27 Mayıs 2020 Çarşamba

Mühürlenmiş Zaman


Andrey Tarkovski - Mühürlenmiş Zaman
 
…çalışma hayatım, uzun yıllar, yeni bir filme başlamadan önce katlanmak zorunda olduğum, insana eziyet veren bekleyişlerle geçti hep.

Filmlerime kimsenin ihtiyaç duymadığı, kimsenin hiçbir şey anlamadığı o kadar çok başıma kakılmıştı ki, bu tür itiraflar adeta ruhumu ısıttı, yaptıklarıma anlam kazandırıp tuttuğum yolun rastlantı değil, doğru olduğuna inandırdı beni.

Filminizi bir hafta içinde tam dört kez seyrettim. Sinemaya gitmekteki tek amacım, filmi seyretmek değildi. Birkaç saat olsun gerçekten yaşamak…

Bundan daha büyük bir övgü olabilir mi?

…elinizdeki kitap benim gözümde bir tür benlik arayışıdır

BAŞLANGIÇ
(İvan'ın Çocukluğu)
Kahramanın ölümü bu öyküde özel bir anlam taşır.
…hayatın ölümle apansızın sona eren bu aşaması tek ve nihaidir. İvan'ın hayatının bütün özü ve trajik coşkusu burada yoğunlaşır. İşte tam da bu noktada, savaşın anlamsızlığı beklenmedik bir şiddetle hissedilir ve kavranır (s. 3).

Genelde anılar çok değerlidir. Bu yüzden olsa gerek, insan her zaman onları şiirsel renklerle süsler. En güzel anılarsa çocukluk anılarıdır.

SANAT: İDEALE DUYULAN ÖZLEM
Sanat niçin vardır? Sanata kim ihtiyaç duyar? Esasen sanata ihtiyaç duyan herhangi bir kimse var mı?

"Şair, kargaşadan uyum yaratır,"
Aleksander Blok

…sanatın hiç tartışılmayacak işlevlerinden biri, bilgilenme düşüncesidir; bir sarsıntı, bir katharsis şekline bürünen etkidir.

…sanat ve bilim, dünyaya sahip olma biçimleri; insanın sözümona 'mutlak gerçek'e giden yol üzerindeki bilgi edinme biçimleridir (s. 27).

Sanat, insanları çevresinde toplamaya iten o sonsuz, dur durak tanımayan idealin, maneviyat özleminin duyulduğu yerde ortaya çıkar ve gelişir. Modern sanatın seçtiği yol yanlıştır, çünkü hayatın anlamını arama adına salt kendini onaylama peşinde koşmaktadır.

Günümüz insanı hiçbir şey feda etmeye yanaşmıyor; oysa gerçek bireyselliğe varmanın tek yolu özveriden geçer. Ne yazık ki, bu gerçeği giderek unutuyoruz, dolayısıyla insan olma duygusu da yitip gidiyor.

Çirkin, nasıl güzelin içinde varsa, güzel de çirkinin içinde vardır. Hayat, bu saçmalığa varan muazzam çelişkinin içine gömülmüştür

…sanatın köklü bir iletişim işlevi vardır,
Sanat bir üst-dildir
Karşılıklı anlaşmaya dayanmayan bir kendini gerçekleştirme son derece anlamsızdır.

Şair, bir çocuğun hayal gücüne ve ruhsal yapısına sahip bir insandır.
…dünyadan edindiği izlenim dolaysızdır; yani, sanatçı dünyayı 'tanımlamaz', dünya onundur.

'Tüketiciler'e göre biçilmiş günümüz kitle kültürü -bir protezler medeniyeti- ruhları sakatlıyor

Bir sanatçının konusunu 'aradığı'nı söylemek yanlış olur. Konu, onun içinde tıpkı bir tohum gibi olgunlaşır ve şekillendirilmeyi bekler.

Bir eseri sanat haline dönüştüren düşünce, temelinde yatan çelişkilerin dengesi ve uyumunda gizlidir. Sonuçta, sanat eseri üzerinde nihai bir 'zafer' elde etmek, anlamını ve görevini kesin bir açıklığa kavuşturmak mümkün değildir. İşte bu yüzden Goethe, "Sanat eseri yargılamaya ne kadar kapalıysa o kadar değerlidir," demiştir (s. 35).

Bunuel'in filmlerinde her zaman karşımıza konformizme karşı olmanın yüceliği çıkar.
Bunuel, her şeyden önce şiirsel bir bilince sahiptir. Estetik bir yapının başka bir açıklamaya ihtiyaç duymadığını bilir.

…mutluluk, soyut ve ahlaki bir kavramdır. Hakiki mutluluk, 'mutlu' mutluluksa, bilindiği üzere, mutlak değerliliği içinde insanlar için erişilemez olan bu mutluluğa ulaşma çabasından başka bir şey değildir.

"Özgür olan, yalnızca kayıtsızlıktır. Kişilik sahibi olan özgür değildir, aksine kendi damgasının izini taşımak, gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır..."
Thomas Mann

MÜHÜRLENMİŞ ZAMAN
Zaman, 'ben'imizin varlığına bağlı bir koşuldur.
…kişi ve onunla birlikte kişisel zaman ölünce, zaman da ölür.

Zaman ve anı birbirine açılır; bir anlamda, madalyonun iki yüzü gibidirler.
Anılarını, hafızasını kaybetmiş bir insan, hayali bir varoluşa hapsolup kalmıştır. O, artık zamanın dışına düşmüş ve görünür dünyayla arasında bir bağ kurma yeteneğini yitirmiş bir insandır.
Anılar bizi saldırılara açık, acı çekmeye hazır kılar.

İnsanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla var olur.

Şimdiki zaman akıp gider, kaybolur, parmaklarımızın arasından kum gibi kayar. Maddi ağırlığına ancak anılarda kavuşur.

(Sinema hakkında düşünceler, tespitler, değerlendirmeler…)

ÖNCEDEN BELİRLENMİŞLİK VE YAZGI
Yönetmen olmaya çalışan bir insan bütün yaşamını tehlikeye atmış demektir.

FİLMSEL GÖRÜNTÜ
İnsanın, akıp gitmiş olan hayatına şöyle bir dönüp bakması bile, başından geçen olaylan birbiriyle hiç karıştırmadığını hayretle fark etmesine, karşılaştığı kişilerin benzersizliğini saptamasına yetiyor.
Hayatın kendisi de benzersiz ve karıştırılmazdır. Sanatçı işte bu hayatı, her seferinde yeniden kavramak ve biçimlendirmek ister.
Güzellik, hayatın gerçeğinde saklıdır; sanatçı tarafından bir kere daha, kavrayıp büyük bir dürüstlükle şekillendirildiğinde güzellik de ortaya çıkar (s. 90).

…bütünden ayrılmış bir öğe ölüdür.

Film, bütünselliği içinde bir sanat eseridir.

Bir filmdeki en belirleyici öğenin herkesin sandığı gibi kurgu değil ritim olduğuna kesinlikle inanıyorum.

Kurgu, yönetmeninin tasarımıyla arasındaki ilişkiyi dile getirir ve gene kurguyla, yönetmenin dünya görüşü kesin hatlarına kavuşur.
Bergman, Bresson, Kurosawa ve Antonioni'nin kurgu kesimleri hemen ilk bakışta tanınır. Başka birilerinin kesimleriyle karıştırılmaları imkansızdır. Zira ritimde ifadesini bulan zaman duygulan her zaman aynıdır (s. 110).

Senaryonun esas görevi düşünmeyi uyarmaktır ve ben, son ana kadar, filmin başarısız olacağı duygusundan bir türlü kurtulamam...

Ayna'da anlatıcının çocukluğunu geçirdiği eski ev teması var,
Zamanın çarkları altında yıkılmış bu evi eski fotoğraflara bakarak aynen yeniden inşa ettik,
Gençliğini o yerde, o evin içinde geçiren anemi oraya getirdiğimizde gösterdiği tepki benim en cüretkar beklentilerimi bile aştı. Annem hemen geçmişine döndü.

SANATÇI İLE HALK ARASINDAKİ İLİŞKİ ÜZERİNE
'Halk bunu anlamaz' lafı, beni öteden beri müthiş kızdırmıştır. Bu da ne demektir? Halk adına konuşma, çoğunluğun sözcülüğünü yapma hakkı kime verilmiş ki?

SANATÇININ SORUMLULUĞU ÜZERİNE
Acı olan, bizim gerçekten özgür olmayı bilemeyişimiz. Bizler, bedelini başkasına ödettiğimiz bir özgürlük istiyor, başkaları adına isteklerimizden vazgeçmeye yanaşmadığımız gibi, bunu kişisel haklarımıza ve özgürlüklerimize yapılan bir saldırı olarak görmekten de çekinmiyoruz. Bugün her birimizin en belirgin özelliği aşırı bireyciliğimizdir. Fakat özgürlüğü burada aramak boşuna. Özgür olabilmemiz için, hayattan ve çevremizdeki insanlardan bir şey beklemek yerine önce kendimizden talep etmesini öğrenmeliyiz. Özgürlük; bu, sevgi adına fedakarlıkta bulunmak demektir (s. 162).

