette başlamayan herkesti.
Nasıl bir güçtü o tüfekteki?
Beni iki seksek yere sermişti.

Bir daha eline silah almayacaksın, dedi babam.

Babam, Hâlâ hayatta olabilir, dedi. Gidip adamı kontrol etmeliyiz.

Cesedin yanına varıp ona bakabildim ve bir geyiğin leşine bakmaktan daha fazla rahatsız olmadım.

Adam yüzüstü düşmüştü. Sırtının orta kısmı büyük ölçüde yoktu.

Tıpatıp ölü bir geyik gibi kokuyordu.

Bir insan vurduğumu anlıyor ama atışımın mükemmel olduğunu düşünmeden de edemiyordum.

Vurduğum geyik olsaydı, herkesin ağzı kulaklarına varırdı.

Ya insan öldürmenin kötü olduğu bize hiç söylenmeseydi? Onun karşısında da aynı şeyleri hissediyor olmaz mıydık? (s. 34)

Dedem, Kimseye haber vermeyeceğiz, dedi.

Babam (…) Hayatının geri kalanını mahvettin, dedi. Bunu anlayacak kadar büyüdün mü? Seksen yıl daha yaşayabilirsin; ama o yılların hepsini zehirleyecek bu yaptığın.

Gülümsedim.

Babam birden hamle yaptı. …yumruklarıyla beni dövüyordu.

Babam (…) adamın ellerini ve tüfeğini tuttu, onu yamaçtan aşağı sürüklemeye başladı.

Kabil’i hep kardeşini öldüren kişi olarak düşünürüz, peki ama etrafta öldürecek başka biri var mıydı ki?
Kabil karşısında bulduğunu öldürdü. Yoksa hikâyenin kardeşlerle bir ilgisi yok. (s. 38)

Tom ona yardım ediyordu. Cesedi aralarında sürükleyerek kamyonete doğru yürüdüler. 

O bir et parçası değil, dedi Tom.

Babam, Artık öyle, dedi.

Onu ağaçların dibine bıraktı. Vurduğumuz bütün geyiklerin asıldığı yere.

Uzun süre hapis yatacağız, dedi Tom.

Neden avlanırız? Daha eski olan bir şeye dönmek için değil mi? Ve her eski zamanda bizi bekleyen Kabil değil mi? (s. 52)

Av, binlerce nesil geriye götürülebilen bir gelenekti.

Öldürmek kadar eksiksiz ve dolaysız bir sevinç yoktu.

Tüfeğin kabzasından tutup namluyu omzumun üstüne atmak güzeldi.
Silahı o şekilde tuttuğunuzda devleşirsiniz.

Kutsal Kitap’taki her hikâyenin Kabil’den mi geldiğini merak ediyorum.
İnsanın değeri, öldürmeye hazır olmasıyla mı imtihan ediliyor?

Her şey sessizdi. O boşlukta en ufak bir çıtırtı yoktu. Ve sesin yokluğunda mesafeler alabildiğine uzayabiliyordu.

(Tetiği neden çektiğini düşünürken) Aldığımız kararların, bilinçli aklımızla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Nasıl hiçbir şey hissetmeden öldürebiliyordum?
Dövüş bitmiş babam yenilmişti (Dedesi, babasını dövdü).

Kocaayakları severiz çünkü onlar çok da uzak olmayan bir geçmişte kim olduğumuzu bize hatırlatır.

Golyat bir Kocaayak, insanın daha erken ve daha canavarca bir halidir.
…kendimizin canavarlara benzeyen ilk örneğidir. Kaçak avcıyı öldüren ben, Davut gibi ailemi, toprağımızı ve yasalarımızı koruyordum. (s. 89)

Her yürüyüşün başında umuda benzer bir duygu, başlamakla ilgili bir şey, bir zevk vardır.

Tetiği çektim,
Hayvanın arka yarısı (…) büyük bir sarsıntı geçirdi.

…ilk içgüdülerimizden biri öldürmektir. On Emir, bizi hiçbir zaman bırakmayacak içgüdülerimizin bir dökümüdür. (s. 135)

Kaçak avcıyı öldürürken bir şey hissetmemiştim ama bu başkaydı. Geyiğin ne hissettiğini görebiliyordum: felaket, dönüş umudu olmadan her şeyin kaybedilmesi, bir hayatın sonu. O sonu hissedebiliyordum.

Babam, geyiğin boynuzlarına bir tekme savurdu.

(Tom) Geyiği tekmeleyerek öldüremezsin.

Tanrı, Kabil’in adağını yetersiz bulmuştu.
Tanrı’yı memnun etmek imkânsızsa ne yapılabilir?

Öldürmekle hayvanın her şeyini alacaktım.
Bunu bilerek bıçağıma uzandım.
Buraya öldürmek için gelmiştik. Bu değişmez bir şeydi.
…öldürecektim ve bu beni insanlaştıracaktı.
Bıçağı geyiğin boğazına dayayıp yana asıldım.

Diz çöktüm ve karaciğeri ağzıma götürdüm.
Tekrar ısırıp kaçak avcıyı, onun ciğerini yediğimi düşündüm.
O tat oradan bir daha gider mi bilmiyordum.
Yüreği bir elimle kavradım. (…) çekip çıkardım.
Bir yüreği hâlâ sıcakken havada tutup onu ısırmak.
…ağzıma kanın ve etin tadı gelirken tekrar hayvan olmuştum.
Dedem, Artık erkek oldun, dedi.
Babam, Artık erkek oldun, diye yineledi.
…artık hayatımın başladığını hissediyordum. (s. 151)

Kamyonetin sesi giderek yitiyordu.
Beni bırakıyorlardı. Babam, dedem ve Tom, kampa ben ve geyiğim olmadan dönüyorlardı.

Avımı kampa taşımam gerekecekti.

Geyik benden ağırdı.

Ama denemekten vazgeçmedim.

İçi oyulmuş olduğu halde postu, toynakları ve boynuzlarıyla insanoğlunun çıplaklığını ve zayıflığını örtüyordu.

Gövdesinin inceldiği, göğüs kafesinin bittiği yerdeki post ve eti kesmeye başladım.

Ağırlığının yarısı gitmiş fakat hâlâ yeterince ağırdı.

Kesik bir kafa.

Kayboldum.

