31 Ocak 2012 Salı

Hakan Karahan - Nehirde Kayan Yıldızlar

Notlar
Cem anlatıyor
Yaşlılık
Asıl mesleği yazarlık.
Yazarlığın güzel tarafı çifte hayat yaşamış olmak, kötü yanı ise artık yazamadığı için adeta ölü gibi hissediyor olmak. Bir yıldır tıkandım kaldım.
Özel olduğuna dair inancı yitireli hayli zaman oldu, dünya fazlasıyla kalabalık. Türkiye’de mutsuz olmak çok kolay.
Kendi hayatındaki değişimleri farketmek -> İbret egzersizi
Farkındalık olanakları…
Uğur, 25 yıllık dost, avukat, iki kız babası.
Velvet Club
Adım Maria – Ben Jim

“Asıl tehlike hem aptal hem tutkulular için yazılan kitaplar. Bu eserlerin en şaheseri Yüreğinin Götürdüğü Yere Git. Sonra sırada Secret var. Okuyan çok saftirik tanıdım bana gelip,  “Ay, bir şeyi gerçekten istersen oluyor şekerim,” diyen. Ben neler neler istiyorum ama olmayınca hiç şaşırmıyorum. İstemekle değil çalışmakla olur her şey.” (s. 21-22)

Yazamamak -> hergün bir öncekinin bir benzeri, farklı bir şeyler yazmak imkansız.
Birine ihtiyaç duyarsan kitap okuyacaksın, film seyredeceksin…
“Mantıken, hiç sahip olmadığı bir eşyayı kaybedemez insan değil mi? Dolayısıyla hiç bilmediğini de öğretemiyor olması lazım. Ama Türkler kendi bilmediğini de öğretebilme meziyetine sahiptir. Çünkü bilmediğinin farkında değildir.” S. 66

Babasının rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığını öğrendikten sonra…
Ölüm ne kadar gerçek olsa da eğer hayatını bir türlü yaşayamadıysa insan bir o kadar anlamsız ve yersiz. Oysa, doyasıya yaşayarak yaşlandığında anlam kazanıyor ölüm. Doyasıya yaşayan da ölüm kapıyı çalınca üzülmez mi? Anlamsız bulmaz mı? Demek ki, insanın yaşarken aynı zamanda kendini yorması lazım ki, “Ölünce dinlenirim bari,” diye sevinebilsin. İnsanın kendini tüketmesi için en iyi yol ne acaba? Benimki mi? Böyle yaşayarak kendimi de, ölümü de perişan edebilir miyim? Acaba babam doya­sıya yaşadı mı? Hiç sanmıyorum. Beni en çok üzen de bu adamı hiç yaşamamış biliyor olmak. Ama ben babamın hayatını sadece gördüğüm kadarıyla biliyorum. Umarım ben dahil herkesten sakladığı kimsenin bilmediği sırlarla dolu heyecanlı bir hayatı daha olmuştur.” S. 88

Şu ölümlü dünyada bir kere yaşıyoruz değil mi? En azından bize öyle söyleniyor. Eğer öyleyse bu bir kerenin hakkını verdi mi babam? Herkes kendi kendine bu soruyu soracak cesareti bulabilir mi?

Belki de siyaset Türkiye’de her zaman günlük hayatın çok fazla içerisinde olduğu için herkes birbirine düşman kesiliyor.”
İnsanlar vatanını milletini yanında değil sırtın­da hissediyor. Siyasi partileri sırtında taşıyor. S. 132

Amerikalılar ataklığı cesaretle, sertliği erkeklikle, özgürlüğü serbest­likle, gevezeliği canlılıkla, eğlenceyi zevkle karıştırırlar. S. 168

“Senin terk etmek istemediğin şimdiki hayatın değil. Eski hayatın. Ve o hayat çoktan bitti.” S. 174

Ölüm bilinen son. Geriye ne kalı­yor? Geriye kalan şey yaşamı anlamlı yaşamaya mecbur ediyor beni. O an hissettim ki “anlam” bile başlı başına huzursuzluktan ibaret. S. 177

Her gün sigara içip doksan yıl yaşayan adam da var, iki nefes çekip kanser olan da. Çağımız, insanları yalnızlaştırdığı için, insanlar başka insanları beğenme­diği için, kendiyle bütünleşmeye onları layık bulmadığı için, alışveriş yapmadan mutsuz olduğu için, maddiyat düşkünü olduğu için, kibirli olduğu için kanser oluyor. S. 196

“Ol­duğunuz kişi ile olmak istediğiniz kişi arasındaki farktan peydahlanır panik atak,” s. 209

“Olmak istediğin ile olduğun arasındaki fark…” s. 212









Aydınlanma Egzersizleri


Olmak istediği, hayalini kurduğu kişi ile olduğu kişi arasındaki farkları keşfederek başlayan bir yüzleşme hikâyesi. Hakan Karahan’ın Nehirde Kayan Yıldızlar adlı romanını bu cümleyle özetleyebiliriz; ancak bu romanı, romanda tanıdığımız Cem karakterinin iç çatışmalarıyla sınırlamak doğru olmaz. Mutsuzluğun kaynağını, başkalarının çizdiği yolda hayatı sorgusuzca yaşayıp kendisi için değerli olanı ihmal etmek hatta unutmak olarak tanımlayan yazar, kurguladığı roman karakteri üzerinden bir hesaplaşma ve yüzleşme hikâyesini okurlarıyla paylaşıyor.

Romanın baş karakteri olan Cem’i yayıncısına verdiği sözü tutamadığı için kendini hırpaladığı bir durumda tanımaya başlıyoruz. Bir yıldır tek satır yazamayan Cem, yaşadığı tıkanmadan dolayı bir hayli sıkıntılıdır. Artık yazamayan Cem, yaşlandığını düşünmeye başlıyor.

Asıl işi yazarlık olan Cem, öğrencilik yıllarında bir süre Amerika’da yaşamış, eğitimini tamamladıktan sonra finans sektöründe çalışmış, daha sonra yapımcılık yapmış.
Cem için yazarlığın en güzel yanı çifte hayat yaşamak; yarattığı karakterler onun için adeta ikinci bir hayat, ikinci bir şans. Ne var ki artık yazamıyor ve bu nedenle kendini bir bakıma ölü gibi hissediyor.

Cem’i, sarsıcı ve keskin bir üslupla yaşadığı hayatı sorgulamaya iten süreç burada başlıyor.
Her yeni günün bir öncekinden farkı yok artık Cem için. İnsanlar moda olanın peşinde koşturup duruyorlar. İnsanlar, mutsuz olduklarında alış veriş yapıyor, birine ihtiyaç duyduklarında ya kitap ya da sinemayla avunmayı tercih ediyorlar. Herkesin birbirine benzediği bir dünyada yeni şeyler, farklı şeyler üretmek artık imkansızdır Cem için.
 
Cem, öğrencilik yıllarında Amerika’da Maria adlı bir striptizci bir kadınla ilişki yaşar. Beraber oldukları süre zarfında Maria hamile kalır. Maria, bebeğini aldırmaya yanaşmaz, çocuğu doğurmak ister. Baba olmaya hazır olmadığını düşünen Cem kendini baskı altında hisseder. Cem’in kaygılarını fark eden Maria, çocuğunu evlatlık vermeye karar verir. Cem’in Maria’yla olan ilişkisi bu şekilde sona erer. Bu ilişkiyi ve çocuğunu geride bırakıp zaman içinde herşeyi unutan Cem eğitimini tamamlayıp iş hayatına atılır. Yıllar birbirini kovalar, yaşlılık sırası Cem’i gelip yakalar.

Cem’in yaşadığı hayat ve çevresindeki insanlarla ilgili hesaplaşmaları devam ederken babasının rahatsızlandığı haberini alır. Babası kanser teşhisiyle hastaneye yatırılan Cem, ölüm düşüncesi karşısında, hayatını anlamlı kılmaya mecbur hissediyor kendini. Ölüm, bilinen son, hâl böyle olunca yaşadığı hayatı anlamlı yaşamak, anlamlı kılmak zorundadır insan. Cem’in sıkıntılarının kaynağı, yıllar önce unuttuğu ama bir şekilde peşini hiç bırakmayan,  kendi geçmişidir. Romanın başında yaşadığı hayatla yüzleşmeye koyulan Cem, romanın ilerleyen bölümlerinde kendi geçmişini karşısında buluverir.    

29 Ocak 2012 Pazar

Rollo May – Yaratma Cesareti

Rollo May – Yaratma Cesareti

Bir çağ ölürken, yenisinin henüz doğmadığı bir zamanda yaşıyoruz.
Bu sarsıntı çağında duyarlıkla yaşamak gerçekten cesaret istiyor.
Farkındalık (awereness) -> Anlama, algı, bilginin varlığını anlatıyor.
Duyarlık -> Bir şeyn sezgisel olarak duyumsandığı, ussal olarak algılandığı, bilindiği ve kabul edildiği durumlara uyar.
Uyanıklık -> Canlı bir farkındalık hali… (s. 39)

Kimsenin gidip de bize yol göstermek için dönmediği bir ormana dalmaya çağrılıyoruz.
Geleceğe doğru yaşamak
Pek az kişinin kavradığı derecede bir cesaret gerektirir.
Cesaret -> Umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir. (s. 40)

Cesaret tüm diğer erdemlerin ve kişi değerlerinin altında yatan ve onlara gerçeklik kazandıran temeldir. Cesaret olmaksızın sevgimiz salt bağımlılık olarak solar. Cesaret olmaksızın sadakatimiz uyumculuk halini alır.
Courage (cesaret) sözcüğü, “kalp” anlamına gelen Frasızca sözcük coeur ile aynı kökten gelir. (s. 42)

Yaratıklarda doğa ve varlık özdeştir. Oysa bir kişinin tümüyle insan olabilmesi sadece kendi kararlarına ve kendini bu kararlara bağlayışına dayanır. (s. 43)

Gövde benliğin güzel bir şey olarak ifadesini oluşturacak, diğerleriyle duygudaşlık kurmanın bir yolu ve hazzın zengin bir kaynağı olarak değerlenecek. (s. 44)

Karışmak istemediğimizde, doğru olmayan bir muameleye tabi birine yardım edip etmemenin bahsiyle bile karşılaşmak istemediğimizde, algımızı engellediğimiz, kendimizi başkasının acısına kapattığımız, yardıma gereksinen kişiyle duygudaşlık bağımızı kopardığımız hepimizce bilinebilir bir gerçekliktir. Böylece korkaklığın günümüzdeki en hakim şekli “karışmak istemedim” deyişinde gizlenir. (s. 45)

Karşıt da olsalar, tek başınalık da, dayanışma da, sanatçının sadece kendi çağı için anlamlı olmakla kalmayıp gelecek kuşaklara da seslenecek bir eser yaratması için esastır.

