25 Temmuz 2017 Salı

Hasan Ali Toptaş - Bin Hüzünlü Haz

Hasan Ali Toptaş - Bin Hüzünlü Haz


1
Beni en çok suçtan arınmışlığım tedirgin ediyor.
… adamakıllı kirlenip de kim olduğumu anlayayım…
…her biri bir cümle ağırlığındaki kelimelerden, aşılması güç mü güç bir barikat oluşturuyorlar.

…cinayet görüntülerini seyrediyorum...

…hayata ve şehre onların omuzlan üzerinden bakarken, acaba gerçek melek ben miyim diye kuşkulanıyorum kimi zaman ve sanki kanatlarım varmış gibi, sırtımda bir ağırlık hissediyorum. Aynı zamanda, ruhumda da bir hafiflik. Hem de, sarhoş edici bir hafiflik...

2
…ve gözlerimi yollara dikip sürekli Alaaddin’in geleceği ânın güzelliğini hayal ediyordum.
Büyük kelimesine sığmayacak kadar büyük ve harikulade bir an olacaktı o an; Alaaddin daha kapımdan girer girmez bende oluşmaya başlayan hiç tanımadığı bambaşka bir Alaaddin’le, ben de her iki Alaaddin’e de yansıyan kendimle karşılaşacaktım. Tıpkı, yüz yüze gelmiş aynalar gibi...

…laf olsun diye anlatmak isterdim. Evet, laf olsun diye... Hem belki böyle bir girişim, beni bir süre daha çocuklar gibi oyalayıp Alaaddin’in yokluğunu düşünmekten alıkoyarken, size de metnin içinde kaybolup gidebilmeniz için çeşitli kapılar aralamış olurdu.
...ve ben bu konunun içinde sizinle birlikte aklımı, hayallerimi ve geleceğimi kaybetmeye hazır olsam bile, henüz Alaaddin’in yokluğunu kaybetmeyi göze alamıyorum.
Elimde, o yokluktan başka hiçbir şey yok çünkü...
Bu yüzden şimdi size yalnızca, ihtiyarların yaptığı o el kol hareketlerini bir türlü anlayamıyordum, demek zorundayım.

3
“buralarda herkes birilerini arar zaten... Adı ne?”
“Alaaddin,” dedim.
…MOTEL ROM yazan karanlık bir kapı göreceksin, tamam mı?”
“Tamam,” dedim.
“İşte Alaaddin’i ancak o kapının arkasında bulabilirsin,” dedi.

“Benim aradığım Alaaddin, suçtan arınmışlığından tedirgin olacak kadar suçsuz birisi.”
“Öyle birisi yok bence,”

4
MOTEL ROM’dan çıktığımda, çok iyi anımsıyorum, sokaklara tül tül, incecik bir sis çökmüştü.

Müthiş bir şeydi tabii bu; artık gözlerimi kime çevirsem mutlaka ona ait bir renge, bir kıpırtıya, bir şekle ya da kokuya rastlayabiliyordum.

Aradan bunca yıl geçmesine rağmen, belki olup bitenleri de görmüyorum hâlâ. Ağaçların dibindeki naylon kuşların başına bir yığın çocuk üşüşmüş, görmüyorum sözgelimi.

Sonra ben orada, nedense ilk kez, artık Alaaddin’i şehirde bulamayacağımı düşündüm. Aklıma nereden estiyse, belki de bir ânın içindedir o, dedim kendi kendime. Hatta, nicedir bana, dünyaya ve kendisine ulaşabilmek için, o ânı sarıp sarmalayan çeşitli zamanların, o zamanları tıklım tıklım dolduran eşyaların, o eşyaların varlığına sinen geçmişlerin ve geçmişlerin içinde zonklayan geleceklerin altında, tıpkı bir böcek gibi debelenip duruyordur, dedim.