Olduğum yerde kalıp yol konuşabilirmiş gibi kulak kabarttım ve bir iç pusulası bulmaya, sağa mı sola mı saptığımı anlamaya çalıştım. Daima şaşırtan, daima yanıltan hava beni kıvrım kıvrım kuşatıyordu. Şeytanın hilelerini yürüttüğü yerdi hava. (s. 173)

Yolda yaşadıklarımdan sonra kendimi tuhaf şekilde güçlü, neredeyse yenilmez hissediyordum.

Babam beni tekmeleyerek uyandırdığında hâlâ karanlıktı.

Babam,
Bunların hepsi senin yüzünden. O yüzden de cesedi yukarıdaki açıklığa kadar sen taşıyacak ve uygun şekilde gömeceksin.

Onu gömeceksin ve bu konuyu bir daha ağzımıza almayacağız.

Babam namlunun ucunu enseme bastırdı. Sen benim oğlumsun, dedi. Sana yardım etmek için buradayım. Senin ne olduğunu anlamaya ve boktan bir şeye dönüşmene engel olmaya çalışıyorum. Ama o bilekleri hemen şimdi tutmazsan tetiği çekerim.

Soğuk ve nemli bilekleri çaresizce kavradım.

Çekince cesedin parçalanacağından, ortadan ayrılıvereceğinden korktum ama tek parça halinde geldi, üstelik ne şikâyet etti ne de bir şey dedi. (s. 192)

Babam orada beni ceset ve kürekle bıraktı.

Burada her yer kaya.
Bu adama bir mezar borçlusun ve istediğin kadar vaktin var.

Babam sonunda, Pekâlâ, dedi.
Küreği bırakıp kollarını dizlerine dayayarak iyice çömeldi.
…avcıyı ayak bileklerinden yakaladı ve kenara kadar koşup onu fırlattı.
…olanca sertliğiyle yere çarptı.

(Tom, guruptan ayrılır)
…her şeyi anlatacak.
Dedem Tom’a nişan alıyordu.

Tüfeği elime tutuşturdu.
Vur, dedi.

Dürbünün yukarı doğru seğirdiği ânı zamanlayarak usulca tetiği çektim.
Tom’un ilerisindeki kayadan toz kalktı…
Dedem, Onu öldürmezsen ben seni öldürürüm, dedi.

Bırak o bizi öldürsün, dedi babam. En iyisi bu. Ayağa kalkıp bekleyin yeter.

Sonra elin kendi başına hareket etmeye karar vermiş gibi yerden sekti: vurulmuştum.

Dedem, Odaklan, dedi.

Nişan çaprazı sarhoşçasına Tom’un ve ağacın üstünde geziniyordu.
…tetiği çektim.
…mermi hiçbir iz bırakmadan kayboldu.
Sonra Tom ateş etti.
…o an bacağımdaki sarsıntıyı hissettim.

Dedem elini yüzüme kapattı ve parmaklarıyla gözlerimin kenarından ezmeye başladı. Bunların hepsi senin yüzünden, dedi. (s. 224)

Tüfek ellerimdeydi ve dedem namluya bir mermi daha sürdü.
Bu sefer öldüreceksin, dedi.

Babam yaklaşmıştı.
Dedem azman bir ayı gibi kalkarak onu karşıladı; babamı mahvedeceğini biliyordum.

…tüfeği yukarı çevirip namlusunu yanına yaslamayı başardım ve ardından tetiği çektim.

Dedemin akciğerinin söndüğünü, soluğunun böğründen çıktığını işittim ve bir an neredeyse onun insan olduğunu düşündüm.

Dev cüssesi yıkılırken parlak metalik bir gri olan gözleri bana kilitlenmişti.

Sonu olmayan Tanrı. (s. 227)

Teşekkür
Bu romanla beni ilk kez yazmaya yönelten şeyi, şiddetle dolu aile geçmişimin son parçasını yakmış oldum. Chrokee yerlisi atalarımın, İsa karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiği sorunuyla karşı karşıya kalmalarını da anmak istedim.

Goat Mountain
Türkçeleştiren: Suat Ertüzün
Can Yayınları

Eylül 2014

25 Ekim 2014 Cumartesi

Richard Sennett

Richard Sennett
Kamusal İnsanın Çöküşü ve Yeni Kapitalizm Kültürü

Richard Sennett, 1943 yılında Chicago’da doğdu. 1970 yılında New York Üniversitesi’nde New York Beşeri Bilimler Enstitüsü’nün kurucularından biri olmuştur. 1980’lerde UNESCO’ya danışmanlık yapmış, ayrıca Amerikan Çalışma Konseyi’nin başkanlığını üstlenmiştir. New York Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Richard Sennett’in sosyolojisi modern toplumda duygusal ilişkilerin/bağların ve endüstriyel kapitalizmin bu duygusal ilişkilerde yarattığı erozyonun araştırılması olarak tanımlanabilir.
Sennett, kentsel yasamı toplumsal bütünlük çerçevesinde çözümleyen sosyologlardan biridir.

Sennett, kent tasarımının toplumsal yaşam üzerindeki etkilerini inceledigi Gözün Vicdanı adlı eserinde, modern kültürün “iç” ve “dış” arasında bir ayrımdan kaynaklanan bir kaygı taşıdığını belirtir. “Açılma korkusu”ndan kaynaklanan bu ayrım, öznel yaşantı ile sosyal yaşantı arasında, benlik ile kent arasındadır. Kentte insan ilişkileri alışveriş ve turizm etkinliklerine indirgenerek, kent anlamsızlaştırılmış ve kimliksizleştirilmistir. Açılma, incinme olasılığını içerir. Bu nedenle, kentli insan temkinli olmakta ve açılmaktan korkmaktadır. Sennet’e göre, modern kültürün sorunu, kamusal mekânların nasıl düzenleneceği, kişiliksizliğin ve kimliksizliğin nasıl giderileceği ve kentsel mekânın yeniden insan yaşantısının bir boyutu haline nasıl getirileceğidir.

Düzensizliğin Kullanımları: Bireysel Kimlik ve Kent Yaşamı adlı çalışmasında sınıf, kent yaşamı ve kimlik üzerinde durur.

Kamusal İnsanın Çöküşü (1996) kitabında modern toplumda kamusal ve özel yaşamın değişen dengelerini ele almaktadır.

