26 Haziran 2010 Cumartesi

Dietmar H. Heidemann - Tinin Görüngübilimi'nde Hegel'in Duyusal Kesinlik Eleştirisi

Duyusal içeriklerin bilinci olarak bilme, kavramsal yetilerin kullanımı olmaksızın mümkün değildir; bu Hegel ve Kant'ın bu bağlamda ortak görüşüdür.
Kavram, Kant'ın transendental mantığında tanımladığı gibi kendisi aracılığıyla çeşitli tasarımların ortak bir tasarım altında düzenlenmesini sağlayan bir işlev niteliğindedir. Böylelikle kavram, niteliklerin biraradalığından farklı bir şey değildir ve altında ona ait olarak yer alan tek tek durumlara ortak bir yapı kazandıran analitik özdeşlik olarak düşünülür.
Duyusal bilinç dolaysız değildir.
Bilen olarak bilincin nesnelerle ilişkisinin dolaysız olması sadece kavramlar aracılığıyla mümkündür.
Kant, kendi kuramında görü ve kavramın şemalar aracılığıyla uzlaştırılmasını gerekli görmekte; Hegel ise duyusal kesinliğin epistemik açıdan eksik göründüğünü ve algılama sürecinde bir şeyi doğru kabul etmenin aşılması gereken biçimi olduğunu belirtmektedir. Bu sonuç Hegel'e naif gerçekliğe karşı ve dış dünyanın gerçekliğine karşı tam anlamıyla dile getirilmemiş kuşkucu bir agümanı yapılandırma yolunu açmaktadır.
İnsanlar şeylerden değil, şeylere ilişkin teorilerden rahatsız olurlar.

Çeviren: Müge Akpınar
Monokl,
Hegel Özel Sayısı
(s. 83-93)

Georg Lukacs - Tinin Fenomenolojisi'nin Merkezindeki Felsefi Kavram Olarak Entausserung (dışsallaşma)

Entausserung terimi, felsefi açıdan, bildiğim kadarıyla, hem bir nesneyi öne sürmenin öznenin bir dışsallaşmasını ya da yabancılaşmasını ima etmesi hem de nesnenin, aklın 'dışsallaşmış' bir edimi olarak düşünülmesi anlamında, ilk olarak Fichte tarafından kullanılmıştı.

...Schelling, 'koşullanmak' (bedingen) terimini, Hegel'in daha sonraları 'dışsallaşma' olarak adlandırılacağı şeyi betimlemek için kullanmaktadır.

Koşullanmak, ondan ötürü bir şeyin (belirli) bir şey olduğu eyleme verdiğimiz addır; koşullanmış (bedingt) ise, bir şey (ding) olmuş olandır. Ve bu, aynı zamanda, hiçbir şeyin kendisi yoluyla bir şey olarak konulamayacağını, eş deyişle koşullanmamış bir şeyin bir çelişki olduğunu açık hale getirir. Çünkü koşullanmamış olan, bir şeye dönüşmemiş ve dönüştürülemeyen bir şeydir. (s. 129)
Hegelci 'dışsallaşma' kavramında esas olarak üç aşamayı ayırt edebiliriz:
1) İlk olarak, bu kavram iktisadi ya da toplumsal bir türde her çalışmaya ve her insan etkinliğine ayrılmaz bir biçimde bağlı olan kompleks özne-nesne ilişkisine göndermede bulunur.
2) İkinci olarak, 'dışsallaşma'nın bilhassa kapitalist formu, eş deyişle Marx'ın sonraları 'fetişizm' olarak adlandıracağı şey söz konusudur. (s. 130)
Hegel'de kuşkusuz, insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler açısından, sosyo-ekonomik oluşumların fetişleşmiş nesnelliğini açıklayarak güçlü eğilimler bulunmaktadır. (s. 131)
3) Sonradan 'şeylik' ya da nesnellik ile eşanlamlı olacak olan 'dışsallaşma' kavramının geniş bir felsefi yayılımı söz konusudur. Bu, içerisinde nesnelliğin tarihinin resmedildiği formdur: Özdeş özne-nesnenin 'dışsallaşma' aracılığıyla kendisine geri dönen yolculuğunda diyalektik bir uğrak olarak nesnellik.

"...tin, kendisine bir öteki, eş deyişle kendi kendisi için bir nesne olma sürecine ve bu ötekiliği aşmaya bağlı olduğundan nesne haline gelir." Hegel (s. 132)

'Dışsallaşma' ile 'şeylik'in ya da nesnelliğin yanlış eşitlenmesi, Hegel'i, doğa ve toplum tanımında ve onları ayırt etme girişiminde oldukça yanlış ayrımlar yapmaya götürmektedir.
Tinin içinden geçtiği bu son form, yani doğa, onun canlı, dolaysız gelişim sürecidir. Doğa,-kendi olmadan yoksun bırakılan (dışsallaşmış) tin-, dış- varlığında bu 'kalıcılık'ının ebedi dışsallaşmasından ve özneyi yeniden kuran devinimden başka bir şey değildir. (Geist)

Hegel'e göre, insanlık tarihi başlayana kadar yeryüzünün tarihi tamamlanmıştır ve daha ileri bir gelişime tümüyle son vermiştir; ve henüz gelişmekteyken bile, Hegel'in onu resmedişi hatırı sayılır derecede çelişkilidir. (s. 134)

Onun amacı insan varoluşunun tikel karakterini açıklığa kavuşturmaktır ve o, nesnel idealizmin diyalektik alanında kendisine en yakın olan düşünürlerin (Schelling ve Goethe) doğayla haddinden fazla meşgul olduğu bir çağda, bunu yaptığı için suçlanmaktadır. (s. 135)

Hegel'in şemasında, tarihsel sürecin başlangıcı ve sonu çakışır; eş deyişle tarihin sonu, onun başlangıcında önceden tasarlanır. (s. 137)
Bu, tarihin kendini ortadan kaldırması anlamına gelir. (s. 138)

Yabancılaşma, emek ediminde, keskin bir biçimde nesnel gerçeklikten, nesneleşmeden ayırt edilir. (Marx'ın çözümlemesi) (s. 141)
Yabancılaşma, bu şekilde, insan yaşamının tüm öznel ve nesnel gerçekliğine nüfuz eder. Nesnel açıdan emeğin ürünü, insana hükmeden yabancı bir şey olarak görünür; öznel açıdan ise, emek süreci, yukarıda betimlenen şeyin yabancılaşmasına tekabül eden bir kendine yabancılaşmadır. (s. 142)

...Felsefi tin, kendi kendine yabancılaşması içine düşünen-eş deyişle kendisini soyutbir şekilde kavrayan-dünyanın yabancılaşmış tininden başka bir şey değildir. Mantık dışsallaşmış düşüncedir, dolayısıyla da doğadan ve gerçek insandan soyutlanan düşüncedir; soyut düşüncedir. (Marx, 1844)

Hegel bunu algılamaz ve yabancılaşmış düşüncenin yabancılaştığını fark etmeyi beceremeyerek, hatta onu yabancılaşmanın ortadan kaldırılabileceği araç olarak görerek, eleştirel olmayan bir idealizme kapılır ve gerçek yabancılaşma modelini başı üzerine çevirir. Bununla tutarlı olarak, Hegelci idealizm, insanı öz-bilinciyle özdeşleştirir. (s. 143)

Hegel'e göre 'dışsallaşma' eninde sonunda bilincin 'dışsallaşması' olduğundan, yalnızca bilinç tarafından, bilinç içerisinde aşılmalıdır. (s. 151)

Tarihsel açıdan, Hegel ile eşit düzeye ancak bir kişi yerleştirilebili: Goethe.
Fenomenolojinin hazırlık aşamalarının, Goethe'nin Faust'uyla uzun ve ayrıntılı bir meşguliyetin kanıtını sunması sadece birtesadüf değildir. Her iki çalışma da benzer bir özlemi ifade eder: İnsanlığın gelişiminin, gelinen noktada ansiklopedik bir açıklamasını vermek ve bu gelişimi, bizzat yasaları açısından, onun içkin deviniminde resmetmek.

Goethe ve Hegel, burjuva gelişiminin son büyük trajik döneminin başlarında yaşadılar. Her ikisi de ufukta burjuva toplumunun çözülmez çelişkilerini görebiliyordu; her ikisi de tarihin nasıl birey ile tür arasında bir uçurum yaratmakta olduğunu görebiliyordu. Onların büyüklüğü bir yandan, bu çelişkilerle korkusuzca yüzleşebilmelerinde ve onları felsefe ve şiirin en yüksek düzeyinde ifade etme çabalarında yatar. (s. 160/161)

...Goethe'nin Faust ya da Wilhelm Meister'inin keşfettiği yol ile, kabaca söylenecek olursa, Hegel'in Tinin Fenomenolojisi'ndeki tinin yolu aynıdır. (s. 161)

Çeviren: Doğan Barış Kılınç
Baykuş, Mayıs 2008, Sayı: 2 (s. 127-161)

Richard Gunn - Hegel'in Tinin Fenomenolojisi'nde Tarihin Başlangıcı ve Sonu

Fenomenoloji'de Hegel'in tarihi tanımanın/kabul görmenin bir tarihi olarak tasavvur ettiğini ileri sürüyorum. Tarihi o, tanımanın aldığı ardışık formların bir hikayesi olarak kabul etmektedir.

Hegelci tarihin başlangıcı ile sonu arasında, tanınmanın çarpıtılmış, tamamlanmamış veya yabancılaşmış formlarının bir dizisi mevcuttur. (s. 162)

Özgürlük-ki Hegel bunu öz-belirlenim şeklinde anlar- kendisi tanındığı zaman ancak bu adla göz önünde tutulur.
Tanınma ile özgürlük, karşılıklı tanınma gerçekleştiği vakit kendi hakları olan şeyi elde ederler ve aynı zamanda birbirleriyle çelişki içinde olmaya da son verirler. (s. 164/165)

Nesnelleştirilmiş veya şeyleştirilmiş bir ödül olarak tanınma mücadelesi, çelişkili veya yabancılaşmış tanınmanın aldığı bir form olduğu sürece kaçınılmaz olacaktır. (s. 169)

İnsan ile tin özdeş değildir.
Tinin neyse o olduğu şey olduğunu söyler.

Hegel'in görüşüne göre, Antik Roma'ya özgü yabancılaşmanın sonucu Hıristiyanlıktır: Özbilinç için bu dünyadaki (edimsel bilinç'in dünyasındaki) yabancılaşmanın telafisi, mükemmelliğin sözümona hüküm sürdüğü öteki-dünyasal bir öte-yanı (saf bilinç'in bir dünyası) tasarlamaktır. Roma sonrası dünyada tin kendisi için salt tek bir dünya değil, ikili, bölünmüş ve kendine karşıt bir dünya inşa eder.
Bu ikili olma yoluyla öz-bilinç, kurtulmayı amaçladığı yabancılaşmayı artırmaktadır.

Hegel, yabancılaşmanın modern dünyanın erken döneminde doruk noktasına ulaştığını ileri sürer: Çelişki sadece bu dünya ile öte-yan arasında değil, her iki dünya içinde de hüküm sürer. (s. 177)

Tarihin Sonu
Karşılıklı tanınmaya dayalı pratik gerçekleştiği zaman, ve yalnızca bu olduğunda, hakiki teori (veya Hegel'in ifadesiyle "bilim") mümkün olur.
Hegel Fransız Devrimi'ni, yalnızca tanınma oyuna girdiği vakit açık kalan bir fırsat penceresi olarak tasavvur etmektedir.
Tanınan şey sadece evrensel bir ide olarak özgürlük değil, özgürlüğün ondan ibaret olduğu tikel, kendini belirleyen eylemlerdir. (s. 181)

Tinsel kütleler'in yabancılaşmış bir dünyası, istikrardan ve böyle bir dünyanın kuvveti olduğu varsayılan ataletten yoksundur: Böyle bir dünyada her moment, kendi karşıtı ile zorunlu bir mücadele içinde varolur ve (bunun) sonucu, devrimdir.

Hegel'in toplumsal denklemindeki üç mefhumundan -yabancılaşma, yığın etkinliği ve terör- hepsi de bir diğerini çökertmekle tehdit etmektedir. (s. 183)

Çeviren: Ömer Şirin
Baykuş, Mayıs 2008, Sayı: 2 (s. 162-184)

Frederick C. Beiser - Hegel ve Metafizik Problem

Hegel, modern felsefenin boşaltım havzasıdır; çok sayıda akıntının ondan meydana geldiği ve ayrıldığı kaynaktır. (s. 199)

Schelling'e göre, kutlak varolmak ve kavranılmak için herhangi başka bir şeye bağlı olmayan bir şeydi. Mutlak, hem varoluşunda hem de özünde, diğer tüm şeylerden bağımsız ya da koşulsuz olandır. (s. 202)

Schelling ve Hegel, bu töz tanımından Spinozacı sonuçlar çıkarmada tereddüt etmediler. Spinoza gibi onlar da, yalnızca tek bir şeyin bu tanımı tatmin edebileceğini savundular: Bir bütün olarak evren.

Mutlak, evrenin nedeni değil, kendisidir. (Schelling)

Kişi felsefe yapmaya başladığında öncelikle bir Spinozacı olmak zorundadır. (Schelling)

Schelling ve Hegel, Kant'dan hiç de daha az olmayacak şekilde, mutlağı sanki o yalnızca belirli bir şeymiş gibi ele alan temel mantık hatasına karşı uyarırlar. (s. 203)

Schelling'in mutlağı "özne-nesne özdeşliği" olarak tanımlarken kastettiği şey, görünüşte Spinozacıdır: Zihinsel ve fiziksel olan, öznel ve nesnel olan, tek bir sonsuz tözün farklı yönleridir sadece.

Mutlak, basitçe bir makine değil, bir organizmadır, kendinden meydana gelmiş ve kendini örgütleyip düzenleyen bir bütündür. (Schelling) (s. 204)

Zihin, maddenin en yüksek düzenlenim ve gelişim formu; madde ise, zihnin en alt (seviyede) düzenlenim ve gelişim formudur.