Sanatın görevini yerine getirmede başarısız olması toplumda bir şeylerin bozuk olduğuna işaret eder.
Tayin edildiği görevler uyarınca kullanılmayan sanat ölür; bu, artık kimsenin sanata ihtiyacı yok demektir (s. 164).

Filmlerimde benim derdim, insanları bir araya getiren bağlantılar (salt fiziksel çıkarlar bir yana) yaratmaktı. Örneğin, benim kendimi insanlığa bağlayan, bizim hepimizi, çevremizi saran her şeye bağlayan ipler... Ben sürekliliğimi, yani bu dünyada oluşumu rastlantılara borçlu olmadığım gerçeğini mutlaka hissedebilmeliyim. Her birimizin içinde belli bir değer tablosu olmalıdır (s. 171).

Benim gözümde 'fikri bunalım' her zaman bir sıhhat belirtisi olmuştur. Zira bence, 'fikri bunalım' kendini bulma, yeni inançlara kavuşma çabasıdır. Fikri bunalıma, fikri sorunlarla yüz yüze gelmekten çekinmeyen herkes, eninde sonunda düşmek zorundadır.

NOSTALGHIA'NIN ARDINDAN
Bu filmde, yurdumuzdan çok uzakta olduğumuz anlarda biz Rusları saran, ulusumuza özgü o ruhsal durumu, nostaljinin Rus biçimini anlatmak istemiştim.

Dışsal olaylar, entrikalar, olaylar arasındaki bağlantılar beni pek ilgilendirmemiştir doğrusu, her filmle de daha az ilgilendiriyor. İnsanın iç dünyasıdır benim esas ilgimi çeken.

Az çok bütün filmlerim insanın boş bir dünya evinde yalnız ve terk edilmiş yaşamadığı, tersine, geçmişe ve geleceğe sayısız iplerle bağlı olduğu görüşünden yola çıkar. Her insanın kendi yazgısını, dünyanın ve insanlığın yazgısıyla birleştirebileceğini savunur.

Ayna'nın kahramanı, hiçbir çıkar gözetmeyen, özveri dolu bir sevgiyi yakınlarına veremeyecek kadar zayıf bir egoisttir. Tek gerekçesi ruhsal bunalımlarıdır ve hayata karşı henüz ödenmemiş borçları olduğunu kavraması için hayatının son demlerinde bu bunalımları yaşamak zorundadır.

BİTİRİRKEN
İnsanlar arasında ilişki öyle bir şekil almıştır ki, sonuçta hiç kimse kendinden bir şey beklememekte, herkes kendisini etik çabalardan soyutlayarak kendisiyle ilgili talepleri diğer insanların, bir anlamda bütün insanlığın sırtına yıkmaktadır. Uyumlu olmak, kendini feda etmek, geleceğin inşasına katılmak; bunlar hep başkalarından beklenen hasletlerdir. Kişinin kendisi bu sürece hiçbir şekilde katılmamakta, dünyada olup bitenlerden kişi olarak kendisini sorumlu tutmamaktadır. Bu sorumluluktan kaçmak, kendi bireyci çıkarlarını genelin yüce görevlerine feda etmemek için de binlerce sebep öne sürmektedir. Hiç kimsede dönüp şöyle bir kendine bakacak, kendi hayatına, kendi ruhuna karşı olan sorumluluğunu ele alacak ne bir istek ne de cesaret vardır (s. 193).

Herkes, maddi ilerlemenin insana mutluluk getirmeyeceğini biliyor. Gene de çılgınlar gibi onun 'kazançları'nı artırmaya çalışıyoruz.

İnsan ruhundaki enerjinin kurtuluşu ancak, korkunç bir iç çatışma sonucu gerçekleşebilir ki bu çatışmaya girip girmemeye de ancak bireyin kendisi karar verebilir.

Yüzme bilmeyen bir insan suya atladığında vücudu -kendisi değil­ kendini kurtaracak içgüdüsel hareketler yapmaya başlar. İşte sanat da suya atılmış bir insan bedenine benzer, insanlığın manen boğulmasını engelleyecek bir içgüdüdür.

Die Versiegelte Zeil
Türkçeleştiren: Füsun Ant
Agora Kitaplığı
Üçüncü Baskı: Ocak 2008

Rize siyasi tarihi (1923-1950)


Sinan Başaran - Rize siyasi tarihi (1923-1950)

Özet
Bu çalışmanın amacı; 1923-1950 dönemi Rize’deki siyasi teşkilatlanmaların oluşumunu, iktidarın çalışmalarını ve bunun şehirdeki yansımalarını ortaya koymaktır.

Giriş bölümünde yöre insanın mizacı, değer yargıları, sosyal, ekonomik ve kültürel durumu genel hatlarıyla ortaya konulmuştur.
Birinci bölümde, CHP’nin Rize ve ilçelerindeki teşkilatlanmasına, 1933-1936 dönemi Çoruh vilayetine bağlı olan ilçe teşkilatlanmalarına ve SCF (Serbest Cumhuriyet Fırkası) ile DP (Demokrat Parti) yapılanmasına değinilmiştir.
İkinci bölümde ise, Rize Türk Ocaklarından ve Rize Halkevinden bahsedilmiştir. Üçüncü bölüm, 1923-1950 dönemi Rize’de yapılan sekiz genel seçim ve iki ara seçim sonuçları ile seçilen vekillerin biyografilerine dair bilgiler içermektedir.

Giriş
Karadeniz Bölgesi’nin iklimi ve engebeli coğrafyası düşünüldüğünde Rize insanın sert mizaçlı, inatçı ve özgür ruhlu olduğu anlaşılır.
Rize insanının muhafazakâr bir yapısı vardır. Aile bağları güçlüdür. Aile kavramının bölgede çok güçlü olması kalabalık sülalelerin bir arada yaşamasına neden olmuştur.
…her bucakta ve ilçede öne çıkan ve sözleri dinlenen belli başlı aileler bulunmaktadır.
Ekonomik açıdan bakıldığında ise il son derece fakirdir. Ekilebilir arazisi azdır.
…gurbetçilik çoktur (s. 1).

Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından / Rize’de şube açan iki cemiyetten söz edilebilir: Birincisi zararlı cemiyetler arasında gösterilen Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti, diğeri Milli Mücadele taraftarı olan Trabzon Muhafaza-ı Hukuku Milliye Cemiyetidir.
Rize ve çevresinin yarı özerk bir statüde yönetilmesi fikrini dile getiren Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyetinin faaliyetleri 28 Eylül 1919’da kapatılmasıyla sonlanmıştır (s. 2).

Trabzon Muhafaza-ı Hukuku Milliye Cemiyetinin Rize şubesi 24 Mart 1919’da kuruldu. İlk üyeleri Mataracızade Mehmet (Mataracı), Şükrü, Tuzcuzade Süleyman, (Eczacı) Tevfik, Lazoğlu Mustafa (Turanlı), Mataracızade Hakkı (Mataracı), Güvelioğlu Ahmet (Güveli) ve Hacıömeroğlu Ahmet Efendiler’dir.

Mataracızade Mehmet: 1879’da (R.1295) Rize’de doğdu. …tahsili yoktur. Askerlik yapmadı. I. Dünya Savaşı’nda Hopa’ya giden gönüllü birliklere gerekli olan malzemenin deniz yoluyla nakliyesi görevinden bulundu. Bölgenin Ruslar tarafından işgali üzerine İstanbul’a gitti. Burada fırıncılıkla uğraştı. Millî Mücadele Dönemi’nde, Ankara’nın görevlendirmesi üzerine Rize’ye geri döndü. Millî Mücadeleye, Batum üzerinden deniz yoluyla silah ve cephane nakliyesi görevinde bulundu. Rize’de MHG’nin (Müdafaa-i Hukuk Grubu) ve akabinde kurulan CHP’nin kurucu başkanlığını üstlendi. Uzun yıllar Rize’de CHP il başkanlığı görevinde bulundu. Ticaretle ve çiftçilikle uğraştı. Rize’nin sözü geçen eşrafından olan Mehmet Mataracı, 1953 yılı Ağustosunda vefat etti. Rize Tophane Mahallesi’nde bulunan aile kabristanlığına defnedildi (s. 3).

Rize’de İzmir’in işgalini protesto mitingi düzenleyen cemiyet, o dönem Erzurum ve Sivas Kongrelerine delege gönderdi. Sivas Kongresi sonrası tüm cemiyetlerin Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti adı altında birleşmesi sonucu şubenin adı MHC (Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti) olarak değişti.

BMM’nin açılmasının ardından 23 Nisan 1920-10 Ağustos 1923 tarihlerini kapsayan birinci dönem Lazistan vekilleri; Osman Nuri (Özgen), Ziya Hurşit, Mehmet Necati Memişoğlu, Esat Özoğuz, Zeynel Abidin Atak ve İbrahim Şevki Bey’lerdir.
Osman Nuri Bey, Osmanlı Mebusan Meclisi üyelerinden olduğu için oylamaya katılmadan doğrudan Meclise girdi.