Sennett’e göre, modern batılı kentlerde kamusal alan canlılığını kaybetmiş, narsist bir kişilik gelişmiş ve kentlerin topluluklara parçalanması sonucunda mahrem bir toplum ortaya çıkmıştır. Sennett, kamusal alanın oluşumunu ve değişimini ele alırken 19. yüzyılda özellikle sanayi kapitalizmi ve sekülerleşme süreçleri ile değişime uğrayan kamusal alan üzerinde durmaktadır. Kamusal alan tartışması ekseninde bu alan büyük ölçüde Sennett’e göre kişiselleştirilmiştir.

Sennett’in en önemli vurgusu kapitalizmin kamusal alanın dönüşümünde ve çöküşünde meydana getirdiği değişimlerdir. 20. yüzyılda artık kamusal alan 18. yüzyıldaki önemini yitirmiş, mahrem alan önem kazanmış ve insanlar kendilerini özel alanlarına kapatmaya başlamışlardır.

Yeni Kapitalizm Kültürü (2009) ve Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde
İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri (2008) adlı kitaplarında ise yeni kapitalizmin beklentilerinin çalışanlar üzerindeki etkilerini konu edinir. Yeni kapitalizmin çalışma koşullarının kişisel bazı sonuçları olduğunu; esneklik, kontrol, merkezsizleşme, değişim, uzun süreli bağlılığın ortadan kalkması gibi nedenlerle bireylerin yönlerini kaybettiklerini ifade eder. Çalışma koşullarının sürekli olarak değişmesi ve esnekleşmesi bireylerin duygusal ve psikolojik iyiliklerini tehdit etmektedir.

Kamusal İnsanın Çöküşü
Sennett’e göre, kamu ya da kamusal alan, aile ve yakın arkadaş ortamı dışında kalan yaşam bölgesi anlamına gelir. Kamusallığın ve kamusal alandaki davranışların dönüşümünü sanayileşme, kapitalizm ve sekülerleşme olgularıyla ilişkilendirerek analiz eder.

Sennett, bugün, tanımadığımız ama aynı şehirde yaşadığımız insanlarla kurulacak çok boyutlu ilişki ve hazlardan yoksun kaldığımızı söylüyor ve şu soruları soruyor: Yabancı, nasıl tehdit edici bir unsura dönüştü?

Kamusal yaşamın odak noktası büyük şehirlerdir. Kahvehaneler, parklar ve mağazalar kamusal alanın ortaya çıkmasında ve aynı zamanda dönüşmesinde önemli mekânlardır. Kentlerde tanıdıklar kadar yabancılarla da ilişki kurulur.
Kentin insanı, her yere girip çıkan ve her yerde rahat davranabilen “kozmopolit insandır.” Kozmopolit, köksüz olandır, yaşadığı coğrafyayla kurduğu ilişkilerle kimliğini açıkla(ya)mayandır, bir yabancıdır. Sennett, bir anlamda “yabancının” hem toplumsal hem de kişisel yaşamlarımızdan silinişinin, yani “kozmopolit”in yavaş yavaş ölüşünün hikâyesini anlatır.

Ona göre, hayatın, aile ve yakın dostlar dışındaki parçası olan “kamusal hayat” bir zamanlar “hayat dolu”ydu ve kişiler için çok önemliydi. “Yabancı”larla duygusal bağlar kurarak insanın oyun yeteneğini çoğaltan, toplumsallaşmasını/medenileşmesini sağlayan bir kamusallık vardı.

Kamusal alan, sadece fizikî bir yer değil, aynı zamanda orada somutlaşan bir fikir alış-verişi, tartışma, polemik, sınıf bilinci, örgütlenme vb. toplumsal eylem ve oluşumlara yol açan soyut bir ortaklık zeminidir. Kamusal mekân, toplu eylemin gerektirdiği belli bir disiplini, yoğunlaşmayı ve bunun sonucunda da kitlesel bir suskunluğu da beslemiştir.

Sanayi kapitalizminin yükselişiyle birlikte, kamusal alan ve özel alanda bazı değişimler başlar.  Kamusal alan 18. yüzyılda sahip olduğu önemi yitirmiş ve insanlar özel alana çekilmişlerdir. Kamusal yasamdan önce aristokratlar ve burjuvazi çekilmiştir. Kentlerin topluluklara parçalanması sonucunda mahrem bir toplum ortaya çıkmıştır. “Mahremiyet” sıcaklık, güven ve duygusal yakınlığı ifade eder. Toplumsal yasam bu imkânları sunamadığı için gayrı şahsi, yararsız ve anlamsız görünür. Ne var ki, mahrem alan da bireyin beklentilerini karşılayamaz. Kamusal alanın belirsizleşmesi özel alanın nerede bittiğini de belirsizleştirir. Kamu yaşamının aşınması, içtenlikle ilgi duyulan mahrem ilişkileri deforme etmektedir.

19. yüzyıla gelindiğinde insan ilişkileri gayrı şahsileşmeye başlamıştır. Kamusal alana katılmalarının tek yolu artık sessiz kalmaktır. Yabancıların birbirleriyle konuşma hakkı, yerini kamusal bir hak olarak, herkesin arkasına gizlendiği bir maskeye sahip olma ve “yalnız kalma hakkı”na bırakmıştır.

Günümüz mahrem toplumunun cemaate yaptığı güçlü vurgunun ardında insanların kimliklerine dair hakikatlerin cemaat tarafından üretilmesi yatar: Cemaat, kolektif bir kimlik yaratır, insanların “kim olduklarını” dile getirme biçimidir. Cemaatin varlığının korunması ve sürdürülmesi kendi içinde bir amaca dönüşür. Bu da, aynı olmak zorunda olmaksızın insanların birlikte hareket edebilecekleri bir alan olan kamusal alanın çöküşü anlamına gelmektedir.

Aile kamusallık/mahremiyet ikiliğinde çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü aile ortamı kişinin kendisi olabildiği, kendisini açabildiği yegâne alandır.

Sennett, kamusal alanı bireylerin toplumsal ilişkiler kurma fırsatlarını değerlendirdikleri bir sivil alan olarak görürken, Habermas halkın devlet otoritesinden bağımsız olarak kendi düşüncesini, söylemini ve eylemini inşa ettiği daha siyasal bir alan olarak ele alır.

