24 Mart 2020 Salı

Müzik: The Angler - Hans Zimmer & Klaus Badelt (The Pledge)


...
O söyledi...
... söyledi... 
o söyledi

Çok kötü kurgulanmış bir film olmasına rağmen, inandığıyla gerçek olarak gördüğü arasında açılan mesafeden mütevellit "şu an" bağlantısını yitiren elemanın hali görülmeye değer... Müzik bahane... Nicholson'ın performansı harika.

Ömür Akyüzlü - II. Meşrutiyet Döneminin siyasî ve sosyal ortamında Ömer Seyfeddin'in Efruz Bey adlı eserinin incelenmesi


II. Meşrutiyet Döneminin siyasî ve sosyal ortamında Ömer Seyfeddin'in Efruz Bey adlı eserinin incelenmesi

Ömür Akyüzlü, Yüksek Lisans Tezi, Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013

Bu tezde, Ömer Seyfeddin’in Efruz Bey adlı eserinin dönemin siyasî ve sosyal meseleleriyle örtüşen yanlarının incelenmesi amaçlanmıştır.

Yazarın Efruz Bey adlı eseri, II. Meşrutiyet’in karışık siyasî ve sosyal ortamında ortaya çıkan yarı aydın tipinin bir parodisidir. Toplumun ihtiyaçlarını daima kişisel çıkarların üstünde tutan Ömer Seyfeddin, istibdadın ardından “özgür”leşen ortamda, “aydın” kimliğine tutunarak mevki ve şöhret sahibi olmaya çalışan, kişisel çıkarlarını öne çıkarmak gayretinde olan kimseleri Efruz Bey tipi ile görünür hâle getirmiş ve alaycı bir dille eleştirmiştir.

TARİH, TOPLUM VE EDEBİYAT İLİŞKİSİ
(Sanat, edebiyat, edebiyat sosyolojisi ve sair konular)

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ
II. Meşrutiyet dönemi, 23 Temmuz 1908’de, bir grup İttihat ve Terakki Cemiyeti mensubunun Makedonya’da istibdada karşı harekete geçmeleri üzerine II. Abdülhamit’in meşrutiyeti yeniden ilân etmesiyle başlar.

31 Mart Olayının ardından 21 Ağustos 1909 yılında yapılan anayasal düzenlemeler… neticesinde; Meclis-i Mebûsan’ın yetkileri genişletilmek suretiyle yasama organının payı, yürütmeye oranla arttırılmış, sansür ve sürgün kaldırılmış, toplanma ve dernek kurma hak ve hürriyetleri güvence altına alınmıştır.

Dönemin fikrî yapısı: Batıcılık, Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük gibi dört ana akımın yanı sıra Sosyalizm ve Meslek-i İçtimaî de bu fikir akımları arasında sıralanabilir.

Söz konusu fikir akımları arasında, ilk ortaya atılan ve ömrünü en önce tamamlayan Osmanlıcılık olmuştur.
…bu düşünce; farklı etnik unsurların milliyetçilik bilincine sarılarak, yabancı devletlerin de yardımıyla ayrılıkçı hareketlerini başlattıkları Balkan Savaşları’nın ardından, büyük oranda terk edilmiştir.

İslâmcılık, II. Abdülhamit’in de saltanatı süresince desteklediği, dönemin geniş kitlelerce savunulan akımlarındandır.

Tanzimat döneminde araştırılmaya başlayan Türk kimliği, siyasî arenada Balkan Savaşları sırasında etkin hâle gelmiştir.

Meslek-i İçtimaî olarak adlandırılan görüşün başlıca temsilcisi Prens Sabahaddin’dir. Ona göre, devletin bekâsını sağlayacak olan, kamucu toplum yapısından bireyci toplum yapısına geçilmesidir.

II. Meşrutiyet dönemi aydınlarının ortak paydası, II. Abdülhamit aleyhtarlığıdır.

Tanzimat’ın bürokrat-aydınlarını arttırmak arzusu ile öğrenim için Batılı devletlere gönderdiği öğrenciler ve 1821 senesinde Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak açılan Tercüme Odası’ndan yetişen gençler, zamanla Tanzimat paşalarına karşı bir grubu, Yeni Osmanlılar’ı oluştururlar.

ROMAN ÇÖZÜMLEMESİ: EFRUZ BEY’DE II. MEŞRUTİYET’İN İZLERİ
Ömer Seyfeddin’in, 1919 yılında Vakit gazetesinde tefrika edilmeye başlanan eseri Efruz Bey, II. Meşrutiyet’in ilânıyla yaşanan gelişmeler ekseninde sunulan hikâyelerden oluşur.
Efruz Bey, yeni ilân edilen II. Meşrutiyet’in “özgür” ortamında, kendine bir yer edinmek gayretindedir. Bu amaçla, bütün hikâyelerde değişik fikirlerin temsilciliğine soyunur (s. 28).

…ilânda, eserin Hürriyete Lâyık Bir Kahraman, Asiller Kulübü, Bilgi Bucağında, Açık Hava Mektebi ve Beyaz Serçe başlıklı beş bölümden oluşacağı duyurulmuştur. Tefrika edilen ilk hikâye Hürriyete Lâyık Bir Kahraman’dır; onu takip edeceği söylenen diğer hikâyeler, “bazı sebeplerden dolayı” ertelenmiş; Beyaz Serçe dışındaki hikâyeler ancak yazarın vefatından altı yıl sonra, bazıları Vakit gazetesinde, bazıları ise Resimli Ay (Sevimli Ay) dergisinde basılabilmiştir.

Gayet Büyük Bir Adam, kahramanının büyük oranda Efruz Bey'i hatırlatıyor olması sebebiyle, Efruz Bey romanının hazırlayıcısı olarak görülmüş; onun devamı kabul edilen Şîmeler hikâyesi de bu ilişki dolayısıyla romanın kapsamında değerlendirilmiş ve incelenen hikâyelere dâhil edilmiştir.

Gayet Büyük Bir Adam
II. Meşrutiyet’in ilânı haberiyle coşkuya kapılan embriyoloji mütehassısı bir adamın aklından geçenleri anlattığı bir hikâyedir.

Hürriyet ilân edildiği sırada İzmir’de bulunan kahraman “genç payitahta” hizmeti ancak orada mümkün olacağı bahanesiyle İstanbul’a gitmesi konusunda, arkadaşları tarafından tembihlenmektedir.
Bir çorba içtikten sonra parası olmadığını fark eder.
…yeleğini rehin bırakarak oradan ayrılır.
Son sahnede kahraman, yeni siyasî durumdan kendine bir çıkar sağlamak, şöhret sahibi olmak maksadıyla İstanbul’a gitme niyetini netleştirmiş bir şekilde okuyucu karşısına çıkar.