Birinci dönem Mecliste Esat Bey, Ziya Hurşit ve Abidin Beyler, Mustafa Kemal’in bulunduğu Birinci Grup’ta yer alırken sonrasında Ziya Hurşit ile Abidin Beyler muhalif olan İkinci Grup’a geçtiler.
…Birinci Grup’ta yer alan Esat Özoğuz bir sonraki dönem yeniden vekil seçildi. Diğerleri bir daha milletvekili seçilemedi.

Birinci Bölüm
1. Rize Vilayetinde Parti Teşkilatlanmaları ve Devrimlerin Yansıması
Cumhuriyet Halk Partisi, 9 Eylül 1923’te “Halk Fırkası” adıyla kurulmuş (…) İsmet Paşa’nın 20 Kasım 1923’te yayımladığı bir genelgeyle yurttaki tüm Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri Partiye intikal ettirilmiş ve Partinin ilk teşkilatları da hâlihazırdaki bu cemiyetlerin idare kurulları olarak kabul edilmiştir (s. 9).

1 Haziran 1925’te parti müfettişlikleri kuruldu.
Rize, Trabzon, Gümüşhane, Giresun ve Ordu vilayetleri üçüncü bölge müfettişliğini oluşturdu.
…bölgeye müfettiş olarak Şevket Bey atandı.

Şevket Bey, Teftiş sonrası hazırladığı raporda (Eylül 1925’te Rize’deydi), Rize halkının hükümete ve cumhuriyete bağlı fedakâr insanlardan oluştuğunu belirtmiş, ayrıca inkılapları da benimsediklerini vurgulamıştır (Yeniyol Gazetesi, (6 Teşrinievvel 1341), sayı: 244-344.). / s. 10

Parti, çalışmalarını Piriçelebi Mahallesi’nde iki katlı binada yürütmekteydi. 1932’de Halkevi kurulmasıyla birlikte Parti teşkilatı bu binanın üç odası ile ortak salonda faaliyetlerine devam etti.

Rize’deki mahalle, köy ve nahiye teşkilatlarının kurulması 1930’ların ortalarını bulacaktır.

…il yönetimi beş ya da yedi kişiden oluşabiliyordu.
1933 yılında Artvin ve Rize illeri birleştirilerek Çoruh adıyla yeni bir il kuruldu.
…yeni il idare heyetini seçmek için 26 Mayıs Cuma günü kongre yapıldı.
Yeni vilayetin artan nüfusu nedeniyle daha önce 7 olan idare kurulu üye sayısı bu seçimde 9’a çıkarıldı. Heyetin başkanlığına yeniden Mehmet Mataracı seçildi.

Parti, halk arasında kökleşememişti.
Fırkanın kuvvetlenmesine ve halk üzerine bir sempati uyandırmasına mani olan en kuvvetli sebep, fırka teşkilatının mahdut [sınırlı] bir zümrenin inhisarı [tekeli] altında kalmış olmasıdır. Rejimin gayesini kavramaktan aciz olan bu zümre, fırka nüfuzunu yalnız şahsi istifadelerini temin için kullanmaktan başka bir şey yapmış, fırkanın umdelerini halka aşılamak görevini tamamıyla ihmal etmişler, yalnız her teşekkülün başına geçerek onu istismar etmeyi düşünmüşler ve bu suretle muhitte her gün biraz daha genişleyen bir hoşnutsuzluk başlamasına sebebiyet vermişlerdir (s. 14-15).

Bu yüzden 1930’lu yıllarda Genel Merkez, taşra örgütlerini sıkı bir şekilde kontrol etmeye başladı.
1934-35 yılları Rize’deki teşkilatlanmanın zirve yaptığı dönem oldu.
(1935) yılın ilk ayı itibariyle Rize’nin her köyünde birer köy ocağı oluşturuldu.

…kâtiplik görevi Hasan Fehmi Biber’e verildi.
Hasan Bey’e, yeni yönetiminde hem kâtiplik hem de saymanlık görevi verildi.

Aralık 1934’te kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verildi…
Bu konuda Rize’de en hızlı gelişmeyi Pazar ilçesi kaydetti. İlçe teşkilatının 1935 yılının ilk ayında yaptığı toplantıya 100’ün üzerinde kadın katıldı.

(CHP Rize merkez ilçe teşkilatı) Teşkilat, gerçek anlamda 25 Şubat 1935’te kuruldu. Başkanlığa Ömer Tuzcu seçildi

18 Haziran 1936 tarihli kararla, il başkanlıklarına valilerin getirilmesiyle yaşandı.
Karar gereği Parti başkanları, başkanlığı valilere devredecek ve kendileri de il teşkilatında üye olarak göreve devam edeceklerdi.

Valilerin il başkanlığı yaptığı dönemde Rize’deki Parti çalışmalarında, eski dönemlere nazaran belirgin bir ilerleme kaydedilmediği görülür.

1939 yılında il idare kurulu başkanlığına, Mehmet Mataracı, kâtipliğe ve muhasipliğe, Ticaret Odası Başkâtibi Hasan Fehmi Biber getirildi.
Partiye üye olma yaşı 18’den 22’ye çıkarıldı.

1940 yılı itibariyle Rize’deki Parti teşkilatı 1 vilayet, 2 ilçe, 20 nahiye, 48 semt ocağı ve 126 müstakil köy ocağından oluşmaktaydı.

Tüm bu olumlu gelişmelere rağmen yine de Genel Merkezin beklediği başarı sağlanamadı.

Tek parti dönemi boyunca halk, isteklerini CHP Kurultayına “dilek sistemi” çerçevesinde duyurdu.
Kongrede bulunan parti müfettişinin de katıldığı değerlendirme sonucunda bu dilekler şekillenirdi (s. 76).

İstekler çoğunlukla ziraat, ekonomi, sağlık ve eğitim gibi konuları kapsardı.
1927 yılında iletilen başlıca talepler
 Rize’de bir lise açılması
 Yolların yapılması

1935 yılında iletilen başlıca talepler
 Rize’de bir lise açılması
 Pazar’da bir ortaokul açılması
 Rize-İspir yolunun yapılması
 Yeterli bir kadroyla vilayete bir hastane açılması

1940 yılında iletilen başlıca talepler
 Rize’de bir lise açılması
 Rize’deki hastanenin 50 yataklı olması
 Of ilçesinin Rize’ye bağlanması
 İkizdere nahiyesinin ilçe olması ya da tam teşekküllü nahiyeye çevrilmesi
 Mısır ürününün azlığı nedeniyle, ekmeklik mısır sevkiyatı
 Rize’de ve Pazar’da birer halkevi, ayrıca Pazar’da bir hükümet konağının yapılması

Genel Merkeze iletilen isteklerin başında; Rize’de bir lise açılması, Rize-İspir Yolu’nun yapılması, Of ilçesinin Rize’ye bağlanması ve hastanenin yatak adedinin artırılması gelmekteydi.

Eğitim alanında göze çarpan en belirgin istek Rize’de bir lise açılmasıdır.
1940’larda Rize’deki ortaokullardan her yıl 100 kadar öğrenci mezun oluyordu.
Yoksulluğun üst düzeyde olduğu Rize’de, eğitim almak için yaşadığı köyden ya da nahiyeden il dışına çıkan kişi sayısının parmakla sayılacak kadar az olduğu su götürmez bir gerçektir. Kaldı ki ortaokul okumak için bile pek çoğunun Rize’ye gelme ihtimali dahi yoktu.

Vilayetin 1940 yılındaki durumuna bakıldığında iki ortaokulu, 30’u köyde 5’i merkezde olmak üzere 35 ilkokulu vardı

İlin lise talebi, ülkedeki mevcut liselerin eksiklikleri giderilmedikçe yenisinin açılmayacağı kararıyla yıllarca reddedildi.
1950 yılına gelindiğinde Karadeniz sahilindeki illerden sadece Rize ve Sinop’ta lise yoktu. Rize’de lisenin açılışı 1951’de Demokrat Parti döneminde gerçekleştirildi.

Rize-İspir yolu
Bu yolla iktisadi açıdan zayıf olan Rize’ye ciddi bir artı kazandırması arzulanmıştır.
Rize-İspir yolunun inşasına 1930 yılı sonbaharında başlanmış ve tüm Rize topyekûn seferber olmuştu. Yolda, iki yıllık dönem sonunda mahallinden gidenler hariç 4.200 küsur kişi gönüllü ve 3.058 kişi ücretli çalışmıştı (Rize, (2 Şubat 1933), sayı: 77.).

Ekonomik açıdan bir başka önemli konu, vilayetin yemeklik mısır unu ihtiyacıdır.
Talepler ve stoklar doğrultusunda, bölgeye mısır sevkiyatında bulunulur ve uygun fiyata satılırdı.
Bazen bu durumu suistimal eden görevliler olurdu.
İkinci Dünya Savaşı döneminde açlık had safhada. Devlet 2 okka mısır dağıtmakta. Bir gün 6 okka mısır vereceği haberi yayılmış. Mısırı muhtarlar alıp köylüye dağıtıyor. Kıbledağı muhtarı mısırı almaya şehre gitti. Mısırı biran önce almak isteyen halktan onlarcası da peşinden gitti. Muhtar, Karadeniz Otelinde başka muhtarlarla kağıt oynuyor. Köyün halkı dışarda muhtarın mısırları dağıtmasını beklemekte. Kimse muhtara soramıyor. Evinde tadilat yapan bir usta ona biraz yakın olduğundan köylü ondan rica ediyor. “Git muhtara sor, ne zaman mısırları dağıtacak”. O da cesaret edip soramıyor. Millet aç. Köyde, çoluk çocuğu bırakıp gelenler var. Meğerse muhtar 6 okkalık mısırın 4 okkalık kısmını İspirlilere satmış. Parasını da kendisi almış. Geri kalan mısırı gündüzden dağıtmak istememiş. Belki birileri Valiye şikâyete gider diye. Millet saatlerce bekledikten sonra köyün yolunu tuttu. Muhtar da 2 okkalık mısırı akşam evlere tek tek gidip dağıttı (s. 85).