Her cesaret çeşidinde rastladığımız paradoks: Kendimizi tüm bir dolulukla adamalıyız, ama aynı zamanda yanılıyor olabileceğimizin de farkında olmalıyız.
Kendi tavırlarının doğruluğundan mutlak bir şekilde emin olduklarını iddia edenler tehlikelidirler.
Kendilerini adama ve şüphe arasındaki ilişki hiçbir şekilde uzlaşmaz değildir. (s. 48)

Tamamıyla inanmak ve aynı zamanda şüpheleri olmak hiç de çelişkili değildir: Doğruya daha büyük bir saygı beslemek, doğrunun verili bir anda söylenen ya da yapılandan her zaman daha öteye gittiğinin farkında olmaktır. (s. 49)

Giotto’da resme bakmakta olan bir insan gerekir; ve insan resme ilişkin duruşunu bir birey olarak almalıdır. Böylece, Rönesans’ta merkezileşecek olan yeni hümanizm ve doğayla yepyeni ilişki burada doğmuştur. (s. 51)

Yaratıcı edim başkaldırıdan doğar. Yaratıcılık sadece gençlik ve çocukluğumuzun masum kendiliğindenliği değildir; yetişkin bir insanın tutkusuyla birleştirilmelidir. –Kişinin ölümünden öte yaşama tutkusu. İnsanlık durumumuza en çok uyan sembol, Michelangelo’nun yaptığı, taş kapanlarında kıvranan, çırpınan esirlerin bitmemiş heykelleridir.
Sanatçılar genellikle kendi iç imgeleri ve hülyalarına dalmış yumuşak huylu insanlardır.
Sanatçılar, insanoğlunun süregelen kafa tutma gücünün taşıyıcılarıdır. Kendilerini, kaosun içine ona biçim vermek için gömmeyi severler.
“Şair şiirlerini öfkesinden çıkarır” Stanley Kunitz (s. 57)

Çocuğun bir köpeği var ve köpek ölüyor.
Onun yitirmekten ve terk edilmişlikten gelen duygusu, köpeğe olan sevgisinin ve köpeğin ona adanmışlığının onu terk edip gitmiş olmaları. Bahsettiğim, ölümün öznel olarak bizzat deneyimi.
Anlayış ve sevgi, sadece yaşla gelen bir bilgeliği gerektirir. Ama bu bilgeliğin gelişiminin en yüksek noktasında oradan silineceğiz. (s. 58)

Alfred Adler
İnsanlar, sanatı, bilimi ve kültürün diğer yanlarını kendi yetersizliklerini telafi etmek için üretirler. (s. 61)

Yaratıcılık ve özgünlüğün, kültürlerine uymayan kişilerde bütünleştiği apaçık. (s. 63)

Yaratıcı edimde dikkatimizi çeken ilk şey bir karşılaşma olmasıdır (encounter). (s. 65)

Karşılaşma -> Gömülmek, emilmek, kapılıp gitmek, bütünüyle dalıp gitmek…

Kafama dank etti!

C. G. Jung sık sık, bilinçdışı yaşantı ile bilinç arasındaki bir çeşit zıtlaşma, kutuplaşma olduğu meselesini ortaya getirmiştir.
Bilinç, bilinçdışının yabanıl, mantıksız sapkınlıklarını kontrol ederken, bilinçdışı da bilincin bayağı, boş, yavan ussallıkta kuruyup gitmesine engel oluyordu. (s. 79)

Aydınlanmanın birdenbireliği
Kavrayış sık sık istirahat ve çalışma arasındaki paydos anında ya da süresinde belirir. (s. 85)

Zamanımızın bir özniteliği birçok insanın tekbaşınalıktan korkmasıdır. Yalnız olmak, kişinin toplumsal bir başarısızlık içinde olduğunun işaretidir.
Modern telaşe uygarlığımızda yaşayan insanlar; uyarıya tabi kılarak, sürekli meşgaleler yüzünden bilinçdışının derinliklerinden çıkıp gelecek kavrayışlara yol açmayı git gide daha zor buluyor.
Tekbaşınalığın kaygısını, sürekli kışkırtılan oyalanma ile önlemek, Kierkegaard’ın güzel bir teşbihle belirttiği gibi, geceleri tencere tava çalıp kurtları uzak tutmak için yeterince patırtı çıkartmaya çalışna ilk Amerikan göçmenlerinin tavrıdır. (s. 86)

Şairler çayırlarda ya da tavan arasında hoşa giden yaratıklar olabilirler, ama montaj hattına sokulan bir çomaktır. (s. 88)

Şair ölüyor, çünkü artık soluyacağı bir şey kalmadı; yaşamın anlamı ondan sızıp gidiyor. (Blok) (s. 93)

Kapitalizm sanatçının ipini onu satın alarak tutmak niyetinde. Ve Sovyet gerçekçiliği bunu toplumsal menetme ile yapmayı denedi. Sonuç, yaratıcı itilimin tam da doğasından ötürü, sanat için öldürücüdür. Sanatçıyı kontrol etmek mümkün olsaydı bu sanatın ölümü demek olurdu. (s. 94)

Yaratıcılık bir karşılaşma edimi içinde ortaya çıkar ve karşılaşma merkez olarak alınırsa anlaşılabilir.
Cézanne bir ağaç görüyor. Ağacı daha önce kimsenin görmediği bir biçimde görüyor.
Cézanne’ın bakmakta olduğu somut ağaç, ağacın özü biçimini alıyor. (s. 95)

“Şair dille evlenir ve bu evlilikten şiir doğar.” Auden
Bilmek anlamına gelen özgün İbranice ve Grekçe sözcüklerin “cinsel ilişkide bulunmak” anlamına geldiği de unutulmamalı. (s. 102)

Tekniğe –yeteneğe- doğrudan karşılaşmanın yarattığı kaygıdan kaçınmanın bir yolu olarak tapıyoruz.
Günümüzün yazarı, öğrenme lehine tutkunun yok edilmediği bir çağda kaderini kolaylıkla öngörebilir, okurları olmasını isteyen bir yazar, kitabını bir öğle sonrası şekerlemesi esnasında kolaylıkla okunabilecek şekilde yazmaya özen göstermelidir. (Kierkegaard) (s. 104)

Karşılaşma deneyimi kendisiyle birlikte kaygıyı’da getirir. (s. 107)

Yaratıcı edim, insanı sınırlayan şeyle birlikte ve ona karşı ortaya çıkar. (s. 126)

Bilinç cennette yasak olarak konmuş bir sınıra karşı mücadele için doğmuştur. Yehova tarafından konan sınırın ötesine geçmek daha sonra insanın içinde varlık kazanan ve gelişen diğer sınırların ortaya çıkmasıyla cezalandırılmıştır. Kaygı, yabancılaşma ve suç duygusu. Ama bu baş kaldırma deneyiminden değerli nitelikler de ortaya çıktı –kişisel sorumluluğun duyumsanışı ve en nihayet yalnızlıktan doğup gelen insan sevgisi olanağı.
Yaratıcılık kendiliğindenlik ve sınırlamalar arasındaki gerilimden doğar, sınırlamalar (nehrin kıyıları gibi) kendiliğindenliği sanat ya da şiir eseri için aslolan farklı biçimlere zorlar. Tekrar Herakleitos’a kulak verelim: Akılsız kişiler “kendisiyle çatışmanın kendi içinde bir uyuma vardığını anlamazlar: Armoni, yay ve lirinki gibi, karşıt bir gerilimi içerir.” Müziğini nasıl bestelediği üzerine bir konuşmada Duke Ellington, trompetçisinin belirli notalara mükemmelen ulaşabildiğini ama diğerlerini kaçırdığını, aynı şeyin tromboncusu için de söz konusu olduğunu söyleyip, müziğini bu sınırlara, bu sınırların içinde yazmak durumunda olduğunu açıklamıştı. “Sınırlara sahip olmak iyidir,” demişti. (s. 127/128)
 
İnsan imgelemi bütünü biçimlendirmek, anlamlı kılmak için, sahneyi tamamlamak üzere sıçrar.
Biçim için duyduğumuz tutku, dünyayı gereksinim ve arzularımıza elverir kılma özlemimizi ve daha önemlisi, kendimizi önem taşıyor olarak yaşama özlemimizi ifade eder. (s. 141)

Yaratıcı süreç, biçim için duyulan bu tutkunun dışavurumudur. (s. 147)


Çeviren: Alper Oysal
Metis, 11. Baskı, Kasım 2008)

Jacques Ellul - Sözün Düşüşü

Sözün Düşüşü
Jacques Ellul

Görme, dünyaya sahip olmamı garantiler ve onu benim için evren yapar. Görme bana eylemde bulunma imkanı sağlar.
Söz bizi yalnızca, aşırı ölçüde kesin imajların tasvirini yaptığında ve resmettiğinde terörün eşiğine getirir. Poe’nun kısa öyküleri buna örnektir.
Görme uzaysaldır. Ses alanı zamansaldır ve bizi bir kaplamdan çok bir süreye yerleştirir. Ses bir aracısız, bilinçsiz sorgulama doğurur.
Söz bizi diğer bir boyuta sokar. Görmenin anlamını kavramam için beklemem gerekmez, fakat henüz başlamış bulunan cümlenin tam anlamını kavrayabilmem için, daima beklemem gerekir.
Sözün bir nesne haline gelmesi için, biri tarafından yazıya dönüştürülmesi gerekir.
Her söz bir diyaloğu başlatır. Monolog geçmişle ve gelecekle diyalogtur.
Dilin belirsizliği onun tüm zenginliğinin kaynağıdır.
Poetik, söz içinde paradoks içerir.
Şiir dikkatimizi çokanlamlılığın belirsizliğine çeker.
Praksisin insani problemlerin çözümü olduğu tezi, bir iddia olarak kaldığı sürece, boş sözden ibarettir.

Çeviren: Hüsamettin Aslan
Paradigma, 1998

28 Ocak 2012 Cumartesi

Leszek Kolakowski – Modernliğin Sonsuz Duruşması

Leszek Kolakowski – Modernliğin Sonsuz Duruşması

Tek dünyaya bağlanacak olsak, bu kez beynimizi rehin kaldığı emanetçiden ve bir çeşit dogmatik, yani inanışsal tuzağa düşmüş oluyoruz. (s. 7)

Hiçbir çağ, hiçbir medeniyet kendini kavramsal düzeyde kavrayacak yetiye sahip değildir. Bu ancak ölümünden sonra yapılabilmekte. (s. 11)

Çağdaşlık travması

Çağdaş bilimin ana pınarı, bağımsız laik aklın vahiy zincirlerinden kurtarılışıdır, çözülmesidir. (s. 17)

Nietzsche; Tanrı’nın öldüğüne bir türlü şahadet etmek istemeyen dini beş para etmezlerin dinini ortadan kaldırdığına inanıyordu. (s. 18/19)

Nietzsche ortalığı kaplayan boşluk ve ümitsizliğe de bir çare buldu: Delirdi! (s. 19)

Dini bağlılığı (eğimi) olmayan entelektüellerin durumu ümitsizdir: Bunlar dinin eğitim, moral ve ahlak olarak yerinin doldurulamayacığını söylerken, sırça saray oluşuna da iç çekip durmaktadırlar. Bunların hem dinsiz hem de dinin moral değerini vurgular oluşuna bir şey demiyorum; ama inancın önemini yaymak için gerekmeyen inanç, inancı yaymak için gerekir, o zaman ne yapacaklar, bunu nasıl halledecekler? İnsan yaşayışında kutsalın yeri konusundaki modern tavır, Makyavelci (cebirci) olamaz, 17. Yüzyılda Libertine’lerin iddia ettiği gibi “iman fikrin, şüphe aydının harcıdır.” da denemez. Böyle bir yaklaşım, anlaşılır olsa bile, bizi sadece başladığımız doktaya döndürmekle kalmaz, ayrıca karşısına çıktığımız modernitenin de son çocuğu olup onun kendinden olan melankoli hoşnutsuzluğunu resmetmektedir. (s. 20)