Tahir Alangu, Efruz Bey serisinin hazırlayıcısı olan bu hikâyede, embriyoloji mütehassısı kahramanın kimliğinde, dönemin doktor ve feylesofu olmakla anılan Rıza Tevfik’in eleştirisinin yapıldığını ifade eder.

Gayet Büyük Bir Adam’ın bu ilk bölümünün altına “mabadı var” notu düşülmüş olmakla beraber, hikâyenin devamı gelmemiş; ancak ertesi hafta başka bir gazetede yayımlanan Şîmeler hikâyesi, kahramanın benzerliğinden dolayı bu hikâyenin devamı olarak görülmüştür.

Şîmeler
İlk defa 1914 yılında Yirminci Asırda Zekâ adlı mecmuada tefrika edilen hikâyenin, imzasız yayımlanmasına ve yayımını müjdeleyen ilânda da isim belirtilmemesine rağmen, Gayet Büyük Bir Adam hikâyesiyle ilişkisinden dolayı, Ömer Seyfeddin’e ait olduğu ortaya çıkarılmıştır.

Herkesin kendisine hayran olduğu bu adam, “millî ve dinî mefkûreler”den bahsedilmesine tahammül edememektedir.
Hikâyede isimleri geçen Boşo ve Kozmidi Efendiler, Meclis’te öne çıkan Rum mebuslardır.

Ömer Seyfeddin’in bu hikâyede eleştirisini yaptığı esas konu, Celâl Nuri’nin İctihad mecmuasında yayımladığı “Şîme-i Husûmet” başlıklı makalesiyle başlattığı, Abdullah Cevdet’in “Şîme-i Muhabbet” makalesiyle alevlenen, Avrupa’ya karşı takınılması gereken tutum ve beslenilmesi icap eden hisler hususundaki tartışmadır.

Hürriyete Lâyık Bir Kahraman
Efruz Bey karakterinin nasıl ortaya çıktığını anlatan ilk hikâyedir. 1919 yılında Vakit gazetesinde tefrika edilmiştir.
Hürriyete Lâyık Bir Kahraman adlı bu hikâyede, II. Meşrutiyet’in ilânı haberiyle galeyana gelen Ahmet Bey’in, kendini Meşrutiyet’in müsebbibi olarak tanıtması ile birlikte yaşananlar konu edilir.
Hakkında kimsenin net bir bilgiye sahip olmadığı Ahmet Bey’e, dış görünüşüne göre muamele edilir.
Hikâye, Ahmet Bey’in, Kalem’deki kâtiplere imalı bir şekilde hürriyetin ilânını duyup duymadıklarını sormasıyla açılır.
Ahmet Bey, Kanun-ı Esâsî’nin, bizzat hürriyetin kendisi demek olduğunu anlatmaya çalışır.
O geceye kadar “Mâbeyn’e mensup geçinen” Ahmet Bey de artık halis bir hürriyet taraftarıdır.
…avazı çıktığınca “Yaşasın hürriyet!” diye bağırır
Bâbıâli’nin her yanına koşarak hürriyet feryadına devam eder.
Bâbıâli’de yaşanan bu hadise, kısa zamanda Beyoğlu’na kadar yayılır.
Kendisinin kim olduğunu soranlara ise Jön Türklerin “reisi” olduğu yalanını söyler.

Ahmet Bey’in hikâyesinde, nihayet Yıldız Sarayı bölümüne gelinmiştir.
…iki dakika içinde yirmi üç tane nöbetçi neferini” zehirli hançerle öldürüp “nihayet müstebidin yanına giriverince (...) tabancasını alnına dayayıp sakalından tut[unca]” müstebit, ne isterse yapacağını, yalnız canına kıymamasını haykırmış; bunun üzerine Ahmet Bey hürriyet talebini dile getirmiştir.
…o gece İstanbul’da Ahmet Bey’in hikâyesini duymayan kalmamıştır.
Rus sefaretinin önüne geldiğinde, Ahmet Bey arabayı durdurur. “Dünyanın en büyük hürriyetperveri olan Çar’ın hükümeti”ni selamlar.
Alay, kalabalıktan ilerleyemez hâle gelmiştir.
…mektepliler, böyle bir kahramanın ayağının toprağa basmaya lâyık olmadığı düşüncesiyle herkesin başına basarak kalabalığın üstünde yürümesini teklif ederler. Denileni yapan Ahmet Bey, düşe kalka evine gelmeyi başarır.
Kapıya ulaşmakta zorlanan Ahmet Bey, sinemadaki aktörler gibi eve pencereden girerek çevredekiler için bir cesaret timsali olmaya karar verir.
…kendisine bir isim düşünmeye başlar.
“efruz” kelimesine tesadüf eder.
Efruz Bey'in konuşması uzayıp gider; evlilik, aile, hukuk gibi pek çok müessesenin “birtakım bâtıl, câhilâne münasebetsizlikler” olduklarına kadar varır.
Efruz Bey'in süratle tevkif edilip yeniden asayişin sağlanmasına karar verilmiştir.
Ertesi günü, Efruz Bey, maiyetindekilerce Kulübe götürülür. Burada kendisini kimsenin karşılamamasına şaşırır.
Bu hapislik kısa sürer. Çıktığında, kendisine delicesine tapan kitle tarafından çoktan unutulduğunu görür. O da zamanla yaşadıklarını unutur.

Asilzâdeler
Asilzâdeler adlı hikâye, ilk defa, Ömer Seyfeddin'in ölümünden altı yıl sonra, Vakit gazetesinde tefrika edilmiştir.
Hikâye, dört eski arkadaşıyla bir araya gelen Efruz Bey'in, hepsinin müşterek hasletlerinden olan “asalet” etrafında birleşerek bir Asiller Kulübü kurmaya karar vermesiyle gelişen olayları konu edinir.

…soyları ortaya dökülüp asaletleri tasdik olunduktan sonra vaktin geç olması sebebiyle dağılmadan evvel, “Asiller Circlesi” nâmıyla bir de kulüp kurmaya karar verirler.
Efruz Bey’in kendisine seçtiği unvan, “prens”tir; ancak hangi aileden gelen bir prens olduğunu bilememektedir. Türklerin tarihi henüz yazılmamıştır.

Kâğıt kalem gelip tam kura çekileceği sırada, odanın kapısı gürültüyle açılır ve silahlı iki adam içeri girer.
Efruz Bey, sırları açığa çıkmasın diye, kumar oynadıkları iddiasını kabul eder.