Hegel, Fenomenoloji'nin önsözünde, mutlağa ilişkin Schelling'in formülasyonunu doğrulamanın zorunlu olduğuna inanır. (s. 205)

Schelling ve Hegel, metafiziklerinin olanaksızlığı konusunda ikna olmuşlardı; bunun başlıca nedeni ise, onların metafiziği bilimsel natüralizmin bir formu olarak, yaşadıkları çağa özgü yeni doğa bilimleri için uygun felsefe olarak kabul etmeleridir. (s. 207)

Kant ile Hegel arasında temel bir düğüm noktası bulunmaktadır: Doğanın bir organizma olduğunu bilebildiğimizi Kant inkar ederken, Hegel bunu onaylar. (s. 208)

Özne-Nesne özdeşliği nerede temellendirilecektir?
Fichte'nin (buna) cevabı, yalnızca bir tür bilginin talep edilen özne-nesne özdeşliğinin koşullarını gerçekleştireceği yönündedir: Kendisinin bilgisi (öz-bilgi).
Yalnızca kendinin bilgisinde, bilen özne bilinen nesne olarak bir ve aynıdır. Dolayısıyla, Fichte için kendinin bilgisi, tüm bilginin paradigması (çekim kaynağı) haline gelir. (s. 211)

Özne-nesne özdeşliğinin öznesinin, 'sonsuz' ya da 'mutlak' bir ben/ego olduğunu iddia eder.
Gerçekliğin tümünü kapsayan bu mutlak ben, tam da kendini bilme ediminde nesnelerini yaratır. O ilahi bir zihindir (divine intellect), Kant'ın üçüncü Eleştirisi'nin intellectus archetypusudur. (s. 212)

Metafiziğe keskin bir şekilde karşı çıkmasına bağlı olarak Fichte, mutlak benin gerçekleştiremeyeceğimiz bir amaç olduğunu vurgular. Sonlu ben, sonlu olmaya son vermeksizin ve bizzat tanrının kendisi olmaksızın bunu elde edemez. Gelgelelim, sonlu ben doğayı, kendi rasyonel amaçlarıyla uyumlu hale getirerek onun üzerinde kontrol kurmak için ne denli çabalarsa, idealine o denli yaklaşmış olur.
Öyleyse, Fichte'nin 1794 tarihli Wissenschaftslehre'sine hakim olan tin, tam anlamıyla pragmatiktir: Bilgi tefekkürün değil, eylemin bir sonucudur. (s. 213)

1800'lerin başlarında Schelling, mutlağın bilgisini sağlamak ve gerçekleştirmek için ayrıntılı bir epistemoloji geliştirdi. Bu, onun 'felsefi inşa/konstrüksiyon' ya da 'zihinsel sezgi' teorisiydi.

Felsefi inşanın hedefi, her bir tikelin özdeşliğini tüm şeylerin bütünü ile kavramaktır.
Böyle bir bilgiyi elde etmek için, bir şeye, başka şeylerle ilişkisinden ayrı olarak, bizzat kendisini temel alarak odaklanmamız gerekir.
Herhangi bir tikel şeyi eksiksizce kavramak yoluyla, tüm tikel farklılıkların içinde gözden kaybolduğu mutlağın, bütünün bilgisine ulaşırız. (s. 215/216)

Zihinsel sezgi en iyi ihtimalle kanıtlanamayandır, en kötü ihtimalle ise boştur.
Felsefi inşa yöntemi bir tikelin bir bütün içindeki açıklayamaz; çünkü onun belirgin tüm farklılıklarından soyutlama yapar.
Hegel'in zihinsel sezgiyi reddedişi, kendisiyle mutlağın bilineceği bir diskürsif yöntem bulmaya onu mecbur etti. (s. 217)
Bu meydan okuyuşa Hegel, ünlü diyalektiği ile karşılık vermiştir. (s. 218)

Çeviren: Güçlü Ateşoğlu
Baykuş, Mayıs, 2008, Sayı: 2, (s. 199-219)

Wolfgang Bonsiepen - Hegel'in Tinin Görüngübilimi Kitabının Problemleri

Çalışma, yayınlanmasından sonra olduğu gibi, antropoloji, sosyal psikoloji, tarih felsefesi, bilgi kuramı ve mantığı birbirine çok başarılı bir şekilde bağladığı için büyük bir etki yaratmaktadır ki bu, sözü edilen disiplinlerin daha sonraki ayrışmasından sonra imkansız görünen bir başarıdır.
Hegel, Kant'ın transendental felsefi başlangıcını ve Fichte'de olduğu gibi Schelling'teki transendental idealizm sistemlerini terk eder ve Schelling'in özdeşlik sistemindeki ontolojik yanı devralır.
Özellikle Hegel'in inanç ve bilgi adlı yazısı Kant ve Fichte'nin transendental felsefelerine karşı yönelir, Hegel burada, sonsuz olanın düşüncesinde ve görünüşünde öznelliğin tüm sineklerinin yıkılması gerektiğini talep eder. Hegel'in Fichte ve Schelling'in Felsefe Sistemleri Arasındaki Fark (1801) adlı ilk felsefi yayınında mutlak olan, kendinden oluşan ve yaşamın çıkmasına izin vermek için kendi uçurumunda tüm sonlu varlığı saklamak zorunda olan 'yokluk' olarak anlaşılmıştır.
Hegel, mantık ve metafiziğe giriş yazılarında bilinci bilinç yapan deneyim kavramını geliştirmiştir.
Hegel, bilinci kendi kendine dayanan negatif birlik olarak anlarken, bilinç, saf ilgi-kuramsal bir teori içinde düşünülmektedir.
Özbilinç
Özbilinç kavramı da negatif birliğin bir formu olarak anlaşılmalıdır. Hegel, transendental filozoflar gibi özbilinçten değil, aksine bilinçten yola çıkar.
Gerçek özbilinç Hegel için, böyle soyut bir pozisyon değildir, aksine o başka bir özbilincin bulunduğu yerde varolur.
Eğer köle, çalışmasıyla kendini özgürleştirirse ve efendinin egemenliğini alt ederse, tekil olan genel olana dönüşür.
Tözün özne oluşu: Birey, doğal varlığından vaz geçerken, tarihsel dünya ile çatışma içinde kendini kendinden, töz kendini gerçekleştirmelidir.
Ernst Cassirer, Hegel'in çalışmasını bu anlamıyla okumuş gibi görünür. O sembolik formların felsefesinde modern görüngübilime dayanmamaktadır, aksine Hegel'in görüngübilim'ine dayanmaktadır. İfade işlevi, temel işlevi (dil), ve anlam işlevi (bilim) onun için sembolik bilginin formlarıdır. Cassirer, Kant geleneğinin yasa kavramına sıkıca bağlıdır ancak görür ki, bu ancak sadece sembolize edilebilir ve başka bir tözsel olan şeye atıfta bulunur. Çok istenirse eğer Cassirer'in düşünce çizgisinin ilerlemesinde estetik bakış açısının benimsenmek zorunda olduğu söylenebilir.

Çeviren: Toros Güneş Esgün
Monokl
Hegel Özel Sayısı
(s. 66-82)

Müzik: Nilleshna



Bu, o değil
---
Hepsi böyle

Domenico Losurdo - Klasik Alman Felsefesinde Devrim Kategorileri

Fransız Devrimi savunucuları Almanya'da özellikle Kantçı felsefeden ilham almışlardır.
Ahlaki kategorilerin rolünü güçlü bir şekilde daraltarak doğa sürecinin nesnelliğine dayanırlar. (s. 56)
Tinin Fenomenolojisi'nin 'Mutlak Özgürlük ve Korku' bölümünün başında dendiği gibi, bir devrimle ancak gerçekliğin hakikatten dönüşümü yönünde bir ilerleme varsa karşı karşıya bulunuruz.
Aslında doğada tam anlamıyla yeni olan hiçbir şey meydana gelmemektedir, çünkü doğadaki değişim temelde döngüseldir ve bu yüzden kendisini aynı olanın yinelenmesi olarak gösterir. (s. 60)
Tinin yolu dolayımdır, dolambaçlı yoldur. Tarih düz bir çizgi halinde ilerlemez, aksine zikzaklar çizer.
Tinsel ilerleme 'basitçe uzam ve zamanın dirençsiz ortamındaki bir hareket değildir; tersine, mevcut olana karşı iştir, emektir. (s. 64)
Hegel, 'yadsımanın korkunç gücü'nü yüceltmektedir ve 'yadsıma' Mantık'ta merkezi bir kategoridir. (s. 67)
Hegel, terörü, tam da nesnenin tüm unsurlarına, eş deyişle mevcut, s,yasi ve toplumsal düzenin her alanına 'sızmış' 'yadsıma'nın zaferi olarak betimler; onda trajik olansa, yeni bir olumluluk inşa edememektir.
Hegel'e göre yadsıma sadece öznenin bir etkinliği değildir; her şeyden önce, bizzat nesnelliğin içinde barınmaktadır. (s. 68)
Hegel'e göre Reformasyon bir 'ana devrim'di (hauptrevolution).
Olanaklılıktan edimselliğe geçiş -Hegel bir kez daha Fransız Devrimi'ni ve büyük tarihsel değişimleri düşünmektedir- çelişkilerin bir çeşit barut fıçısında birikmesiyle dolayımlanmaktadır; onun patlamasını ancak yüzeysel bir bakış açısı rastlantısal diye belirleyecektir. (s. 70)
Hegel, Mantık ile Fransız Devrimi arasındaki bağlantıyı bizzat kendisi vurgulamaktadır. (s. 71)
Mantık -> Çelişki
Devrim -> Giyotin

Çeviren: Gülsüm Depeli
Baykuş, Sayı: 4, Haziran 2009 (s. 65-76)

25 Haziran 2010 Cuma

Jean-Marie Vaysse - Heidegger ve Alman İdealizmi

Heidegger'in Kant'a yaklaşımı
"Fichte ve Hegel'in aradıkları bir temel'in (Grund) yerinde Kant için sadece uçurum/sonsuz derinlik (Abgrund) olabilirdi." (s. 259)
"Leibniz, Kant, Fichte, Hegel ve Schelling'teki sistematiğin eşsizliği -doğası gereği çeşitli olan bir eşsizlik- hala kavranılmadı. Bu düşünürlerdeki sistematikliğin büyüklüğü, Descartes'ta olduğu gibi ego ve substantia finita olarak özneden dışarı açılmasında değil; ya Leibniz'de olduğu gibi monaddan, ya Kant'taki gibi imgelemde köklenen sonlu anlama yetisinin transendental özünden, ya Fichte'de olduğu gibi sonsuz benden, ya Hegel'de olduğu gibi mutlak bilgi olarak tinden dışarı, ya da Schelling'teki gibi, her tikel varlığın zorunluluğu olarak özgürlükten dışarı açılmasından kaynaklanır; öyle ki, Schelling'te böyle bir varlık olarak o, temel ile varoluş arasındaki ayrım yoluyla belirlenmiş kalır." Heidegger.
"Aklın poetikleştirici karakterini ilk defa fark eden kişi ve transendental imgelem öğretisinde onun üzerine düşünen kişi Kant oldu. Alman idealizminin metafiziği içinde Fichte, Schelling ve Hegel tarafından geliştirilen mutlak aklın özü kavrayışı, bütünüyle Kantçı imgelemsel poetikleştirici bir güç olarak aklın özü anlayışı üzerin(d)e temellenmiştir." Heidegger (Nietzsche) (s. 260-261)

Modern akıl, kendi varlığı içinde nesnellik olarak anlaşılmakta olan bir varlığın -kesinliği kendisinden gelen- tasarımı olarak öznellikten başka bir şey olmadığı sürece, varolan şeyi imgeleyen, kendisi için biçimlendiren yetiden başka bir şey de değildir.

Kant aklı, anlama yetisinin edimlerinin sistemli hale getirilmelerinin sonucu olan idelerin daha yüksek bir yetisi olarak kavrar.
Kant, gerçekte bilginin özünü deneyim olarak tanımlarken, bu bilgi için, onun eleştiri olarak doruğa çıkabileceği bir zemin oluşturmadığı sürece eleştirinin de kendisi için bir temel ortaya koyamayacağı görülür. Sonuç olarak görünen o ki, der Heidegger 'böyle bir hedefi, bitimsizliği ve dolayısıyla da temelsizliğe yol açabilecektir; öyle ki, Kant'ın kastettiği eleştiri hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla, bir temel yoksunluğu anlamında uçurum görünür hale gelir ve Alman İdealizminin vereceği cevap da bu temel ortaya koyma talebine yöneliktir. (s. 261/262)
İmgelem, ideler üretme gücüdür, bu gerçeğin idealle birlikte, formun özle birlikte şekillenmesidir (Einbildung).
Her durumda da imgelem, modern aklın mutlaklaştırılması ve onun içkinlik anlamının açımlanması için can alıcı hale gelmiştir.
Alman idealizmini ve baştan sona modern metafizik düşünceyi yöneten Leibniz, onların Schelling ve sonrasında Nietzsche tarafından tüketilecekleri noktaya kadar etkisini sürdürür. (s. 263)
Alman İdealizmi, Descartes'tan çok Leibniz'e borçludur. O, töz ile özne özdeşliğini ortaya koyan ilk kişidir.
Mutlak bilginin ansiklopedik anlamda her şeyi bilmeyle bir ilgisi yoktur; mutlak bilgi, kesinlik olarak kavranan hakikatin düzeninde varlığın öznellik olarak önceden içerilmesine karar veren modern aklın matematiksel karakteriyle uygunluk içinde, koşulsuz ve kesinliği kendinden bilgidir.

Hegel, Schelling, Nietzsche
Hegel için tinin kendini açması anlamına gelen felsefe, mutlak bilgiye erişinceye dek metafizik terimlerle ele alınması gereken felsefe tarihiyle özdeştir. (s. 264)

Tarihsellik sorunun kavrayan ve Yunanistan'da başlatılmış olan Batıya özgü düşünce tarzı anlamında felsefenin özünü anlayan ilk kişi Hegel'dir.
Hegel tarihi yazgı olarak anlıyorsa, (bu) yazgıyı o, 'mutlak öznenin öznelliğinin üretim süreci ve bu sıfatla onun zorunlu eylemi' olması anlamında diyalektik devinim olarak mutlak öznellik zemininde yorumlar. (s. 265)
Metafiziğin tamamlanışı, Hegel'e ait, iradenin tini anlamına gelen mutlak bilginin metafiziği ile başlar.

Hegel ve Schelling
Schelling üzerine dersinde Heidegger, (onun) 1809 yılındaki denemesinde, 'Hegel'in Mantık'ını, daha o yayımlanmadan paramparça ettiğini ve özgürlüğü, iyi ve kötü için özgürlük olaraqk kavramakla sistemin olanağını yıktığını savunur. (s. 266)
Schelling, tıpkı Nietzsche igib zemini (grund) varoluştan ayırmak suretiyle metafiziği bir aşma girişimine işaret eder. (s. 267)

Nietzsche
İnsanın özü, daima, her durumda farklılık gösterecek şekilde mutlak öznelliğin bu iki formuna dahil olur. İnsanın özü, evrensel olarak ve tutarlı bir biçimde, metafiziğin tarihi boyunca animal rationale olarak kurulur. Hegel'in metafiziğinde spekülatif bir şekilde diyalektik olarak anlaşılan rationalitas, öznellik için belirleyici olur; Nietzsche'nin metafiziğindeyse animalitas kılavuz olarak alınır. Kendi özsel tarihsel birliklerinde görüldüklerinde, her ikisi de rationalitas ve animalitası mutlak geçerliliğe taşırlar. Heidegger (Nietzsche)

Öznelliği Hegel, akıl ve akla uygun irade olarak kavrarken, Nietzsche onu, güç iradesi olarak, dürtülerin ve etkilenimlerin öznelliği olarak anlar. Platonculuğu tersine çevirmekle Nietzsche, Alman İdealizmini de ters-yüz etmiş olur.