Ortega Gasset’e göre sanat ve beşeri bilim, sanatçıların ve beşer-bilimcilerin halkı memnun etmeye çalışmaları yüzünden kalite kaybına uğramıştır. (s. 22)

Bir Nazi kampının yakınlarında ziraat yapanların anlattığına göre lahana çok çabuk büyüyormuş, sebep de topraktaki insan külü… Öyle ki henüz yumru oluşmadan kökten itibaren yaprak veriyormuş; ancak yenilirliği tartışmalı. İşte gelişme de böyle birşeydir, kıssadan hisse. (s. 23)

Çağdaşlığın en tehlikeli cephelerini ne zaman dile getirmeye kalksam, korkumu şu tek ifadede toplarım: Tabuların yıkılışı. Tabunun iyisi kötüsü olmaz, ayırım sunidir. Birini gayr-ı mantıki diye ortadan kaldırdığınızda, ötekiler de kendiliklerinden aşınır ve ortadan kalkar. (s. 24)

Barbarlık, kişinin kendi medeniyeti dışındaki beşeri değerler olduğuna göre, barbar olmayan medeniyetler hep kaybolup gidenler oluyor, öyle değil mi? Rahatsız edici ve aynı zamanda doğru olmayan yanlış bir yargı… (s. 31)

Barbar sözcüğü ilk kez yabancı dil konuşan kişi anlamında idi.

Avrupa –Osmanlılar sayesinde olmalı- kendi kültürel hüviyetinin berrak şuuruna erer ermez, kendi değerlerinin sorgulamasını başlatarak sonsuz özeleştirisini harekete geçirmiştir; ki bu özeleştiri onun hem gücünün hem de çeşitli zaaf ve vurulabilirliklerinin kaynağı olmuştur. (s. 33)

Bir antropolog, aslında kendisi barbar yahut vahşi olmadan barbarı ya da vahşiyi anlayamaz ve dolayısıyla antropolog olamaz. (s. 34)

Hıristiyanlığın modern oluşumlar üzerindeki tesirine bir başka örnek de demokrasi olgusudur. Ne Locke’un ne de Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin Tanrı’sı vaaz ve ilahilerin Tanrı’sı değildir. İnsanın devrilmez ve vazgeçilmez hakları, doğrudan doğruya hıristiyan dininin her bireye verdiği ayrı ve kişisel değerden yola çıkar, buradan neşet eder. (s. 49)

Avrupa kültürü, Avrupa’nın kendine karşı duyduğu şüphede, bir yandan manevi muvazenesini, diğer yandan da evrensellik yolundaki iddialarının gerekçesini ve haklılığını bulacaktır. (s. 52)

Entelektüel = yaratıcı şahsiyetler midir / aracı kişiler mi???

Çağdaş sivil toplumun üzerinde durduğu üç ayak -> Para / Güç / Kelam
Bu üç keyfiyetin varlığı sadece görüntüseldir. (s. 55)

Dünya dilde sadece resmolunmaz, aynı zamanda kendisini de bulur (orada). (s. 58)

Dilsel vasıtalar kullanan bir rahip bir entelektüel olamaz. Yaptığı iş, kendisine verilen görev, dinsel geleneğin mirası olan ulvi kelamı ayinle ve aynıyla muhafaza ve taşıdığı hikmeti nakildir.
Entelektüel klasik manâda araştırmacı ya da kâşif değildir; bunun ötesinde iddialara uzanır, kelamı kendi dünya anlayışını ima edecek tarzda kullanır ve gerçeği nakletmekle kalmak yerine değiştirmeyi ister ve ümit de eder. O kelamın muhafızı, nöbetçisi değil, yaratıcısıdır.
Yalanda kelam meşrudur. Bozunmaya uğrayan, eğilip bükülen, ezilip büzülen, ağzı burnu çarpılan hakikatin kendisidir, vakıadır.
Demek ki, entelektüeller yalanı değil fücurcu, fasıktırlar (ayartıcı). (s. 59)

Entelektüel, kelamın efendisidir, kulu yahut hizmetkârı değil. (s. 60)

Entelektüel = / Sadakatsiz

Entelektüelin ruhunda bitmez tükenmez bir iç mücadele vardır: Bir yandan üstünlük hisleri, kendi özel misyonlarına duydukları güven ve fakat, aynı zamanda, ellerinin işi kısa sürede gözle görülür sonuçlar veren basit insanlara duyulan kıskançlık. Eleştiri ilminin edebiyat ilminden üstün olduğunu savunan Oscar Wilde, “bir şey yapmak onu tasvirden daha kolaydır!” demektedir. Mesela karyolayı anlatmak, yapmaktan daha zordur. (s. 68/69)

“Ben Fransız gördüm, Rus gördüm, Alman gördüm ama insan görmedim!” De Maistre (s. 78)

İnsan haklarının cevhesi ne kadar çağdaş bir görüntü verirse versin, menşei yahudi kökenli (havari Pavlos’un mektubatından mülhem) Hristiyanlıktır, Kitab-ı Mukaddes’tir. (s. 80)

Kant’ın bireyin bireyselliği ilkesi sosyalizme özde terstir; çünkü bu ilke, kişiyi, kendisini çevreleyen somut koşullardan soyutlayarak herşeyden önce ahlaki bir varlık yapar. (s. 82)

Burjuvazinin icadı olarak insan hakları

20. yüzyılın alışılmış efsanesi sürgündeki adam zengin mi zengin, gururlu bir meziyete sahiptir.
Ancak çağdaş sürgünler kesin anlamıyla sürgün olmayıp sığınmacıdırlar; bizatihi yasa teyit edici güçlerce kovulmuş değildirler, tatbikattan, hapisten, gözaltından, ölümden yahut sadece sansürden kaçmışlardır. (s. 87)

Muttaki bir Hasid yahudisi için kültürel olarak Varşova, Şangay ya da Buenos Aires’te yaşaması o kadar önemli değildir. O imanın nüvesini bir muska gibi taşır ve bu nüveyi muhafaza ve müdafa hem varoluşunun hem de emniyetinin en esaslı teminatıdır; zihni bütünlüğünü ve fikri varoluşunu da onunla güvence altına alır. (s. 89)

İnsan sürgündedir ve bu unutulmaması gereken bir kavrayıştır; bu yüzden de tüm dünya malı, bütün emeller ikincil, gölgede kalmaktadır.
Doğa –eğer muhalif ise- inkar değil, feth edilmesi gereken bir nuhaliftir.
İlk günahla müteakip sürgündür ki, riski ve sefaleti ile, onları Adn cennetlerindeki emanet-i-halastan koparıp tehlikeye maruz bırakmış; şerle, mücadele ile, acı ve ıstırapla muhatap ve dolayısıyla, beşerin varoluşunu tanzim eden şeraiti hasıl etmiştir. (s. 90)

Anaxagoras’a sılayı hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda “evet bu çok önemli” diyerek işaret parmağını göğe çevirmiş. (s. 92)

Sürgün = İnsanoğlunun ebedi ve kalıcı tek statüsü

Hadisat olup bittikten sonra, olayları izah eden tarisel zaruretlerin listesini çıkarıp “başka türlü olamazdı zaten!” diyerek anında gerekçelendirmekten daha kolay bir şey yoktur; ama ne yazık ki bizatihi tarih dediğimiz olgu ve süreç bizimle alay etmekte, kehanetlerimizi boşa çıkarmaktadır. İşte din dediğimiz olgu, bizim sonu gelmez tahmin ve kehanetlerdeki yetersizliğimize dair itiraflarımızın yarattığı boşluklardan içeri girip dal budak salmakta, sarmaşıklanmaktadır. (s. 98)

Kutsalın dünyası aynı zamanda şerre karşı da bir hassasiyet geliştirilmiş olmasını gerektirir.
Din; beşerin, hayat denen serüvenin kaçınılmaz bir mağlubiyet olduğunu peşinen kabullendiği bir süreçtir.
Öte yandan insan, dini unutarak kendisini her an yepyeni meşgalelere yayıp dağıtabilir; ama bu, körükörüne bir yaşama ihtirası olup sonu hicran ve bir tür hiç yaşamamışlık hissi şeklinde tecelli edecektir. İnsan, hayatı ve onun kaçınılmaz bir mağlubiyet olmadığını aynı anda kabul edebilir; yeter ki tarihin taşıdığının dışında anlamların da bulunduğunu, yani kutsalın dünyasını kabul etmiş olsun. Kutsalın silinip süpürüldüğü muhal (hypothetical) bir dünya ancak iki ihtimal götürebilir: Kendini kutsayan boş emel yahut kendi anlamını boşaltan anlık tatmin. Geriye yalnız Baudelaire’in gündeme taşıdığı tercih kalır: Hayat kadınlarını tercih edenler anlık zevklerden dolayı, bulutları seyre dalanlar da tanımsız tahayyülat nedeniyle hakirdir. Bu durumda herşey hakir olup söylenecek bir şey kalmamıştır. Kutsaldan arınmış ruhi kendinden dahi saklasa bunu bilir, hem de çok iyi bilir. (s. 111/112)

Hangi başarımızın bize neye malolacağını önceden kestiremiyoruz; çünkü kazandığımız para konvertibl değildir. (s. 120)

İlk günah sendromunun en yaygın anlaşılış biçimi, herkesin ama herkesin hayatla olan kavgayı kaybedeceği ve kaybedilmiş bir savaşı savaşıyor olduğudur.
Şüphe ilk günahın sonuçlarından biri olabilir.(s. 124)
Şüpheyi tamamen ortadan kaldırmak da aklı sabote etmekle birdir. (s. 125)

Kriz
Yunancadaki krino kelimesinin önde gelen anlamı ayırmak ya da zihinsel bir işlemle tefrik etmektir. (s. 130)

Hıristiyanlığın tartışılmadan kabul edilebilecek itikat cephesi Allah’ın, insanın kurtuluşu için insanlaştığı inanışıdır. Bu nüve olmadan, Hıristiyanlık diye bir şey olmaz, oluşamaz. (s. 134)

Reform ulemasının davası başka idi. Onlar akıl ile imanı ayırarak, aklın muhtariyetini, gerek imanın gerekse de vahyin desteğine muhtaç olmadığını ilan peşindeydiler.
Bizim fizik dünyayı algılayışımız sadece dinden değil Tanrı’nın varlığı yokluğundan da bağımsızdır, müstakildir, etkilenmez.
Gerçek, kendine yeterlidir.
Bu süreç Descartes Felsefesi ile sonuçlandı. Onun tasvir ettiği dünyada Tanrı evrensel makinenin bir unsuru ve doğanın nihai izahı zaviyesinden bir mantıki zorunluluk olmakla birlikte münferit vakıaların izahı için elzem sayılamayacak bir enerji kaynağı idi.
Böylece Tanrı, kainatın devamı için sürekli ve zaruri bir desteğin sağlayıcısıdır. (s. 143)