Mısır sıkıntısı çeken bazı aileler değirmende un çok olsun diye fındıkkabuğunu da öğütür ve mısır ununa karıştırırdı.

19 Ocak 1925 tarihinde çıkartılan Yol Mükellefiyet Kanunu kapsamında vatandaşların bulundukları vilayette yılda 6-12 gün yol çalışmalarında bizzat bulunmaları gerekiyordu. Kanun, 18-60 yaş arası erkekleri kapsamaktaydı. Ancak isteyenler yol vergisini nakdi olarak ödeyebilirdi.

Pazar’da elma kurutma fabrikasına 1939’da başlanmış ve 1942’de bitirilerek hizmete açılmıştı. Açıldığı yıl 165 ton kuru elma üretildi. Ancak sonraki yıllar istenilen düzeyde üretim gerçekleştirilemedi.

1935 yılında Rize Hastanesi, tek doktorlu ve 25 yataklıydı.

Rize’de CHP’nin önde gelen üyeleri diğer vilayetlerde de olduğu gibi eşraf ve memur kesimidir. Bu kişilerin en iyi nüfuz ettiği yerin şehir merkezleri olması, Rize’de partinin buralarda daha güçlü olmasına neden olmuştur.

Vilayetteki tüm kuruluşlara partinin hâkim olması tabii ki bir tesadüf değil, partinin politikasıdır.

…açılan halkodalarıyla ve yine halkevlerinin köycülük şubeleriyle etkinin düşük olduğu merkez dışına ulaşılmaya çalışılmış ancak istenilen düzeyde başarı sağlanamamıştır.
Tek parti döneminde Rize’de CHP üye sayısı, hiçbir zaman Genel Merkezin belirlediği %10 ortalamasını yakalayamadı. Rize’de partili sayısının nüfusa oranı 1935’te %3,4 ve 1940’ta %3,5 ve 1945’te %6 seviyesinde kaldı.

Türkiye’de ilk kez çok partili sisteme 17 Kasım 1924’te TCF’nin (Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası) kurulmasıyla geçildi.
TCF’ye CHP’den istifa ederek geçen vekiller arasında Rize milletvekillerinden kimse bulunmadı.
TCF’nin Rize’de bir teşkilatı oluşturulmamıştır (s. 90).

Rize’de SCF Teşkilatının Kurulması
…konuya dair bazı fotoğraflardan parti binasının açılışının 20 Ekim 1930 tarihinde kabalık bir halk katılımıyla gerçekleştiği görülmektedir.

SCF kurulduktan bir ay kadar sonra ülke genelinde belediye seçimleri yapıldı.
SCF, yeni kurulmuş bir parti olmasına rağmen bu seçimde Türkiye genelinde ciddi bir başarı sağladı.
Ancak seçim sonrasında CHP’nin pek çok yerde usulsüzlük yaptığı anlaşıldı. Rize’deki seçime dair de bu yönde şikâyetler oldu (s. 92).

Rize’de seçimleri CHP kazanmışsa da yaklaşık bir buçuk aylık bir partinin vilayetteki oyların %29’unu alması büyük bir sorundu. Bu durum, vilayette CHP’ye ve parti teşkilatına hatırı sayılır bir tepkinin olduğunu göstermekteydi.

Demokrat Partinin Rize şubesi 10 Mart 1946’da açıldı.
Mehmet Fahri Mete, partinin Rize’de oluşturulan il idare kuruluna başkan olarak seçildi.

Çok partili sistemin ilk genel seçimi 1946’da gerçekleşti. Normalde 1947’de olması gereken seçim, CHP tarafından bir yıl öne çekildi.
DP, teşkilatlanmasını tamamlayamadığı 16 ilde seçime katılmadı. Bu illerden birisi de Rize’ydi.

Rize’de 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimler
…seçimi %70 oy oranıyla DP kazandı ve tüm vekillikleri aldı

Medrese Olayı
Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar varlığını devam ettiren medreseler, Rize’de yaygın bir şekilde bulunuyordu. İl genelinde sayıları 30’u bulan bu medreselerin bir kısmı 1914’teki seferberlik ilanı ile 1916’daki Rus işgali sonrasında faaliyetlerine son vermişti. Geri kalan kısmı da 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla kapatıldı. 1924 yılı sonrasında kapatılan bu medreselerin bazıları ilkokula çevrildi (Orhan Naci Ak, Rize Medreseleri ve Medrese Alimleri).
18 Eylül 1924 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Rize ziyareti sırasında,
Rize Müftüsü Mehmet Hulusi Efendi 572 ile Pazar müftüsü, yanına giderek kendisine medreselerin açılma talebini içeren bir dilekçe verdiler.
Gazi bu talebe kızdı ve sert tepki gösterdi
Olayın ardından Rize Müftüsü istifa ettirildi.

Medreselerin kapatılması; bu kurumların, faaliyetlerini yurt çapında gizli olarak yürütmelerine neden oldu.
Kurslar, her ne kadar tedbir alsa da bazen jandarma ve zabıta tarafından basılırlardı. Böyle zamanlarda jandarmalar hocalara türlü hakaretler eder, bazen de alıp götürürlerdi.

Şapka Olayı
25 Kasım 1925 günü Rize’nin Güneysu bölgesinde Ulucami İmamı Şaban Hoca ile Muhtar Yakup Ağa ve arkadaşları çevre köyleri Ulucami önünde toplanmaya davet etti. Toplanmaya gelenlerin bir kısmı Şapka Kanunu’nun sadece protesto edileceği zannıyla bir kısmı ise daha öte bir olayı beklercesine silahlarıyla geldi. Burada, Şapka Kanunu’nun verdiği rahatsızlık dile getirilerek halk hükümet aleyhinde kışkırtıldı. Galeyana gelenler, eşkıyaların da verdiği destekle Güneysu karakolunu bastı ve altı jandarmayı rehin aldı. İmam Şaban, şeriatın korunması için Rize’nin basılıp yağmalanmasını, hapishanenin boşaltılmasını, hükümet konağının ele geçirilmesini teklif etti ve her kim bu teşebbüsten kaçarsa onu öldüreceğini söyledi (s. 117).

Ardından Yenipazar köyünden Muharrem Hoca’nın şapka aleyhinde verdiği fetva benzeri yazısı orada bulunan hocalar tarafından okundu.
Olayın haberini alan Rize’deki askeri birlik ise bir müfreze askerle geliş güzergâhı üzerindeki kemer köprü önünde, yanlarında getirdikleri toplarla mevzilenmişlerdi (Orhan Naci Ak, Rize Tarihi).

10 gün süren bu olay sonrasında 143 kişi tutuklandı.
…isyana kumanda ettiği belirlenen Hoca Şaban, silahlı asilerin kumandanı Yakup Çavuş, jandarma karakolunu basan Bekçi Kadir Ağa, asilerin elebaşlarından Hasan Ağa, Peçelioğullarından Muhammet, Kanburoğlu Mahmut ve bunlarla birlikte isyanda rol alan Tarakçıoğlu Sabit ve Peçelioğlu Aslan Çavuş olmak üzere 8 kişi idama mahkûm edildi.

1930’lu yıllarda kadınlara siyasi haklarının verilmesine paralel olarak peçe ve çarşafa yönelik müdahaleler de yoğunlaştı.
Halkevlerinde başlayan çalışmaların ardından 1934’te de bazı vilayetlerde belediye encümen kararlarıyla peçe ve çarşaf yasaklanmaya başladı.

İkinci Bölüm
2. Rize Türk Ocakları ve Rize Halkevinin Faaliyetleri
1912’de yayımlanan Türk Ocağı Esas Nizamnamesinde Ocağın kuruluş tarihi, 25 Mart 1912 olarak belirtilmektedir.
1931 yılına gelindiğinde de Türk Ocakları tüm mal varlığı ile CHP’ye devredilmiştir.
Rize Türk Ocakları; Rize Merkez, Pazar ve Hopa olmak üzere üç şubeden oluşmaktaydı. Bunlardan Rize Türk Ocağı 1924 yılında kuruldu.
Ocağın bilinen ilk faaliyeti Ziya Gökalp’in ölüm yıl dönümü münasebetiyle 1924 yılında yayımlamış olduğu taziye mesajıdır.
Rize Türk Ocağı, 1927 yılında kılık-kıyafete dair önemli bir karara öncülük etti. Türk Ocağının önerisiyle İl Genel Meclisi, Rize’de peçe takılmasını, zıpka ve mintan gibi gayri medeni olarak adlandırdığı kıyafetlerin giyilmesini yasakladı.