Alman İdealizmi bizi bir yandan Leibniz'e diğer yandan ise Nietzsche'ye geri götürür. (s. 269)

Hölderlin ve Spekülatif Metafiziğe Karşı Koyuş
Hölderlin, öznelliği varlığın anlamı olarak anladığı sürece, Alman idealizminin temellerini sorgulayan ilk kişidir. Ayrımı öznellik temeli üzerinde yeniden kurmaya çalışan girişime karşı çıkmıştır.
Hakikat, mevcudiyetin açılması olmaktan ziyade, yalnızca transendental özne tarafından kurulmuş nesnelliktir.
O gezginci bir düşünürdür, sürgün düşünürdür; aynı zamanda vaat edilen bir ve her şey ülkesine işaret eden Musa'dır. (s. 270)

İlk durumda köken, kendisini kendi ortaya çıkmasında gösterir. Bununla birlikte, bu ortaya çıkmaya eşlik eden, ondan ortaya çıkmış olan şeydir. Köken buna kendisinden, gerçekte öyle bir yolda serbest bırakmıştır ki, o kendisini ondan ortaya çıkmış olduğu şey içinde göstermez, bununla birlikte kendi görünüşünün arkasına saklanır ve geri çekilir. En yakın yuva bile, hala anayurdunun civarında değildir. (Heidegger) (s. 272)

Tarih, akıl tarafından yönetilmez; içinde olagelmenin geleceği yönettiği hedefi belirlenmiş bir zorunluluk alanıdır.

Hegel'in öz ile temeli özdeşleştirdiği yerde, Wesen (olma) ile Abgrund'un (uçurum/sonsuz derinlik) oyunu, sürekli olarak Gewesenes'ten yeniden başlayan oyun düşünülmek zorundadır. Şüphesiz orada, Kant'ın görmüş olduğu, Schelling'in Hegel'e karşı çıkmak için yeniden keşfetmeye çalıştığı, Hölderlin'in ise, başka bir şekilde deneyimlediği bir uçurum yer alır. (s. 274)

Çeviren: Metin Bal
Baykuş, Sayı: 2, Mayıs 2008, (s. 258-274)

23 Haziran 2010 Çarşamba

Heidegger - Anlama ve Yorum

...yorumda anlama farklı bir şey değil, tersine kendisi olur.

Önerme, yüklemeden/hüküm vermeden başka bir şey değildir. Bir yüklem bir özneyi dile getirir. Yüklem özneyi belirler.

...bir şey hakkında çok konuşma şeylerin özlerini örter ve anlaşılan şeye açıklık konusunda yanlış bir izlenim verir. Bu, sıradan ve basit olanın anlaşılmazlığıdır.


Heidegger ve Hermeneutiğe Dönüş - David Counzens Hay

Hermeneutik yaklaşım insanı "özne" yani dünyadan ve dünyadaki pratik aktiviteden kopmuş bir bilen olarak anlıyor.

Yorum kesinlikle bir olgular yığını değildir. Aksine bu olguların nasıl mümkün olduklarının izahıdır.

Olduğun şey ol.

Olduğumuz şey olmamız iki nedenle yorumu gerektirir. İlkin hem kim olduğumuz hem de olmak istediğimiz kişi olmaya nasıl devam edeceğimiz konusunda bir yoruma sahip olmadıkça olduğumuz şey olamayız.

İnsan Bilimlerine Prolegomena
Hüsamettin Arslan
Paradigma, 2002

Heidegger - Dilin Doğası

Bir şeyin tecrübesine maruz kalmak, bu şeyin bir kadermişçesine başımıza gelmesi, bize çarpması, bizi etkileyerek dönüştürmesi demektir.

Dil ile maruz kaldığımız tecrübede dil kendini dile getirir.

Sözün bittiği yerde hiçbir şey varolamaz.

Dilin varlığı - Varlığın dili

Dil kendini konuşmada gizler.

Herfler seslerin göstergeleri, sesler zihin tecrübelerinin göstergeleri ve sesler ile harfler şeylerin göstergeleridir.

Söyleme; ifşa etmek, görünür kılmak, dünyanın aydınlatıcı, ifşa edici takdimi demek. Du durumda, yakınlık kendisini dünyanın bölgelerinin birbirleriyle yüzyüze geldiği devinim durumu olarak ifşa eder.

Dil, kelimelerin/sözlerin yok olduğu yerde ortaya çıkar.

Göstergenin bir şeyi gösteren bir şeyden dizayn eden bir şeye dönüşmesinin kökleri hakikatin doğasının değişmesindendir.

Kendi başına dil, bir ürün değil, aktivitedir. (Humboldt)

Dil, dildir -> Bu bir teknoloji değildir.

Dil konuşur.

Dil, sessizliğin melodisi olarak konuşur. Dil, yani sessizliğin melodisi farklılık gerçekleştiği ölçüde dildir. Dil şeylerin ve dünyanın farklılığı gerçekleşirken veya olagelirken konuşmasını sürdürür.

İnsana doğasını armağan eden şey konuşmadır.

İnsan Bilimlerine Prolegomena
Hüsamettin Arslan
Paradigma, 2002

Marquis de Sade - Yatak Odasında Felsefe

Kendimi yoksun bırakmak istediğim zevkler, ruhumda büyük bir şiddetle boy gösterdiler ve anladım ki insan benim gibi hovardalık için doğmuşsa eğer, kendini frenlemeyi boşuna hayal etmemeli; ateşli arzular bu frenleri çarçabuk parçalar. (s. 14)
Tuhaf zevkleri olanlar için hayıflanabiliriz ama onlara asla hakaret etmemeli; onların kusuru doğanın kusurudur. (s. 15/16)
Din olmadan yasalar ne işimize yarar.
Günümüzde akıl yürütmeyi bilen insanların tek sistemi ateizmdir.
Din, özgürlük sistemiyle bağdaşmaz.
Özgür insan Hıristiyanlığın tanrıları karşısında asla eğilmez.
Tüm fikirlerimiz karşılaştığımız nesnelerin temsilleridir. Nesnesiz bir fikir olduğu kesin olan Tanrı fikri bizde neyi temsil edebilir.
Töre; insanın görevleri daima şu üç farklı ilişki içinde ele alındı;
1) Vicdanın saflığının yüce varlık karşısında dayattığı görevler.
2) Hemcinsleriyle birlikte yerine getirmesi gerekenler.
3) Son olarak da yalnızca kendisiyle ilişkili görevler.

Çeviren: Kerim Sadi
Ayrıntı, 2002

Maurice Blanchot - Öteye Adım, Yok Ötesi

Maurice Blanchot – Öteye Adım Yok Ötesi

Blanchot için yazmak bir takıntı hali, ölüme yönelik takıntıdan farkı yok bunun. Ölüm bir sınır, ötesi yok. Tam o noktada bir sınır deneyimi olarak yazmak. Yaptığını/yazısını bu şekilde tanımlamış (başarılı bir halkla ilişkiler çalışması).
Metin boyunca yarım kalmış, yarım bırakılmış intibaından kurtaramadım kendimi.

Ölüme dair yaygın olarak duyduğumuz sözlerden biridir; “zamansız öldü” (zamanını belirleme şansımız varmış gibi…) bu ifadeye atıf yapar gibi yazıyor Blanchot; sözcükleri kesilmiş, sonlandırılmış, öldürülmüş gibi. İnsanlar gibi sözcükler için de ölüm hali mümkün mü? Ya da sadece ölümü vurgulamak üzere böyle bir tarz ortaya koymuş.

Ölüme alışık değiliz.
Ölüm düşüncesi, ölümü düşünmemize yardımcı olmaz.
Yazının sınırında hep sessiz yaşamaya mecbur olmak...
Yarım yamalak bir an mı
Kesinlikle bir yalan mı
Oturmamış bir hakikat mi
Sessiz bir arzu mu
Belleğin o katı mutsuzluğunda sanki herkes belleği sahiplenebilirdi ama unutmak kimsenin değildi.
Geleceğin boşluğu, ölüm orada geleceğimize sahiptir.
Geçmişin boşluğu, ölüm orada mezarı olan varlıktır.
Tarih, rastlantının başka türlü söylenişidir.
Yaşam, ölümün yasakladığı şeydir.
Kurtar beni uzun sürmüş bu sözden.
Ben bilmiyorum, bilmemeyi becerebilecek bir ben yok.
Uzaklar yakını çağırır.
Ama eğer her an zaten yok olmuş olsaydım hangi varlığın gölgesini sahiplenecektim ki. Bir yanıtın eksikliğinden oluşan garip boşluk.
Yasaya karşı gelme; gerçekleşmesi olanaksız olanın önlenemez gerçekleşmesidir ve ölüm eylemi işte (tamda) budur.
Ölmek hayalden, hayallere özgü ağırlıktan daha hafiftir.
Bilgi kaygı verir ama gene de kaygı bilmeye bağlı değildir.
Sanki bilme, bilmeye dayanamayacağımız şeyi bilmemiz için bize verilmiş gibidir.
Yaşamın barındırdığı umut olmadan yaşama karşı umudun dönüşümü de olmadan (buna saldırganlık deniyor) yaşamak, yaşamak mıdır, ölmek midir?
İçinde yok olduğum, herkesin bendeki kaygısı.
Kendinden kurtulmak için başkalarından yararlanmayı düşünme; kendine mahkumsun, başkasını benimseyebilmek için bir başkasının daha olması gerekir. Ama ben, sen olarak hiçbir şey değilim. Hiçbir şey.. İşte gereken de bu zaten, dayanılmaz olan hiçbir şeye dayan.

Yakın olanın uzak olana övgüsü...

Kurtar beni uzun sürmüş bu sözden...

---
Notlar

Nami Başer’in giriş yazısından
Sanki ucunda ölüm vardır söylediklerinin.
“Öteye adım” bir gerçekle karşılaşmıştır arada: ötesi yoktur. Ötesi ölümdür. Bu iki arada bir derede olmanın bir tür topografisini bize sunmaktadır yazar.
Bu metin, böyle bir uçurumun, atılmayan adımın uçurumun kenarındaki tutanağıdır.

Edebiyat, ölüm ülkesine bir iniştir; bir kendinden geçiş, bir kendinden ayrılıştır.

Öteye Adım Yok Ötesi / Notlar

Bu duruma bir bakalım.
Ölüme alışık değiliz. (kitap bu cümlelerle başlıyor. (s. 19)

Ölüm düşüncesi, ölümü düşünmemize yardımcı olmaz.
Ölürken düşünmeyebilsek bile düşünürken ölmekteyizdir: her düşünce ölüme gebedir; her düşünce, son düşünceye dönüşmektedir.

Dünyanın geçmişinden kalan bir miras vardır. Onunla ilişkin (…) seni belirledi. (s. 21)

Sadece bir sözcük, belki fazladan bir sözcük, hep fazladan olduğu için hep eksik olan bir sözcük. Bir sözcükten başka hiçbir şey değil. (s. 24)

Benliğin ötekiyle ilişkisini düşünmek zor (o, bu ilişkiyi açıklamaktadır).

Yazının sınırında, hep sensiz yaşamaya mecbur olmak. (s. 26)

Aynı olanın Ebedi Dönüşü…

Geçmiş, deniliyor, gelecekle aynı olmaktadır. Demek ki artık fiil kipleri bir tane, daha doğrusu ikili bir kip var, sonraya bırakılan bir aynılık… (s. 32)

Ebedi dönüş yasası geleceği geçmişte yaşamayı, geçmişi geleceğe bağlamayı sağlar, geçmişle gelecek değiş tokuş edilemez yine de…

Geleceğin boşluğu: orada ölüm geleceğimize sahiptir. Geçmişin boşluğu: ölüm orada mezarı olan varlıktır. (s. 35)

Kurtar beni uzun sürmüş bu sözden. (s. 74)

Ölmek insanı kaygıdan kurtarır.

Acılı ağız huzurla konuşuyordu.

Ölüm, ölümden kurtarır…

Le pas au-dela
Türkçeleştiren: Nami Başer
Ayrıntı Yayınları

2000

Richard Leppert - Sanatta Anlamın Görüntüsü

Sanatta Anlamın Görüntüsü
İmgelerin Toplumsal İşlevi

Günümüzde anlamın çerçevesini çizen şey medya ve reklamdır.

İmgeler bizlere asıl dünyayı değil sadece dünyalardan birini gösterir.

Görebilmem için bir şeyler bilmem gerekir.

Avrupa portreciliğinin teamülü, seçkinler resimlerde dişlerini asla göstermemeliydi. Yoksullar içinse bunun tersi. Görsel kapalılık seçkinlerin kimlik sorusunu işaret ediyor.

Seyirde sergilenen her hangi bir eseri incelemeninde belli koşulları vardır. Müzelerin kendilerine özgü adabı muaşereleri vs. Bütün bunlar esere nasıl bakacağınızın çerçevesini oluşturur ister istemez.

Güzellik saygı ister.

Sanat ile iktidar arasındaki bağlar Jea Baudrillard'ın işaret ettiği gibi paranın sadece sanatı değil aynı zamanda prestij satın aldığı modern sanat müzayedeleriyle ilgili olarak betimlenebilir.

Temsil tehlikelidir. Tam da mahiyeti gereği, asla temsil ettiği şeyin kendisi olamadığı için... Platon görmenin inanmak için yeterli olmadığının farkındaydı.

Tromp l'oeil
Kandırmacanın ortaya çıktığı andan itibaren resmin konusu sanatçı ve sanatçının zanaatidir.

Natürmortun kusuru nesneleri öne çıkararak onlara ayrıcalık yüklemesinin yanında anlatıdan yoksun oluşuydu.
Natürmort genellikle paraya dairdir.
Arzu + Haz + Öznellik = Natürmort

(Günebakanlar)
Van Gogh'un resmi başkalarının çıkar ve taleplerine karşı direnmektedir.

Vanitas; Katharsis olarak ölüm fenomeninin natürmorta hakim olması bu sözcükle adlandırılır.

Weenix'in ölü bir kuğuyu resmettiği av resmi 17. yy burjuvazisinin öncelikli tercih alanına iyi bir örnektir. Bu tip resimlerde ana tema ötekinin ölümü ve haliyle benliğin mutlaklığının (ölümsüzlüğünün) onanmasıdır.

Av resimleri medeniyetten nasiplenmemiş iktidarın talebinden öte bir şey değildir. Kısmen bu önermeyi onamak maksadıyla yapılanlar dışında (Velazquez).

Ölü hayvan sahneleri herşeyden önce ötekinin bastırılması ve öldürülmesinin itici gücü üzerinden hayatı iktidara bağlayan görsel düzeneklerdir.

Avlanma eylem göstergebiliminde, her türden mülkiyet üstündeki eril egemenliğini ve toplumsal düzenin simgesel tahakkümünü ortaya koyan İngiliz üst sınıflar arasında erkeklere özgü bir etkinliği işaret ediyordu.

Kutsal kitaplarla ilgili olarak tesis edilmiş bir imgeler alfabesi vardı; kartalın simgelediği görme, İsa'nın kör bir adama şifa vermesi temasıyla bağlantılıydı. Ayna, Adem ile Havva'nın cennetten kovulması temasıyla; işitme, Vaftizci Yahya'nın vaazıyla; tatma, bin bir kişiyi doyuran ekmek mucizesiyle; koklama, Bakire Meryem'in İsa'nın ayaklarını yağlayarak kutsamasıyla ve dokunmada İsa'nın su üstünde yürümesi mucizesiyle. (s. 140)

Gülümseyen yüzler; ahlaksızlık, aşırılık ve sıradanlık olarak karşılık buluyor. Asillerin yer aldığı resimlerde yüzler daima mağrur iken köylüler ve alt sınıftan insanları konu edinen resimlerde yüzler daima gülümsüyor.

Ressam kendi kültürel kimliğini tabloya baktığı nokta ile açığa vurur (Brueghel).

Havva'nın hikayesi asla bitmez, dolayısıyla erkeğin çileside.