“Felsefe, dini ihata edemez, kesinlikle!” Jaspers (s. 151)

Tanrı’dan daha çok Nazizm yahut Komünizm’e iman belirten çağdaş insanlar, bu şekilde, akılcı yani her türlü taassuptan, batıl itikattan vb. beri alduklarını isbat mı etmiş oluyorlar acaba! (s. 154)

Ricoeur, “Jaspers için suç(luluk hissi) kaçınılabilecek beşeri tasallutun bir sonucun olmaktan çok, insanın ontolojik kaderidir.” derken haklıdır. Ben beşerliğimi hür tercihte tesis ederim, hür tercihte şekiller ve fakat yine hür tercihte suçlu olurum. Biraylik, gerek makûs talihin gerekse de beşer elindeki şerrin evrimleşmesi için kâfi koşuldur. Sanki bireylik bizatihi bir marazdır, musibettir.
Artık evrensel Tanrı kalmadığına ve felah da olmadığına göre, bir açmazla karşı karşıya bulunmaktayız. Ya otoriteye baş eğerek, yalan olana kayıp gidecek ve varoluşumdan olacağım ya da hürriyetimi kabul ile başarısızlığımın kaçınılmazlığını onaylayacak ve nihayet kendimi yok etmekte haysiyetime kavuşacağım. (s. 173/174)

Günümüz epistemolojisinin babası Descartes’tır. O; sarsılmaz, mutlak bir kesinlik kaynağı bulunmadığı sürece, kesinliğin olanaksız; pratik hariç, gerçeğin kendisinin de ulaşılamaz bir menzil, imkansız bir keyfiyet olduğuna inanmaktaydı. (s. 193)

Felsefenin konusu gerçek değildir. (s. 196)

Felsefenin kültürel rolü, gerçeği aktarmak değil, gerçeğin ruhunu bina etmektir. Bu da aklın sorgulayıcı dinamziminin asla uyutulmaması demektir.
Filozoflar, ne eker ne biçerler, onlar sadece toprağı sürerler. Gerçeği keşfetmezler, ama aklın enerjisini ayakta tutmakta vazgeçilmezdirler. (s. 197)

Şerrin hatalı sosyal konumlaşmalardan doğduğunu, bunların da insan doğasına aykırı kurumlar olduğunu söylemektedirler; ama gün olup bu kurumların nasıl yaratıldığını ve nasıl yerleştiğini kendilerine sormuyorlar. (s. 202)

Aydınlanma, bizleri, yaşamaya değer bir dünya ümidini taşıyan sütunların –hürriyet, adalet, eşitlik, barış, kardeşlik, refah, bereket- birarada ve birlikte yükselebileceğine hayli inandırmıştı. Artık bu görüşü ciddiye alana veya muhafaza edene pek rastlamıyoruz. (s. 226)

Şeytan nedir: Dünyevi hırsın (libido dominandi, üstün saik) salt kendi hatırına, şuur tanımaksızın genişlemesi ve kendinden başka gaye kabul etmemesi. (s. 252)

Siyasetin şeytanı dobradır, ya da çayşaktır, çam devirir; sanat, felsefe ve bilim şeytanları ise hikmetle donanmıştır, latif ve öngörüşlüdür. Tiranların, fatihlerin şerri niyeti açığa vurur ve kolayca tasvir kabul eder, hatta yer yer önceden muhammendir; ama acaba Eflatun’un, Kopernik’in, Descartes , Rousseau yahut Wagner’in istemeyerek sebep oldukları şerleri kim tahmin etmiştir? Bir sanatkâr, beşerin yetiştirdiği tüm meyveleri zehirleyebilir ve insan zihninin kendi eserinden nasıl ve ne derece etkileneceğini hesaplayabilen biri bu değişimleri cehennem namına istimale yönelebilir. (s. 259)
 
Demokratik oylamayla demokrasiye elveda diyebilecek miyiz? (s. 270)

Şiddetin ilerlemenin ebe kadını olduğunu varsaydığımızda, insanlığın nihai hürriyetinin devletin ağzı var dili yok pasif, atıl köleleri olmaklıklarında, kişilik ve aktifliklerinden soyutlanmalarında yattığını düşünmek zorunda kalırız. Esasen bu, meşruiyetlerini Marksist ideoloji ile sağlayan tüm rejimlerin yapmaya çalıştığı şeydir. (s. 305)

Tarih denilen filmde mutlu son yoktur. (s. 319)

Çatışmasız bir dünya, kıyametin hışırtısını keser. (s. 367)


Çeviren: Selahattin Ayaz
Pınar Yayınları, Nisan 1999

25 Ocak 2012 Çarşamba

Juan Rulfo – Pedro Paramo

Juan Rulfo – Pedro Paramo

Comala’ya geldim, çünkü bana babamın burada yaşadığı söylendi, Pedro Paramo adında biriymiş.
“Gidip ondan bir şey isteme sakın. … bizi unutmuş olmasını ona pahalıya ödet oğlum.” (s. 7)

Pedro Paramo yıllar önce öldü. (s. 11)

Annemin bana söylediklerini hatırladım: “Orada beni daha iyi duyacaksın. Orada sana daha yakın olacağım.” (s. 12)

Ona şöyle demek isterdim: “Evleri karıştırmışsın. Bana yanlış adres verdin.” (s. 13)

…anneniz geleceğinizi bugün söyledi.
“annem mi?” dedim, “benim annem öldü.”
“Demek ki sesi bu yüzden çok zayıf çıkıyordu.” … “Peki öleli ne kadar oldu?”
“Yedi gün.” (s. 14)
“Zavallıcık. Kendini terk edilmiş gibi hissetmiş olmalı. Birlikte öleceğimiz konusunda birbirimize söz vermiştik.” … “Demek ki benden önce davrandı.”
Kadının deli olduğunu zannediyordum. Sonraları artık hiçbir şey zannetmez oldum. Başka bir dünyada olduğum hissine kapıldım ve kendimi olayların akışına bıraktım. (s. 15)

“…annen nasıl?”
“Öldü”
“Öldü mü? Neden peki”
“Neden olduğu anlaşılamadı. Belki de üzüntüdendir. Sürekli iç çekerdi.”
“Bu kötü bir şeydir. Her iç çekiş insanın yitirdiği bir yudum yaşamdır. Demek öldü, ha?” (s. 47)

“Buradan nasıl gidilir?”
“Nereye?”
“Nereye olursa”
“Bir sürü yol var…” (s. 55)

Onlar o kadar çok, biz ise o kadar azız ki, artık günahlarından arınsınlar diye dua etmeye bile çabalamıyoruz. Zira dualarımız hepsine yetmeyecektir; her birine duadan küçük bir parça düşecektir. Ve bu kadarı zaten hiçbir işe yaramaz. (s. 57)

“Babam olduğu söylenen Pedro Paramo’yu bulmaya geldim. Beni buraya bir hayal getirdi.”
“Hayal mi? Bunun bedeli ağırdır.” (s. 65)

“Peki ya ruhun? Onun nereye gittiğini düşünüyorsun?
…“ölmeye oturduğumda, sanki beni günahlarımdan temizleyecek bir mucizeyi hâlâ beklermişçesine, ayağa kalkmam ve yaşama sarılmaya devam etmem için bana yalvardı. Buna teşebbüs bile etmedim: “burası yolun sonu” dedim ona. Daha ötesi için artık gücüm kalmadı. Ve gitmesi için ağzımı açtım. O da gitti.” (s. 71)

“Biz ne yaptık?
Ruhumuz neden çürüdü bizim? Annen derdi ki, en azından Tanrı’nın merhametine sahibiz. Ve sen onu inkâr ediyorsun, Susana. Babann olduğumu neden inkâr ediyorsun? Sen deli misin?”
“Bunu bilmiyor muydun?” (s. 90)

Hiçbir şey sonsuza dek süremezdi; zira ne kadar yoğun olursa olsun unutulup gitmeyen hiçbir anı yoktur. (s. 101)

Tabiri caizse, ömrümüz kurulu dünyalarımızı ikide bir yıkmakla geçiyor. (s. 108)

“Cehenneme inanır mısın, Justina?”
“Evet, Susana. Ayrıca cennete de inanırım.”
“Ben sadece cehenneme inanırım,” dedi ve gözlerini yumdu. (s. 115)

Derler ki, rüyalardaki düşünceler doğrudan cennete gidermiş. Umarım bizimkiler oraya kadar ulaşır. (s. 118)

Pedro Paramo
“Biz ihtiyarlar neredeyse yok denecek kadar az uyuruz. Bazen sadece kestiririz; ama bu arada düşünmeyi bırakmayız. Zaten bana kalan yegâne iş de bu.” (s. 123)

“Bu benim ölümüm”
Sert bir şekilde yere çarptı ve sanki bir taş yığını gibi dağılıp gitti. (s. 130)

Çeviren: Süleyman Doğru
Doğan Kitap, Ocak 2012


“Bu benim ölümüm” 
Roman, annesinin isteği (son arzusu) üzerine babasını bulmak üzere Comala’ya giden/gelen Juan’ın anlatısı ile başlıyor. Juan, babasını bulmayı umud ediyor. Umut, roman boyunca göze çarpan bir tema olarak satır aralarında öne çıkmaya devam ediyor. Juan’ın Comala’ya ulaştığında bulabildiği tek şey, Comala’da artık kimsenin yaşamadığıdır, herkes ölmüştür.
Yoksul insanların yaşadığı, hemen herkesin birbiriyle akraba olduğu küçük bir yerdir Comala (bir zamanlar öyley-di-miş).

İnsanlar her yerde ölüyor. Ölüm, her yerde aynıdır. İnsanların sorunları her yerde aynıdır. Acı hep aynıdır. Bu nedenle Juan Rulfo’nun bütün karakterleri ölüler olan tek romanında ne zaman ne de mekân bir düzlemde ilerlemiyor. Karakterleri de bu nedenle yaşamıyorlar.
Pedro Paramo, romanın içinde birileri için kötü, birileri için kötülüğün ta kendisi, ama o aslında sadece aşık. İnsanlara tavsiye ettiği şey de bu. 