Bilgi Bucağında
…ilk defa, Ömer Seyfeddin’in ölümünden altı yıl sonra, Vakit gazetesinde tefrika edilmiştir.
Türk Ocağı’nda yaşanan kimi hadiselerin yine parodik bir tutumla ele alınıp işlendiği görülmektedir.
Türk Ocağı, resmî olarak 12 Mart 1328 (25 Mart 1912) tarihinde kurulmuş; Divanyolu’nda bulunan bir binada Ahmet Ferit Tek başkanlığında çalışmalarına başlamıştır.
Türk Ocağı ve onun temsil ettiği Türkçülük akımı, (…) Balkan Savaşları’ndan sonra bulur.

Efruz Bey serisinin bu hikâyesinde, Efruz Bey karakterini ortaya çıkaran şahıslardan birinin Hamdullah Suphi Bey olduğu anlaşılmaktadır.

Efruz Bey, asalet merakını geride bırakarak Bilgi Bucağı’na devam etmeye, Bucak’ta konferanslar vermeye başlamıştır.
…bir gecede okuduğunu iddia ettiği en az yirmi kitap adı sayar.
Konferansı sırasında Reis Bey’le tartışır.

Efruz Bey, ilerlemenin “ancak geriye dönmekle mümkün olabileceğini” ifade eder. Nedim, Baki ve Nef’î’nin eserlerinin operaya dönüştürülmesi gerektiği düşüncesindedir.


Türklerin Amerika’dan geldikleri yolundaki tezi
Efruz Bey'in anlattıklarından, asıl Türklerin Amerikalılar olduğu anlaşılmaktadır.

Reis Bey, kendisine, vereceği dersleri önceden yazılı olarak Bucak’a göndermesi gerektiğini, ancak heyetin onayından sonra ders verebileceğini söyleyince, bunu hakaret kabul eden Efruz Bey, (…) itiraz eder.
Efruz Bey, yazının şöhreti için büyük tehlike arz ettiğinin farkındadır.

Efruz Bey'in Açık Hava Mektebi
…ilk defa 1927 yılı Şubat ayında Sevimli Ay dergisinde yayımlanmıştır.

Hikâyenin temel eleştiri noktası, bu kez, eğitimdir.
Efruz Bey, Bilgi Bucağı’ndan ayrıldıktan sonra, Avrupa’dan kitap tedarik etmek suretiyle evinde birtakım incelemeler yapmaya devam etmiştir.
Avrupa’da tahsil görmeye niyetlenir. Ancak ne tahsil edebileceği hususunda bir fikri olmadığından, bu konuda, “dünyada en beğendiği bir adam” olarak nitelediği Müfat Bey’e danışmaya karar verir
Müfat Bey gece-gündüz Aksaray’daki, yüksek duvarlarla çevrelendiğinden içeriyi görmenin mümkün olmadığı “tıfıl kovuğu” mektebinde bulunur…

Efruz Bey, yaşının artık otuza geldiği ve gözlerinin yorulduğu bahanesiyle “şifahî bir ilim” okumak isteğini Müfat Bey’le paylaşır. Müfat Bey, kendisine derhâl elişlerini önerir.

Müfat Bey’den elişleriyle meşgul olması hususunda aldığı tavsiye üzerine yurt dışından getirttiği kitapları da yanına alarak kendisini eve kapatır. Arkadaşlarına Avrupa’ya tahsile gittiği yalanını söyler. Yalanı ortaya çıkmasın diye üç yıl evden çıkmamaya karar verir…

Herkese Londra’da pedagoji tahsil ettiğini anlatır.
Kendisini pedagog ilân etmesinin ardından, maarifi değiştirmek iddiasıyla önce şarlatanlıkla suçladığı Müfat Bey’e, ardından İsmail Hakkı’nın terbiyeci sıfatına saldırır.

Kasımpaşa’da bulunan “Maşrık-ı Envar-i Maarif-i Osmanî” mektebi müdürü (…) Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey’le tanışır.
Hemen ertesi günü (açık hava) mektebi kurmaya karar verirler.
Hayırsızada’da kuracakları bu mektebe temel oluşturacak Anglosakson terbiyesiyle birlikte hepsi birer Robenson olacaktır.

Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey, Efruz Bey'in kendisini saf dışı bırakmak niyetinde olduğunu sezerek son anda onu yalnız bırakır. Hikâye, kafasındaki planları hayata geçirerek meşhur olmak yolunda yine başarısız olan Efruz Bey'in bu kez Yunanistan’ın Akropol şehrine giderek “sanat ve edebiyat hacısı” olmaya karar vermesiyle son bulur.

İnat (Beyaz Serçe)
…yazarın sağlığında yayımlanma imkânı bulunamayan esere, Muallim Ahmet Halit Kitabevi tarafından hazırlanan 10 ciltlik “Ömer Seyfettin Külliyatı”nda, İnat başlığıyla yer verilmiştir.
Hikâye, yazar-anlatıcının, zamanla fizikî görünüşümüz gibi his ve düşüncelerimizin de değiştiğini ifade ettiği kısa bir pasajla açılır.

…hızla yazdığı bir hikâyeyi vakit geçirmeden de bastırır. Kısa bir zaman sonra, kapısında Efruz Bey imzalı bir mektupla karşılaşır.
Efruz Bey, mektubunda yazar-anlatıcıyı Türkçe bilmemekle itham etmiştir.

Efruz Bey'i (…) ziyaret etmeye karar verir
Hikâyede, çayır ya da çimenin otlanması hatta içilmesi meselesinde, dilin mantığına dair genel bir göndermede bulunulduğu düşünülebilir. Kişiselleştirecek olursak bu meselede, devrin, Ömer Seyfeddin ile Yahya Kemal arasında geçen bir hadisesini hatırlamak mümkündür (s. 121-122).

Tam Bir Görüş
Efruz Bey’in bu kez sosyoloji ilmine bağlanması ve bu ilmin bilgisinden hareketle yaptığı birtakım hatalı değerlendirmeler neticesinde düştüğü komik durumlar konu edilmektedir.

…hikâyede anlatıcı, başından geçen bir olayı nakletmektedir. Arkadaşı Sermet’le Şişli’ye doğru yürüdükleri bir gün, karşılarına, kolları kitaplarla dolu hâlde Efruz Bey çıkar.
…anlatıcı, “İlim kitaplarda ise irfan hayattadır.” özdeyişini hatırlatır.
Efruz Bey yol boyunca sosyolojiden bahsederken (…) anlatıcı, onun anlattıklarıyla eğlenmektedir.