Erkek seyirciler için çıplak kadın resmine bakmak, normal olarak, hayali de olsa erkek iktidarının teyidi olarak işlev görür. Çıplaklık utanmayla ilgili olduğu kadar cinsellikle de ilgilidir.


Çeviren: İsmail Türkmen
Ayrıntı, 2002

21 Haziran 2010 Pazartesi

Pierre Ducasse - Büyük Felsefeler

Bazı filozoflar insan etkinliğinin edindiği deneyime başvururlar. Hint düşünürleri ise tam tersine hep bilinçsiz ruh hallerimizi ve etkinliğimiz dışında kalan şeyleri öne sürerler. Hint yaratılışı insanı ve toplumu gölgede bırakır.
İnsan ancak kendisinden kaçmak yoluyla dünyadan kaçabilir. Bu da ancak hipnotik esrime yoluyla gerçekleşebilir.
Herşey görünüşten ibarettir. Bu görünüşün gücüde bizim onlara verdiğimiz bağlayıcı nitelikten ileri gelir. Kendini dünyadan kurtarıp özgür kılmak onu katıksız gerçekdışılığını iyice görmek demektir.
Çin düşüncesinde ise tam tersine insanın nesnelerin ahlakına ve somut şevkine yöneltilmiş gerçek bir ayak uydurma dehasını buluyoruz.
Antik Yunan
Anaksimandros'a göre ilk madde sonsuzdur. Herakleitos tüm çelişkilerde tek bir çelişkinin imgesine rastlar. Bu, süreklilik (veya birlik) ile değişkenlik (veya uyumsuzluk) arasındaki çelişki.
Phitagorasçılara göre yüce yasa uyumda, soğuk-sıcak gibi çelişkiler sistemi oluşturan birbirine karşıt kavramlar arasındaki uyumda bulunur.
Özdeşliğin hiçe sayılması çelişki getiriyor o halde gerçeğe ulaşan tek yol bu katıksız özdeşliği kabullenmekten, kanıtlamaktan ibaret. Hem de içerdiği tüm sadelik ve kusursuzlukla. Parmenides'te imgelem eşsiz varoluşu karşılığı olan simetrik şekilden ayırmaz.
Zenon'un ileri sürdüğü düşünceler Parmenides'in tezini yerleştirmek, varlığın varlığını kabul ettirmek amacını güder.

Çeviren: Nihan Önol
Varlık, 1972

Susan Sontag - Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş

...Kafka'da toplumsal alegori bulanlar, yapıtlarında çağdaş bürokrasinin yarattığı sıkıntıların sonucunda doğan buyurgan devleti savunurlar.
Ruh çözümleme alegorisi bulanlar, Kafka'nın babasına karşı duyduğu umarsız korkunun hadım edilme endişelerinin iktidarsızlık duygusunun düşlere sığınmasının örneklerini bulurlar.
Dinsel alegori olarak görenlerse Şato'daki Bay K.'yı cennete girmeye çalışan biri, Dava'da Joseph K.'yı ise Tanrı'nın amansız gizemli adaletiyle yargılanan biri olarak kabul ederler.
Yorumları bu şekilde kendine çeken bir diğer yazar da Samuel Beckett'tır. O'nun içe dönük bilinciyle (en temel öğelerine dek soyulmuş koparılmış, çoğu zaman bedensel hareketsizlik) işlediği zarif oyunlarını da modern ya da ruh çarpıklıklarının alegorisi olarak yorumlarlar.
Sanatta gereksinim duyduğumuz şey yorumbilim değil sevgibilimdir.
Kuramsal olarak biçemin içerikten sıradan biçimde süzülüp ayrılabileceğini reddetmekle kendilerini yeterince güvenceye almış sanırlar.
Oysa yargılarında kuramda reddetmeye hevesli oldukları şeyin üzerine basmaktan geri durmazlar.
Biçemlendirme tamde bir sanatçının hiçte kaçınılmaz olmayan o madde tarz/izlek biçim ayrımını yaptığı zaman yapıtında ortaya çıkan şeydir.
Sanat baştan çıkarmadır, ırza geçme değil.
Sanat, doğanın bir taklidi değildir, aksine doğaya bir ektir.
Nietzsche

Sosyoloji Tarihi - N.Ş. Kösemihal

August Comte
8 Ocak 1798'de memur bir babanın oğlu olarak Montpellier'de doğdu.
3 kardeşi daha oldu.
1817'de Saint-Simon'un yanında sekreter olarak çalışmaya başladı. Bu işe 7 yıl devam etti.
5 Eylül 1857'de ülserden öldü.
Yaşadığı dönemim çalkantılarından olsa gerek tüm çalışmaları kargaşayı önlemek, toplum huzurunu sağlamak üzerine kuruludur.
Bunun olabilmesi için öncelikle insanların zihinlerinde birlik olmayı başarmaları gerektiğine inanıyordu.
İnsan zihninin üç önemli bölümü:
1) Teolojik -> Zekanın hareket noktasıdır.
2) Metafizik -> Köprü vazifesi görür.
3) Bilimsel -> Zekanın kesinlik kazanmasıdır.

Olumlu (pozitivist) çağda insanlar, mutlak olanın peşinden koşmaktan vazgeçip akıl yürütmelerle, olaylar arasındaki ilişkiyi yani "kanunları" bulmakla uğraşmalıdırlar.
Bilimleri; soyut (kanunları araştırır) ve somut (özel tanımlı) olarak ikiye ayırır.
Bilimlerin Sınıflanması:
Matematik bilimleri:
a) Soyut -> hesap, cebir, integral
b) Somut -> geometri, mekanik
Doğa bilimleri:
1) İnorganik fizik
a) Gök fiziği -> Astronomi
b) Yer fiziği -> Fizik, kimya
2) Organik fizik
Bireysel ya da bireyle ilgili olarak biyoloji, cinsel ya da cinsle ilgili olarak sosyoloji

- Aşk, düzen, ilerleme;
Pozitivist bir toplumun din gibi benimsemesi gereken üç temel ilkesidir.
Ahlak, bencilliğin özgecilik altına sokulmasıdır. Bu nedenle ahlak ancak sosyolojinin bir dalı olabilir.
Comte'a göre ahlak, başkaları için yapıp ettiklerimizdir. Ahlaklı bir hayat, başkaları için yaşanmış olan hayattır.

Emile Durkheim
15 Nisan 1858 - 15 Kasım 1917
Comte'un felsefesini geliştirip bugünkü sosyolojinin ana hatlarını belirledi.
Kollektif bilinç, bireysel bilinçten tamamen farklı bir tür olarak incelenebilir.
Toplum, bireylerin bir toplamı değil bireşimidir.
Toplumsal hayatın açıklanmasını psikoloji alanında değil yine toplumsal hayatta aramak gerekir.
Kollektif bilinci bireysel bilinçten ayıran iki nesnel nitelik:
a) Dışlık
b) Baskı
Toplumsal olaylar, etik, din vs. dıştan gelen "biçimlerin" içindedirler. Kendisi istesede istemesede bireye zorla kabul ettirilirler.
Toplumdaki iş bölümü, birliktelik ve dayanışma Durkheim'ın ilgi odağıdır.
İntihar olaylarının nüfusa paralel olarak artış veya azalma göstermesi bu sorunun sosyolojiye dahil edilmesi gerektiğini savunmasında belirleyici olur.
Devrim, savaş ve benzeri toplumsal olaylarda intihar olaylarında azalma gözlemlenir.
Bunun nedeni; toplumsal bilincin bireysel bilinci sımsıkı sarmasıdır.
İntihar bir delilik hali değildir.
İntiharın toplumsal nedenleri
1) Bencil
Birey kendini yalnız hisseder. Katı kuralların olmayışının bireyi serbest bırakıp toplumsal bağlardan uzaklaşılmasının etkili olduğunu vurgular.
2) Özgeci
Birey topluma çok fazla bağlı olduğu için intihar eder. İlkel toplumlarda ve askeri yapı içerisinde örneklerine rastlanır.
3) Anomik
Ekonomik, siyasal vs büyük bunalımlar intihar olayına sebep olur.
Toplumsal değişimin aşırı hızlı yaşanması bireyin manevi dünyasını alt-üst eder.
Durkheim'ın çalışmaları intihar olayına çözüm öneremez.

Remzi, 95

Mukadder Yakupoğlu - Ahlak ve Şiddet

Seçim yapma zorunluluğu nedeniyle özgür olmaya mahkumuz (Sartre)
Şiddet bir tekniktir. Ahlakın şiddete egemen olduğu durumlar; yalnızlık ve depresyon. (s. 12)
Hukuk, devletin şiddet mekanizmasıdır.
Varoluş deviniminin sonsuzluğu -> bireysel ahlak.
Evlilik -> ahlakın içgüdüler karşısındaki zaferidir.
Ahlakın kaynağı dildir.(üzerinde konuşabildiğimiz herşeyin kaynağı "DİL" olduğu halde bunu söylemek çok anlamsız)
Toplum içinde birey şiddet doludur.
Oyun, eğlence potansiyel şiddetin boşaltıldığı/atıldığı durumlardır. (s. 36)
Aşk, şiddet yüklüdür.
Şiddetin içe yönelmesi -> depresyon
Şiddetin dışa yönelmesi -> savaş
Akıl -> düzenli şiddet (s. 43)
Politika ve ahlak -> kabul ettirmek
Politikacının ben aşkı yoktur. Ondaki toplumsal bir bendir.
Erotik şiddet yaşamı mümkün kılar. (s. 74)
"İnanç, herşeyi kaybetmeyi göze almaktır." Kierkegaard
İntihar, "ben"in yaşama yabancılaşmasıdır.
Derrida hem söz merkezciliğin parodisyenidir hemde kendi parodisinin.
Sanat, hiçbir şey söylemez, hiçbir şey gizlemez, bir mekan açar.
"Akıl sayesinde gtölgelerini yitirir insanlar." Levinas
Böylece, saklanacak yer kalmaz.
Göçebe, 97

Peter Koestenbaum - Ölüme Yanıt Var Mı?

Ölümü yadsıyara, unutarak, yaşamı körleştiriyoruz. Hep varolacakmış gibi düşünüp yaşama aktif biçimde katılamıyoruz. Ölümü unutmakla yaşamı mülk ediniyoruz.

Ölüme yanıt yolları
a) İnsanı dışarıdan bir nesne olarak gözlemleyen materyalist görüş.
b)İnsanı içeriden bir özne olarak gözlemleyen varoluşçu ya da dinsel görüş.

Ölüm otantiktir.
Cesaret ve bütünlük için gerekli kararları mümkün kılar.
İçimizde sonsuz boyutun keşfedilmesiyle varoluşumuzu büyük bir sessizlik ve huzur kaplar.
Bazı davranış bilimcileri gibi kendini dünyadan çeken ayıran bir bilincin mutlaka otistik ya da şizofren olduğunu iddia edemeyiz. Bu yorumlama varoluşun sonlu olma olasılığını en son değişmez ve kesin gerçeklik durumuna yükseltmek demektir.
Jung olgun bireyi, yaşamında kendini bir bütün hisseden ve birbirine karşıt kutuplardan birini seçme gereksinimi yapmış olan biri olarak tanımlar.
Bu kişi yaşamın belirsizliklerini ve çelişkilerini varoluşunda bütünleştirebilmektedir.
Aşkın fenomenoloji saf bilinçliliktir.
İnsan varoluşunu fenomenolojik açıdan incelediğimizde üç önemli sonuçla karşılaşırız.
a) Birey olmanın anlamının tam bir felsefi anlayışını geliştirebiliriz.
b) Bir dünya görüşünden diğerine geçiş bilincin özgürlüğüyle bağlantılıdır ve bireyselliğin tanımlayıcı özelliğidir.
c) Birey olmayı seçebiliriz ancak üzerimizden akıp geçen evrensel ve kozmik bilinçliliğe katılmayı da seçebiliriz. Bu bize ölümsüzlüğü kazandıran tercihtir.
Haz ve Umutsuzluk
Mekanik haz -> Para için mücadele etmek.
Bedensel haz -> Seks
Ruhsal haz -> Felsefe, gizemcilik vs.
Olumsuz deneyimler bizi anlama ulaştırdıkları için yapıcı deneyimlerdir.
"Ölüm, ufkun hemen ötesindedir."
Heidegger.
Ölüme verilen tepkiler
- Depresyon
- Yer değiştirme
- Korku
- Yenkem
- Katılmak

Tanımlamak -> sınırlandırmak, sonlandırmak

Bilinç, doğal dünyanın kendisi değil onun tanığıdır.
Bilinç, dünyanın kendisi değil onu görüştür.

İnsan, rastgele bir varlık değil, aşkındır, dünya dışıdır.
İnsan dünyada anlam arar.
Anlam, görünende değildir.
Bu nedenle kaçınılmazdır.
Yabancılık, insan özdeşleşme girişimlerinde daima başarısız olacaktır.
İnsanın varoluş sorunları dediğimiz şey özne ve nesne arasındaki karmaşanın doğal bir sonucudur.

Dünyevi benlik, gözlemlenen bilinçdışıdır.
Aşkın benlik, bilinçdışını gözlemleyendir.
Bilinç, kendisinin nesnelerinden farklıdır.
Varoluşçuluğun temeli olan fenomenoloji, Descartes felsefesinin yeniden canlandırılmasıdır.
Manastır yeminleri;
Bekarlık
İtaat
Fakirlik


Çeviren: Yılmaz Akgünlü
Mavi, 98

Maurice Blanchot - Yazınsal Uzam

Gece kendisine geri verilmiştir. Yokluk tamamlanmıştır ve sessizlik katıksızdır. Demek ki herşey son bulmuştur.
Rastlantı ölümdür.
Gecede sessizlik sözdür ve dinlenme yoktur. Çünkü konum uygun değildir. Orada dur durak bilmeyen ve durdurulmamış olan hüküm sürer, yetkin ölümün kesinliği değil de "ölmenin sonsuz acısı".
"Gizemli yol, içeriye doğru gider." Novalis
Konuşmak, herşeyden önce görünür olanı, görünmeze dönüştürmektir.
Gerçek şiir, söylerken sözün kapalı uzamını değil de kendisi aracılığıyla uzamı büyütmek için kendini tükettiği ve uyumlu bir biçimde ortadan yok olduğu gibi olan derinliktir. Bir hiç çevresinde arı bir içsel yanmadır.
Sanatın nesnesi, çıkış noktası bakir olan nesnelerdir.

Jean Baudrillard - Simülakrlar ve Simülasyon

"Gizlemek (dissimuler), sahip olunan şeye sahip değilmiş gibi yapmak; simüle etmek ise sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi yapmaktır. Birincisi bir varlığa (şu anda burada bulunmaya) diğeriyse bir yokluğa (şu arada burada bulunmamaya) göndermektedir. Ancak bu olay sanıldığından daha da karmaşık bir şeydir. Çünkü simüle etmek "-mış" gibi yapmak değildir..."