Habermas ve Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü
Habermas, kamusal alanı iki dönem çerçevesinde inceler.
I) Birey temelli liberal kapitalizmin hâkim olduğu, burjuva kamusal alanın ortaya çıkışının ve kurumsallaşmasının yaşandığı birinci dönem.
II) İlk dönemde ortaya çıkan ideal ilkelerin yozlaştığı, gelişmiş örgütlü kapitalizmin hâkim olduğu sosyal refah devleti dönemini içeren ikinci dönem.

Habermas, feodal devletten modern devlete geçişi, ‘temsili kamu’dan ‘kamu otoritesine’ geçiş olarak nitelendirir. Habermas, temsili kamunun kurumlarının, yani soyluluğun, krallığın ve kilisenin çözülmesi sonucunda temsili kamunun yerini kamu otoritesine terk ederek ortadan kalktığını belirtir.

Burjuva kamusallığının belirleyici özelliklerinden birisi kamusal alan ile özel alanın birbirinden ayrılmasıdır. Habermas’ın sözünü ettiği burjuva kamusallığı belli bir iktisadi sınıfı değil, toplumun burjuva niteliğine gönderme yapar.
Kapitalist iktisadi ilişkilerin gelişmesiyle birlikte devleti temsil eden yapının dışında yeni bir sivil yapı oluşmaya başladı. Bu çerçevede kaynağı devletten bağımsız olan burjuva kamusal alanı, insanların devlet yönetimi de dâhil olmak üzere her konuda fikir alış-verişi yapabildikleri bir zemin olarak ortaya çıktı. Bu aynı zamanda kamusal otoriteye karşı oluşturulmuş eleştirel bir alandır.

Özel alanın en önemli unsurlarından birisi olarak, Habermas, burjuva aileyi gösterir. Ailede elde edilen kimliğin aile ile sınırlı kalmaması mektup, roman ve biyografi gibi edebi ürünlerin yaygınlaşması ile oldu. Gazete ve dergilerle birlikte kültürel konuların yanı sıra ekonomi ve politika konuları da tartışılmaya başlandı. Habermas’ın tanımladığı kamusal alan, bireylerin sınıf ayrımı gözetilmeden, herhangi bir konuda fikir alış-verişi yaptıkları alanlardır. Bu kamusal alan tarifinde bireylerin eleştirel tutumu dikkat çekmektedir.

Gelişmiş örgütlü kapitalizmin hâkim olduğu, sosyal refah devleti dönemi ise
Habermas tarafından kamusal alanın yozlaştığı dönem olarak addedilir.
Bu dönemde özel alana ait olan ekonomik alan, devletin müdahaleleriyle yıpranır. Böylece ekonomi ile devlet arasındaki ayrım ortadan kalkmaya başlamıştır. Aynı süreçte aile, daha da özerkleşerek içine kapanmıştır. Aileyi direkt olarak ilgilendiren meseleler kamusal alanın dışına çıkarılmıştır. Kamusal alandaki en ciddi dönüşüm ise katılımın bireysel olmaktan çıkıp, örgütlü kurumlar aracılığıyla yapılmaya başlanmasıdır (sendika, siyasi parti vs.).

Refah devletinde toplumsal alan yeniden tanımlanmıştır. Bunun sonucunda çok daha güçlü ve geçişken bir iktidar tarzı ortaya çıkmıştır. Bundan böyle bireyin kamusal alandaki varlığı ve etkinliği dahi iktidarın kontrolü altındadır.

YENİ KAPİTALİZMİN KÜLTÜRÜ
“Yeni ekonomi” veya “yeni kapitalizm” olarak adlandırdığı dönemin işçilerin yaşamları üzerindeki etkilerini araştıran Sennett, yeni kapitalizmin esnek üretim sürecinde, “iş”in çalışanların kişilik yapısını nasıl bozguna uğratıp yıprattığını ve nihayetinde “karakter aşınması”na yol açtığını gösterir.

İletişim ve imalat teknolojilerindeki gelişmeler küresel ölçekte ve hızlı bir üretimi zorunlu kılmıştır. Otomasyon özellikle çalışanlar piramidinin alt tabanını derinden etkilemiştir. Sürekli yeni beceriler öğrenen, “bilgi temelleri”ni durmadan değiştiren bir birey olarak idealleştirilen yeni bir benlik ortaya çıkmıştır.

Küresel düzeyde sermayenin, tarihte hiç olmadığı kadar esnek örgütlenme imkânına kavuşması, üretim sürecinin her anlamda esnekleştirilmesiyle eş zamanlı olarak emeğin de esnek hale getirilmesi emeğin niteliğini ve doğasını değiştirmiştir. Çalışanların sadece iş yaşamlarını değil aynı zamanda günlük yaşam pratiklerini de değiştiren esnek çalışma koşulları Sennett’e göre bireyde “karakter aşınması”na neden olmaktadır.

Sennett, toplumsal kurumların da parçalandığı böylesi bir dönemde hangi değerlerin ve pratiklerin insanları kültürel olarak bir arada tuttuğunu merak etmektedir. Yeni kapitalizmde çalışanların esnek çalışma koşulları nedeniyle artık modern kapitalizm dönemindeki gibi bireylerin tüm yaşamları süresince yapabilecekleri planları geçersizleşmiştir.

Esnek Şirket/Çalışma Modeli
Esnek şirket modelinde de seçilen işlevlerden birkaç tanesi istenilen zamana göre ayarlanıp, işlevlerini yerine getirmesi sağlanabilir. Sennett bu durumu “sabit işlevli değil, görev-yönelimli emek” olarak tanımlamaktadır. Bu süreçte emek gücü de esnekleşir.

Sürekli olarak değişen koşullar karşısında çalışanlardan beklentiler de değişmektedir. İşin gereklerinden ziyade işletmenin ihtiyaçlarına uygun; uyumlu, iletişim becerisi yüksek, ekip çalışmasına yatkın, seyahat engeli olmayan vs. elemanlar aranmaktadır.

Büyük şirketlerde, yönetici iktidarından hissedar iktidarına geçiş yaşanmıştır.
Hissedarlar uzun vadeli değil, kısa vadeli sonuçların, başarıların, kârların peşine düşmüştür. İstikrar sözcüğünün cilalandığı bu süreçte şirketler artık yeni yatırımlardan ziyade mevcut koşullarda verimliliği artırmanın yollarını aramaktadırlar (“yenilik” sözcüğünün içeriğinin de bu süreçte reklam ve algı perspektifinde dönüşüme uğratıldığına dikkat edilmeli). Verimliliği akıl almaz ölçülerde artıran bu yeni strateji çalışanlar arasında yüksek düzeyde kaygı ve stres üretmektedir.