24 Ocak 2012 Salı

Rıza Kıraç – Cin Treni

Öldürmek Hakkında Küçük Bir Oyun
Rıza Kıraç’ın ilk roman Cin Treni, Altın Kitaplar tarafından geçtiğimiz günlerde yeniden yayınlandı.
Cin Treni polisiye bir roman, ancak klasik polisiye romanlardan oldukça farklı. Rıza Kıraç Cin Treni’nde, okurun merakını canlı tutmak için adım adım katile giden sıradan bir polisiye kurguyu tercih etmemiş. Bundan farklı olarak, romanın hemen başında tanımaya başladığımız Muharrem’in hayatını değiştiren olayları ve insanları, sınırlı çerçevedeki katil kim oyunundan çok daha geniş bir perspektifte karşımıza çıkarıyor.
İzmir’de yaşayan muharrem’in İstanbul’daki bir holdingde yaptığı iş görüşmesiyle yol almaya başlıyor Cin Treni. Muharrem, holdingde üst düzey yönetici pozisyonunda çalışmak üzere işe alınır. Holding patronunun kızı Cécille ile tanışıp tutkulu bir ilişkiye başlar.
Şirket yöneticilerinin bir arada bulunduğu bir toplantıda, köşe yazarlığı ve televizyon programcılığı yapan Nahit, cinayet hakkında bir konuşma yapar ve dinleyenleri “cinayet oyunu” oynamaya davet eder. Muharrem’in eski arkadaşı olan Nahit’in önerdiği oyunun tek kuralı birbirlerini öldürmemek ve işlenen cinayeti oyundaki diğer bir kişinin üzerine yıkmaktır.
İstanbul’a gelmeden önce nişanlı olduğu Ülkü’yle birlikte gelecek hayalleri kuran Muharrem, holdingde çalışmaya başladıktan sonra bambaşka bir hayata sürüklenir. Kısa sürede sahip olduğu lükslere ve Cécille’e kapılan Muharrem, hayatının bu yeni dönemine alışamadan  karanlık ve tehlikeli bir oyunun içinde bulur kendini. Kimseye güvenemeyeceğinin farkına varan Muharrem, cinayet oyununun parçası olmak istemez, kurtulmaya çalışır ancak cin treni çoktan yol almaya başlamıştır. İlk cinayet işlenir ve Muharrem’in yakın arkadaşı, oyunu başlatan Nahit, cinayet zanlısı olarak aranmaya başlar.
Kısa zamanda başka cinayetler de işlenir. Nahit’ten sonra Muharrem de polis tarafından arananlar listesine girer.
Muharrem’in nişanlısı Ülkü, babası Tahir Bey’le birlikte İstanbul’a gelip olaylara dahil olurlar.
İş adamları, köşe yazarları, siyasi kişilikler ve emniyet mensupları arasındaki karanlık ilişkiler etrafında kurgulanmış olan Cin Treni, sıradan bir polisiye roman değil. Para ve güç peşindeki insanların, toplum içindeki pozisyonu ve itibarı ne olursa olsun, suça yakınlığına işaret eden yazar, gazetelerde ya da kitaplarda yazılı olanın dışında, hayatın çok farklı basit gerçekliğine işaret ediyor. Para ve güç söz konusu olduğunda herkes kendi kurallarıyla oynamak istiyor. Kendince iyi hesapladığı bir kurguda karşısındakini yem olarak kullanan herhangi bir kişi başka birinin oyununda yem olabiliyor. Büyük balığa yem olmadan büyümek, büyüyebilmek… İşte bütün mesele bu…

Rıza Kıraç – Cin Treni
Altın Kitaplar, Ocak 2012


















(Alıntılar)
Karakterler

Muharrem
Pietruccio -> Holding müdürü
Cemal Mehdi -> Patron
Cécille Mehdi -> Cemal’in kızı
Akif -> Muhasebeci
Nahit -> Gazeteci – Muharrem’in arkadaşı, bir ara Cécille ile birlikteydi
Ülkü -> Muharrem’in nişanlısı
Tahir Bey -> Ülkü’nün babası
Taner -> 12 Eylül işkencecisi eski bir polis
Sedat -> Polis


Jaluziler açıktı, güneş ışığı Muharrem’in gözlerini kamaştırarak karşısındaki adamı (Pietruccio) görmesini engelliyordu.
Pietruccio … Muharrem’e sorular  soruyordu. (s. 9)

Tanrı’yla aranız nasıl Muharrem Bey?
…bir süredir düşünmemeye çalışıyorum bu konuyu.
…bir ara dönemdesiniz yani. (s. 11)

Cemal Mehdi … Göz altlarındaki halkalar, görmüş geçirmiş biriyle karşı karşıya olduğunuzu unutmamanız içindi sanki. (s. 12)

Muharrem, Mehdi Holding’den  saat beşe doğru çıkabildi. Yol üstündeki telefon kulübesinden İzmir’i aradı. Önce annesi Muhterem Hanım’a işe alındığını söyledi. Ardından da Ülkü’yü aradı (nişanlısı). (s. 13)

Kendisiyle yaşıt Renault…
Tahir Bey … İzmir’in en büyük gümrük komisyoncusu.
Yakında kayınpederi olacaktı. (s. 14)

Son bir sigara (s. 15)
Nescafé (s. 17)

Bunlar arabanızın abahtarı … cep telefonu numaranız da şurada yazılı.
Alfa Romeo (s. 21)

Akif, firmamızın finanstan sorumlu müdür yardımcısı (s. 23)

…devlet memurunun mıymıntı mutsuzluğu (s. 27)

Nahit’in anlattıkları doğruysa Cécille hiç de uslu birine benzemiyordu. (s. 29)

…ruhumuzun geçmiş ile gelecek arasındaki saadet köprülerinin yıkıldığı bir çağda nasıl olur da masum kalırız. (s. 31)

Ülkü’yle nişanı bozacağım (Cécille etkisi) (s. 55)

(Taner) Eskiden polistim (s. 68)

Marx, “tarih, kötülüğün keşfiyle başlar” der, oysa burjuva tarihçileri, yazının bulunmasıyla tarihi başlatır. (s. 73)

Şiddet, ilerlemenin kendisidir. (s. 80)

Cinayet kültürümüz sıfır. (s. 94)

Türkiye’nin en büyük televizyonlarından birinde haber dairesini yönetiyorsunuz, milyonlarca  kişiye ulaşıyorsunuz, şimdi de gazetede yazıyorsunuz…
Buralara gelebilmek için kaç kusursuz cinayet işlediniz? (s. 96)

Herkes bir cinayet tasarlayacak, cinayeti işledikten sonra suçu da masada oturanlardan birine yıkacak. (s. 101)

Tek kural birbirimizi öldürmeyeceğiz. (s. 102)

Oyun bittiğinde cinayete mantıklı bir açıklama getiremezse ona bir ceza vermeliyiz. (s. 103)

“Avrupa kültürü rasyonalizm üstüne kurulmuştur Nahit Bey, canilik ve şarlatanlık üstüne değil.”
“Bundan emin değilim. Faşizmi, kapitalizmi, burjuva demokrasisini sizin kültürünüzden taşıdık bu topraklara, belki büyümek, gelişmek, uygarlaşmak gibi saplantılarımızın altında, çirkefliğinize, sizin kültürünüzün ikiyüzlülüğüne duyduğumuz hayranlık yatmaktadır, ne dersiniz? (s. 104)

Öğleden sonra genç, güzel, manyak bir kadınla buluştum. … uyandığımda ölmüştü… (s. 118)

Nahit Bey için çok üzüldüm. … böyle bir şey yapabileceği hiç aklıma gelmezdi. (s. 121)

…gerçekle yazılı olanın, yaşanmışla kurgunun, hayatın verileriyle kitaplardaki verilerin… Bunların bambaşka şeyler olduğunun ayırdına varamıyorum. (s. 124/125)

Ben Sedat, bu da yardımcım Metin…
Neredesin lan? (s. 134)

Senin gibi bir 12 Eylül işkencecisiyle aynı masada oturup bir sürü pislikten nasıl temize çıkacağımı hesaplamaya çalışıyorum. (Muharrem Taner’le konuşuyor) (s. 159)

Mehdiler mi? … bu adam bir komplocu. Devletin içindeki bazı guruplar için suikastlar düzenliyor, partilerin il teşkilatlarına piyonları getiriyor, seçimlerde el altından kampanyalar düzenliyor… (s. 173)

Öldürmek üzerine küçük bir oyun. (s. 191)

Acımasız olmanın tek yolu var, bütün duygularınızı hayata kapatmak ya da sinirlerinizi aldırmak… (s. 193)

(Taner anlatıyor) Bu ülkede sermayenin gerçek sahibinin kim olduğunu kimse bilemez. Gazetelerde boy gösteren iş adamlarının çoğu vizyonu olan, bundan dolayı piyasaya sürülen insanlardır. Sizin anlayacağının paranın ardındaki asıl güç hiç bir zaman görülmez. (s. 202)

Soğuğu ve sıcağı hisset, o senin için hep sıcak kalsın, onu olduğu gibi hatırla… (s. 212)

“Senin bu trende işin yok” dedi Nahit. (s. 251)





16 Ocak 2012 Pazartesi

Joey Goebel - Anormaller

Bebekken seni yere mi düşürdüler?


Joey Goebel’in Kentucky’de yaşayan beş arkadaşın hayatlarından bir bölümü işlediği romanı her yönüyle şaşırtıcı. Joey Goebel, Orta Amerika’da sıradan insan tipleriyle dolu bir bölgede başlıyor anlatısına. Her biri bir öncekinden farksız günler yaşayan ortalama Amerikalılara isyan edercesine olabildiğince aykırı ve birbirine hiç benzemeyen beş karakteri bir araya getiriyor. 
Romandaki bu beş birey, özgür düşüncenin sonsuz olanaklarını temsil ediyor.
Olayların merkezindeki Luster, Afro-Amerikalı kalabalık bir aileden geliyor. Luster’ın büyük kardeşlerinden bir kaçı uyuşturucu işine bulaşmışlar ve bazıları hapiste. Yaptığı müzikle fark yaratabileceğine inanan Luster, 24 yaşındadır ve köpek yarışları düzenlenen bir pistteki büfede çıraklık yapmaktadır. “Anormaller”, kurucusu olduğu müzik topluluğunun ismidir.

Gurubun bir diğer elemanı Ray, Körfez Savaşı’nda Irak ordusunda görevli bir askerdi. Savaş sırasında yaraladığı Amerikalı bir askerden özür dilemek isteyen Ray, o askeri bulmak için Amerika’ya gelmiş. Luster’la birlikte müzik yapıyor ama yaptıkları müzikten hiç de memnun değil.
Opal ve Ember; seksen yaşındaki Opal, sekiz yaşındaki Ember’in bakıcılığını yapıyor. İkisi de Luster’ın gurubunda müzik yapıyor. Opal, seksen yaşında olmasına rağmen tam bir seks bağımlısı. Sekiz yaşındaki Ember ise insanların canını daha iyi yakabilmek için kung fu dersleri alan, sevgi dolu bir kız çocuğu!

Gurubun beşinci elemanı Aurora. Babası kilisede görevli bir papaz olan Aurora striptiz yaptığı dönemlerde gösterinin konsepti gereği satanist olur. Daha doğrusu, sahne numarası olarak başlayan satanistliği sonradan benimser. Karşılaştığı erkeklerin ilgisinden ve tacizinden korunmak için bir süre tekerlekli sandalye kullanır. Buna rağmen çevresindeki erkekler onu seks objesi olarak algılamaya devam ederler. Çıktığı erkeklerle birlikte olmayan Aurora, erkek arkadaşlarından sürekli olarak “neden gidip rahibe olmuyorsun” serzenişini duyar. Romanın ilerleyen sayfalarında Aurora’yı bu tavsiyeyi tutarken görüyoruz.

Joey Goebel, günümüz toplumunun sosyal ve toplumsal gerçekliğini son derece keskin biçimde eleştirmek üzere kurguladığı romanında, yarattığı karakterler, işlediği konular, ironik üslubu ve parlak zekasıyla ilgiyle okunacak bir romana imza atmış. Sosyal konuları eleştirirken okuyucuyu sıkmak bir yana eğlendirmeyi başabildiği için takdiri hakediyor.