Postmodernizm insanların kullandığı bir deyimdir. Hiçbir anlam ifade etmez. Bir kavram bile değildir. Hiçbir şeydir.
Hakikat, ortada bir hakikat bulunmadığını gizlemeye çalıştığı için simülakrların hakikati gizleme şansı yoktur. Simülakr hakikat demektir.
Düş gücü, simülasyonla birlikte tarihe karışmıştır.
Gerçek bir daha asla geri dönmeyecektir.
Yalnızca yinelenebilen bir yörüngeye sahip modeller ve farklılık simülasyonu üretiminden ibaret bir hiper-gerçek'ten söz edebiliriz.
Hastaymış gibi yapan kişi yatağa uzanıp hasta olduğuna inandırmaya çalışır.
Bu hastalığı simüle eden kişiyse kendinde bu hastalığa ait septomlar görülen kişidir.
Bu durumda ...mış gibi yapmak ya da gizlemek, gerçeklik ilkesine dokunmamaktadır.
Simülasyon, gerçekle sahte arasındaki farkı yok etmeye çalışmaktadır. Simüle eden bir kişinin hasta olup olmadığını kesin olarak söyleyemeyiz. "Düşler" birer septom olarak kabul edilemezler mi?
Bir şeyi simüle eden kişi, gözlemciyi yanıltır. Gözlemci bilse dahi bir oyun olduğunu, etkileşim sonucunda kişinin bu kadar "başarılı" taklit yapamayacağına karar verip olayın gereçek olduğuna "razı" olur.
Günümüzde simülasyon hakikat ilkesinin yerini almıştır.
Simülakrlar dini yapılarda da kendini gösterebilmektedir. Dini bir olayın taklidi, o dini ortamın değer yitirmesine neden olur/olabilmektedir.
"Etnoloji ve tarih" ikisi de insanlık tarihini kurcalamaktadır. Bazı arkeoloklar eski araç-gereç ve kentler buluyorlar. Günümüz insanının tuhaf bir tavrı bahis konusu edilebilir burada: Eskiyi simülarize etmek, vazgeçilmez tutkusu olmuş modern insanın. Bu sayede ilginç bir cinayete neden oluyorlar, katil oluyorlar. Tabii ki bunun farkında değiller. Geçmişi, tek oluşu (bir çok tarihten söz edilemez) ve orijinal oluşu (insanlığın tarihinden söz edebiliriz ancak) çekici kılmaktadır.
4000 yıllık 2. Ramses'e ait mumyanın bu uzun uykusundan rahatsız edilmesi tamamen bilimin suçudur. Zira bilim asla yapıcı değildir. Bir şeyler üretirken eldekini öldürür. Yok ederek bir yerlere varmaya çalışır. Tabii olarak ölüden diri olduğu zamanki haline ait hiçbir bulgu elde edemez. Ancak onu bilim yapan da, ölüyle uğraşıp sürekli geri dönmesi ve sürekli yok etmeye devam etmiş olmasıdır.
Ayna bilimin eline geçerse (?) bilim adamları camın ardındaki sır'rı alıp aynadaki orijinalliği de yok ederler. Bilim olması için bu olmak zorundadır.
Ancak sonuç olarak bilimin elinde sıradan bir cam ve işe yaramaz bir kağıt parçası kalmıştır. Ayna artık ölmüş, bir cinayetin de zanlısı olmuştur. Bilim ve teknolojinin işleri aynıdır. Orijinali simülarize edip yok etmek. Buna da nesnenin şeyleşmesi diyebiliriz.
Savaş; yüzyılımızda bu teriminde anlamı yok oldu. Simüle edilmiş savaş örnekleriyle dolu bir yüzyıl yaşadık. İnsanlar öldürülürken bu bir savaş oyunu olarak algılandı. Nükleer silah tehdidinde bulunulup savaşmadan sonuca ulaşıldı. Bir savaş cephesiz bir şekilde taklid olunmuş oldu. Tehdit yoluyla karşı taraf ezilebiliyor.
Sinema, insandaki gerçeklik tanımını ciddi bir biçimde zedelemiş hatta yok etmiştir.
Cappola'nın "Kıyamet"i yapış biçimiyle Amerikan ordusunun savaşma biçimi arasında fark yoktur.
Savaş artık Amerikalılar için yeni teknoloji ürünü silahların denenme aşaması olarak tanımlanıyor.
Yüzyılımızda önce bilgi kendini yitirdi; daha sonra da iktidar, iktidar olma özelliğini yitirdi. Her iki vak'ada da Mayıs 68'in rolü çok büyüktür.
Öğrenciler, iktidara üniversite denilen kurumu derhal yok etmek gibi bir iddiayla karşılık verip sistemden daha atik davranarak üniversiteyi terk etmişler ve ona meydan okuyarak iktidarı bu bilim kurumunun batışıyla belli bir yerde toplanmama özgürlüğü, neredeyse bilinçli bir şekilde arzulandığı söylenebilir olan bu ölüm olayı konusunda bir tavır almaya zorlamışlardır. Bu bir üniversite bunalımı değildi. Çünkü bunalım meydan okuma olarak tezahür etmez, tam tersine sistemin oynadığı bu oyuna göre üniversitenin ölmesi gerekmektedir. Zaten iktidarın yanıtlayamadığı soruda budur.
Sistemin bizi içine kapatmış olduğu simülasyon stratejisi ve ölüm adlı çıkmazdan ancak simülasyonla, simülakrlara ait düşsel bir bilim sayesinde kurtulabiliriz.

Çeviren: Oğuz Adanır
9 Eylül, İzmir, 98

Maurice Blanchot - İtiraf Edilemeyen Cemaat

Kusursuz düzensizlik cemaat yokluğunun kuralıdır.
Bir cemaat ancak ölümün yoğunluk düzeyinde varlığını sürdürebilir.
Cemaat, tehlikenin o çok özel büyüklüğüne erişemediğinde çözülür.
(Bataille'den aktaran Blanchot) (s. 22)
Kendimiz olamadığımız sürece çevremiz kalabalıklarla dolmaya devam eder.
Bizim için önem taşıyan herşeyin ötesinde olduğunda konuşmak imkan dahilinde değilmiş gibi gözüktükçe bizi çeken ötekine, sanki bize rağmen zorunlu olarak bağlayan şeydir tutku. (s. 61)
Aşk, ölümden daha güçlüdür.
Susmak gerekir, hangi sözcüklerle konuşmalı. (s. 76)