Ocakların önemli faaliyet alanlarından birisi de spordu.

Türk Ocaklarının 1930 yılında kurulan SCF’ye yakınlaşması başta Mustafa Kemal olmak üzere CHP’yi rahatsız etmişti.
Bunun üzerine, Türk Ocakları 10 Nisan 1931’de yaptığı olağanüstü kurultayda, Ocakların kapatılması ve tüm mal varlıklarının CHP’ye devredilmesi kararını almak zorunda kaldı.

Halkevlerinin kurulmasının temel gerekçelerinden birisi, CHP’nin ve onun gerçekleştirdiği devrimlerin halk tarafından yeterince benimsenmemesidir.
Rize Halkevinin resmi açılışı, 20 halkeviyle birlikte 24 Haziran 1932 Cuma günü gerçekleşti.

Üçüncü Bölüm
3. Rize’de Seçimler ve Seçilen Milletvekilleri
1923 seçimlerinde Rize’den çıkan vekil sayısı beştir.
Seçim sonucunda da MHG adayları, Rize’de açık ara seçimi kazanmıştır.
Esat Özoğuz
Rauf Benli
Ahmet Fuat Bulca
Ekrem Rize
Ali Rıza Zırh

Rauf Benli’nin 3 Mayıs 1925’te ölümü üzerine 8 Aralık 1925’te Rize’de ara seçim yapıldı.
…seçime tek aday olarak katılan Hasan Cavit Belül, 365 oyla Rize milletvekili seçildi.
Hasan Cavit Belül

1927 Seçimleri
1923 seçimlerinde beş olan Rize milletvekili sayısı bu seçimde altıya yükseldi.
Fuat Bulca
Ali Rıza Zırh
Esat Özoğuz
Atıf Tüzün
Hasan Cavit Belül
Akif Akyüz

1931 Seçimleri
Bu seçimlerde Rize’den yeni bir milletvekili adayı listeye konulmadı. Mevcut vekillerle seçime gidildi.

1935 Seçimleri
1933 yılında, Rize ve Artvin vilayetleri birleştirilerek Rize merkezli Çoruh vilayeti kuruldu. Artvin’in iki milletvekili vardı. Böylece 6 vekilli Rize ile birlikte vilayetin vekil sayısı 8’e yükselmiş oldu.
Ali Rıza Zırh
Hasan Cavit Belül
Atıf Tüzün
Akif Akyüz
Fuat Bulca
Asım Us
Ömer Fehmi Noylan
Mehmet Ali Okar

1936 Ara Seçimleri
1935 seçimlerinden kısa bir süre sonra aynı yıl içerisinde Ömer Fehmi Noylan 3 Haziran’da, Mehmet Ali Okar 17 Temmuz’da hayatlarını kaybetti. İki vekilin ölümünün ardından 12 Ocak 1936 günü ara seçim yapıldı. 1345 Ancak bu ara seçim yapılmadan önce 4 Ocak 1936 tarihi itibariyle Çoruh vilayeti, Rize ve Çoruh (Artvin) diye ikiye ayrılmış ve eskisi gibi iki vilayet olmuşlardı. 1346 Seçim, iki vilayetin ayrılmasından sonra gerçekleşmesine rağmen, seçilen vekiller her iki vilayette yapılan ortak oylama sonucu belirlendi.
12 Ocak 1936 günü yapılan araseçimle İhsan Kurtkan ve İlyas Sami Muş yeni vekiller olarak seçildi.

1939 Seçimleri
Hasan Cavit Belül
Ali Rıza Zırh
Saim Ali Dilemre
Ali Fuat Sirmen
Kemalettin Kamu
Mehmet Raif Dinç

1943 Seçimleri
Hasan Cavit Belül
Ali Rıza Zırh
Saim Ali Dilemre
Ali Fuat Sirmen
Kemalettin Kamu
Tahsin Bekir Balta

1946 Seçimleri
Fahri Kurtuluş
Tahsin Bekir Balta
Ali Fuat Sirmen
Saim Ali Dilemre
Hasan Cavit Belül
Ali Zırh

1950 Seçimleri
Seçim Kanunu’nda yer alan demokratik olmayan pek çok husus değiştirilmiştir.
Bu dönem Rize’de DP ilk kez milletvekili seçimlerine katıldı.
DP vekil adayları, liste halinde en çok oyu aldılar ve tüm vekillikleri kazandılar.
Bu seçimlerde ülke genelinde DP %55,2 ve CHP %39,6 oy aldı. 1509 Rize’de DP oyların %69,3’ni, CHP ise %29,7’sini aldı.
Rize, %69,3 oy oranıyla 1950 seçimlerinde DP’nin en yüksek oy oranına ulaştığı vilayet oldu.
Kemal Balta
Yusuf İzzet Akçal
Osman Kavrakoğlu
Zeki Rıza Sporel
Ahmet Morgil
Mehmet Fahri Mete

Sonuç
Rize Halkevine bakıldığında, faaliyetleri iki yönden değerlendirilebilir. Birincisi şehrin sosyal, kültürel ve ekonomik hayatına olan etkisidir. Bu yönden şehre bir değer ve renk kattığı söylenebilir. Verdiği sağlık hizmetleri, düzenlediği eğitsel amaçlı kurslar, konferanslar, müsamereler ve bayram etkinlikleri göze çarpan önemli faaliyetlerdendir. Bünyesinde kurduğu Halkspor ve Şarspor’la vilayette futbolun güçlenmesine katkı sağlamıştır.

CHP, Rize’nin temel sorunlarına kalıcı bir çözüm getirememiştir. Eğitim, sağlık ve bayındırlık faaliyetlerinde özellikle de halkın çok önem verdiği Rize-İspir yolunun inşasında, beklentileri karşılayamamıştır. Halkta ekonomik yönden belirgin bir iyileşme sağlayamamıştır. Bununla birlikte II. Dünya Savaşı döneminde halk iyice fakirleşmiştir.

Doktora Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2017, Trabzon

21 Mayıs 2020 Perşembe

Ben ve Sen


Martin Buber - Ben ve Sen
 

Mukaddime (bu kısmı Walter Kaufmann yazmış, kitabın özeti gibi olmuş)

İnsanın dünyası çok boyutludur
İki dünyanın ve iki yolun mevcut olduğunun anlatılmasından hoşlanırlar.
İki yolu anlatan ve birini yüceltenler; peygamberler veya büyük üstadlar olarak bilinir ve tanınır.
Bu yolda yürümek zor olabilir; fakat seçmek kolaydır…
Mundus vult decipi: dünya aldatıcıdır. Hakikat, çok karmaşık ve ürkütücüdür; hakikatin hazzı, pek az kimsenin tanıyabildiği, kazanılan bir hazdır (s. 13).

Merdivenin en alt kısmına yakın yerde, basın vardır. Değişmez, sorumsuzca bir tahrifat akımı…
Daha üst seviyede; uydurma hikâyeler (fictions) yer alır…
Merdivenin üstüne yakın yerlerde ise, (…) hakikat ve hakikat olmayan şeylerin tuhaf karışımlarına rastlarız.

Bazı kimseler, iç dünyasına (inside) götüren sayısız yolun kendisinden doğduğu bir ana yol (path) ile çevrili garip bir dünyada yaşar. / Ben-Ben…
İç dünyalarına çekilenlerin (…) insanlara düşkünlükleri yoktur (s. 14).

Eşya, hakkında konuşulan şeydir; fakat kişiler…
…her cümlenin efendisi, ‘BEN’den başkası değildir.
Bu türden insanlarla konuştuğunuzda, onlar çoğunlukla sizi işitmezler; ve sizi hiçbir zaman, bir başka BEN olarak işitmezler.

Hemen hemen hiç BEN'i olmayan insanlar vardır.

Bazıları, objelerin büyük görüldüğü dünyalarda otururlar. Onlar, yalnızca herhangi bir şey veya konuyla ilgilenmezler; fakat ilgilerinin objesi, hayatlarına hâkim olur.

Ben-O ve Biz-Biz insanları…

Dürüstlük, zekâ, şahsiyet bütünlüğü, insanlık ve zafer, BİZ’in öncelikli haklarıdır. Günahkârlık, budalalık, ikiyüzlülük, kabalık ve sonuçtaki yenilgi, ONLAR’a aittir.

BEN-BEN, BEN-O, O-O, BİZ-BİZ ve BİZ-ONLAR. SEN’siz bir dünyada birçok hayat tarzı vardır.

BEN-SEN (I-You) yabancı görünüyor.
Thou ile You aynı değildir.
Thou, akla hemen Tanrı’yı getirir; Du ise, getirmez.

Freud’un Ich (Ben)’i, ruhun bilinçli olan bölümü; Es (O)’i, bilinçaltı bölümü; Über-ich (Üst-Ben)’i üçüncü bölümüdür ki, o buna Ich / Ideal (İdeal-Ben) veya vicdan da der.
Buber’in, estetik yönelimi benimsemek suretiyle, okuyucularının, ahlâk ilmine yönelik şüpheleri bertaraf etmelerini çok kolaylaştırdığı söylenebilir.