Joey Goebel genç bir Amerikalı, yazar, 1980 yılında Kentucky’de doğdu. İlk romanı “Anormaller” yayınlandığında 23 yaşındaydı.
Joey Goebel 

Joey Goebel – Anormaller
Çeviren: Bera Biçen
İthaki Yayınları, Ocak 2012


Roman, sırasıyla beş farklı karakteri tanıtan bölümlerle başlıyor. Romanın bir tek anlatıcısı yok, olaylar farklı karakterlerin bakış açısından anlatılıyor bu sayede roman karakterleri ve diğer tipler arasındaki farklılıklar öne çıkıyor.
Gurubun üyeleri, konser vermek üzere hazırlık yapıyorlar. Ray’ın evinde ve müsait buldukları başka yerlerde prova yapıyorlar.
Konserin yapılacağı bölüm oldukça renkli; kalabalık bir barda sahneye çıkacaklar. Yazar, konser başlamadan önce bardaki kalabalıktan bazılarını anlatıcı olarak romana dahil ediyor. Okur bu sayede konser öncesinde bar atmosferinin tüm detaylarını takip edebiliyor.
Konser başlar. İlk şarkılarını çaldıktan sonra izleyiciler arasından biri çıkıp Ray’e ateş eder.
Silah sesleriyle birlikte bar karışır. Konser çığırından çıkar.

Anormaller’de Orta Amerika’daki bir kasabanın insanlarının tekdüze hayatlarını eğlenceli kurgusu, ironik üslubuyla eleştiren yazar, sosyal hayatı eleştirirken okurları sıkmayan, aksine eğlendirebilen bir anlatı çıkarmış karşımıza. Romanın müzisyen karakterleri, oldukça tuhaf görünen kişiler. Bu beş farklı karakter, içinde yaşadıkları toplumun sıradanlığına boyun eğmemiş, özgür aklın onlara sunduğu sınırsız olasılıklar arasında kendi hayallerinin peşinden gitmeye cesaret edebilmiş kişiler. Yazar, her birini ucubeye benzettiği karakterlerine yüklediği olumlu niteliklerle, toplumun genelinin hiç düşünmeden uyum sağladığı sıradanlıkla alay ediyor.  


(Alıntılar)
(Luster)
Aynı anda altı milyar kırık kalbi onarma kolay değildi, ama başardım.
Bir gün yazacağım kitabın ilk cümlesi bu.
Bugüne kadar yazılmış en iyi kitap olacak. (s. 11)

(Opal)
…benimki algılaması zor olan dalga boylarından. … Ama az da olsa beni duyanlar var. Ember’in on katı yaştayım ama hâlâ onunla aynı seviyedeyiz.
Aramızdaki en büyük fark (yetmiş iki yaş dışında) benim erkekleri seviyor, onun ise nefret ediyor olması. (s. 15)

(Ember)
Biz rock müzik seviyoruz. (s. 17)

(Garson)
Bu yavruyu becermek istiyorum. (s. 19)

(Aurora)
“Neye kadeh kaldıralım küçük Ember?”
“Vajinalara.” (s. 23)

(Luster)
24 yaşımdayım ve köpek yarışı pistindeki bir büfede çıraklık yapıyorum. (s. 33)

Çoğu erkek gibi her altı saniyede bir seks düşünüyorum.
Hayallerimin gerçekleşeceğine ve herşeyin yerli yerine oturacağına inanıyorum. (s. 35)

İnsan müsveddelerinin gerçekten varolduklarını düşünmüyorum. Onlar sadece olmaları gerektiklerini sandıkları şeylerin holografik yansımaları. (s. 36)

Bu adamlar, babaları ve oğulları, anneleri, eşleri ve kızlarıyla birlikte aynı dev mekanik beyne bağlılar.
Bu beyin, süyah koca gökyüzündeki stratosferin üzerinde duruyor ve Tanrı ile hiçbir alakası yok. İnsan-yapımı. Bu beyinden, fare kılından bile ince milyarlarca kablo çıkıyor. Çoğu insan (yani insan müsveddesi) bu kabloları göremez.
Ben benimkini uzun zaman önce kestim. (s. 37)

Sanırım işi bırakacağım.
Bu hayattan dışarıya çıkıp büyümenin vakti geldi.
Bunu yapabilmek için rock gurubumuzun daha fazla prova yapmaya başlaması lazım. (s. 40)

(Ray)
“Oğlum… sen marihuanalı sigaralardan mı içiyorsun?”
“Bilmem…”
“Buraya kadar! Irak’a taşınıyoruz!” (s. 59)
(Eş)
“Bu ülkeye taşındık çünkü baban Körfez Savaşı’nda vurduğu bir Amerikan askerinden özür dilemek istiyor.” (s. 60)

(Ray)
Luster’ın pis oturma odasında prova yapıyoruz.
…müziğimiz muhteşem bir şekilde kötü. (s. 61)

(Aurora)
Eğer gerçek biriyle olmak ve o insanın özünü deneyimlemek istiyorsan onunla yalnız kalmalısın. Etraftaki her bir ekstra insanın gözleri ve kulakları o kişinin özünü eksiltir.

(Erkek Arkadaş)
Bugün herkes güzel görünüyor. Etrafıma bakıyorum ve güzel kıçlar görüyorum. (s. 71)

(Aurora)
Ölümden sonrası, bilinen herşeye rağmen, korkunç acı veren sonsuz bir delilik hali olabilir. Dolayısıyla neden cennet burada olmasın. (Nabokov’dan aktarıyor) (s. 76)

Çocukluğunda, hayatında olabileceğin en mükemmel haldesin. (s. 83)

(Ember)
Annemle babam gittiler.
Beni evde bakıcıma bıraktılar. (s. 91)

(Opal)
“Erkek arkadaş tam oyun oynadığımız sırada ölüverdi.”
“Yani iş üstündeydiniz.”
“Evet. Böylece erkek arkadaşım öldü, ama gece daha yeni başlıyordu, ambulansın beni en sevdiğim bara, Glorias’a bırakmasını sağladım. (s. 106)

(Ray)
Savaşa gitmek için ailemi terk ettim. Barış için gittiğimde de onlar beni terk etti. (s. 115)

İnsanların canını nasıl daha iyi yakabileceğini öğrenmek istediğin için kung fu dersi aldığını söyledin (Ember’e). (s. 117)

“Joe, Körfez Savaşı’nda savaştın mı?”
“Elbette ki evet. … Hattâ kalçamdan kurşun bile yedim.”
“Joe ben çok çok üzgünüm.”
“Ne? Ne yaptın?”
“Seni savaşta yaralayan Irak’lı asker bendim. … Bundan kesinlikle eminim. Özür dilerim.” (s. 120)

(Aurora)
Satanistliğim sadece bir sahne numarası olarak başlamıştı. (s. 128)
Hiç seks yapmadım.
Ve ben striptizci değilim. Performans sanatçısıyım. (s. 132)

(Luster)
Bu akşamın hayatımızdaki önemi, annelerimizin vajinalarının hayatımızdaki önemi kadar büyük.
Korkaklar sakindir. Sakinlik kendi kendilerine söyledikleri yalanlardan –her şeyi kontrol altında tuttukları ve her şeyin iyi olacağı ve bulundukları yer neredeyse oraya ait oldukları gibi- doğar. (s. 147)

Kendimizi kabul ettirememizin tek yolu müziğimiz (s. 148)

(Hippi)
“Bebekken seni yere mi düşürdüler?” (s. 160)

(Erkek Kardeş)
Kahrolası kıronun teki silah çekiyor. Şu yabancı herifin keytarına ateş ediyor. Müzik duruyor. Herife tekrar ateş ediyor. Yabancı herif yere düşüyor. (s. 163)

(Ray)
Hayalarım. Bölgemi vurdu. Oydu. Gördüm onu. Joe’ydu. Sonuçta affetmemiş (s. 167)

(Ember)
“O benim kokainim.” (Luster böyle dedi) (s. 172)

(Rahibe / Aurora)
David Silver burada mı?
Hayır. Hapiste. Kokain satmaktan tutuklandı. Neden ki? (s. 185)

“Ben sizi çok sevmiştim. Normalde o tarz müziği sevmem.”
“Sen ne tarz müzik seviyorsun?”
“Ben özellikle senden hoşlanmıştım.” (s. 185)

Bir sürü yakışıklı moronla çıktım ve hepsi onlarla birlikte olmadığım için bana, neden gidip rahibe olmuyorsun deyip durdu. Ben de gidip rahibe oldum. (s. 186/187)

(Suçlu / Luster)

Küçük aletimle benim bu dünyada hiç şansımız olmadı. (s. 187)

Güneş sadece sıradan bir yıldız, onu özel yapan bizleriz. Güneşe acıyorum.
Ben kokainman değilim.
Benim beynim doğduğum andan itibaren yanmış, uyuşturucudan değil, tanıştığım tüm insanlar yüzünden. … Benim gibi biri için hayat, başkalarının göz yuvarlarının çaldığı şeyleri geri almaya çalışmaktır. Hepimizin ümit edebileceği en büyük ideal ise, dünyayı, kör bir adamın rüyasında gördüğü gibi görebilmektir. (s. 188/189)

(Yazar)
Bu beş birey, özgürce düşünen akla bahşedilmiş sonsuz olasılıkları temsil etmelerinin yanı sıra, muhtemel yücelik duygusunun, insanoğluna karşı duyulan sevgi ya da hattâ düşkünlükten ziyade bir tiksintiden kaynaklandığını ima eder; çünkü daha önce sözü edilen halktan sıyrılıp dünyayı sağaltmaya soyunanlar, olan biten karşısında büyülenenler değil, ondan iğrenenlerdir. Bu da ancak bu sıradışı bireyin horgörüsünün, türdeşlerini biraz olsun umursamasına yetece kadar sevgi ile dengelenmesiyle ve böylece anormal bir bireyin, anlamsız düşüncelerini, yaşamak için oksijene, beslenmek için memelere ihtiyaç duymaktan başka bir çaresi olmayan ve ancak soldan sağa doğru okuyabilen bizim gibilerle meşgul etmesine izin vermekle mümkün olabilir. Bireyin özgür olabilmeyi keşfedebilmesini biz sadece umut edebiliriz.


12 Ocak 2012 Perşembe

Husserl


Fikir Mimarları: Edmund Husserl
Hazırlayan: Kasım Küçükalp

Edmund Husserl – Fenomenoloji

Her bilinç yönelimseldir.

Yalnızca fenomenlere dikkat edecek ve saf bir biçimde kendi hayatını bilecek fenomenolojistin bir epokhe uygulaması gerekir.

Geniş kapsamlı epokhemiz, dünyayı paranteze alır.

Görünen, dünya ya da onun bir parçası değil, fakat dünyanın anlamıdır.

Fenomenolojik deneyime sahip olmak için doğal tutumda konumlanmamış nesnelerden, onların çok çeşitli görünüş tarzlarına paranteze alınmış nesnelere doğru çekilmek zorundayız.

Kavramış olduğumuz ‘ben’ ve ‘biz’ onların kendilerinde ‘mevcut’ oldukları gizli bir ‘ben’ ve ‘biz’i varsayar.

Paranteze alma yalnızca dünyayı değil, fakat onun ruhlarını de içerir.