Bulundukları tümsekten görünen Alibeyköyü’nün “perişan manzarası” hepsini cezbeder; burayı görmek hususunda birleşirler.
Yaşlılar merak edip yüzlerine bile bakmaz, selâmlarını almazlar.

…hikâye, sosyoloji ilmi zemininde ve halkçılık ilkesi etrafında bir araya gelerek köye ve köylü kesime romantik bir yaklaşım sergileyen aydınların eleştirisini sunmakta, (…) köylü-aydın münasebetinin ve aydınların köylü kesime bakışındaki romantizmi sorgulamaktadır.

Sivrisinek
İlk defa 12 Temmuz 1917’de, Yeni Mecmua dergisinde yayımlanan hikâye, mektup türünde yazılmış olmasıyla serinin diğer hikâyelerinden ayrılır.

Efruz Bey'in gerek ismi gerekse karakter özellikleriyle görünür hâle geldiği ilk hikâyedir. Ancak Efruz Bey romanı ilân edildiğinde, Tam Bir Görüş gibi Sivrisinek de romanın kapsamına alınmamıştır. Bununla birlikte, hikâyenin, yapısı itibarıyla seriyi sonlandıran bir kurgusu olduğu görülmektedir.

Hikâye, bir arkadaşı tarafından Efruz Bey'e yazılan bir mektuptan ibarettir.
(Mektup) yazar-anlatıcının huzurunu kaçırır; bu sebeple, kendisine yönelteceği eleştirilerde acımasız olmak kararındadır.

Efruz Bey, kullandığı tabirleri tarif edebilmekten dahi âcizdir
Liyakatin zıttının aciz olduğunu söyleyen yazar-anlatıcı, Efruz Bey'in bu hasletten yoksunluğunu onun aczinden anlar; aczini de, şarlatan yapısı ele vermektedir. Tüm bunları “Rüzgârla Sivrisinek” adlı bir hikâyeyle açıklar.

Ömer Seyfeddin için, ferdî açıdan en mühim mesele liyakattir.

Liyakatin zıddı ‘acz’dir. Kimde acz varsa o şarlatandır, mütecavizdir. O asidir, nümayişçidir, fertçidir.

Efruz Bey’le İlişkili Diğer Hikâyeler
Efruz Bey serisini oluşturan hikâyelerin temel ekseni, II. Meşrutiyet dönemi ve bu dönemde çıkar peşinde koşan yahut azınlık faaliyetleri karşısında kayıtsız veya şuursuz bir şekilde hareket eden aydınların eleştirisidir.

Ömer Seyfeddin’in hikâyelerinde II. Meşrutiyet’e bakış, iki türlüdür. Bunlardan ilki, (…) II. Meşrutiyet taraftarlığını yapandır.
İkincisi ise, II. Meşrutiyet’in sağladığı serbestîyle (…) kimi zaman yoğun hayal kırıklığı kimi zaman da kara mizah barındıran bir fonda gelişen hikâyelerinde görülen olumsuz bakıştır.

İki Mebus (13 Kânun-ı evvel 1324 (26 Aralık 1908))
Hikâyede, II. Meşrutiyet’in ilânından otuz sene sonrası, İstanbul mebusu Vedit ve II. Meşrutiyet döneminin ilk mebuslarından olan, zamanında Vedit’in hayranlıkla dinlediği bir ihtiyar feylesof arasında geçen konuşmalar üzerinden anlatılmaktadır.
II. Meşrutiyet’i bir dönüm noktası kabul eden yazar, yeni idare altında arzu ettiği terakkinin sağlanabileceğine inanmış görünmektedir.

Ömer Seyfeddin’in beynelmileliyet fikrini merkeze aldığı hikâyelerinin en önemlilerinden biri Ashab-ı Kehfimiz’dir.
Ashab-ı Kehfimiz hikâyesi, bir Ermeni gencinin hatıralarından oluşmaktadır.
Hayikyan, Meşrutiyet’le gelen barış ve kaynaşma ortamından şaşkındır
Niyazi isimli bir Türk, onu Türklerin milliyet namına bir istekleri olmadığına inandırmayı başarır.
Niyazi Bey’den, “bilâ-tefrîk-i cins ü mezhep” herkesin katılabileceği, Osmanlılık gayesi güden bir cemiyet teşkil edileceğini öğrenir.
Hayikyan’ın da dâhil olduğu yeni cemiyette, öncelikli mesele lisandır.
Hayikyan, içtimalarda yalnız Türk üyelerin hazır bulunduğunu, diğer unsurların müzakerelere katılmadığını fark eder.
Hayikyan’ın, burada kesip ancak on iki sene sonra defterine yazdığı satırlardan, İnsanlık risalesinin bu ilk nüshasının ardından neredeyse bütün Osmanlı coğrafyasındaki Türk milliyetperverlerinin galeyana geldikleri, gayr-i Türk unsurların da Osmanlılık kaynaşmasından büyük huzursuzluk duydukları öğrenilir.

Boykotaj Düşmanı hikâyesi de, kimliksizleşmiş, Türklüğünü inkârla kalmayıp Yunanlılığı yücelten gazeteci Mahmut Yesri’yi konu edinir.
Kendisi tam bir ‘Neo-byzantin’dir.

Hürriyet Gecesi’nde hürriyet heyecanına kapılmış, ileriyi göremeyen, memleketinin gerçek değerini idrak edemeyen genç bir muharririn, karşısına çıkan –neredeyse gelecekten gelen bir haberci olduğu sezilen– bir ihtiyar tarafından uyarıldığına şahit olunur.

SONUÇ
Ömer Seyfeddin’in, ölümünden bir yıl önce, 1919 senesinde, Vakit gazetesinde tefrika edilmeye başlanan Efruz Bey isimli eseri, II. Meşrutiyet döneminde yaşananları, yine milliyetçilik fikri ve döneme getirdiği eleştiriler etrafında, alaycı bir dille ele alır.
Seriyi oluşturan hikâyeler bir araya geldiğinde, her birinin yarı aydın tipini farklı bir açıdan ele aldığı görülmektedir.

Efruz Bey'in habercisi sayılan hikâyelerin ilki Gayet Büyük Bir Adam’dır. Hikâyede, Meşrutiyet süresince türeyen yarı aydınların nasıl ortaya çıktığı, II. Meşrutiyet’in ilânını takip eden gösteriler çerçevesinde resmedilir.