Başarı, değerin delili değildir.

(Ben ve Sen), bilhassa Protestan teologlar arasında tutundu.

Bu kitaptaki (…) Asıl vurgu, You üzerindedir, Thou üzerinde değil. BEN, SEN’inle karşı karşıya olduğum zaman, Tanrı vardır. Fakat gözümü SEN’den başka tarafa çevirirsem, Tanrı’yı ihmal etmiş olurum. SEN'i, yalnızca tecrübe ettiğim veya kullandığım müddetçe, Tanrıyı inkâr etmiş olurum. BEN, SEN’inle karşılaştığı zaman, Tanrı ile karşılaşır (s. 27).

Modern insan, iyi okumayı aslâ öğrenmemiş, doymak bilmez bir okuyucudur. Rahatsızlığın bir bölümü, saçma şeylerin, yani okunmaya pek değmeyen şeyleri okumanın öğretilmesidir.

(Kitap) Kelime oyunları ile doludur

Ben ve Sen (I And Thou)
Martın Buber
İnsan davranışının iki boyutluluğuna uygun olarak, insanın dünyası da iki boyutludur.
Konuşabildiği iki temel kelimeye uygun olarak, insanın davranışı da iki boyutludur.
Temel kelimenin biri, BEN-SEN kelime çiftidir.
Diğer temel kelime, BEN-O kelime çiftidir…

Temel kelimeler (…) bir varoluş biçimi tesis ederler.
BEN-SEN temel kelimesi, ancak, kişinin bütün varlığıyla söylenebilir.
BEN-O temel kelimesi, hiçbir zaman, kişinin bütün varlığıyla söylenemez.

Ben…
Bir insanın hayatı, bütün bunlardan ve benzerlerinden ibaret değildir sadece.
Bunlar ve benzerleri, O âleminin temelidir.
Fakat SEN âleminin, başka temeli vardır.

SEN diyen kimse, objesi olarak, bir şeye sahip değildir.

…insanın kendi dünyasını tecrübe ettiği anlatılır.
…dünyayı insanlara getiren, sadece tecrübeler değildir.
Zira, insana tecrübelerin getirdiği şey; sadece, (…) O’dan ibaret bir dünyadır.

Tecrübe eden kimseler, dünyaya iştirak etmezler. Zira tecrübe, ‘onların içinde’dir, onlarla dünya arasında değil.
Tecrübe dünyası, BEN-O temel kelimesine aittir.
BEN-SEN temel kelimesi ise, ilişki dünyasını kurar.

Tabiat ile hayat. Burada, (…) dil dışında kalanı, temel kelime dünyasına nasıl dahil edebiliriz?

İlişkinin anlamını hafife almaya çalışmamalıdır: İlişki mütekabiliyettir.

…ilişkiyi tersine çeviren kişi, gerçeği tahrif etmiş olur- tıpkı bunun gibi, kendisine SEN diyeceğim insanı BİR ZAMAN ve BİR MEKÂNDA bulamam. Onu oraya yerleştirebilirim ve bunu tekrarlamalıyım, o, derhâl bir “O” hâline gelir ve artık benim SEN’im kalmaz.
SEN’in semâsı benim üzerimi kapladığı müddetçe, sebep-sonuç fırtınaları ayaklarımın dibinde çırpınır ve kaderin hızlı dönüşü donup kalır.
Tecrübe, SEN’den uzaklıktır (s. 52).

SEN, lütuf olarak benimle karşılaşır -aramayla bulunamaz.
SEN, benimle karşılaşır. Fakat ben onunla, doğrudan ilişki içinde olurum.
BEN olmak için, bir SEN’e gerek vardır; ben, BEN olmak için, SEN der.

SEN ile ilişki, aracısızdır. Hiçbir kavram, evvelki hiçbir bilgi ve tasavvur, BEN ve SEN arasına giremez.

Varlık, fânî ve gelip geçici olan değil, bizimle karşılaşan, bekleyen ve varlığı devam eden şeydir.

Sevgi, bir BEN’e; SEN onun, sadece ‘muhteva’sı veya objesi imiş gibi sımsıkı sarılıp bağlanmaz; o, BEN ve SEN arasındadır. Bunu bilmeyen, onu kendi varlığıyla bilmeyen kimse, her ne kadar tecrübelerle, zevklerle ve sözlerle yaşadığı duyguları ona atfetse bile, sevgiyi bilmez. Sevgi, kozmik bir güçtür

İlişki, mütekabiliyettir. Benim SEN’im, benim üzerimde etkilidir; BEN onun üzerinde etkili olduğu gibi. Öğrencilerimiz bize öğretir, çalışmalarımız bizi şekillendirir.

Nefret, tabiatı icabı, ‘görmez’ olarak kalır; bir varlıktan ancak kısmen nefret edilebilir.

İnsan, bir SEN’den dolayı bir BEN olur.

O-dünyası, mekân ve zamana bağımlıdır.
SEN-dünyası, mekân ve zamana bağımlı değildir.

Beşerî tezahürüyle ruh, insanın kendi SEN’ine cevabıdır.
Ruh, BEN’de değil, BEN ile SEN arasındadır. İçimizde dolaşan kan gibi değil, teneffüs ettiğimiz hava gibidir. İnsan, SEN’ine cevap verebildiği zaman, ruh içinde yaşar.
Ancak ilişki kurma gücü sâyesindedir ki, insan, ruh içinde yaşayabilir (s. 74).

Kurumlar, bir kimsenin; çalıştığı, görüşmeler yaptığı, etkilediği, üstlendiği, yarıştığı, organize ettiği, yönettiği, görev yaptığı, ibadet ettiği, her türlü amaçla zamanını geçirdiği yerde ‘orada olan’dır
Duygular, yaşanan ve kurumlardan geri alınan, ‘burada, içeride’ olan şeylerdir.

Evlilik, bütün hakikî evliliklerin her zaman kaynağı olan şey (yani iki insanın, birbirlerine SEN’i ifşâ etmesi) dışında aslâ yenilenemez. Bunun içindir ki, BEN olan SEN’den hiçbiri, bir evlilik kuramaz.

SEN’in varlığı, su yüzeyindeki ruh gibi, O-dünyası üzerinde yüzer.

Kader ve hürriyet, birbirlerine bağlıdırlar. Kaderle, ancak hürriyeti gerçekleştiren kimse karşılaşır (s. 84).

Hürriyet ve kader nasıl birbirine bağlı ise, kapris de kötü kadere bağlıdır.
Kaprisli olmadan isteyen insan, hürdür. Bu insan, gerçeğe inanır, yani BEN ve SEN’in gerçek düalitesinin gerçek birlikteliğine inanır. Alın yazısına ve aynı zamanda, onun da kendisine ihtiyaç duyduğuna inanır. Alın yazısı kişiyi sürüklemez, kişiyi bekler.

Kaprisli insan, inanmaz ve karşılaşmaz. Birlikteliği bilmez, o, sadece dışarıdaki heyecan veren dünyayı ve onu kullanmak üzere kendi ateşli arzusunu bilir.
SEN dediği zaman, SEN, benim kullanma yeteneğimdir, demek ister! / s. 89-90
Ondan çok söz etmekle beraber, fedakârlık konusunda kabiliyetten tamamen mahrumdur ve siz bu durumu, onun hiçbir zaman somut olmamasını fark ederek anlarsınız.

İki çeşit insanoğlu yoktur, fakat iki insanlık kutbu vardır.
Hiçbir insanoğlu, ne salt kişi ne de salt egodur
Her biri, iki boyutlu bir BEN içinde yaşar.

Bir insanın ne ölçüde bir kişi olduğu, temel kelime BEN-SEN’in BEN’inin, insan düalitesinin BEN’i içinde ne ölçüde kuvvetli olduğuna bağlıdır.
Onun BEN deme tarzı -BEN dediği zaman, demek istediği şey- bir insanın nereye ait olduğunu ve nereye doğru gittiğini gösterir. ‘BEN’ kelimesi, insanlığın hakikî parolasıdır (s. 94).

İlişkilere ait çizgiler uzatıldığında, ezelî-ebedî SEN’de kesişir. Her tek SEN, bunun bir anlık görünüşüdür. Her tek SEN aracılığıyla temel kelime, ezelî-ebedî SEN’e (eternel You) hitap eder.
Bütün varlıkların SEN'inin aracılığı, bizim onlarla ilişkilerimizin olgunluğundan ve bunu yerine getirmenin eksikliğinden sorumludur.
Kemâle, sadece, tabiatı icabı O olamayacak SEN ile doğrudan ilişki içinde erişir.

Dünya içinde kalınırsa, Tanrı bulunmaz; dünya terk edilerek Tanrı bulunmaz. Kim SEN’ine doğru bütün varlığıyla atılır ve dünyanın bütün varlığını ona taşırsa, onu aramadan bulur.

Tanrı, kâinatı kuşatır, ama kâinat değildir; tıpkı, Tanrı’nın, beni kuşattığı, fakat bizzat ‘ben’ olmadığı gibi. Bundan dolayı, herkesin kendi dilinde dediği gibi, ben de kendi dilimde: SEN diyebilirim. Çünkü buna hürmeten, BEN SEN vardır,

Dünyadaki her gerçek ilişki, dışlayıcıdır; öteki, onun alanına, onun dışlamasından intikam almak için zorla girer. Kâinatın, sayesinde idrak edildiği yegâne ilişki, şartsız dışlayıcılık ve şartsız kapsayıcılığı içine alan Tanrı ile olan ilişkidir.