Fenomenolojik felsefe, eski Yunan felsefesinin anadamarlarının ve Descartes’ın en yüksek motifinin gelişiminden başka bir şey değildir.

Fenomenoloji, fenomenologlardan felsefenin dar sistemlerinden sarfı nazar etmelerini ve diğerleri ile birlikte, kalıcı bir felsefe doğrultusunda, kararlı bir çalışmayı paylaşmalarını talep eder.


Edmund Husserl – Kısa Mantıksal İncelemeler

Açıklığa ulaşmak için ie belirli genel açıklamalar yaparak başlıyoruz.

Bilimsel bilgi, bilim olmak hasebiyle, temellendirilmiş bilgidir. Herhangi bir şeyin temelini bilmek, onun filan şey olmasının zorunluluğunu anlamak demektir.

Doğrular bireysel ve genel doğrular şeklinde ikiye ayrılır. Bireysel doğrular, aslında olumsaldırlar.
(Husserl, Kasım Küçükalp, Say Yayınları, S. 177)

Edmund Husserl – İçsel Zaman Bilincinin Fenomenolojisi Üzerine

Zamansal sınır ayrıca bir geleceğe sahiptir.

Bu yüzden, bir melodiyi algılama, gerçekte, zamansal olarak yayılan, tedrici olarak ve sürekli bir biçimde açılan, her daim bir algılama edimi olan, bir edimdir. Bu edim, daima yeni bir ‘şimdi’ noktasına sahip olur.

Ve bu şimdi içerisinde bir şey olarak (şimdi duyulan ton) nesnel hale gelirken, aynı zamanda melodinin bir diğer üyesi henüz geçmiş ve diğerleri bununla beraber uzaktaki geçmiş olarak nesnel hale gelir; ve muhtemelen bir şey veya diğeri ‘gelecek’ (olarak) objektiftir.

Biz anlam ve görünüşün zamansal alan üzerinde belirtilen tarz ve düzen içerisinde genişletildiğini, onların sürekliliğinin bir birliğini meydana getirdiklerini, evrensel olarak ve açıklıkla görürüz.
Bu apaçıklığı refleksiyon yoluyla kavrarız.

Artık olmayan şeyin, bir şimdi olduğu açıktır. Şimdinin olduğu şeyin, ‘artık’ varolmayan bir şey olacağı da açıktır. ‘Şimdi’ ile bağlantılı ‘henüz değil’in beklentisi gerçekleşir ve aynı şekilde bu gerçekleşme esnasında artık değil olarak karakterize edilen şey, önceden söylenilen ‘artık değil’de amaçlanan yönelimiyerine getirir. Bu tarz içerisinde nesne süredurabilir. Olmuş olan söz konusu olduğu sürece, o artık var değildir.

Fakat aynı zamanda o, önceden olmuş olanla tamamen aynı olarak mevcuttur; o sürekli bir biçimde ve kendisiyle özdeş olarak aynıdır.

Zaman-bilincinin delili; kesintisiz sürekliliğin genişlediği ölçüde, delil de genişler. Fakat bu, nihai özgül farklılıkları içermez.
(Husserl, Kasım Küçükalp, Say Yayınları, S. 183)


Husserl ve Fenomenoloji

Husserl’in ortaya koymaya çalıştığı, bilginin nesnel geçerliliğinin, onun temel ilkelerinden hareketle nasıl kavranabileceğidir.
Yapılmaya çalışılan bütün olarak bilgiye yeni bir temelin bulunmasıdır; bu saf mantığın da diğer bilimlerin de dayanması gereken temel olacaktır.

Bilincin Yönelimselliği
Husserl bilinç edimlerinin bu yapısını hocası Brentano’dan (O’nun da Skolastik felsefeden) aldığı bir sözcükle ‘yönelimsellik’ sözcüğüyle adlandırır. Bilinç ‘yönelimsel’dir, yani o edimin her birinde hep bir şeyin bilincidir.

Bilincin bir nesneye yönelimi, şeyle kurulan durağan bir ilişki değildir. Yönelimsel bilinç, her türünde, deneyşenenin görüsel bir biçimde kendisine sahip olmaya çalışır. Bu bilincin amacıdır (telos). Bu anlamda her türlü bilinç yaşantısı, teleolojik yasası altında toplanabilir.

Tam aksine bilinci oluşturan çeşitli türden edimlerdir. Edimlerde, bilincin kendilerine ilişkin olduğu nesneler olmaksızın var olamayacaklarına göre, yönelimsel bilincin nesneyle ilişkiyi kendisinde taşıdığı söylenebilir.

Husserl’e göre temel bilim, bu nedenle, bilinç fenomenolojisidir, bilinci doğallaştıran deneysel psikoloji değil.
(Husserl, Kasım Küçükalp, Say Yayınları)


Saf bir Fenomenolojiye ve Fenomenolojik Felsefeye İlişkin Düşünceler

Fenomenolojinin Temel Yönelimi: Fenomenolojik İndirgeme
Saf Ben
Fenomenolojinin araştırma alanı işte bu varlık alanı, yani ‘saf bilinç’tir; başka bir deyişle ‘saf ben’dir. ‘Saf ben’ ise yönelimsellik taşıyan ‘saf bilinç’ yaşantıları akışında, yaşantı olarak bulunan bir şey değildir.

‘Saf ben’ her yaşanan yaşantıda bulunan, her düşünenle düşünülen şeye ulaşan, her yaşantıda aynı kalan şeydir.

Hiçbir yaşantının zorunlu olarak sürekli olması gerekmez, ama saf ben ilke olarak zorunlu olandır.

Saf bilinç alanı yanında, kendisine özgü varlık tarzına sahip olan bir şeysel dünya alanından söz edilemez. Husserl’de varolan olarak ortaya çıkabilecek her şey, varlıksal anlamını ve geçerliliğini yönelimsel olarak varsayılan bilinç yaşantılarından alır.

Bilinç, şeysel varolanın aşkın varlığını kuran ya da yapılandıran tranzendental bilinçtir.

Her yaşantıda iki uç vardır: Yaşanan şey ya da nesne ile yaşayan özne ya da Ben kutbu. Yaşantıların işlevi ise bilinç nesneleri kurmaktır. Husserl, bilinç yaşantılarının anlamlandırma işlevlerini ‘en büyük’ sorun olarak niteler.

Saf doğa, veya tüm doğa ve onun formları olan zaman ve mekân, hayat dünyasının en alt tabakasını, tüm diğerlerinin üzerinde kurulduğu tabakayı oluşturur; ama o tüm hayat dünyası değildir.

Hayat dünyası her zaman mekân ve zaman içindeki dünya, nedensel bağlantıları içindeki maddi şeyler dünyasıdır.

Filozofun öncelikli ödevi ->
Akıl eleştirisi

Mantıksal, pratik ve değerlendirici aklın bütünüyle eleştirisi. Bir akıl eleştirisinin anlamı, özü, yöntemi ve ara bakış açısı konusunda açıklık elde etmeden, akıl için genel bir tasarım düşünüp, tasarlayıp, ortaya koyup, temellendirmeden hakiki ve samimi bir biçimde yaşayamam.

Transzendental fenomenolojinin ilgisi daha çok bilinç olarak bilincedir; o yalnızca fenomenlere iki anlamda fenomenlere gider:
1-      Görünüşe gelen anlamda, nesne, görünen şey (anlamında fenomenlere),
2-      Görünüşlerde göründüğünde hem de ‘trenszendental’ olarak göründüğünde, her türlü deneysel olanı bir yana bıraktığımızda görülen nesne anlamında fenomenlere gider.

Husserl’e göre, bilgi fenomenolojisi iki anlamda fenomenlerin bilimidir: İçlerinde bu ya da şu nesnenin kendini gösterdiği, bilindiği görünüşlerin, göstermelerin, bilinç edimlerinin bilimi; diğer yandan kendini olduğu gibi gösteren nesnelerin bilimi.

Fenomen sözcüğü görünen ile görünen şey arasındaki özsel bağlılaşım nedeniyle çift anlamlıdır. Phainemonon aslında görünüşe gelen demektir; ancak kendisi, yani öznel fenomen için kullanılır.

Husserl için kesin bilim olarak felsefenin hep bir amaç olarak kaldığı, fenomenolojinin de bu hedefi gerçekleştirdiğine inandığı söylenebilir.


Joseph J. Kockelmans – Husserl’in Hayatı ve Felsefesinin Ana Hatları

Fenomenoloji, fenomenolojik yöntem sayesinde geliştirilmiş olan bir bilimin adıdır.

Husserl’in çabası, tüm rasyonel savlarımızın nihai temellendirmesini bulmaktır.
Husserl’in düsturu olan ‘şeylerin kendisine dönün’ ifadesi, bilinmize dolayımsızca verili olan asli verilere dönülmesini salık vermektedir.

Felsefeciler, asli fenomenleri tam da onların kendilerini takdim ettikleri surette ele almayı, buna herhangi bir hipotez ya da yorumun bulaşmasını engellemeyi ve eski çağlardan günümüze nakledilerek gelen çeşitli kuramların tavsiyelerine kulaklarını tıkamayı öğrenmek durumundadırlar. Ancak ve ancak bu şekilde kazanılan bir pozisyonla gerçek bir ‘başlangıç’ yapılabilmektedir.

Epokhe -> bütün yargıları askıya almaktır

Fenomenolojik indirgeme
Doğal dünyanın paranteze alınarak karşılaşılan durumdan sahip olunan anlama geçiş

Transendental indirgeme
Verili olandan onun nihai şartına ve varsayımına (yani bütün anlamların kaynağı olaral transendental özneye) geçişi temsil etmektedir.

Fenomenoloijl indirgeme, yeni türden bir varlığın sonsuz alemini açar bizim önümüze. Bu alem, ‘transendental’ deneyim dairesidir. Bu yeni bilim transendental fenomenolojidir.

Transendental bir ifade olan ‘ben düşünüyorum’, genişletilmekte ve ona yeni bir unsur ilave edilmektedir; ‘ben düşünüleni düşünüyorum’. Bu şu demektir; tüm bilinçli farkındalıklar, yönelimsel farkındalıklardır.

Burada kullanılan ‘yönelimsellik’ ifadesi, her türlü bilincin daima bir şeyin bilinci olduğu anlamına gelir.



Jitendra Nath Mohanty – Husserl’in Düşünsel Gelişimi

1-      Halle Dönemi (1886-1900)
Bu dönemde temel aldığı felsefi ve yöntemsel kavramlar şu üç unsurdan meydana gelmektedir: Bir kavramı aydınlatmak demek, onun psikolojik menşeini belirlemek demektir.
2-      Göttingen Dönemi (1900-1916)
Husserl bir mantık kavramı olarak psikolijizmi tümüyle reddeder.
Mantığın epistemolojik ve kuramsal temellerinin, mantığın temel avramlarının içerdiği anlamlara dayandığını öne sürmektedir.
1909 yılından itibaren, zaman bilincini bir akış olarak ele almaya başlamıştır.
3-      Freiburg Dönemi (1916-1928)
Freiburg döneminin önemi; önceki kazanımların derinleştirilmesi şeklindedir.


Bernhard Woldenfels – Fenomenolojiye Giriş

Husserl’in ‘indirgeme’ diye nitelediği şey, kendini gösteren ne ise onun, kendini nasıl gösteriyorsa o tarz ve biçime göre götürme anlamına gelir.