Yeni kapitalizmin geleneksel bürokratik yapıyı yıkması, çalışanların kurumsal sadakatini azaltmakta, işçiler arasındaki dayanışmayı azaltmakta ve çalışılanların kurumun işleyişi hakkında yeterli bilgi sahibi olmasını zorlaştırmaktadır:
1. Düşük kurumsal sadakat: Kısa dönemli sözleşmeler, çalışanların her an işsiz kalabileceği realitesini cebinde taşıması, beraberinde sadakatsizlik getirir.
2. İşçiler arasında enformel güvenin azalması: Çalışanların örgütlü iletişimi minimumda tutulur. Bunun şirket lehine bir getiri vardır; kriz dönemlerinde çalışanlar örgütlü şekilde hak aramak yerine zararlı alandan uzak durmaya, işten çıkarılan çalışma arkadaşlarını görmezden gelmeye başlarlar.
3. Kurumsal bilginin zayıflaması: İş tanımının muğlaklaşması, yapılacak işlerin beklentiye göre sürekli olarak değişmesi kurumsal bilginin işlevini ortadan kaldırır.

İşe Yaramazlık Kâbusu
Yani kapitalizmde sürekli eğitim ve kişisel gelişimin bir zorunluluk haline gelmesi nedeniyle insanlar kapitalizmin önceki dönemlerine oranla işe yaramaz olmaktan giderek daha fazla korkmaktadırlar.
Sennett’in “beceri toplumu” olarak tarif ettiği günümüz toplumsallığında gelişmiş ülkelerde eğitimli ve vasıflı oldukları halde işsizlik sorunu yaşayanların çoğunun talip oldukları işlerin artık emeğin daha ucuz olduğu, benzer vasıf ve eğitim düzeylerinin yakalandığı çevre ülkelere kaydığı bir gerçektir.

İşe yaramazlık kâbusunun nedenleri:
1- Küresel emek arzı: Yeni kapitalizm emek nerede ucuzsa orada örgütlenmeye gitmektedir. Bu nedenle gelişmiş merkez ülkelerden, gelişmekte olan çevre ülkelere doğru bir kayma söz konusudur.
2- Otomasyon: Talepteki ani artış ve düşüşe çok hızlı yanıt verebilme yeteneği sayesinde emekten de tasarruf edilmesine olanak tanımaktadır.
3- Yaşlanmanın yönetimi: Eğitim ve becerinin geçerlilik süresi piyasanın vicdanına bırakılmıştır. Bir mühendisin üniversitede aldığı eğitimin piyasada ne kadar geçerli olacağı tartışmalı bir hale gelmiştir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken parametre, yeni olanın genç ve dolayısıyla daha kolay yönetilir olmasıdır. Sistem, donanım ve eğitim arttıkça maliyetlerin artacağını hesap etmektedir elbette.

Kendi içinde anlamlı bir şey yapmak olarak “nesneleştirme” zanaatçılık tarafından vurgulanan bir durumdur. Zanaatçı herhangi bir şey üretirken, o ürünün nesne olarak kendisine odaklanır.
Zanaatçılık esnek kapitalizm kurumları içinde huzursuzca oturur. Bu nedenle sürekli bir değişim üzerinden işleyen esnek kapitalizmde meritokrasi önem kazanmıştır.

Meritokrasi, Sennett’e göre modern öncesi toplumlarda mirasla ilintili bir kavramdı. Bu toplumlarda sadece toprak değil; statüler de birer mülktü.
Mevkilerin miras yoluyla devredilebildiği bir ortamda yeteneğin o kadar da önemi yoktu.

Modern zamanlarda ise yetenek yeni bir toplumsal eşitsizlik biçimi ortaya çıkarmıştır.

Sennett’e göre zanaatçılıktan meritokrasiye geçit burada gizlidir. Yeni kapitalizmin kültüründe yetenek çeşitli “nesnel” testler ile ölçülmektedir.
Yeni kapitalizm, ekonomik anlamda büyümüştür. Ancak bu büyüme çalışanlar açısından yeni iş ilişkilerini ve biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Artık çalışılan kurumların yapısı değişmiştir ve sürekli değişmektedir. Çalışılan kurumlara sadakat ve genel olarak üretim süreçlerine katılım azalmakta, enformel güven ve işe yaramazlık hissi kaygı derecesini artırmaktadır. Bu bağlamda kültürel anlamda bir çapanın harekete geçirilmesi mevcut koşulların değişimi için bir dinamik oluşturacak niteliktedir.

KARAKTER AŞINMASI
Sennett, “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri” adlı çalışmasında yeni kapitalizm olarak nitelendirdiği esnek üretim biçiminin yaygınlaşması, işin ve çalışma zamanlarının esnekleşmesi gibi faktörlerin karakter üzerindeki yansımalarını ele alır.

Karakter, kendi arzularımıza ve diğer insanlarla aramızdaki ilişkilere yüklediğimiz etik değerken, yaşadığımız dünyayla bağlantısı çerçevesinde kendimizde değerli bulduğumuz ve başkalarının değer vermesini beklediğimiz kişisel özelliklerimizdir.
Sennett, yeni kapitalizmde artık uzun vadeli amaçlar söz konusu olamadığı için karakter aşınması yaşandığını vurgular.

YENİ KAPİTALİZMDE İŞİN KİŞİLİK ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Esneklik olgusunun üretim ve yönetim sürecine yerleşmesi çalışanların hem bireysel olarak karakterlerini hem de sosyal ilişkilerini değiştirmiştir. Sennett’a göre esneklik insanları özgür kılacak yeni koşullar yerine iktidarın ve kontrolün yeni biçimlerini üretmiştir (sertifika programları, hizmet içi eğitimler vs.).
Günümüz toplumlarında bireylerin iş piyasasındaki nitelikleri değişim değeri üzerinden değerlendirmektedir.
Artık günümüz kapitalizminde uzun vadeli planlar söz konusu değildir. Sermaye artık sabırsızdır.