Çeviren: Işık Ergüden
Ayrıntı, 97

İngiliz Edebiyatı Tarihi

Erken Dönem
Gleeman'ların müzik işliğinde seslendirdikleri "Scop"lar (şiir) Anglo-sakson edebiyatının temelleridir.
Deniz savaşlarının anlatıldığı eğ,pik şiirler erken İngiliz edebiyatının diğer örnekleridir.
İngiliz epik şiirinde sisli, soğuk havalar, doğanın ancak kasvetli ve korku uyandıran zamanları anlatılır.
Edebiyat tarihçisi George Sampson, "Fırtınalarla azgınlaşan buzlu denizlerde geçen gecelerin karanlığı çökmüştür eski İngiliz şiirinin üsüne." sözüyle İngiliz epik şiirinin belirleyici niteliklerini işaret eder.
Ceadmonn, manastıra sığınmış cahil bir adamdır. Bir düşünde tanrıyla konuştuğunu görür. O günden onra şiirler söylemeye başlar.
Ceadmonn'a atfedilen "The Dream of the Road" dönemin en önemli şiirleridir.
Orta Dönem
10. yy.daki Norman istilasından sonra erken İngiliz şiiri yerini orta dönem İngiliz edebiyatına bırakır.
Bu dönemde, dil sadeleşir. Fransızcanın etkisiyle estetik ve zenginlik kazanır.
14. yy.da Chaucer, 15.yy.da Gower (Catullus'un "Skeleton" adlı şiirini 1382 dize olarak yeniden yazmıştır), William Caxton (yayıncı olarak faaliyet göstermiştir) orta dönem İngiliz edebiyatı için nirengi noktalarıdır.
16.yy.da "Melankoli ve Anatomi"nin yazarı Robert Burton ve karamsar şiirleriyle ünlü olan Michael Dryton döneme damga vururlar.
John Donne
17.yy.da yaşadı. Şiirlerinde o döneme dek işlenmemiş konulara yer verdi.
Daha çok metafizik şiirleriyle tanındı.
Bir çok şiirinde kadınları küçümser, aşağılar. Aşk şiirlerinde ise aşkı anlatırken aklı öne çıkararak marjinal bir karizmayla çıkar karşımıza.
Christopher Marlowe
Yoksul bir ayakkabıcının oğlu olarak 1564'de doğdu.
1593'de öldürüldü.
Kısa yaşamına sığdırdığı her biri "baş yapıt" niteliğindeki oyunlarıyla edebiyat tarihinde saygın bir yer edinmiştir.
Eğlenceye düşkün olan Marlowe, eserlerinde "kötülük mitosları"na çok sık yer verir. Yaşadığı dönemde başta diğer oyun yazarları olmak üzere çok kimsenin düşmanlığını kazandı.
William Shakespeare
26 Nisan 1564'de varlıklı bir ailede dünyaya geldi.
18 yaşında evlendi. Bu dönemde erotik şiirler yazdı.
Ünlenmeye başlayınca tragedya ve komediler yazmaya başladı.
Konu seçimlerindeki geniş ufkuyla çok geniş kitlelerin ilgisini ve hayranlığını kazandı.
Tarihi oyunlarında yurtseverliği göze çarpar.
Shakespeare ve Hamlet
1709 yılında Nicholas Rowe Shakespeare hakkında yapılan ilk çalışmayı yayınlar.
William D'avenant Shakespeare'in evlilik dışı olduğunu iddia eder.
Babası John Shakespeare tüccar, annesi Mary Arden ise çiftçi kızıydı.
1582'de kendisinden 8 yaş büyük olan Anne Hathaway ile evlendi.
Altı ay sonra ilk çocuğu Susanah vaftiz edildi.
1584'de biri kız diğeri oğlan olan ikiz çocukları Judith ve Hamnet doğdu.
Hamnet 11. yaşındayken öldü.
Bohemya'yı denize kıyısı olan bir kent olarak hayal ederdi.
Verona'lı İki Centilmen isimli oyununda Verona'dan Milano'ya deniz yoluyla gidilebildiğini iddia eder.
The Tempest'da Milano'dan denize nazır diye bahseder.
The Winter's Tale'de Yehuda'nın Hz. İsa'ya hainlik yaptığını söyler.
The Commedy of Errors'da Hıristiyanlık öncesinde Ephesos'de bir manastır rahibesi vardır.
Julius Cesar'da Romalılar şapka giyer, evlerinde çalar saat vardır.
1602'de iki ev ve geniş bir arazi alan Shakespeare, kazanmaya devam ettikçe gayrımenkul yatırımlarına devam eder.
Hamlet'te toprak ve servet sahibi insanlarla alay eder.
Aleksander Pope O'nun için para uğruna yazan bir servet düşkünü olarak söz eder.
1610 yıllarında Londra'dan ayrılıp Stanford'a döndü.
Mart 1616'da vasiyetnamesini yazdı.
Cenazesi 25 Nisan 1616'da kaldırıldı.
John Wbster
Oyunlarındaki başarısı Shakespeare'den aşağı olmayan Webster'ın ana teması "kötülük"tür.
John Milton (1608-1674)
Bir çok kaynakta, yaşadığı dönemde yayınlanmış tüm kitapları okumuş olduğundan söz edilir.
Müzikle özel olarak ilgilenirdi.
İleri döneminde gözleri görme kabiliyetini yitirmiştir.
Şiirlerinde; özgürlük, eşitlik ve adalet gibi evrensel kavramları işlemiştir.
Restorasyom Dönemi
Epik şiirde Yunan ve Roma edebi eserleri örnek alındı. NEsnellik önem kazanmaya başladı.
Üslupta akılcılık ön plana çıkmaya başladı. John Dryden ve Samuel Buttler dönemin ünlüleridir.
Bu iki yazarın eserlerinde entrikalar ve müstehcen anlatım göze çarpar.
Alexander Pope
Hastalıklı, aksak bir adamdı.
Kendini çok sever ve yüceltirdi.
Bu haliyle halkın maskarası olmuştur.
Jonathan Swift (1667-1745)
Duplin'de doğan Swift yaşadığı dönemin en yaratıcı ve hayal gücü en zengin yazarıydı. Neo klasik dönemim duvarlarını romantizmin çığlıklarıyla yıkmaya çalışmıştır.
27 yaşındayken Anglikan kilisesinde rahiplik yapmaya başladı.
4 bölümlük Gülliver'in gezileriyle (cüceler, devler, bilginler, büyücüler) dönemin en ünlü edebiyatçıları arasında yer edinmiştir.
Samuel Johnson
Neo klasik dönemin en ünlü oyun yazarıdır.
Irene isimli oyununda konu olarak Fatih Sultan Mehmet'i işlemiştir.
Dönemin en büyük dil sözlüğünü hazırlamıştır.
Romantizm
Tutkulu sevdalar, olağanüstü konuları, doğanın değişik görünüşlerini işleyen akımın çıkış noktası Fransız edebiyatçı ve fikir adamı J.J. Rousseau'dur.
William Cowper
6 yaşındayken annesinin ölümünden sonra gönderildiği yatılı okulda çok sıkıntılı bir dönem geçirdi. Talihsiz hayatından dolayı tanrının kendisini lanetlediği düşüncesini benimsedi.
Başarısız intihar teşebbüslerinde bulunmuştur. Eserleriyle büyük bir usta olarak anılır.
William Blake (1757-1827)
Hayatı yaşama biçimi ve yazım üslubuyla marjinal biriydi.
Resimlerini şiirleriyle, şiirlerini resimleriyle, çığlıklarıyla süslüyordu. Ailesi yoksulsu. Okula gitme şansı olmadı.
Gravürcü olarak çalışırken pek çok ünlü kitaba gravür hazırlamıştır.
Çılgın biriydi.
Tanrıyla ve peygamberlerle konuştuğunu iddia ederdi.
Hiç çocuğu olmamıştır. Şiirlerinde çocuk sevgisi çokça öne çıkar.
William Wordsworth (1770-1850)
Romantik dönemin en büyük şairlerindendir.
Doğayla iç içe yaşamış, doğa aşığı bir şairdir.
Samuel Taylor Colaridge (1772-1834)
Huzursuz biriydi. bir süre afyona bağımlı kaldı. "Pantysocracy" isimli herkesin eşit düzeyde yaşadığı ütopik bir eseri vardır.
Düşünce yazılarında Alman idealizme bağlılığı göze çarpar.
Percy Bysshe Shelley (1792-1822)
Zamanını okuyarak geçiren bir dahiydi.
Tanrı tanımazlığın zorunluluğu adlı bir manifesto yüzünden Oxford'dan atıldı. Şiirlerini Ariel isimli yelkenlisinde yazardı.
John Keats (1792-1821)
Mutsuz bir çocuk olarak 15. yaşına geldiğinde bir hekimin yanında çalışmaya başladı.
Kısa süre ceraahlık yaptıktan sonra şiir yazmaya başladı.
Lord Byron
İkinci kuşak romantiklerinin en ünlüsüdür.
Don Juan isimli dev eserini tamamlayamadan öldü.
Daniel de Foe
Babası kasaptı. Feminizme kaynaklık edebilecek eseri "Roxanne", "Robinson Crusoe"un gölgesinde kaybolmuştur.
Alexander Selkirk adlı denizcinin 5 yıl süren ıssız ada serüvenini kendi hayal gücüyle yoğurup başyapıtı "Robinson Crusoe"u yazmıştır.
Kitap çok büyük ilgi görünce Robinson'un yeni maceralarını yazmaya devam etti. Kitapları çok ilgi gördüğü halde eleştirmenlerce ciddiye alınmıyordu.
Samuel Richardson (1689-1761)
Babası marangoz olan Richardson bir matbaada çıraklık yaptı. Daha sonra kendi matbaasını kurup yayıncılık yaptı. 50. yaşından sonra üç büyük roman yazdı.
Pamela
Hizmetçi bir kız olan Pamela çalıştığı evde efendisinin tacizlerine maruz kalmaktadır. Roman boyunca evin efendisi Pamela'yı elde etmek için teşebbüslerde bulunur. Pamela ise her defasında efendisinin elinden kurtularak bir ahlak mitosu haline gelir.
Clarissa Horlowe
Clarissa'da bir ahlak sembolüdür. Roman boyunca sürekli olarak ahlaksız insanlarla mücadele eder.
Her iki romanda da ırza geçme olayı göze çarpar. Pek çok yorumcu, kaçan kadını ele geçiren erkeğin o anda kadına olan tavrını anlatırken, Richardson'ın bu noktada sadiştleştiğine dikkat çekerler. Marquis De Sade koyu bir Richardson hayranıydı.
Sir. Charles Grandson
Son romanında da yine bir ahlak mitosuyla karşılaşırız. Bu defa erkek bir karakterle karşımıza çıkan Richarson, bu romanıyla kendisine yöneltilen eleştirilerden kurtulmaya çalışmakmtadır.
Henry Fielding (1707-1754)
İyi bir eğitimden sonra avukatlığa başladı. Ülkesinin en önemli yargıçlarından biri oldu. Çokça oyun yazdıktan sonra "Tom Jones" isimli büyük romanını yazdı. Eleştirmen Samuel Jackson bu romanı sık sık aşağılamıştır. aşırı yenilikçi olan Tom Jones, ilk başlarda hemen herkes tarafından yadırgandı. Bu roman, yerleşik üslup ve alışkanlıklara karşı sivri bir meydan okumaydı.
Tobias Smolet (1721-1771)
Gerçekçi bir yazardı, gündelik hayatı karikatürize ederdi yapıtlarında.
Lawrence Sterne (1713-1768)
Cambridge'de okuduktan sonra Anglikan kilisesine girdi.
İstekli değildi ancak yine de buradaki işine devam etti.
Eserlerinde, bir sayfayı okuyan okuyucunun diğer sayfayla ilgili tüm tahminlerini boşa çıkarmaya gayret eden bir çılgındı.
Jane Austen (1775-1815)
Bir din adamının yoksul kızıydı. Kalabalık bir ailesi vardı. Hiç evlenmedi. Aşk ilişkilerine alaycı bir gözle baktı.
Kendi kişiliği, eleştirmenlerce eleştirilebilen tek yanıydı.
Benjamin Disreali (1804-1881)
Victoria döneminin önemli bir devlet adamıydı. Yazar olarak sadece çağını betimlemesi bakımından kayda değerdir.
Charles Dickens (1812-1870)
Sıkıntılı, yoksul bir çocukluk geçirdi.
Babası, okula gitmesine engel oldu. Bir ayakkabıcının deposunda çalışmaya başladı.
Bu olayı tüm hayatı boyunca acı bir deneyim olarak anlatmıştır.
Bir gzetede muhabirlik yapmaya başladı.
Sonraları yazıları yayınlanmaya başladı.
Evlendi ve yine mutsuz oldu. Mutsuz evliliğini 22 yıl sürdürdü.
Bu süre zarfında 10 çocuk sahibi oldu (!)
Büyük ümitlerle gittiği Amerika'da özgürlük ve eşitliğin ancak belli bir zümrenin elinde olduğunu gördü.
Oyunculuk tutkusuyla oyun yönetmenliği yaptı.
Pikaresk tarzda yazılmış olan David Copperfield'da kendi öz yaşam öyküsünü konu edindi. Antikacı Dükkanı isimli romanında yine kendi gençlik aşkını anlatmaktadır.
Romanlarıyla İngiliz romanının zirvesini tesis etmiştir.
William Makpierce Thackeray (1811-1863)
Hayatı boyunca annesine duyduğu sevginin tutsağı olmuştur.
Yazmaktan ziyade resim yapmaktan hoşlanırdı.
Virginia Woolf'un babası Sir. Leslie Stephen'ın ilk eşi Minny'nin babasıdır.
İstanbul dahil çokça şehri gezmiştir.
Bronte Kardeşler:
1816-1855 Charlotte
1818-1848 Emily
1820-1849 Anne
Babaları din adamıydı. Anneleri veremden öldü.
Yoksul ve mutsuzdular.
Charlotte, Currer Bell müstearıyla romanlar yazıyordu.
Emily'nin Uğultulu Tepeler'i Victoria döneminin ruhsuz, katı ve soğuk duvarlarını sarsmıştır.
Anne ise başarısız bir romancıdır. Üçüde veremden öldü.
George Eliot (1819-1880)
Kahyalık yaban babasının ev işlerinde hamarat kızıydı.
Sınırlı olanaklarına rağmen kendini çok iyi şekilde yetirştirmiş ve bütün çevrelerin takdirini kazanmıştır.
Robert Luis Stevenson (1850-1894)
İskoçyalı'dır. Mühendislik ve hukuk öğreniminden sonra edebiyatla ilgilenmeye başladı. Verem hastası olduğu için soğuk iklimlerden kaçarak yaşadı.
California'da tropikal bir adada yerlilerle bir arada yaşadı ve öldü.
Thomas Hardy (1840-1928)
Babası inşaat işleyle meşguldü.
Mutsuz aşk ilişkileri ve evlilikler yaşamıştır.
Özel hayatında kapalılığa özen göstermiştir.
"Jude" isimli romanına hayatının pek çok yanını malzeme yapmıştır.
Din ve cinsellik hakkındaki tavrı eleştirmenlerce yerilmiştir.
Victoria döneminin yerleşik kalıplarıyla sürekli olarak mücadele etmiştir.
Thomas Carlyle (1795-1881)
Yoksul bir çocukluk yaşadı. Kısa bir süre Edinburgh üniversitesine devam etti.
Yıllar sonra bu üniversiteye Disrealy'ye yeğ tutularak seçildi.
Methew Arnold (1822-1888)
Victoria döneminin ünlü eleştirmenidir.
Alfred Tennyson
Biri afyon bağımlısı, bir diğeri akıl hastası, toplam 11 kardeşi vardı.
Babası alkolikti.
Sıkıntılarla dolu bu aile ortamı yüzünden çok zaman ölmek istemiştir.
12 yaşındayken Milton'ın bir şiiri hakkında yazdığı yazıyla şiir çevrelerine dahil oldu.
Robert Browning (1812-1889)
Kültürlü bir memur olan babasının isteğiyle şiirle tanıştı.
Hayatı boyunca dindar ve iyimserdi.
Kendi evinde özel eğitimle yetiştirildi.
Pek çok yer gezdi. Floransa'da şair Elizabeth Barrett ile evlendi. 1861 yılında eşini kaybettikten sonra bambaşka biri olarak Londra'ya döndü ve şiirlerini yazmaya başladı.
Kral Lear'ın 3. perdesindeki fırtına sahnesinden aldığı ilhamla karanlık kule isimli şiirini yazmıştır.
Oscar Wilde (1854-1900)
Çok iyi bir eğitim gördü.
Hiç geçinemediği bir ağabeyi vardı.
Lükse olan merakıyla dikkat çekerdi.
Çok müsrif bir insandı.
Sözcüklerine sıkıca bağlıydı.
Usta bir hatip ve sosyetenin ilgi odağıydı.
Yeat'i etkilerken Joyce'u kızdırırdı.
Aldous Huxley
26 Temmuz 1894'de doğdu.
Ailesi, dönemin tanınmış entelektüelleriydi.
Büyük amcası Methew Arnold en ünlü İngiliz şair ve denemecilerdendi.
17 yaşında tıp eğitimine devam ederken ağır bir hastalık geçirir.
Hastalığı gözlerini neredeyse kör bırakır.
Eğitimini Oxford'da tamamladı.
Yirmili yılların İngilteresini eleştiren ilk yazılarıyla eleştirmenlerin beğenisini kazandı.
Ses Sese Karşı isimli romanıyla İngiliz yüksek sosyetesinin ahlaksızlıklarını ve entrikalarını anlatmıştır.
Otuzlu yıllarda eleştirel tavrı bırakıp mistisizme yönelmiştir. 1937 yılında California'ya yerleşti.
Bu tarihten sonra felsefe ve mistik konularda kitaplar yazdı.
22 Kasım 1963 yılında kanser hastalığıyla yaşama veda etti.
Virginia Woolf
25 Ocak 1882'de doğdu.
Bloomsburry gurubu üyesiydi.
Eşiyle birlikte Hogard Press yayınevini kurmuştur.
Kadın hareketi öncülerinden olan Woolf, eşiyle birlikte işçi partisine aktif destek vermiştir.
28 Mart 1941'de intihar etmiştir.
Kendine Ait Bir Oda isimli kitabının 34. sayfasında kadınların erkeklere kıyasla niçin "geri kalmış" olduğunu şu şekilde sıralar:
tapınılmaları, sürekli olarak istenilen olmaları, tinsel yönden zayıf olmaları, idealizmleri, kurban olarak sunulmaları, beyinlerinin küçük oluşu, bilinçaltlarının daha derin/geniş oluşu, bedensel olarak aşağı olmaları, çocukları sevmeleri...
Babasını sevmeyen Woolf 13 yaşındayken annesini kaybetmişti.
Woolf'un ağabeyi Gearge, küçük yaşta kardeşinin vücudunu okşayıp öperdi. Bu durum diğer kardeşler tarafından da bilinmesine rağmen saklı tutulmuştu.
Woolf, muhtemelen bu nedenle cinsel ilişkiyi "iğrenç davranış" olarak benimsemiştir. Buna karşılık lezbiyen eğilimlerini daha net bir şekilde dile getirmiştir.
Güncesinden anlaşıldığı üzere dengesiz bir kişiliğe sahip olduğunun farkındaydı. Arada bir aklını yitirdiğinden söz eder. Denemelerinde yücelttiği Joyce'u güncesinde aşağılamaktadır.
Yahudileri sevmezdi. Yahudi olduğu halde Yahudileri sevmeyen Hitler'i ise hiç sevmezdi.

Jean Baudrillard - Foucault'yu Unutmak

Foucault'nun anlatımı kusursuz denebilecek niteliktedir. Söylevi, kendini betimlemeye çalıştığı
iktidarın bir ikizidir.
Foucault'nun öncelikli inceleme konularını oluşturan iktidar ve cinsellik, 20. yüzyılın yok ettiği iki kavram yani iki ölüdür.
Foucault bu ölülerle ilgilenmiştir.
Yaptığı, çağa hiçbir yarar getirmediği için onu unutmak gerekir.
Toplumun ilgisini çekmiş olmasını diline ve toplumun kaybettiklerine olan ilgisine borçlu.
Bir tabunun güncele sokulup her üründe kullanılması toplumu asıl ilgi odağından saptırıyor.
ABD cinselliği afişlere kadar indirip cinsel ilişki dışında her yerde cinselliği görerek/göstererek iktidarsızlık sorununa neden olur.
Foucault bütün enerjilerin maddi üretime doğru yönelendirilebilmesi için baskı altına alınması gereken bir cinsellikten söz eder.
Proletaryanın bu aşamada ilk olarak dikkate alınacağı açıktır.
Cinsellik "belge" üretir gibi üretilmektedir. Bir oyuncunun sahnede görünmesine benzer biçimde ortaya çıkmaktadır. Üretmek ise bir başka alana;ayartma gibi alanlara ait olanın zorla somutlaştırılmasıdır(maddi bir görünüm kazanması). Çünkü ayartma her zaman her yerde üretime karşı çıkmıştır. Ayartma somut ve görünür nesnelerin evrenine ait bir şeylerin eriyip gitmesine neden olmaktadır.
Cinsellik bir zorlama sonucu ortaya çıkmıştır. Batı gerçekliğine uygun bir olgudur.
Kapitalin psişik metaforu ve politik ekonomiye ait bir çöp yığınından ibaret olan arzuyla, bilinçaltı arasında hiçbir fark yoktur.
İktidar görevini yapar, o ne bir kurum ne bir yapı ne de bir güçtür. İktidar bir toplumda karmaşık bir stratejik duruma verilen addır.
O ne merkeziyetçi ne tek taraflı ne de egemendir. İktidar, paylaşılan, yönlendirilen devredilebilen bir şeydir.
Ayartma iktidardan daha güçlüdür. Çünkü o tersine çevrilebilme özelliğine sahiptir. Oysa iktidar ekonomik değer gibi tersine çevrilmesi olanaksız ve onun gibi biriktirilerek çoğaltılan ölümsüz bir şey olmak istemektedir.
Ayartma genellikle indirgenmeye çalışıldığı o cinsellik süreci içinde yer alan bir şey değildir. Ayartma dönüşümlü olma özelliğine sahip tersine çevrilebilen bir meydan okuma, bir anlamsız vaat yarışı ve bir ölüm sürecidir. Buna karşın ayartmanın indirgenmiş ve arzuyla ilgili enerji terimleri tarafından belirlenmiş biçimineyse cinsellik denilmektedir.
Faşist iktidar, ölümün o ritüel itibarından yeniden yararlanmayı becerebilmiş olan tek iktidardır.
İktidar her halükarda bir yanılgıdır.
Hakikat her halükarda bir yanılgıdır.

Çeviren: Oğuz Adanır,
9 Eylül, İzmir, 98

Baudelaire - Gülmenin Özü

Gülme, şeytansı, hınzırca bir şeydir; yani olabildiğince insanidir.
İnsandaki kendini yüksek görme düşüncesinin bir sonucu olarak vardır.
Gerçek şu ki, gülme öz olarak insansal olduğu içindir ki, gülme sonsuz bir yüceliğin ve aynı zamanda sonsuz bir düşkünlüğün imidir.
Sonsuz düşkünlük dediğimiz şey, mutlak varlık (tanrı); sonsuz yücelik dediğimiz şeyse hayvanlar karşısında algılanır. İşte gülmeyi bu iki sonsuzdan sürekli olarak ortaya çıkan düşüşler oluşturur.

Çeviren: İrfan Yalçın
İris, 97

Grek Felsefesi - Şema

1. İonialılar
1.1 Thales
1.2 Anaksimandros
1.3 Anaksimenes
1.4 Pythagoras
1.4.1 Timaios

2. Efesliler
2.1 Herakleitos

3. Elealılar
3.1 Ksenophanes
3.2 Parmenides
3.3 Zenon

4. Sokrates
4.1 Platon
4.1.1 Aristoteles
4.1.1.1 Karneades
4.1.1.2 Theophrastos
4.1.1.2.1 Yeni Platonculuk
4.1.1.2.1.1 Plotinos
4.1.2 Euklides
4.1.3 Cristippos

5. Leukipos
5.1 Anaksagoras
5.2 Demokritos

6. Şüpheciler
6.1 Phirhon
6.2 Timon

7. Sofistler
7.1 Protagoras
7.2 Gorgias
7.3 Hippias
7.4 Prodikos
7.5 Kallikles
7.6 Thrasymakhos

8. Stoacılar
8.1 Zenon(Kıbrıslı)
8.2 Kleantes
8.3 Khrysippos

Charles Taylor - Modernliğin Sıkıntıları

"Son insanların, rahatlıklarından başka bir beklentileri kalmamıştır yaşamdan."
Nietzsche
1) Bireycilik
2) Araçsal akıl
Öncelikli konumu teknolojiye verilen önem ve yarattığı atmosferde bu açıkça görülür.
Çevremizi kuşatan aygıtların gelir geçerliği (tüketim? probleminin konusu olarak) kalıcılık önündeki büyük engeldir.
3) Siyasal özgürlük
Bireysel bir özgürlük yok. Milli egemenlik tehdit altında.
Bunun nedeni insanın yönetim mekanızmasına sürekli olarak yabancılaşıyor olmasıdır.
- Bireycilikte "tanınma" gayreti.
- Öznelciliğin öne çıkışı
Postmodernizmi; retoriğin başarı için araç olarak öne çıktığını söyleyerek özetlemeye çalışan Habermas mantıksal tutarlılıkla da modernizmi işaret eder/savunur.