İlişki dünyasının kurulduğu üç alan vardır.
Birincisi: tabiatla ilişkili hayat, ilişki burada dil eşiğine takılır.
İkincisi: insanla ilişkili hayat, burada dil işin içindedir.
Üçüncüsü: manevî varlıklarla ilişkili hayat, burada dil yoktur, onu kendisi yaratır.

Bu üç âlemden, bir tanesi farklıdır: İnsanlarla ilişkili hayat. Burada dil, bir gelişim süreci takip ederek tamamlanıp, söz ve cevap hâline gelir.
Türkçeleştiren: İnci Palsay
Kitabiyat Yayınları
2003, Ankara


Sosyolojik Düşünmek - Bauman - Özet


Zygmunt Bauman - Sosyolojik Düşünmek

 
Sosyoloji; ama ne için?
Bir şeyi diğerlerinden farklı olarak "sosyolojik" yapan nedir?

…sosyolojiyi farklı bir yere koyan ve ona belirleyici karakterini veren şey, insan eylemlerini geniş çaplı oluşumların öğeleri olarak görme alışkanlığıdır- bu oluşumlar ise karşılıklı bir bağımlılık (eyleme girişilme ihtimalinin ve eylemin başarı şansının öteki faillerin kimler olduğu ya da ne yapabileceklerine bağlı olarak değiştiği bir durum anlamında bağımlılık) ağına takılmış faillerin rastlantısal olmayan birlikteliği biçiminde düşünülebilir (s. 16).

Sosyolojik düşünmek (…) Besbelli sabitlenmiş haliyle o güne kadar baskıcı olan dünyayı yeniden esnekleştirir; bize dünyanın şimdi olduğundan farklı bir dünya olabileceğini gösterir.

Özgürlük ve bağımlılık
Kararlar verebilmek özgürlüğümün kanıtıdır. Aslında özgürlük, karar verme ve seçme yetisidir.
Ceza, yaptıklarımdan sorumlu olduğumun doğrulanmasıdır (s. 30).

Seçme özgürlüğü kendi başına kişinin seçimlerini hayata geçirme özgürlüğünü garanti etmez, hele niyet edilen sonuçlara erişme özgürlüğünü hiç temin etmez.

(Çevre, mensubiyet duygusuna bağlı serbestlik-özgürlük incelemeleri, s. 30 vd.)

"Ben"in "Beni/Bana"dan ayrılmasında (yani, ortaya çıkmakta olan benliğin, önemli ötekilerin taleplerini gözleme, irdeleme ve yönlendirme yetisinde) en hayati işi çocuğun rol oynama etkinliği başarır.

"Ben" ve "Beni/Bana" oluşumu, içgüdülerin bastırılması ve süperegonun yaratılması süreçlerine sıklıkla sosyalleşme adı verilir. Ben, sosyal baskıları içselleştirme yoluyla bir grup içinde yaşamaya ve davranmaya uygun hale getirildiğim oranda, toplumun izin verdiği biçimde davranma ve böylelikle eylemim için "özgür" ve sorumlu olma becerisi kazandığım oranda sosyalleşmiş, yani toplum içinde yaşamaya muktedir bir varlığa dönüşmüş olurum (s. 41).

Özgürlük ile bağımlılığın diyalektiği doğumla başlar ve ancak ölümle sona erer.
Belli bir aile, çevre, yöre, sınıf ya da ülke içinde doğarız.
Ne olursa olsun özgürlük hiçbir zaman tam olmayacaktır.

Biz ve onlar
"Biz" ve "onlar" yalnızca iki ayrı insan grubunu değil, tümüyle farklı iki tutum arasındaki, duygusal bağlanma ve antipati, güven ve kuşku, güvenlik ve korku, işbirliği ve çekişme arasındaki ayrımı temsil eder.
"Biz" ait olduğumuz grup anlamına gelir.
"Onlar" ise tersine ne ait olmayı isteyebileceğim ne de istediğim bir grubu anlatır (s. 51).

Ben kendi iç grubumu ancak belli bir öteki grubu "onlar" olarak gördüğüm için "biz" olarak görürüm.

Cemaat fikrini savunan organlar ne kadar heybetli olurlarsa olsunlar ve ne kadar sıkı çalışırlarsa çalışsınlar, gerçeklikle ilişkileri kaçınılmaz olarak kırılgan ve zayıftır.
…cemaatin birliği inançlara ve duygulara yapılan sürekli çağrılarla ayakta tutulmalıdır.

Önyargı insanları, dış grubun amaçları söz konusu olduğunda, asla haklı görülmeyecek araçların kendi davalarının yürütülmesinde kullanılmasını onaylamaya iter.

Bazı insanların dünyayı keskin ve uzlaşmaz zıtlara göre algılamaya ve kendilerinden farklı olan ya da görünen herkese derin bir kin beslemeye özellikle yatkın oldukları çok sık görülmektedir.
Bu tür davranış kalıbıyla nitelenen insanların otoriter kişiliğe sahip oldukları söylenir.

Yabancılar
Geçen bölümlerde "biz" ve "onlar"ın ancak birlikte, birbirleriyle zıtlık içinde anlamlı olduklarını gördük.

Yabancıların dikkate değer özelliği büyük oranda bildik olmalarıdır

Hiç kimse dediklerim, çoğu kere belli belirsiz, dikkatimi çekmeden ve dağıtmadan, günlük hayatımın baktığım ama görmediğim (…) bir yüzü, çehresi olmayan…
Yabancılar ise tersine gördüğüm ve dinlediğim insanlardır.

Bağlantıdan etkin sakınma devamlı olarak kirlenme korkusuyla şişirilir

Yaşadığımız toplum kentsel bir toplumdur
Gün boyunca o kadar çok insanla karşılaşırız ki hepsini tanımamız imkansızdır.
Yaşadığımız dünya daha çok yabancılarla dolu bir evrensel yabancılık dünyası gibidir.

Her modaya herkesin ulaşabilmesi yüzünden, elbise geleneksel ayrımcı işlevlerini yitirmiştir.
Görünüşe göre aynın pratik değerini büyük oranda yitirirken, mekana göre aynın önem kazanmıştır (s. 76).

Resepsiyon ve güvenlik görevlileri girmek isteyen kişinin buna "hakkı olup olmadığına" karar verir. Girmesine izin verilen kişi her kimse, içeride olmaya hakkı olduğunu kanıtlamalıdır
…girişe izin vermeme gücü, kentsel hayatın yoğun nüfuslu anonim dünyasında, seçilmiş mekanların görece homojenliğini, berraklığını sağlamaya hizmet eder.

Sivil dikkatsizlik, kişinin bakmıyor ve dinlemiyor gibi yapmasıdır
Sivil dikkatsizlik, en yalın haliyle kendini göz göze gelmekten kaçınmakta ortaya koyar.

İnsani ilişkiler öteki kişinin refahı ve iyiliği için duyulan bir sorumluluk temelinde yürütüldüğü oranda ahlakidir.
"evrensel yabancılık" koşullarında, fiziksel yakınlık ahlaki boyutundan sıyrılmaktadır. Bu, insanların artık ahlaki yakınlık yaşamadan ve bundan dolayı eylemlerinin ahlaki anlamlarına ilgisiz kalarak birbirleriyle yakın yaşayabilecekleri, eylemde bulunabilecekleri ve birbirlerinin hayat koşullarını etkileyebilecekleri anlamına gelir (s. 82).

Birlikte ve ayrı
…hiç kendinize bu "hemfikir" olan "hepimiz"in kim olduğunu sordunuz mu?
…manevi birlik (…) Bu yoksa, cemaat de yoktur.

Cemaat genelde bir gerçeklik olmaktan çok bir sav, bir arzu ifadesi, saftan sıklaştırma yönünde açık bir çağrıdır.

Cemaat geçmişte hep var olmuş olsa da, hakkında söz söylendiği anda artık, en azından tahayyül edilen ideal haliyle, var olmaktan çıkar.

Pratikte, "manevi birlik" olarak cemaat fikri "biz" ile "onlar" arasında henüz var olmayan sınırları çizmemizin bir aracı olarak hizmet eder

(Cemaatten farklı olarak) Bir örgüte giren insanlardan rollerini benimsemeleri ama aynı zamanda kendileriyle rolleri arasına belli bir mesafe koymaları beklenir.
(örgüt için) İnsanlar değiştirilebilir ya da gözden çıkarılabilirler; önemli olan, birer kişi olarak o insanlar değil, işi yerine getirmedeki becerileri ve işi yapmak için gösterdikleri iradedir.

Armağan ve mübadele
Borç faturaları…

İnsani etkileşim çoğu kez birbiriyle çelişen iki ilkenin baskısına teslim olur; bunlar eşdeğerler mübadelesi ve armağan ilkesidir.
Kişi her şeyden önce başkasının ihtiyacına karşılık, verdiği hizmetler için "adil" bir ödeme alıp almayacağı kaygısıyla hareket eder.
Kişi eşdeğerin ne olduğuna ilişkin pazarlığa tutuşur.