Rutin Zaman Köleliği
Modern toplumların en önemli özelliklerinden biri yarattığı rutindir. Sennett’e göre, rutin, bireyin karakterinin pasifleşmesine yol açmaktadır.
Esneklik, günümüz toplumunda üretim ilişkilerinden bireyler arası ilişkilere kadar yaşantımızın bir parçası haline gelmiştir.
Çalışanların çalışma zamanlarının esnekleştirilmesi demek, pratikte zaman ve mekân boyutunun giderek belirsizleşmesi anlamına gelmektedir. Esneklik düzensizlik yaratır, ancak sınırlamalardan kurtulmamızı sağlamaz.

Risk Alarak Yaşamak
Esnekleşen iş organizasyonlarının parçası olan çalışanlar kendi geleceklerini sağlama alma kaygısı içinde artık risk almak zorundadır. Sürekli olarak yeni bir işletmede yeni bir pozisyonda işe başlamak, her defasında sanki sıfırdan başlıyormuşçasına hareket etmek, yani sürekli risk altında yaşamak, Sennett’e göre, yine karakter aşındırıcıdır.
Post-Fordist üretim ve yönetim anlayışının esnekleşmeyle birlikte takım çalışması gibi yeni iş ilişkileri aracılığıyla yeni bir iş etiği ortaya çıkmıştır. Takım içinde otorite olmadan bir iktidar oyunu oynanır.

“Kazanan hepsini alır” prensibine dayanan yeni kapitalist düzen geride kalanları başarısızlığa hapseden bir yapıya sahiptir.

Karşılıklı güvensizlik ve risk egemen çalışma kültürünün önemli unsurları olarak bireylerin güvensizliklerini arttırmaktadır. Güvensizlik ve bireyin herhangi bir somut ihtiyaca yanıt vermediği düşüncesi, çalışanların çevreye ve yaşananlara karşı duyarsız hale gelmelerine neden olmaktadır. Sennett’e göre bu kaygısızlık, rejimin meşruiyetini zedeleyecek düzeye ulaşmaktadır.
---
Sosyolojide Yakın Dönem Gelişmeler
Anadolu Üniversitesi, Ocak 2013



David Harvey

David Harvey
Postmodernizm ve Mekân

David Harvey 1935’te İngiltere’de doğdu. 1961’de Cambridge’de coğrafya alanında doktora derecesi aldı. Çalışmalarında ağırlıklı olarak Marxist teori temelinde, küresel kapitalizmin neoliberal biçiminin eleştirisini yapmaktadır.

Harvey’in, 1969 yılında yayınlanan Explanation in Geography (Coğrafyada Açıklama) adlı çalışması coğrafyanın mekân bilimi olarak kuramsal ve metodolojik temellerini inceleyen ilk kitap olarak kabul edilmektedir.
Sonraki çalışmalarında kapitalist sermaye birikiminin hareketleri ve coğrafya arasındaki ilişkiyi ele alarak sermayenin mekânsallığını vurgulamıştır.
Harvey, 1970’lerin ilk yıllarından itibaren ekonomik, politik ve kültürel faaliyetlerde köklü bir değişimin yaşandığını ve bu köklü değişimin, “mekân ve zaman algılayışımızda yeni hâkim biçimlerin” ortaya çıkmasıyla ilişkili olduğunu belirtmektedir.

Ekonomik, politik ve kültürel gelişmede “kafa karıştırıcı bir evre” açmış olan
postmodernizmin doğasının araştırılması gerektiğini belirten Harvey, bu araştırma önerisi doğrultusunda postmodernizm konusunda kabul gören fikirleri gözden geçirmekte ve politik-ekonomik arka planı incelemektedir. Sonraki aşamada, kapitalizmin tarihsel ve coğrafi gelişiminin dinamikleri ile kültürel üretim ve ideolojik dönüşüm süreçleri arasındaki bağı oluşturan zaman ve mekân deneyimini ele almaktadır.

MODERNİTE VE MODERNİZM
Harvey, moderniteyi, Jürgen Habermas’ın kavramsallaştırması olan “modernite projesi” doğrultusunda açıklamaktadır. Bu proje, Aydınlanma düşünürlerinin “nesnel bilimi, evrensel ahlak ile hukuku ve kendi ayakları üzerinde duran sanatı, kendi iç mantıkları temelinde geliştirme” yönünde gösterdikleri olağanüstü bir düşünsel çabayı ifade etmektedir.
Aydınlanma düşüncesi, temel unsur olarak ilerleme fikrine dayanmakta ve aynı zamanda modernitenin de savunduğu, tarih ve gelenekten kopmayı hedeşemektedir.

Modernizmin, fabrika sistemi, makinelerle üretim, kentleşme, yeni ulaştırma ve haberleşme sistemleri, kitlelere yönelik piyasa ve reklamcılığın ortaya çıkması gibi üretim, dolaşım ve tüketim alanlarında yeni koşulların yaratılmasında öncü bir rol oynadığı kabul edilmektedir. Harvey’e göre, aslında modernizm, bu koşulların yaratılmasında öncü rolü oynamaktan daha çok bu koşullara bir cevap niteliği taşımaktadır.
İlerleme inancına ve bilime olan güven temeline dayanan modernlik, 20. yüzyılda, militarizm, iki dünya savaşı, nükleer yok olma tehdidi gibi felaketlerle karşılaşmıştır.

Bu yaşananlar doğrultusunda Aydınlanma projesinin amaçladıklarına karşı duyulan güven sarsılmış, bir takım şüpheler ortaya çıkmıştır.

POSTMODERNİZM
Harvey, birçok postmodern teorisyenin Aydınlanma projesinin terk edilmesi gerektiği kanısını reddetmekte ve modern toplumların sistematik olarak çalışılabilir ve anlaşılabilir olduğunu ifade etmektedir.

Harvey postmodernizmin, hem bir üslup hem de “hayal güçlerimizi sadece belli ülkelerde, belli bir süre ile etkisi altına alan tarihsel bir hareket” olduğuna dikkat çekmektedir.

Harvey, postmodernizmin temel özelliklerinin parçalanma, belirlenemezlik ve bütün evrensel söylemlere yönelik duyulan derin bir güvensizlik olduğunu vurgulamaktadır.

Huyssens’e göre, postmodern terimi, Batı toplumlarında bu yeni hareketle birlikte beliren kültürel bir değişimi ifade etmektedir.
Benzer bir şekilde, Frederic Jameson, postmodernizmin, geç kapitalizm çağının kültürel mantığını ifade ettiğini ileri sürmektedir.