Anthony Giddens - Modernliğin Sonuçları

Anthony Giddens - Modernliğin Sonuçları

Modernliğin fırsat yönü en etkin biçimde toplumbilimin klasik kurucuları tarafından vurgulanmıştır.
Marx ve Durkheim modern çağı sorunlu bir dönem olarak gördüler. Modern çağın olumlu olanaklarının olumsuz yönleri örttüğünü öne sürdüler.
Weber ise modern dünyayı maddi ilerlemenin yalnızca bireysel yaratıcılığı ve özerkliği ezen bir bürokrasinin gelişmesi pahasına elde edildiği paradokssal bir ortam olarak görüyordu.
Faşizm, Yahudi soykırımı ve Stalinizm de modernliğin ürünü olarak görüldü.
Sosyolojinin kurucuları silah sanayiindeki modernleşmeyi tam anlamıyla görememiş ve modernliğin bu yönü karşısında kayıtsız kalmışlardır.
Kapitalizmin tanımına ilişkin; teknolojide ve insan faaliyetlerinin bürokratik biçimde örgütlenmesinde ifade edildiği biçimiyle rasyonelleşme, anahtar kavram konumundadır.
Birbirine tamamen ters iki filozof; Nietzsche ve Heidegger, modernliği tarihin bilginin rasyonel temellerinin tedrici biçimde temellük edilmesi olarak tanımlanabileceğini düşündüler.
Modernliğin üç ana kaynağı;
1) Zaman ve uzamnın ayrılması.
Sınırsız ölçekte uzam, zaman uzaklaşmasının bir koşuludur.
2) Yerinden çıkarma düzenekleri.
Toplumsal etkinliği yerelleşmiş bağlamlardan kaldırıp toplumsal ilişkileri geniş uzam-zaman uzaklıklarında yeniden düzenleme.
3) Bilginin düşünümsel temellükü.
Toplumsal yaşama ilişkin sistematik bilgi üretimi, toplumsal yaşam, geleneğin değişmezliklerinden uzaklaştırarak sistemin yeniden üretiminin bütünleyici bir parçası durumuna gelir.

Modernliğin kurumsal boyutları
- Gözetim
- Kapitalizm
- Endüstriyalizm
- Askeri dikta

Radikal modernizm
Bölünme ve dağılma duygusu yaratan girişimleri belirler.
Eşgüdümlü bir siyasal girişimi hem olanaklı hem zorunlu addeder.
Modernliğin yüksek etkili riskleri
- Totaliter gücün büyümesi
- Ekonomik büyüme düzeneklerinin çöküşü
- Nükleer çatışma -> Savaş
- Ekolojik çürüme -> Felaket

20 Haziran 2010 Pazar

Mukadder Yakupoğlu - Varoluşun Anlamı

Varoluş dilden ötededir, bu yüzden tanımlanamaz (!)
Sessizlikte varoluşun gerçeğine ulaşırız.
Bilgi, dil yoluyla oluştuğu için, varoluş bilgi alanının dışındadır. (s. 3)
Sözcükler ve şeyler buluştuğunda bilgi oluşur (s. 4/5)(soyut anlamları ne yaptık)
Dilin bittiği yerde ölüm vardır.
Şiddet, dilin yok olduğu anda varolur.
Şiddetin tek amacı ölümdür. (s. 6)
Tanrıtanımaz ben'in kendisine verildiğini reddeder. Böylelikle varoluş bir gerçeklik olarak algılanır, felsefe bu noktada başlar. (s. 7)
-> Sonsuz (Nietzsche)
-> Süreklilik (Bataille)
Ölüm -> erotizmin sürekliliği olarak kabul ediliyor,
Depresyon -> intiharın süreklilik kazanmış hali, (s. 9)
Kapitalizmin önerdiği -> mutluluk, tüketime bağımlıdır.
Nietzsche -> kalıpları içinde sıkışmış insanlarla konuşmak zaman kaybıdır (s. 18)
(kalıpları olmayan insan iletişim kurabilir mi)

Demokrasi = gürültü (s. 19)
düşünce, benliği parçalar (kalıpları parçalar)
Bilgi, iktidara endekslidir, bilgi kendini iktidar yoluyla kabul ettirir. (s. 34)
Varoluşun yaşama karşı en önemli eylemidir yazmak. (s. 40)
İç organların tüm çabası, yaşamı mümkün hale getirmektir (bak seeen)
Sefalet, varoluşun özüdür.

Bedenin kırılganlığı korkuya yol açar. (s. 51)
Yaşam, ölüme direnen güçlerin toplamıdır.
Xavier Bichat

Korkuyu yok eden olgu kayıtsızlıktır. (s. 59)
Korku inanca, inançda köleliğe yol açar. (s. 60)
Varoluşun anlamı -> sevgi
Yaşam -> Erotizm -> Ölüm (Bataille doğrusu)

Erotizm, varoluşun depresif yapısıyla özdeşleşerek sonsuz düşünceyle dinamik bir alış-verişe girer.
Erotizmin özü uyumsuzluktur. (s. 84)
Saldırganlık, sahip olma güdüsünün sonucudur.
Aşktada sahip olma güdüsü egemendir. (s. 84)
Devlet, iyi yaşayan azınlığı korur.
(buna karşılık) Terör, iyi yaşayanları kurban olarak seçer. (s. 109)
İnsan maddeye sahip olduğunu zanneder ne ki madde insana sahip olur. (s. 129)
Delilik, isteğin aklın boyunduruğundan kurtarılması deneyimidir. (s. 131)
Bilginin yaratıcısı insan dönüşüme uğrayıp bilgisinin nesnesi haline gelir. Foucault'ya göre bunun adı modernizmdir.
Kelimeler ve şeylerin buluşup bilgi olabilmesi için gerekli olan ortak mekanın adı episteme'dir.
Bataille'in iç deneyimlerinin uyarıcısı korkudur. (s. 173)
Varoluş, bilginin bittiği yerde başlar. Bilgisizlik, iç deneyim alanıdır.
Kurban etme, zır kutupların birleştirilmesidir.

Ankara, 95

Dörthe Binkert - Melankoli Kadındır

Melankolik erkekler savaşmazlar
(buna karşılık)
Melankolikler yaşama eğilirler, yaşama hakim olmak istemezler. (s. 10)
Melankoli, yitirilmiş olanı korur. (s. 12)
Erkek, sınırlara çarpar. (s. 18)
(fantaziler) gerçekten çok daha güzel olabileceği için, melankolikler çoğunlukla, yaşamamaya meyillidirler. (s. 23)
Beklemek -> melankoli kategorisi
Yaşamak <-> ölmek = depresif durum
( yaşamak + ölmek ) = melankolik durum (s. 50)
Kendine ait olmak (bekaret)
Al-mah -> ay tanrıçası
Ölümü doğurmak

Çeviren: İlknur İgan
Ayrıntı, 99

19 Haziran 2010 Cumartesi

Jacques Prevert - Bu Sevda

BU SEVDA

Bu sevda
Birdenbire saran içimizi
Bu narin
bu sımsıcak
Bu umutsuz
Sevda
Gün gibi güzel
Ve kabaran deniz gibi
Çalkantılı

Bu sevda
O kadar gerçek
O kadar güzel
O kadar mutlu
O kadar sevinçli
Ve karanlıkta korkudan titreyen bir çocuk gibi
Gülünç
Ve gecenin ortasında sakin bir adam gibi
Kendinden emin
Başkalarının yüreğine korku salan

Benizlerini solduran
Dillerini çözen bu sevda
Gözetlediğimiz için gözetlenen
Yaraladığımız
Ayaklar altına aldığımız
İnkar ettiğimiz unuttuğumuz için
Kovalanmış yaralanmış ayaklar altına alınmış
İnkar edilmiş unutulmuş

Bu kocaman sevda
Gene dipdiri
Gene güneşli
Senin sevdandır bu
Benim sevdamdır
Hep var olan
Durmadan yenilenen
Ve değişmeyendir
Bir bitki kadar gerçek, bir kuş kadar ürkek
Yaz güneşi kadar diri ve sıcaktır

İkimiz de gidebiliriz
Sonra dönüp
Derin uykulara dalabiliriz
Acı çekebiliriz uyanınca
İhtiyarlayabiliriz
Sonra tekrar dalabiliriz uykuya
Ölümü düşleyebiliriz
Oysa
Başucumuzda
Gülerek bakıyor bize

Durmadan tazelenen bu sevda
Ayak diriyor yaşamakta
Arzu kadar diri
Bellek kadar zalim
Pişmanlık kadar budala
Hatırlamak kadar tatlı
Mermer gibi soğuk
Gün gibi güzel
Bir çocuk gibi narin
Bize bakıyor gülümseyerek

Ve hiçbir şey söylemeksizin
Konuşuyor bizimle
Ve ben ürpererek dinliyorum onu
Bağırıyorum
Senin için
Kendim için
Bağırıyorum bizim için
Gitme kal
Dur orda
Ayrılma yerinden
Kal orda
Kımıldama

Gitme
Biz ki sevmiştik birbirimizi
Unuttuk seni
Bari sen unutma bizi
Bir sen varsın yeryüzünde bizim için
Terk etme bizi
Buz bağlamasın yüreklerimiz
Ne kadar uzakta
Ve nerde olursan ol
Duyur bize kendini

Bir çalı dibinde
Hatıralar ormanında
Birdenbire çıkıver karşımıza
Uzat elini bize
Ve kurtar bizi.


Çeviren : Orhan Suda

Michel Butor - Boşluk

Herşeyi zorunlu hale getiren bir rastlantı
ve ölüm kendini gösterir
ve hepimiz ısrar etmek isteyecek ilk kişiyi ölümcül diye nitelemeye hazırız
Yıkıntıların kafatasları
Ama uyku, o ölümün küçük kardeşi
Çok az kişinin katlanabileceği bir güzellik
Ölüm anı, gülmeyi bile beceremediğimiz bir şey
Hatırlamak için durulan yer
Sanatçının etkinliği sürekli ölüm tehdidine karşı bir savunmadır.
Sanatçı öleceğini bilir. Tüm hayatı bir ertelemedir.
Her sanat eserinde üstesinden gelinmiş bir intihar teşebbüsü vardır.
"Yaşamın güzelliğini ancak ölümünküyle kıyaslayarak değerlendirebiliriz." Lautreamont
Ben onların ıstırabıyım
Sevdiğin varlığı kaybetmek
Kan, öyle kırmızıydı ki...
Ay, bir kaç bulutla kaplı olduğundan siper almamıştım. Ama meydana çıkınca, birden kulenin üzerindeki net gölgemi görüverdim, simsiyah, miğferli bir anıt ve keskin bir nişancının beni ay ışığında ters ışığa alarak nişanladığını ve kafama bir kurşun sıktığını hayal etmeye başladım. Aynı alıştırmalardaki gibi bir hedef. Yere düştüm. Sanki, o kurşunu yemiş gibiydim, ölüm o anda içime girdi ve uzun seneler boyunca, hep bu gece gelecek mi diye kendime sorarak ölümle beraber uyudum. (s. 67)

Çeviren: Aslı Yüce, Altıkırkbeş, 97

18 Haziran 2010 Cuma

Lao Tzu - Tao te Ching

Varlık ile yokluk birbirini doğurur. (s.24)
Gerçeğe ermiş kişi... öğretir ama kendini kılmaz,
Etkilidir ama herşeyi elden çıkarır. (s. 24)
Değerli nesneleri biriktirmezsen, kimse hırsızlık yapmaz. (s. 25)
Yer ve gök iyiliksever değildir.
En iyisi içte olanı korumaktır. (s. 27)
Bengi ve kalıcı olanlardır onlar, çünkü kendileri için yaşamazlar. (s. 29)
Gerçeğe ermiş kişi de öyledir.
Kendini önemsemez, Ben'i artar.
Kendinden vazgeçer Ben'i korunur.
Kendisi için bir şey istemez.
Bu yüzden değil midir, özünün bir bütün olması. (s. 29)
Kendini öne sürmeyen kusursuzluğunu sürdürür. (s. 30)
Varolan senin olur,
Kullanışlı kılansa varolmayandır. (s. 33)
Bir şeyin ardından koşmak yüreği delirtir.
Az bulunan değerli şeyler, insana yolunu şaşırtır. (s. 34)
Köküne geri dönmek, sessizlik demektir.
Sessizlik alınyazısına geri dönmektir.
Alınyazısına geri dönmek bengilik demektir.
Bengiliğin bilincine varmak aydınlığa ermektir.
Bengiliğin bilincine varamazsan kafan karışır yanlış yaparsın. (s. 38)
Özgürüz diye düşünür herkes. (s. 39)
Başkalarını tanıyan akıllıdır.
Kendini tanıyan bilgedir.
Başkalarını yenen güçlüdür.
Kendini yenen dayanıklıdır.
Kendini öne sürende istenç vardır.
Kendine yeten zengindir.
Yerini yitirmeyen kalıcıdır.
Ölümle yok olmayan yaşar.(s. 57)
Kazanmak mı yitirmek mi?
Hangisi daha kötü. (s. 71)
İyi korunan kaçmaz. (s. 81)
Bilen konuşmaz, konuşan bilmez. (s.83)
Eyleme geçen yıkar, sıkı tutan yitirir. (s. 93)
Savaşta sevgiyi yitirmeyen "zafer" kazanır.
Savunmada sevgiyi yitirmeyeni kimse yenemez. (s. 97)