Sonra da, belki Alaaddin’i, Alaaddin’in kaybolduğu bir hikâyede aramalıyım diyecektim ki…

5
Aslında, şimdi siz çok uzaklarda, bozkırdaki o mahşerî kalabalığın yanı başında beklerken, ben burada, içinde bulunduğum bu sınırsızlığa boşluk demenin yersiz olacağını düşünüyorum. İçi, hemen hemen her şeyle doldurabilirdi çünkü onun. Bu yüzden, anlam dediğimiz şeyin bir anlamda geçmişin ta kendisi olduğunu bir an için unutup, bütün zamanlara yayılan bu uçsuz bucaksız sınırsızlığa, nice anlam varsa hepsinin buluştuğu ve hepsinin aynı anda ve hep birlikte insana bir tür anlamsızlık gibi göründüğü göz kamaştırıcı bir sonsuzluktu, desem herhalde daha doğru olur.

…Coşkuya kapılacağım sırada birdenbire hüzünlendim çünkü ve önümde sere serpe uzanan doğanın güzelliğine bakıp bakıp, uzaklarda kalan şehri düşündüm. Hem de öyle bir düşündüm ki, salaş sokakların dar vakitleri, ormana gelmiş gibi oldu bir an...

Bazen bir ayrıntıyı hiç görmemenin, ya da gözucuyla hafifçe görmenin, ya da açık seçik görüldüğü halde görmezlikten gelmenin, bütünü kavramayı çok daha kolaylaştıracağını düşünüyordum çünkü.

6
…nedense kendimi kızın kelimelerinden oluşmuş, içinde değişik serüvenlere ait binlerce cümle taşıyan, yüzü virgüllerle dolu upuzun bir cümle gibi hissettim.

Kurumuş ağaçların bulunduğu köşede, salgın hastalıkların pençesinde inleyen çok eski şehirler var gibiydi sözgelimi ve ben birazcık dikkat edince, pencerelerin gerisinden bakan akmış gözlerin dağınık ışıltılarını, bu ışıltıların önünden gelip geçen karaltıların mecalsizliğini, sokak ortalarında yükselen ceset harmanlarım ve bu harmanların kimi zaman yamru yumru yüzlerce baş, eğri büğrü bacak, kol ve kaburga seli halinde, sırıklarla itile itile çukurlara yuvarlanışını belli belirsiz de olsa seçebiliyordum. Sonra, bu çukurları kapatıp evlerine dönen bir deri bir kemik kalmış insanları, şehirlerin değişik semtlerinden yükselen çığlıkları, duvar diplerinde emekleyen iniltileri, sımsıkı sürgülenen kapılan ve göz göz yanan ateşleri...

7

8
Alaaddin hâlâ bulunamadı mı?


Gelgelelim, bunca ayrıntıyı göstermelerine rağmen, içlerinden hikâyeye dair ufak tefek birtakım ipuçları geçtiği için bize hikâyenin kendisiymiş gibi gözüken kelimeler, mahzene inen merdiven basamaklarının sonunda ansızın ortaya çıkıp işini bitirir bitirmez de ansızın kaybolan (daha doğrusu, hiç görünmeyen) o karanlık ve acımasız elin gerisindeki yüzü aydınlatmaktan ısrarla kaçınırlar.

9
Birisini öldürmek seni hiç bilmediğin, mahzeninkinden de beter bir karanlığa mı alıp götürdü, derdim, yoksa gözlerindeki perdeleri yırtıp öteki insanların asla göremediği, pırıl pırıl bir aydınlığa mı çıkardı?

“Hocam, hayat nedir?” diye sorar Alaaddin. Haraptarlı Nafi de (…) “Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat,” der emin bir sesle, “sormazsan, biliyorum...”

…birdenbire bütün yorgunluğumdan sıyrıldım.
Dönüp bana bakan Alaaddin’le göz göze gelmiştim çünkü...
---
İletişim Yayınları
8. Baskı, 2015