Postmodernizm terimi, ilk olarak mimarlık alanında benimsenmiştir. Modern mimari, kent nüfusunun ihtiyacı olan kitlesel konut ve ofis üretimini karşılamak için yeni, ucuz ve etkili materyallerin kullanımıyla karakterize edilmiştir.
Modern mimaride dikkat çeken standartlar; yüksek bloklar, gökdelenler ise postmodern mimaride bunların yerine, içerik olarak aynı ancak biçim olarak çok daha renkli, farklı modeller uygulanmaya başlanmıştır (öz bakımından hiçbir şey değişmemiştir).

Modernizm
Postmodernizm
Romantizm / simgecilik
Parafizik / Dadaizm
Form
Antiform
Amaç
Oyun
Tasarım
Rastlantı
Hiyerarşi
Anarşi
Hâkimiyet
Tükenme
Sanat nesnesi / bitmiş yapıt
Süreç / performans
Mesafe
Katılım
Yaratma
İmha
Mevcudiyet
Yokluk
Merkezlenme
Dağılma
Tür / sınır
Metin / metinlerarasılık
Semantik
Retorik
Paradigma
Sentagma
Hipotaksi
Parataksi
Mecaz
Mecazı Mürsel
Seçme
Bileşim
Kök
Rizom
Yorum
Yanlış okuma
Gösterilen
Gösteren
Okunaklı
Yazılabilir
Anlatı
Anlatı karşıtı
Ana kod
Kişisel dil / İdiyolekt
Belirti
Arzu
Tür
Mutasyona uğramış
Paranoya
Şizofreni
Köken / neden
Fark / iz
Tanrı Baba
Ruhulkudüs
Metafizik
İroni
Belirlenmişlik
Belirsizlik
Aşkınlık
İçkinlik

Harvey, postmodernist düşüncenin temel özelliklerinin parçalanma, belirlenemezlik ve bütün evrensel ya da bütüncül (totalizing) söylemlere karşı duyulan derin bir güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu anlayış içerisinde yaygın ve derin değişimi ifade edenlerin ortak yönü “meta-anlatılar”ı reddetmeleridir.

Postmodernizm aslında, “gelenekle yakın geçmişin eklektik bir karışımı” olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda postmodernizm, modernizmin devamı olmanın yanı sıra, modernizmi aşan bir durum sergilemektedir.

Modernizmin meta-anlatıları, önemli farklılıkları görmezden gelmiş, üzerini örtme eğilimi göstererek ayrım ve ayrıntılara dikkat göstermemiştir. Buna karşın postmodernizm, ötekilik, öznellikte farklılık, cinsiyet ve cinsellik, ırk ve sınıf, zamansal ve mekânsal coğrafi yerleşmeler ve yerinden kopmalardan kaynaklanan birçok biçimi temsil etmesi açısından önemli hale gelmiştir.
Postmodernist teori, modern dünyanın sorunlarını aşırı vurgulaması ve onun maddi kazanımlarını görmemesi nedeniyle eleştirilmektedir. Postmodernizmin retoriği tehlikelidir, çünkü ekonomi politiğin ve küresel iktidar koşullarının gerçekliğiyle yüz yüze gelmekten kaçınır.

KAPİTALİZMİN POLİTİK VE EKONOMİK DÖNÜŞÜMÜ
Kapitalist üretim tarzının temel kurallarının, tarihsel coğrafi gelişme sürecinde biçimlendirici güçler olarak işlediğini ifade eden Harvey, değişimi araştırırken, bu işleyişin değişmeden sürmekte olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır.
Marxist teoriye dayalı olarak ‘Limits to Capital’ (1982) (Sermayenin Sınırları) adlı kitabında Harvey, sermaye birikiminin hareketleri ve coğrafya arasındaki ilişkiyi ele almıştır. Bu çalışmasında geliştirdiği ‘kriz kuramı’nda kapitalizmin kriz dönemlerinin kaçınılmaz olduğunu vurgulamaktadır.

Fordizm ve Esnek Birikim Rejimi
Harvey kapitalizmin 1973-75 yılları arasında yaşadığı bu büyük ölçekli krizin, bir dizi düzenlemeyi gerekli kıldığını ve bu düzenlemelerin de, gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşamakta olanların yaşamlarını kökten değiştirdiğini ileri sürmüştür. Postmodernizm de bu sürecin bir ürünüdür.

Harvey, savaş sonrası canlılık dönemi uygulamalarıyla, günümüz politik ekonomik uygulamaları arasındaki karşıtlıklar çerçevesinde, son dönem tarihini
Fordizm’den, “esnek” olarak adlandırılan bir birikim rejimine dönüş temelinde açıklamayı anlamlı görmektedir. Fordizm güçlü bağlarla Keynesçiliğe bağlanıyordu.

Harvey’e göre, Fordizmin sadece bir kitle üretim sistemi olarak görülmemesi, aynı zamanda bu sistemin, bütünsel bir yaşam tarzı olarak ele alınması gerekmektedir. Kitle üretimi, kitle tüketimi anlamının yanı sıra ürününü standartlaşmasını da ifade etmektedir. Bu durum ise yepyeni bir estetik ve kültürde bir metalaşma anlamına gelmektedir.
Esnek birikim, Fordizm’in katı özellikleriyle çatışma ilişkisi içinde belirlenmektedir.

Esnek istihdam düzenlemeleri kendi başına işçilerde güçlü bir hoşnutsuzluğa yol açmaz çünkü esneklik bazen her iki taraf için de avantajlı olabilir. Ama sigorta sahibi olma, emeklilik hakları, ücret düzeyleri ve iş güvencesi bakımından bakıldığında, çalışan halk açısından bütünsel etki hiç de olumlu görünmemektedir.

Harvey, kapitalist üretim tarzının, postmodern çağda kaybolmayan 3 özelliğini şu şekilde sıralamaktadır:
1. Kapitalizm ekonomik büyümeye dayanmaktadır. Büyümenin olmadığı durumlar kriz olarak tanımlanır.
2. Gerçek değerlerde artış, emeğin üretim sürecinde sömürülmesine dayanmaktadır. Hem üretim sürecinde hem de piyasada emek üzerindeki kontrol, kapitalizmin varlığını devam ettirmesi için yaşamsal bir önem taşımaktadır.
3. Kapitalizm, teknolojik ve örgütsel anlamda zorunlu olarak dinamiktir.