Şîmeler’de, Avrupa ile ilişkilerde takınılacak tavır, Doğu ve Batı kavramlarının milliyetçi kodlar üzerinden sorgulandığı bir izlekle ele alınır.

Hürriyete Lâyık Bir Kahraman, sıradan bir insanın nasıl bir “halk kahramanı”na dönüştüğünü ele alırken alafranga züppe tipin meşrutiyetin getirdiği ani rahatlamayla yeni “mevkiler” kazanmasına eleştirel bir yaklaşım getirir.

Asilzâdeler adlı hikâye ile Efruz Bey’in, sahte kahramanlığını ve meşrutiyetteki “etkin” kimliğini kaybetmemek uğruna sınıflara ayrılmış bir toplum yaratma çabası ironik bir mesele olarak aktarılır.

Bilgi Bucağı hikâyesi ile dönemin Türk Ocağı’ndaki iktidar ilişkilerini ve Türklük hususunda yapılan tartışmaları ele alır.

Açık Hava Mektebi adlı hikâyeyle, Bilgi Bucağı’nda da umduğunu bulamayan Efruz Bey, bu kez (…) yurt dışında pedagoji tahsil ettiği yalanıyla çevresinde itibar kazanmaya çalışır.

Tam Bir Görüş hikâyesi, bu kez de bir sosyolog kimliğine bürünmek isteyen Efruz Bey'in, aydın-köylü ilişkisine yaklaşımını parodik bir üslupla ele alır.

İnat hikâyesinde yazarımız, yine okumayan ve ortaya bir ürün koymayan, buna rağmen aydın olduğu iddiasıyla birtakım suni tartışmalar yaratıp fikirlerini körü körüne savunan kimseleri eleştirmektedir.

Sivrisinek, Efruz Bey'in gösteriş budalası, kişisel çıkarı peşinde koşan, aynı zamanda güçsüz ve âciz yapısını açıkça gözler önüne serer ve toplumsal fayda ilkesinin önemine yapılan vurguyla sona erer.


Mümtaz Sarıçiçek - Modern Hikâye-Öykünün Tür Sorunu ve 'Kısa Öykü' Açısından Ömer Seyfettin Metinleri


Modern Hikâye-Öykünün Tür Sorunu ve 'Kısa Öykü' Açısından Ömer Seyfettin Metinleri

Mümtaz Sarıçiçek, Ölümünün 85. Yılında Ömer Seyfettin'i Anma Toplantısı (4 Mart 2005): Ömer Seyfettin'i Yeniden Okumak, Erciyes Üniversitesi Yayınları, s.199-226

(Terminoloji sorunu)
…adlandırmada kullanılan terminoloji ‘hacim’den hareket edilerek ortaya atılmıştır.

Hikâye: bütün ‘roman olmayan hikâyeleri’ kapsayacak bir anlam dünyası çerçevesinde kullanılabilir.

Kısa öykü: Küçüköykü formunun belirgin özelliklerinden biri, üslûptaki yoğunluktur, yani az kelimeyle çok şey anlatma ilkesi.

Anlatı: çok kısa, küçük, mini, minik, minimal öykü… Bu tür için biz ‘anlatı’ terimini öneriyoruz.

Klasik eserin doğması için üç şartın el ele vermesi lazım: dilin kemâle ermesi, edebiyatın millileşmesi, türün doruğuna ulaşması. Bu üç şarttan herhangi biri yoksa eser klasik olamaz.

Ömer Seyfettin, 151 adet hikâye kaleme almış…
91 kısa öykü (2000 kelimeden fazla)
52 öykü (500 kelimeden fazla)
8 anlatı (500 kelimeden az)

(Üslup özellikleri incelemesi, Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı ilk hikâye olan “Tenezzüh” üzerinden yapılıyor)

…‘beliğ’ söyleme; ‘az kelime ile çok şey ifade etme’ ya da ‘üslûp yoğunluğu’ oluşturma isteğidir.
…betimleyici ifadeye yer verilmemiştir.

(Üslup incelemesi “Tütün” ve “Koleksiyon” adlı öykülerle devam ediyor)

(Kısa değil de uzun öykülerde beliğ değil sanatkârane olma endişesi tespit ediyor)

Ömer Seyfettin, ‘kısa öykü’ formuna uyduğunu varsaydığımız ‘beş yüz ila iki bin kelime’ hacmine sahip metinlerin bir çoğunda bu form için gerekli görülen ‘üslûp yoğunluğu’ ilkesine bağlı kalmıştır. Onun, daha uzun hikâyelerinde; ‘öykü’ (long short-story) hacmindeki metinlerinde görülen tahlilci, tasvirci, ‘romansı’ tutum bu eserlerde asgarî düzeye indirilmiştir.

Olay Örgüsü
‘Basit bir olay örgüsü’ Öncelikle, vaka, dış dünyadan ‘özenle seçilmiş’ düşüncesi uyandırmamalı, sıradan, alelade bir vaka ya da durum intibaı bırakmalıdır. İkinci olarak, her şeyin onunla başlayıp, onunla bittiği düşüncesi verilmemeli, bunun yerine günlük hayatın akışı içinde sadece bir görüntüden ibaret olduğu, o sona erse de hayat devam ettiği izlenimi bırakılmalıdır.

Anlatım tutumu
‘Kısa öykü’ şiir ve tiyatroya daha yakındır
Şiir, coşkulu/lirik anlatımı; tiyatro, temsil/sahneleme tarzı anlatımı; roman ise tahkiye tarzı anlatımı esas alır.

Ömer Seyfettin, Türk hikâyesinin ‘klasikleşmiş’ bir ismidir.


Ayşe Demir - Mizahi Kahramanın Doğuşu Ömer Seyfettin'in Efruz Beyi


Mizahi Kahramanın Doğuşu Ömer Seyfettin'in Efruz Beyi

Ayşe Demir, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 8/1, 2019 s. 392-404

Ömer Seyfettin’in hikâye yazarlığı (…) Üyesi olduğu toplum ve çağ, yaşadığı coğrafyanın meseleleri edebî dünyasının içeriğine sızar.

Efruz Bey (…) mizahın da yardımıyla döneme ve zihniyetlere getirilen eleştirinin ana hedefi olur.

“kimlik” meselesine odaklandığı öykülerinde, çocuk kahramanları tercih etmesinden (mütevellit çocuk hikâyeleri yazarı diye yaftalanır).

Mizah (…) özellikle eleştiriye ya da hicve yöneldiği öykülerinde asıl anlatım yoludur.