(Husserl, Kasım Küçükalp, Fikir Mimarları Dizisi, Say Yayınları, Aralık 2006)


8 Ocak 2012 Pazar

Michel Foucault – Doğruyu Söylemek


Michel Foucault – Doğruyu Söylemek

Parrhesia Sözcüğü
Parrhesia Sözcüğü Yunan edebiyatında ilk kez Euripides’te karşımıza çıkar. (s. 9)

Parrhesia İngilizce’ye genellikle “free speech” (özgür konuşma), Fransızca’ya “franc-parler” (açıksözlülük), Almanca’ya da “freimüthigkeit (açıksözlülük) şeklinde çevrilir. Parrhesiazomai ya da Parrhesiazesthai, Parrhesia kullanmak anlamına gelir. Parrhesiastes ise Parrhesia kullanan, yani hakikati söyleyen kişiyi işaret eder.

Etimolojik olarak Parrhesiazesthai –ki pan (her şey) ve rhema (söyleyen) sözcüklerinin birleşiminden oluşur- “her şeyi söylemek” anlamına gelir. (s. 10)

Parrhesia sözcüğü, konuşmacıyla söylediği şey arasındaki bir ilişkiye gönderme yapar. (s. 10/11)

Parrhesiazesthai “hakikati söylemek” anlamına gelir. Peki Parrhesiastes doğru olduğunu düşündüğü şeyi mi söyler, yoksa gerçekten doğru olan şeyi mi?
O şeyin doğru olduğunu bilmesi, o şeyin gerçekten de doğru olmasından kaynaklanır. (s. 12)

Eğer Parrhesiastes’in dürüstlüğü konusunda herhangi bir “ispat” varsa, bu cesaretten başkası olamaz. Bir konuşmacının tehlikeli –çoğunluğun inandıklarından farklı- bir şey söylemesi, o kişinin Parrhesiastes olduğunun güçlü bir işaretidir. Bir kişinin hakikat anlatıcısı olup olmadığını nasıl bileceğimiz sorusunu sorduğumuzda, iki soru sormuş oluruz. Birincisi, belli bir kişinin hakikat anlatıcısı olduğunu nasıl bilebiliriz; ikincisi, Parrhesiastes olduğu iddia edilen kiş,, inandığı şeyin gerçekte hakikat olduğundan nasıl emin olabilir. (s. 13)

Bir insan, ancak hakikati söylemenin risk ya da tehlike arz ettiği durumlarda Parrhesia kullanıyor sayılır ve Parrhesiastes olarak kabul görmeyi hak eder. (s. 13/14)

Parrhesiastes risk alan bir insandır.

Parrhesia tehlike karşısındaki cesaretle ilintilidir. (s. 14)

Parrhesia bir başkasına ya da kişinin kendisine yönelik bir eleştiri biçimidir. Ancak bu eleştiri daima konuşmacının ya da itirafçının dinleyiciye oranla aşağı konumda bulunduğu bir durumda gerçekleşir. (s. 15)

Parrhesia’da konuşmacı özgürlüğünü kullanır ve kandırma yerine dürüstlüğü, sahtelik ya da sessizlik yerine hakikati, hayat ve emniyet yerine ölümü, yaltaklanma yerine eleştiriyi, kendi çıkarını koruma ve ahlaki kayıtsızlık yerine ahlaki ödevi tercih eder. (s. 17)

Diyalog Parrhesia oyununun oynanmasında temel tekniklerden biridir. (s. 18)

Parrhesia’nın ortaya çıktığı yer agoradır.

Helenistik dönemde, Helenik monarşilerin yükselişiyle beraber bu siyasi anlam değişir. Bu kez Parrhesia hükümdar ile danışmanları ya da maiyeti arasındaki ilişkide merkezi konum kazanır. (s. 19)

Euripides’te Parrhesia

İon ve Orestes’te Parrhesia son derece önemli bir role sahiptir.
“kim hakikati söyleme hakkına sahiptir, kim bunu bir ödev olarak görür ve kim kendinde bunu yapacak cesareti bulur?” (İon) (s. 22/23)

Eğer özgür konuşma hakkına sahip değilseniz, iktidarın hiçbir türünü kullanmanız mümkün değildir. (s. 24)

“En cesur ruhlu insanı köle yapacak tek bir şey vardır, o da anne ya da babasının yaptığı utanç verici bir şeyin sırrına haiz olmaktır.” (Hyppolytos) (s. 25)

Yunan-Roma dünyasında yaşamış hükümdarların siyasi hayatlarında görece önem kazanmış olan Parrhesia Sözleşmesi’nin ne olduğuna değinelim.
Parrhesia Sözleşmesi fikri, sitenin en iyi ve en dürüst vatandaşına bahşedilen özel bir ayrıcalık olarak Parrhesia fikriyle ilintilidir.
Sözleşme, onun konuşarak aldığı riski azaltmayı amaçlar. (s. 27)

Bu oyunda (Ion) hakikate dair kehanetlerin açık biçimde Delphoi’den Atina’ya kaydığını görürüz. Artık Atina hakikatin göründüğü yerdir. Ve bu kaymanın bir parçası olarak, hakikat artık (Delphoi’de olduğu gibi) insanlar için tanrılar tarafından açığa çıkarılmaz, Atina tarzı Parrhesia yoluyla insanlar tarafından insanlar için açığa çıkarılır. (s. 31)

Her şeyin açığa çıktığı bu son anda bile Apollon ortaya çıkmaya ve hakikati söylemeye cesaret edemez. O gizlenir, onun yerine Athena konuşur.
Apollon ölümlülere hakikati söylemekle yükümlü olan kehanet tanrısıdır. Ancak o, suçundan dolayı utanç duyduğu için bu rolü oynayamayacak haldedir. (Ion) (s. 36)

Orestes
Bu metin ilginçtir, çünkü Euripides’te Parrhesia sözcüğünün aşağılayıcı anlamda kullanıldığı tek pasaj buradadır. (s. 47)

Authuroglossos olduğun zaman logos’un ve hakikate erişmek için bir vasıta olan akılcı konuşmanın değerini göz ardı edersin. Bu nedenle authuroglossos, Parrhesia’nın aşağılayıcı anlamıyla neredeyse eşanlamlı ve Parrhesia’nın olumlu anlamının tamamen karşıtıdır.
O halde Parrhesiastes karakterinin çözmesi gereken sorunlardan biri, söylenmesi gerekenin söylenmemesi gerekenden ayırt edilmesidir. (s. 52/53)

Parrhesiastes’in hakikatle olan ilişkisi katıksız dürüstlükle ya da salt cesaretle kurulmaz, çünkü bu ilişki artık eğitim ya da daha genel bir deyişle bir tür kişisel terbiye gerektirir.
Ve bu sorun sofistlik sorunuyla aynı dönemde ortaya çıkmıştır. (s. 60)

Demokrasinin temelinde, demos’un, yani halkın güç kullandığı ve herkesin hukuk önünde eşit olduğu bir politeia, yani yönetim biçimi vardır. Ancak böyle bir yönetim biçimi en kötüsü de dahil olmak üzere her türlü Parrhesia biçimine eşit yer ayırmakla suşlanır. Parrhesia hakkı en kötü vatandaşa dahi tanındığı için, kötü, ahlaksız ya da cahil konuşmacıların etkilerinin artması, vatandaşlık sisteminin tiranlığa dönüşmesine ya da şehrin başka yollarla tehlikeye sokulmasına yol açabilir. (s. 63)

“Serbestlik ve özgür konuşma (Parrhesia) her yerde geçerlidir; herkes ne isterse yapmak konusunda özgürdür. Hal böyleyken, her bir kişi kendi hayat tarzını kendi hazlarını gözetecek şekilde düzenler.” (Devlet, 557b) (s. 68)

Parrhesia kullanımının içerimlediği üç tür insan ilişkisini birbirinden ayırmak istiyorum.
Daha keskin bir ifadeyle, cemaat yaşamının bir öğesi olarak Parrhesia’ya Epikurosçular tarafından büyük önem atfedilirdi; bir kamu etkinliği ya da kamu gösterisi olarak Parrhesia hem Kinizm, hem de Kinizm ile Stoacılığın bir karışımı olan felsefe tarzı için önemli bir ögeydi; ve kişisel ilişkilerin bir ögesi olarak Parrhesia gerek Stoacılıkta, gerekse Plutarkhos gibi yazarlarda rastlanan türden genelleşmiş ya da yaygınlaşmış Stoacılıkta daha sık karşımıza çıkar. (s. 87)

Kinikler tarafından kullanılan üç temel Parrhesia ilkesi şunlardır: (1) Eleştirel vaazlar; (2) skandala yol açacak davranışlar ve (3) benim “kışkırtıcı diyalog” adını verdiğim şey. (s. 95)

Vaaz halihazırda bizim toplumumuzda uygulanan başlıca hakikati söyleme biçimlerinden birisidir ve hakikatin sadece toplumun en iyi üyelerine ya da özel bir gruba değil herkese söylenmesi ve öğretilmesi gerektiği düşüncesini içerir. (s. 96)

Bir Pohpohçuyu Bir Dosttan Ayırt Etmenin Yolları
Neden kişisel yaşamımızda Parrhesiastes, yani hakikat anlatıcısı rolünü üstlenen bir dostumuzun olmasına ihtiyaç duyarız? Plutarkhos’un verdiği gerekçe, genellikle kendimize yönelik hakim ilişki biçiminden, yani philautia ya da kendini sevme ilişkisinden hareket eder. Bu kendini sevme ilişkisi, bizim için, ne olduğumuz hakkındaki sürekli bir yanılsamanın zemini olur. (s. 107)

Gerçek bir hakikat anlatıcısının söyledikleriyle davranış biçimi arasında bir uyum söz konusudur. (s. 109)

Platon, aşık insanın, aşk nesnesi söz konusu olduğunda kör olduğunu söyler. O halde eğer herkes en çok kendisini seviyorsa, insan kendisi söz konusu olduğunda kördür… (s. 112)

Söylediklerinin doğru olmasında değil, konuştuğun kimsenin bu doğruya katlanabilecek olmasına da dikkat et. (s. 117)

Bütün erdemlerin başlangıçta zayıf olduğunu, sağlamlık ve gücün zamanla geliştiğini söylemene gerek yok hiç.
Hem kötü, hem de iyi şeylerde, uzun süreli ilişki aşka yol açar. (s. 122)

İyi niyet zayıflığının eşliğinde yaşıyorum hep. Aslında yavaş yavaş zeminimi yitirmekten ya da beni daha da kaygılandıran bir şeyden, hep düşmenin sınırındaki biri gibi asılı kalmaktan ve belki de hissettiğimden daha kötü bir durumda olduğumdan korkuyorum; çünkü kendimizle ilgili özel konularda hoşumuza gidecek bir görüşe sahip oluruz ve taraflılık her zaman için yargı vermemize mani olur.
Kim kendine hakikati söylemeye cüret edebilir ki? (s. 125/126)

Sorunsallaştırma sürecinde düşünce ile gerçeklik arasında bir ilişki vardır. (s. 138)

Çeviren: Kerem Eksen
Ayrıntı Yayınları, 2005