Çeviren: Murat Alpar
İyi Şeyler, 98

Jung - Keşfedilmemiş Benlik

Normal denilen insanın kendini tanıma derecesi çok sınırlıdır.
Bir çok insan kendini tanımayı bilinç düzeyindeki ego kişiliğinin bilgisi ile karıştırır. Biraz ego bilincine sahip herkes kendini tanıdığından emindir. Ama ego sadece kendi içeriğini bilir. Bilinç dışını ve onun içeriğini bilemez. (s. 47)
Birey giderek daha fazla toplumun bir fonksiyonu haline gelir. Yaşamının gerçek taşıyıcısı fonksiyonunu giderek daha çok kaybeder. (s. 55)
Anayasal devlet ilkel bir toplum tarzına, yani herkesin bir başkasının veya oligarşinin despot yönetimine boyun eğmek zorunda olduğu ilkel kabile komünizmine dönüşür. (s. 55)
Yaşamın dışsal koşulları karşısında bir tavır alabilmek ancak bu koşulların dışında bir referans noktası var ise mümkündür. Dinler işte böyle bir bakış açısı sağlarlar. (s. 57)
Bireyin tanrıya bağımlılığı doktrini dünyanın birey üzerindeki iddiası kadar güçlü bir iddiadır. Hatta bu iddianın mutlakçılığı kişi kollektif zihniyete teslim olduğunda kendine nasıl yabancılaşıyorsa aynı şekilde onu dünyaya karşı yabancılaştırabilir. (s. 58)
İnsan, kesin bir kollektif inancın ifadesidir. (s. 58)
İman, ana hedefi bu dünya olan bir inanç bildirimidir, dolayısıyla dünyevi bir ilişkidir. Oysa dinin anlamı ve amacı bireyin tanrı ile ilişkisinde veya bireyi kurtuluşa ve özgürleştirmeye götüren yolda saklıdır. (s. 58)
İman, resmi kilise ile birlikte varolan bir şeydir (Alışkanlık yüzünden kiliseye devam edenlerin dahi tabi olduğu bir çeşit kamu kuruluşudur).
Büyük sayılarda insanlarla kıyaslandığında bireyin değersiz olduğu inancın, evrensel çapta ve oybirliği ile onay gördüğü bile iddia edilebilir.
Şu kesinki hepimiz bu yüzyılın sıradan insanların çağı olduğu toprağın, havanın ve suyun efendisinin bu sıradan insanlar olduğu ve ulusların tarihsel yazgılarının bu alelade insanların elinde olduğunu söylüyoruz. İnsanoğlunun görkemine onurlu bir bakış getiren bu tablo ne yazık ki sadece bir hayaldir ve bambaşka bir gerçekle karşı karşıyadır. Gerçekte insanoğlu onun adına uzayı ve zamanı fetheden makinelerin kölesi ve kurbanı olmuştur. (s. 73/74)
Başarıları ve malvarlıkları onu daha büyük bir insan yapmaz. (s. 74)
(insanın) kendisini yargılamak için hiçbir kriteri yoktur. (s. 75)
Bilinç, varolmanın önkoşuludur. (s. 78)
Anlama her iki kişinin de bireyliklerine sahip çıkmalarını gerektirir. Anlamak, eninde sonunda her iki tarafada zarar verir. (s. 81)
Yanyana toplanan milyonlarca sıfır bir etmez. Herşey bireyin kalitesine bağlıdır. (s. 84)
İnanç ile bilgi arasındaki kopukluk günümüzdeki zihinsel kargaşanın çok belirgin özelliği olan bölünmüş bilincin bir belirtisidir. Sanki iki ayrı insan aynı konu üzerinde ikiside kendi bakış açısından iki ayrı düşünceyi ileri sürmektedir, ya da aynı insan yaşadığı şeyi iki farklı kafa yapısıyla resmetmektedir. (s. 97)
Öğrenme, içgüdülerin temel alanından uzaklaştırır. (s. 101)

Toplum içinde birey, kendi "sosyal hayatının" kölesidir.

Çeviren: Barış İlhan
İlhan, 99



Jung - Keşfedilmemiş Benlik

Arkaik İnsan
“Arkaik” sözcüğü en eski, ilk -orijinal- demektir.

İnsandan genel olarak söz ettiğimizde (…) daha ziyade onun ruhsal yaşamından, bilinç düzeyinden ve yaşam tarzından bahsederiz.

Bilinç gelişimi ne düzeyde olursa olsun, her uygar insan ruhunun derinliklerinde arkaik bir insan olmaya devam eder.

İlkel insanın bizden köklü bir şekilde farklı düşündüğünü, hissettiğini ve algıladığını gösteren hiçbir şey yoktur. Ruhsal işleyişi aynıdır -ancak temel varsayımları değişiktir.

Yaşam koşullarını düzene sokmak çabası arttıkça, tesadüf daha fazla dışlanmış olur ve kendimizi ona karşı koruma gereksinimimiz azalır.

“Büyü balta girmemiş ormanın bilimidir.”

Beyaz adam bir timsahı vurur. Anında en yakın köyden bir grup öfkeli insan koşarak gelir ve bunun bedelini ister. Açıkladıklarına göre o timsah, silahın ateşlendiği anda köylerinde ölen yaşlı bir kadındır.
Lévy-Brühl bu ilginç ilişkiler için participatition mystique (gizemli ortaklık) deyimini geliştirmiştir.

İlkel insan bu konularda gizemli hiçbir şey görmez, onları doğal kabul eder. Onları tuhaf bulan biziz, bunun nedeni de bu ruhsal fenomenler hakkında bir şey bilmememizdir.

Günlük yaşamımızda daima diğer insanların ruhsal süreçlerinin bizimkiyle aynı olduklarını varsayarız…

Elgon'un dağ kabilesindeki bir gözlemim (…) “Sabahleyin, güneş yükselirken, kulübelerimizden çıkarız, ellerimize tükürürüz ve onları güneşe tutarız.”
“Bu her zaman böyle olmuştur” dediler. Bir açıklama almak imkânsızdı ve onların sadece ne yaptıklarını bildiklerine, niçin yaptıklarını bilmediklerine ikna oldum.

Keşfedilmemiş Benlik
Modern Toplumda Bireyin Acıklı Durumu
Normal denilen insanın kendini tanıma derecesi çok sınırlıdır.
Birçok insan kendini tanımayı bilinç düzeyindeki ego kişiliğinin bilgisi ile karıştırır. Biraz ego bilincine sahip herkes kendini tanıdığından emindir. Ama ego sadece kendi içeriğini bilir. Bilinç dışını ve onun içeriğini bilemez. (s. 47)

Kalabalık ne kadar büyük olursa, bireyin önemi o kadar azalır. Ama eğer birey, kendi zayıflık ve yetersizlik duygusu altında ezilerek, yaşamının anlamını yitirdiğini hissederse -ki, bu anlam kamu refahı ve yüksek standartları ile zaten benzer o zaman çoktan Devlet köleliği yoluna girmiş ve, bilmeden veya istemeden, Devletin kulu olmuştur. (s. 54).

Birey giderek daha fazla toplumun bir fonksiyonu haline gelir. Yaşamının gerçek taşıyıcısı fonksiyonunu giderek daha çok kaybeder.
…anayasal devlet ilkel bir toplum tarzına, yani herkesin bir başkasının veya oligarşinin despot yönetimine boyun eğmek zorunda olduğu ilkel kabile komünizmine dönüşür. (s. 55)

Kitle Zihniyetinin Dengeleyicisi Olarak Din
Yaşamın dışsal koşulları karşısında bir tavır alabilmek ancak bu koşulların dışında bir referans noktası var ise mümkündür. Dinler işte böyle bir bakış açısı sağlarlar. (s. 57)

Bireyin tanrıya bağımlılığı doktrini dünyanın birey üzerindeki iddiası kadar güçlü bir iddiadır. Hatta bu iddianın mutlakçılığı kişi kolektif zihniyete teslim olduğunda kendine nasıl yabancılaşıyorsa aynı şekilde onu dünyaya karşı yabancılaştırabilir.
İnsan, kesin bir kolektif inancın ifadesidir.
İman, ana hedefi bu dünya olan bir inanç bildirimidir, dolayısıyla dünyevi bir ilişkidir. Oysa dinin anlamı ve amacı bireyin tanrı ile ilişkisinde veya bireyi kurtuluşa ve özgürleştirmeye götüren yolda saklıdır. (s. 58)

İman resmi Kilise ile birlikte varolan bir şeydir, (…) sadece gerçek inanç sahiplerinin değil, aynı zamanda (…) salt alışkanlıklarının etkisiyle Kiliseye devam eden (…) insanın da ait olduğu bir kamu kurumudur.

Demek ki iman sahibi olmak (…) daha ziyade sosyal bir konudur. (s. 59)

Kitle insanı için devlet politikası düşünce ve eylemin en yüce prensibidir.

Burjuva mantığında diktatör devletin büyük bir avantajı vardır (…) devlet tanrının yerini almıştır. Bu nedenle sosyalist diktatörlükler din haline gelmiş ve devlet köleliği de ibadet biçimi olmuştur.
Devletin politikası iman mertebesine yükseltilir, lider veya parti başkanı konumundaki kişi iyi ve kötünün ötesinde yarı-tanrı haline gelir ve ona kendini adayan insanlar birer kahraman, din şehidi, havari veya misyoner gibi şereflendirilir. (s. 61)

Din Konusunda Batı Dünyasının Tutumu
Eğer Stalin'in yaptığı gibi, üç milyon köylüyü açlığa mahkûm edip, bir o kadar işçiyi de ücretlerini vermeden emrinize amade ederseniz, istediğiniz her türlü sosyal ve ekonomik reformu gerçekleştirebilirsiniz. Böylesi bir Devlet'in korkacağı hiçbir sosyal veya ekonomik kriz yoktur. Gücüne dokunulmadığı sürece - yani ortalıkta iyi beslenmiş ve sıkı disiplinli bir polis ordusu bulunduğu sürece- varlığını çok uzun bir süre sürdürebilir ve gücünü sürekli arttırabilir. (s. 67-68)

Şu kesinki hepimiz bu yüzyılın sıradan insanların çağı olduğu toprağın, havanın ve suyun efendisinin bu sıradan insanlar olduğu ve ulusların tarihsel yazgılarının bu alelade insanların elinde olduğunu söylüyoruz. İnsanoğlunun görkemine onurlu bir bakış getiren bu tablo ne yazık ki sadece bir hayaldir ve bambaşka bir gerçekle karşı karşıyadır. Gerçekte insanoğlu onun adına uzayı ve zamanı fetheden makinelerin kölesi ve kurbanı olmuştur. (s. 73-74)

Başarıları ve malvarlıkları onu daha büyük bir insan yapmaz. (s. 74)

Bireyin Kendisini Anlaması
…insan kendisi için bir muammadır. Bu anlaşılabilir bir şey, zira insan kendisini tanımak için gerekli olan karşılaştırma araçlarından yoksundur. (…) bilinçli, düşünen ve konuşabilen bir varlık olarak kendisini yargılamak için hiçbir kriteri yoktur. (s. 75)

Ruhsal fenomeni hakkıyla değerlendirebilmek için, onunla birlikte giden tüm diğer fenomenleri de hesaba katmak zorundayız, dolayısıyla bilinçdışının ve parapsikolojinin varlığını görmezden gelerek psikoloji bili}· mi yapmak artık mümkün değildir. (s. 77)

Bilincin olmadığı yerde, pratik anlamda bir yaşam yoktur, çünkü dünya ancak bir psişe tarafından bilinçli olarak düşünüldüğü ve bilinçli olarak ifade edildiği sürece varolabilir. Bilinç, varolmanın önkoşuludur. (s. 77-78)

…anlama her iki kişinin de bireyliklerine sahip çıkmalarını gerektirir. Dolayısıyla anlamayı anlama ile bilginin denge içinde olduğu noktaya kadar götürmekte yarar vardır, zira anlamak önünde sonunda her iki tarafa da zarar verir. (s. 81)

Bu bilinçliliğin taşıyıcısı olan bireydir. Ancak birey psişesini kendi iradesi ile üretmez, aksine, onun tarafından önceden oluşturulmuştur ve çocukluk çağında yavaş yavaş gelişen bir bilinçle beslenmiştir.

…toplumun kendisi bireyleşmemiş insanlar tarafından oluşturulduğu sürece, tamamen acımasız bireycilerin merhametine kalacaktır. Ne kadar gruplar ve örgütler halinde bir araya gelinirse gelinsin toplumu bir diktatöre gönüllü olarak boyun eğmeye hazır kıvama getiren de işte bu gruplaşma ve bireysel kişiliğin yok olmasıdır. (s. 83)

Yan yana toplanan milyonlarca sıfır, maalesef, bir etmez.
…iyi disiplinli bir kalabalığın bir tek deli adamın elinde neler yapabileceğini tüm dünya yeterince görmemiş gibi. (s. 84)

Kalabalığın olduğu yerde güvenlik vardır; çoğunluğun inandığı şey tabii ki doğru olmalıdır (…) hepsinden cadısı ise, çocukluğun ülkesine, ana şefkatinin cennetine, dertsiz, tasasız ve sorumsuz bir dünyaya yavaşça ve hiç acı çekmeden girivermektir. Düşünmek ve halletmek yukarıdakilerin yapacağı işlerdir.

Otoritenin gücü ne kadar artarsa birey o kadar zayıflar ve çaresizleşir. (s. 86)

Kitlelerin boğucu gücü şu veya bu şekilde her gün gazeteler yoluyla gözlerimizin önünde resmigeçit yapar ve bireyin önemsizliği öyle kuvvetle aşılanır ki insan kendi sesini duyurabilme ümidini tümden kaybeder.
Örgütlü kitleye direnebilmek, ancak ve ancak, insanın bireyliğini o örgütün organizasyonu kadar iyi organize etmesi ile mümkündür. (s. 87)

Yaşam Felsefesi ve Psikolojik Yaklaşım
İnanç ile bilgi arasındaki kopukluk, günümüzdeki zihinsel kargaşanın çok belirgin özelliği olan bölünmüş bilincin bir belirtisidir. Sanki iki ayrı insan, aynı konu üzerinde, ikisi de kendi bakış açısından, iki ayrı düşünceyi ileri sürmektedir. (s. 97)

İnsan toplumun bütününde görülen şeyleri kendi küçük ölçeğinde yansıtan sosyal bir mikrokozmosdur. (s. 98)

İnsan davranış kalıplarını ileri doğru dönüştüren gerçek bir dürtü olan öğrenme kapasitesinden başka hiçbir şey insanı içgüdülerinin temel planından bu kadar uzaklaştıramaz. (s. 101)

İçgüdüsel doğasından kopması insanı kaçınılmaz olarak bilinç ile bilinçdışı, ruh ile doğa, bilgi ile inanç arasında çelişkiye sokar. (s. 102)

…bilince karşıt (onu dengeleyecek) bir bilinçdışı vardır.

…ruhsal hataları ve bunların yol açtığı sorunları salt sözcüklerle başımızdan def edebileceğimizi zannediyoruz. Zira pek çok insan için "ruhsal'' kelimesi hava cıvadan öte bir şey değildir.

Ruhumuz verebileceğimiz kadar çok ilgiye layıktır… (s. 104)

Kendini Tanımak
…Tabiat, yüksek bir zekâya aynı zamanda ruh yeteneği de verecek kadar cömert değildir. Kural olarak, birinin olduğu yerde diğeri bulunmaz… (s. 110)

Avrupa'nın tarihi boyunca Hıristiyan ulusların birbirlerine yaptıkları barbarlıklar ve yarattıkları kan gölleri bir yana, Avrupalı insan sömürgeleştirme döneminde kara derili insanlara karşı işlediği suçların da hesabını vermek zorundadır. (s. 111)

İnsani bir ilişki, daha ziyade mükemmel olmamaya, zayıf, çaresiz ve desteğe muhtaç olmaya dayanır…

Nerede adalet belirsizse, polis casusluğu ve terör iş başındaysa, insanlar soyutlanmaya ve yalnızlığa düşerler ki diktatör Devletin amacı ve hedefi de budur…

Sevginin bittiği yerde, güç savaşları, şiddet ve terör başlar. (s. 118)

Kendini Tanımanın Anlamı
…birey tek başına değişmedikçe hiçbir şey değişmez. (s. 122)

(Giresun 82017) 
---
Türkçeleştiren: Barış insan
İlhan Yayınevi
1999