(Efruz Beyli hikâyeler) Efruz Bey’i, özellikle farklı görüşteki aydın gruplarının içinde gezdirerek hem bilinçsiz bir araç durumundaki ana kahramanın hem de onun etkileşimde bulunduğu kişilerin ve durumların eleştirisini yapar.

…okurun da bilinçli bir alıcı olması mizahın tam manasıyla kavranmasında kilit işlev görmektedir.

Hürriyete Layık Bir Kahraman” hikâyesi Efruz Bey’in kahramanı olduğu serinin ilk halkasıdır.
Kahramanın asıl adı Ahmet’tir. …bir halk kahramanı olma arzusu duymakta, bu nedenle sahip olduğu ismi sıradan bulmaktadır.
Efruz ismi Araba Sevdası romanının kahramanı Bihruz’u hatırlatır.

Ömer Seyfettin, bu seri hikâyelerdeki mizahı, ‘mübalağa’ etmek olarak da yorumlar.
Efruz Bey’in yerildiği temel noktaların başında onun cehaleti, hiçbir konu hakkında tam bir vukuf sahibi olmayışı gelir.

Resmî salnamede ‘Kanun-ı Esasi’ ibaresini gören Efruz Bey, bunun her sene tekrarlanan bir gelenek olduğundan tümüyle habersizdir. Zaten mevcut olan Kanun-ı Esasi’nin yeni ilan edildiğini düşünerek heyecanlanır ve neredeyse tüm İstanbul halkını içine alan bir yanlış anlama dalgasını başlatır. Hedefi ise II. Abdülhamit’i devirmek ve nihayet hürriyet kahramanı olmaktır.

Türkçe hürriyet yerine ısrarla Fransızcasını söylemeye çalışması (…) O, böylelikle muhatapları tarafından daha saygın görüneceğini düşünür.

Liberte yerine bu kelimeyi kavram olarak asla çağrıştırmayacak ‘Leblebi’nin gelişi de bu mizahı kuvvetlendirir.
Bağlamdaki uyuşmazlık ne kadar fazlaysa sahne de o denli komik olur.

İronide asıl amaç yüzeyde sunulan anlama karşılık alt yapıda daha derin ve karşıt bir mesaj vermektir. Mizahın oluşturduğu üst yapının amacı ironinin sağladığı derinliği ilk bakışta gözden uzak tutmaktır.

Ömer Seyfettin, epigrafta Efruz’u ‘hepimizden bir parça’ olarak tanımlar.

Efruz Bey, sıradan bir yalancı değildir. O kendi yalanlarına samimiyetle inanır. Kendine kurduğu hayali dünyadan hiçbir kuşku duymadan yaşar.


Mustafa Özsarı - Maupassant-Ömer Seyfettin Mukayesesi


Maupassant-Ömer Seyfettin Mukayesesi

Mustafa Özsarı, VI. Uluslararası Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi Kongresi 12-14 Ekim 2016

Maupassant’ın Deux Amis başlıklı hikâyesinde, 1870’te Paris’in Prusya tarafında kuşatılması esnasında Paris sokaklarında karşılaşan Sauvage ve Morrisot adlı iki arkadaşın balık tutma maceraları anlatılırken, Ömer Seyfettin’in Beyaz Lâle başlıklı hikâyesinde 1912’de Serez’in işgali esnasında Lâle adlı genç kızın namusunu kurtarmak için verdiği mücadele ele alınır.

Greimas, anlatı analizlerinde yapısal semiyotik olarak adlandırılan yeni bir inceleme metodu geliştirdi. Derin yapı analizleri olarak da tanınan bu modelin temeli, (…) izotopi, semiyotik kare ve aktansiyal model kavramlarına dayanmaktadır.

Greimas, edebî, ticarî, siyasî ve felsefî metinlerin anlamlarına semiyotik analizlerle ulaşmanın mümkün olduğu kanaatindedir.
İzotopi kavramı ve izotopi analizleri Greimas’ın yapısal semiyotik modelinin temelini oluşturmaktadır.
İzotopiler, Greimas’a göre, edebî metinlerde hem semantik hem de fonetik düzeyde bulunmaktadır.
İzotopi, ilk aşamada edebî metinlerdeki kesin olarak bulunan fonetik ve semantik unsurların tekrarı veya tekrarlanması olarak tanımlanabilir.
Greimas’ın yapısal semiyotiğin temelini de metinlerin tutarlılığını sağlayan izotopik tekrarlar oluşturmaktadır.

Deux Amis, 1870 senesinde Prusya kuşatması esnasında Paris sokaklarında tesadüfen karşılan Sauvage ve Morrisot adlı iki arkadaşın hikâyesidir.
Bu iki arkadaş Paris balık tutmak için Valerian dağı eteklerinden geçen nehre gitmek arzusundadırlar. …balıkları tutmaya başlarlar. Fakat onları, Alman işgal komutanı görür ve yakalar. Alman komutan iki dosttan Fransız ordusunun parolasını söylemesini ister. Eğer söylemezlerse, iki dostu vuracağını ifade eder. İki Parisli Fransız savunma gücünün parolasını söylemezler ve onları da Alman askerleri öldürüp nehre atarlar.

Beyaz Lâle’de ise, Bulgar Binbaşı Radko Balkanenski komutasındaki Bulgar Ordusu 1912 Ekim ayında Serez’in işgal eder.
Balkanenski aynı zamanda Serez’in en güzel Türk kızı olan Lâle’ye de sahip olmak arzusundadır.
…önce Lâle’nin ailesinden herkesi öldürtür.
Lâle’ye sahip olmak için ona saldırır. (kız intihar eder) Balkanenski, henüz yeni ölmüş olan Lâle’nin ölü bedeni üzerinde iğrenç emellerini gerçekleştirir.

Gerek Maupassant’ın gerekse Ömer Seyfettin’in hikâyesinde Greimas’ın semiyotik kare diye adlandırdığı karede yer alan temel izotopilerden hava, su, toprak ve ateş kullanılmaktadır. Maupassant’ın hikâyesinde ateş olarak güneş kullanılmıştır. Güneş, Sauvage ve Marrisot’u balık tutmaya teşvik eden bir unsurdur. Ömer Seyfettin’in hikâyesinde ateş, Serez’de silah patlamasından çıkan ateş ile Serez’in en büyük fırınında çıkan alevlerdir.
Maupassant’ın hikâyesinde ateş hayatı sembolize ederken Ömer Seyfettin’in hikâyesinde tam anlamıyla ölümü sembolize etmektedir.

Maupassant’ta Valerian dağından gelen barut kokusu hayatı yok ederken, Ömer Seyfettin’de ise Serez’in atmosferini bir ölüm sessizliği ve ölüm kokusu sarmıştır. Bu durumda her iki yazar da havayı hayat karşıtı olarak görmüşlerdir.