…armağan olayında ötekilerin ihtiyaçları ve hakları eylem için asli -belki de tek- güdüdür.

En saf haliyle, armağan tamamen çıkarsızdır ve alıcının niteliğine bakılmaksızın verilir.

Armağanlar verene (…) başkası için fedakârlık deneyimi sağlar.

Paradoksal olarak aşkım ancak karşılık beklentisine girmediğimde sürebilecek ve güvende olacaktır. Tuhaf görünse de, en az zayıf ve kırılgan olan, bir armağan olarak verilen aşktır: Sevdiğimin dünyasını kabul etmeye, o dünyaya girmeye ve karşılığında benzer bir şey beklemeksizin onu içeriden anlama çabasına girmeye hazırım... Müzakereye, anlaşmaya ve sözleşmeye gerek duymuyorum. Gelgelelim, bu yollardan hangisine girersek girelim, mahremiyet müzakereye açılır ve taviz kaçınılmazdır (s. 114).

Piyasanın sunduğu kimliklerin avantajı sosyal onaylarıyla birlikte satın alınmalarıdır ve böylelikle olumlama arayışının sıkıntıları kalmamıştır.

Görülüyor ki, düşlerimiz ve özlemlerimiz, aynı anda doyurulmaları neredeyse hiç mümkün olmayan, ne var ki ayrı ayrı peşlerine düşüldüğünde de aynı şekilde tatmini güç olan iki ihtiyaç arasında parçalanmıştır. Bunlar aidiyet ve bireysellik ihtiyaçlarıdır. Birinci ihtiyaç bizi ötekilerle güçlü ve güvenli bağlar kurmaya sevk eder. Ne zaman birliktelikten ya da cemaatten dem vursak bu ihtiyacı dile getiririz. İkinci ihtiyaç bizi, içinde baskılardan bağışık ve taleplerden özgür olduğumuz, yapmaya değer gördüğümüz şeyi yaptığımız, "kendimiz olduğumuz" bir duruma, özel hayata yöneltir (s. 119).

Öte yandan, biri tatmine ne kadar yaklaşırsa, aynı oranda ötekinin ihmal edilmesinin acısını duyarız.

Güç ve seçim
Yaptığım şeyi neden yaparım?
…açıklamalar, açıklamayı istediğimiz olayı başka, daha genel bir önermeden ya da bir dizi önermeden çıkarılmış olabilecek bir önerme olarak göstermekten ibarettir.
Bazı eylemler neredeyse düşünmeksizin yapılır,
Alışılmış davranış
Alışılmış davranış geçmişte öğrenilenlerin kalan özüdür.

Düşüncemin küçük bir rol oynadığı başka bir davranış türü vardır. Bu hissi eylemdir
Alışılmış ve hissi eylemler genelde irrasyonel eylemler olarak tanımlanır.

Rasyonel eylem, muhtemel birçok eylem biçimi arasından, failin bilinçli olarak eylemle varmayı amaçladığı sonuca en uygun olduğunu düşündüğü bir eylemi seçmesine dayanır

…güç, kişiye, başka insanların eylemlerini kendi amaçları olarak kullanma yetisi kazandıran şeydir
…öteki insanlar gözettikleri değerlere ancak güç sahibinin koyduğu kurallara boyun eğerse erişebilir.

…benim değerlerim nasıl oluşurlar?
…hayatlarımıza yön veren en bildik değerleri bir bütün olarak çocukluk yıllarımızda ediniriz.

…ele aldığımız iki meşruiyet biçiminin –geleneksel ve karizmatik- ortak bir özelliği vardır: İkisi de kişinin değer seçimi yapma hakkından, o hakkı tekil ya da kolektif başka bir faile bırakarak vazgeçtiğini ima eder. Seçim hakkından feragat etmek çoğu zaman sorumluluğu başkasına devretmekle birdir (s. 138).

Kendini koruma ve ahlaki görev
Sanki bir şeye ihtiyaç duymak sahip olunması gereken bir şeye sahip olmamak -bir yoksunluk- anlamına gelmektedir.
Onu ele geçirmek kendimi korumamın ve hatta hayatta kalmamın bir koşuludur.
İyi, adeta ihtiyacın öbür yüzüdür.

Her türlü sahiplik böler ve ayırır

Kendini koruma ile ahlaki görev birbirine karşıdır.

Doğa ve kültür
Kültür, bir düzeni en iyi, hatta belki de tek iyi düzen olarak göklere çıkarır. Bütün alternatifleri bayağı ya da tümden düzensizlik olarak tanımlar.

…kültür gerçekten de bir insan etkinliğidir - ama bazı insanların başka bazıları üzerinden yürüttükleri bir etkinliktir.

Devlet ve millet
Devletin otoritesinin işlediği alanın her ferdi devlete aittir.
Devlet tarafından ilan edilen ve korunan yasalar devletin uyruklarının görevlerini ve haklarım belirler. Görevlerin en önemlisi vergi ödemektir

Millete ve refahına koşulsuz sadakat isteyen milliyetçilik akla ya da hesaba gerek duymaz.
Milli devlet millet adına konuşuyor olma temelinde itaat ister
Devlete itaatsizlik -cezayı hak eden bir suç- demek ki, yasayı çiğnemekten daha kötü bir şeydir: Milli davaya ihanet demektir – suçlularının itibarını ellerinden alan ve onları insan topluluğunun dışına atan iğrenç, ahlaksız bir eylemdir.

Millet, devlet gibi bir "gerçeklik" değildir.
Millet başından sonuna bir hayali cemaattir; o ancak üyeleri zihinsel ve duygusal olarak kendilerini öteki üyelerinin çoğuyla hiçbir zaman yüz yüze karşılaşmayacakları kolektif bir bünye ile "özdeşleştirdikleri" müddetçe bir varlık olarak mevcuttur. Millet, hayali olduğu kadar, zihinsel bir gerçekliktir (s. 189-190).

…asimilasyon kültürel seferin yanına çekmeyi ve döndürmeyi amaçladığı halka karşı duyulan hıncı besler.
…asimilasyon ve ırkçılık taban tabana zıttır. Ancak ne var ki, onlar aynı kaynaktan doğarlar; sınır çizme kaygısı milliyetçi eğilimde içkindir.

Düzen ve kaos
Yapay bir düzen kurma çabaları ideal hedefleri karşısında yetersiz kalmaya mahkumdur. Bunlar görece özerklik adacıkları oluşturabilirler ancak aynı zamanda yapay olarak kesilmiş adacığa yakın toprak parçasını müphemliğin gri bir alanına dönüştürürler.
Her dikotomi müphemlik üretir; her düzen arayışında zorunlu olarak boy gösteren dikotomik görüş olmasaydı, müphemlik de olmazdı.

Kaos yerine düzen getirme, yakın çevremizdeki dünya parçasını kural tanır, kestirilebilir ve denetlenebilir kılma mücadelesi sonuçsuz kalmaya mahkumdur çünkü bu mücadelenin kendisi kendi başarısına en önemli engeli oluşturur: Kaos, düzensiz (kuralı çiğneyen, kestirilemez ve denetlenemez) olguların çoğu özellikle dar bir alana odaklanmış, hedefli, görev yönsemeli, tek sorun çözücü eylemlerden doğar (s. 23).

Hayat uğraşına dalmak
…uzmanlık ve teknolojinin sahip olduğumuz bir ihtiyaca karşılık olarak ortaya çıktığı doğru değildir. Sıklıkla, bize uzmanlıklarını ve ürünlerini sunan insanlar ilk başta bizi sundukları şeylere gerçekten ihtiyaç duyduğumuza ikna etmelidir.
…yeni teknoloji basitçe ihtiyaca karşılık değildir.

Bütün metaların üzerine iliştirilmiş bir fiyat etiketi vardır. Bu etiketler potansiyel tüketiciler havuzunu seçer.
…etiketler gerçeğe uygun olanla uygulanabilir olan arasındaki sınırı çizer; bu verili tüketicinin aşamayacağı bir sınırdır.

Sosyolojide tarzlar ve araçlar
Sosyoloji, günlük hayatlarımızda elde ettiğimiz ve kullandığımız bilginin anlaşmasıdır

Durkheim, özel olarak sosyal olguların -özelde hiçbir kişiye ait olmayan kolektif fenomenlerin (ortak inançlar ve davranış kalıpları gibi)- oldukları haliyle şeyler olarak ele alınabileceklerini ve öteki şeyler gibi nesnel, ayrı bir biçimde araştırılabileceğini ileri sürüyordu.

Weber…

Sosyoloji gündelik hayat deneyiminin devamı olarak yapılan bir yorum, öteki yorumlardan beslenen ve ardından onları besleyen bir yorumdur.

Daha fazlası için ek okuma önerileri
…başlangıç kitabı Anthony Giddens'ın Sosyoloji'sidir. Mevcut sosyoloji haritaları içinde en kapsamlısı olan bu kitap…
Türkçeleştiren: Abdullah Yılmaz
Ayrıntı Yayınları, Yedinci Baskı: 2010