Kapitalizm tüketimi arttırmak, canlandırmak amacıyla boş zaman alanına nüfuz ederek, bir ‘boş zaman endüstrisi” yaratmış, bu alanda yeni hizmetler ve yeni ürünler sunmuş ve sürekli yenilenerek kâr elde edilebilen bilgisayar, müzik, giyim gibi alanlarda hızlı değişimlere olanak sağlamıştır.

Harvey’e göre Fordist birikim rejimi, savaş sonrası canlılık döneminde yaşadığı aşırı birikim sorununu, esas olarak mekânsal ve zamansal kaydırma yoluyla çözmüştür.

ZAMAN VE MEKÂN
Zaman ve mekân, insan var oluşunun temel kategorileri arasında yer alan önemli iki unsurdur. Günlük kahvaltı, işe gitme, kutlamalar, tatiller, açılışlar gibi tekrarlanan hareketler insanda güven duygusu yaratmaktadır. Harvey, zaman ve mekân konusundaki nesnel kavrayışların, zorunlu olarak toplumsal yaşamın yeniden üretimine hizmet eden maddi pratik ve süreçler aracılığıyla yaratıldığını iddia etmektedir.
Mekân ve zamana ilişkin sembolik düzenlemeler, deneyim için bir çerçeve sağlamaktadır: Toplumda kim ya da ne olduğumuzu bu çerçeve aracılığıyla öğreniriz.

Production of Space (1974) (Mekânın Üretimi) adlı çalışmasında Lefebvre, fiziksel, zihinsel ve toplumsal düzeylerde mekânı kavramsallaştırarak bütüncül bir mekân kuramı geliştirmeyi amaçlamaktadır.
Lefebvre’in geliştirdiği üç kavramsal düzey birbirlerinden farklı ancak diyalektik olarak birbirleriyle ilişkilidir.
1. (Maddi) Mekânsal pratikler (spatial practices): Algılanan mekân içerisinde, gündelik gerçeklik ile kentsel gerçeklik arasında kurulan yakın bir ilişkiyi temsil etmektedir. Kentsel gerçeklik, özel hayat, çalışma ve boş zaman için oluşturulan yerleri kapsayan ağlardan oluşmaktadır.
2. Mekânın temsilleri (representations of space): Bilim insanları, plancılar, teknokratlar ya da toplum mühendisleri tarafından kavramsallaştırılmış mekân olarak tanımlanmaktadır.
3. Temsil mekânları (spaces of representation): İmaj ve sembollerle ilişkili olarak birlikte yaşayanların, bir arada ikamet edenlerin mekânı olarak ifade edilmektedir.

Harvey, mekânsal pratiğin geleneksel anlayışlardan devralınan 4 yönünü tespit eder:
1. Ulaşılabilirlik ve mesafelendirme: Mesafe insanlar arası etkileşimlere bir taraftan engel oluştururken diğer taraftan onun karşısında bir savunma oluşturmaktadır.
2. Mekânın edinim ve kullanımı: Mekânın işgal edilmesinin biçimlerini incelemektedir.
3. Mekânın hâkimiyet ve kontrol altına alınması: Hâkimiyet sağlamanın amacı, mekânın kendileri ya da başkaları tarafından mülk edinilme biçimlerinin kontrol altına alınmasıdır.
4. Mekânın üretimi: İletişim, ulaşım, arazi kullanımı gibi alanlarda yeni sistemlerin üretilme biçimleri ve bilişim teknolojisi, tasarım gibi yeni gösterim tarzlarının ortaya çıkma şekillerini araştırmaktadır.

Zaman-Mekân Sıkışması
Mekân, telekomünikasyonun yarattığı bir “küresel köy”e ve ekonomik ve ekolojik karşılıklı bağımlılıklardan örülmüş bir “uzay gemisi dünya”ya doğru küçüldükçe ve zaman ufkumuz sonunda içinde bulunduğumuz andan başka bir şey kalmamacasına kısaldıkça, mekânsal ve zamansal dünyalarımızın sıkışması duygusunun hakimiyetiyle başa çıkma zorunluluğuyla karşı karşıya kalırız.
“Zaman ve mekân sıkışması” fikri, Harvey’in geliştirdiği yaklaşımın merkezine oturmaktadır.

Kapitalizm kendi kriz dönemlerinin, zaman ve mekânın yeniden örgütlenmesi yoluyla üstesinden gelebilmekte ve böylece yeni bir birikim döneminin temellerini kurmuş olmaktadır.
Coğrafi hareketliliğin artması, kitle iletişim sistemlerinin yaygınlaşması, insanları n zaman ve mekân algıları üzerinde etkili olmaktadır. Zaman ve mekân sıkıştırılmaktadır.

Fakat bu durum, kapitalizmin tarihinde ilk kez görülmemekle birlikte, kapitalizmin daha önceki dönemlerinde yaşanan zaman ve mekân sıkışması, bu zamanki durumdan farklı değildir.

Bu anlamda, 19. yüzyılın ortalarından itibaren demiryollarının, telgrafın ve günlük basının gelişi benzer bir sonuca yol açmıştır.

Zaman ve mekân hissi, postmodern çağda zayıflamaktadır. Örneğin, dünyanın coğrafi karmaşıklığının her gece statik bir televizyon ekranında bir dizi imgeye indirgenmesi gibi, bütün dünyanın mutfakları tek bir mahalde toplanmış durumdadır.

Harvey, toplumda kim ya da ne olduğumuzu öğrendiğimiz mekân ve zamana ilişkin sembolik düzenlemelerin değiştiğini belirtmektedir.
Postmodernizmin kökleri, özellikle 1973 çöküşünden sonraki dönemde değişen zaman-mekân deneyimlerine dayanmaktadır.
Harvey, en olumsuz anlamda postmodernizmin, kaybedilen zaman-mekân anlayışının yerine sahte ve taklitçi bir zaman-mekân anlayışı koymaya çabaladığını belirtmektedir. Kültür mirasıyla alay ettiğini ve yitirilen geçmişe vurgu yaparak nostaljiyi pazarladığını ifade etmektedir.
---
Sosyolojide Yakın Dönem Gelişmeler
Anadolu Üniversitesi, Ocak 2013