Hacı Hasan Efendi’nin konağının bahçesi (…) cennet bahçelerinden bir bahçe gibi diye nitelenerek övülmüştür. Bu durumda toprak Ömer Seyfettin’de hayatı sembolize eder (life). Buna karşılık, Maupassant’ta toprak Valerian dağının etekleri olarak karşımıza çıkmaktadır ve (not life) yani ölümlülüğü sembolize etmektedir.

Sauvage ve Morrisot Alman askerlerine Fransız ordusunun parolasını söylememişler, Alman Askerleri de onları kurşuna dizmiş ve nehre atmışlardır.
(Lale) Balkaneski’ye ruhunu ve bedenini teslim etmemiş, zeminde Fıskıyeli havuza atlamış, böylece ruhunu suya teslim etmiştir.


Olcay Önertoy - Küçük Hikâye Yazarı Olarak Ömer Seyfettin


Küçük Hikâye Yazarı Olarak Ömer Seyfettin

Olcay Önertoy, Türkoloji Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 1, 1972 (s. 137-145)

Bizde küçük hikâye, bilindiği gibi, Tanzimat devrinde, diğer batılı edebî türlerle beraber görülmeye başlar. Bu devirde ilk batılı hikâye yazarı olarak Ahmet Mithat'ı tanıyoruz.

Gerçek batılı tekniğe sahip ilk küçük hikâyeler, 1885’ten sonra verilmeye başlanmıştır.

Servet-i Fünun devrinde, genel olarak, küçük hikâyenin bir gelişme gösterdiği görülür.

Yazı hayatına şiir yazarak giren Ömer Seyfettin, ilk denemelerini henüz bir ortaokul öğrencisi iken yapmaya başlamış
Şiirden hikâyeye geçen yazar, hikâye yazmaya, Fransızca öğrenip, Fransız edebiyatını tanıdıktan sonra başlamıştır.
Ona göre Maupassant'ın hikâyeleri "insana gerçeği öğrettiği, insanı gerçeği görmeye ve düşünmeye alıştırdığı için" güzeldir,
Ömer Seyfettin, hikâyecilikteki ilk ününü Genç Kalemler (1911) dergisinde yayınlamaya başladığı hikâyelerle sağlamıştır.
Ömer Seyfettin'in hikâyelerinde ilk göze çarpan özellik, temalardaki genişliktir.

Konularının çoğunu sosyal yaşayıştan alan yazarın amacı millî şuuru kuvvetlendirmek ve Türkiye'nin medenî kalkınmasına hizmet etmektir.

…kahramanı Efruz Bey olan hikâyelerinde de aldıkları yabancı kültürle benliğini kaybetmiş, dejenere olmuş sahte aydınları ele almıştır. Bir kısım hikâyelerinde ise, imparatorluktaki Türk unsurunda millî şuuru uyandırma amacını güttüğü görülür. Bu tip hikâyeleri arasında "Beyaz Lâle, Bomba, Hürriyet Bayrakları…
…bazı hikâyelerinde ise, Türklerde kendine güven duygusunu kuvvetlendirme amacı güdülmüştür.

Ömer Seyfettin'in unutulmayan tiplerinden biri Efruz Bey, diğeri de ona karşı yarattığı Câbi Efendi'dir.

Osmanlılık bir devlettir. Asla bir millet değildir. Osmanlılık bir milliyet olmayınca tabiî 'Osmanlıca' diye bir lisan da olamaz. Osmanlı devletinin ülkesindeki Arap yurdunda oturan Arap milletinin lisanı nasıl Arapça ise, Türklerin lisanı da Türkçedir, Osmanlıca değildir.

…Ömer Seyfettin, temiz bir Türkçenin de ilk örneğini vermiş olur.



Mehmet Kaan Çalen - Kimlik Meselesi Bağlamında Ziya Gökalp Merkezli Bir Ömer Seyfettin Okuması


Kimlik Meselesi Bağlamında Ziya Gökalp Merkezli Bir Ömer Seyfettin Okuması

Mehmet Kaan Çalen, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı: 215, 2015 (s. 153-166)

Gökalp’in çağdaşları üzerinde belirgin bir etkisi vardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda kimlik tartışmalarına esas teşkil eden üç temel kategori vardır: Osmanlılık, Müslümanlık ve Türklük.

Ziya Gökalp bu çıkmazı (Osmanlılık, Müslümanlık ve Türklük sıfatlarının ayrı cemiyetleri işaret ettiği iddiasıyla, bunlar arasında ortak payda olmadığı zannını çıkmaz kabul ediyor) “devlet, ümmet, millet” formülasyonuyla nazarî olarak aşmaya çalışmıştır.

Gökalp, toplumsal gerçeklik zemininde bir “İslâm ümmeti”, bir “Osmanlı Devleti”, bir “Türk Milleti” olmasından hareketle meseleyi, söz konusu üç mefhûmu ilişkili olduğu toplumsal gerçekliğe dayamak şeklinde ele alır.

Gökalp’in formülü açıktır: “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Osmanlı devletindenim.”

Ömer Seyfettin, kimliğin bu üç cephesine karşılık gelecek şekilde “vatanı” da “millî vatan”, “dinî vatan” ve “fiilî vatan” olmak üzere üçe ayırır ki Osmanlı padişahının, aynı zamanda hem Osmanlı Devleti’nin hükümdarı, hem bütün Türklerin hakanı, hem de bütün Müslümanların halifesi olması, kimliğin ve vatanın bu üçlü yapısıyla ilgilidir.
Millî vatan, Türkçe konuşan bütün Müslümanların yaşadığı yerler, husûsî ismiyle “Turan”dır. Dinî vatan, Müslümanların yaşadığı ve üzerinde ezan okunan bütün memleketlerdir. Fiilî vatan ise Osmanlı idâresi altındaki Türkiye’dir.

Gökalp’e göre ırk doğa bilimine, millet ise toplumbilime ait mefhumlardır.

Ömer Seyfettin, II. Meşrutiyet’in ilk günlerini de bir sarhoşluk devri olarak niteler. Balkan Savaşları’na kadar olan süreçte Türklerin, Türk lafını ağızlarına bile almayacak, ders kitaplarından Türk ismini silecek, hatta Türkiye’de hiç Türk yaşamadığını iddia edecek derecede radikal bir Tanzimatçılık ve liberal bir Osmanlıcılık peşinde koştuklarını belirtir.

Müesseleri hars (millet), medeniyet (ümmet, beynelmileliyet) ve temeddün (beynelümemiyet) dairelerinde üçlü bir tasnife tabi tutabilmemiz lisân, din ve ilim olmak üzere üç farklı kurucu unsurun var olmasından neşet etmektedir. Lisân, din ve ilim üç farklı “içtimâî gözlüktür” ki eşyâ, hayat, kâinat onların ardından görülür ve onların bakış açılarıyla hars, medeniyet ve temeddün kurulur.

Gökalp gibi Ömer Seyfettin’de asriyeti “âlet, fen ve ilmî usûllerden” doğduğunu belirtir, fakat medeniyet kavramı ile değil, temeddün kavramı ile yakalar. Asrîleşmek Gökalp’te batıdan medeniyet unsurları alıp hars unsurları almamak iken Ömer Seyfettin’de ise medeniyet ve hars unsurları almayıp yalnızca temeddün almaktır.


Zeynep Tek - Kadınlar Arasında Bitmeyen Muhavere Bahar ve Kelebekler ile Kadıköyü'nün Romanı'nda Nesil Çatışması


Kadınlar Arasında Bitmeyen Muhavere Bahar ve Kelebekler ile Kadıköyü'nün Romanı'nda Nesil Çatışması

Zeynep Tek, Hece Dergisi, Ömer Seyfettin Özel Sayısı, Sayı: 265, 2019 (s. 511-521)

Tanzimat’tan bu yana Batılılaşma serüveni; gittikçe kuvvetini arttıran bir ikiliği doğurmuş; ‘eski’ ile ‘yeni’ arasında iki ayrı idrak, zevk, duyuş farkı oluşturmuş bu da bitimsiz retlerin, kavgaların, çatışmaların yaşanmasıyla sonuçlanmıştır.

Ömer Seyfettin'in "Bahar ve Kelebekler"i ile Safiye Erol'un Kadıköyü'nün Romanı (…) her iki anlatıda da kadınlar arasındaki nesil çatışması muhavere üzerinden işlenir ve her hâlükârda yeni nesil bildiği yoldan ilerlemeyi tercih eder.

Safiye Erol'un ilk romanı olan Kadıköyü'nün Romanı (1935) 1930'lu yıllarda Kadıköyü'nde oturan yedi gencin ilişkisine yer verir.

"Bahar ve Kelebekler" adlı hikâye bir ninenin torununun torunuyla iletişim çabası üzerine kuruludur.
…yaşlı kadın; yeni nesli moda, eğlence ve okuma kültürü üzerinden eleştirir.
…değişen güzellik anlayışına eleştiri, Kadıköyü'nün Romanı'nda da tanık olunur.
…yaşam tarzı itibariyle büyükleri tarafından eleştiri alsa da yeni asrın kadınlarının 'sıkıntı'sı daha derindir.

İki anlatıda da kitap; eski nesli temsil kadınların yeni nesil için tehlikeli olarak gördüğü bir tehdit unsurudur.

…biri toplumsal diğeri ferdi meseleler dolayısıyla melankolikleşen yeni neslin iki genç kadını, dış görünüşleri ve yaşam tarzına dönük eleştirileri dinlemekle beraber uygulamaya geçirmez. İçinde bulundukları asrın kadınları olarak daha ziyade Batılı formlarda gelişen alışkanlıklarını sürdürür.


Dilek Çetindaş - Hatırlama Kültürü İletişimsel Bellek ve Babanın Alanı Ömer Seyfettin Hikâyeleri


Hatırlama Kültürü İletişimsel Bellek ve Babanın Alanı Ömer Seyfettin Hikâyeleri

Dilek Çetindaş, TURAN-SAM Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 40, 2018 (s. 635-640)

…kültürel bellek, nesneler belleğinin de üzerinde olarak mekân ve zamanla bağ kurar. Sözel aktarım yazılı ifadeye dönüştüğünde, (…) iletişimsel bellek ile birleşir.

Osmanlı’da millî dil arayışları, Türk ulus devletine ait millî kurguların ilk hamlesidir.
Dil, Ömer Bey için bir millî kimlik tanımlayıcısıdır.

Bellek ve hatırlama, yalnızca dile değil, aynı zamanda bir mekâna da ihtiyaç duyar.

Ömer Seyfettin hikâyelerinde (…) Özelikle evler, adeta dinî bir kutsiyet havasında anlatılır.

Hatırlama kültürü, milletin geçmişinden aldığı değerlerin, geleceğe aktarılması noktasında kullanılan önemli bir referans alanıdır.
…kurtuluşun yolu aslında önce felaketi yaşamaktan geçmektedir


M. Akif Duman - Charles Sanders Peirce’ü Anlayan Adam Ömer Seyfettin -I, II


Charles Sanders Peirce’ü Anlayan Adam Ömer Seyfettin -I

M. Akif Duman, Türk Dili Dergisi, Cilt: 114, Sayı: 809, 2019 (s. 36-44)

Hatice Hanım’ın Yüksek Ökçeleri
(Hikâyede) Ömer Seyfettin’in tatbikatında mahir olduğu üzere karakterler ön plana çıkar.
Hatice Hanım, evlilikten nefret eder
…namusu ile ilgili hassasiyetlerinin yanında temizlik hususunda da dikkatlidir
Bunlara bir de yüksek ökçe ilave edilir
…boyu çok kısa olduğu için evin içinde de bir karışa yakın ökçeli iskarpinler giyerdi.
Göztepe’deki köşkünde hizmetçi Eleni, evlatlığı Gülter ve aşçı Mehmet ile yaşamaktadır.
…yüksek ökçelerden dolayı rahatsızlanır ve çıkarır ayakkabılarını.

(Bir sembol olarak yüksek ökçeleri) semiotiğin genel kriterleri içine atarsak ne olur?
İç gözlem yapmanın imkânı yoktur. Buna muktedir olamayız
Sezgilere hâkimiyet de (hatta sezgilerin varlığı) mümkün değildir
İşaretler olmadan düşünmemiz imkânsızdır.
Kesinlikle bilinmezin anlaşılması imkânsızdır

Sembol ile simge yanlış olarak eş anlamlı addedilir.

Symbol “ayırt edici işaret” demektir.
Sembol, nesne ve işaret arasındadır
…simge ise (ki aslında signal’den bozma) alıcı ve işaret (okur- aldatılan insan) arasındadır.
Simge somuttur.

SEMBOL → SOYUT → OBJE ve İŞARET arasında (topuklu ayakkabı)
SİMGE → SOMUT → ALICI ve İŞARET arasında (Hatice Hanım’ın ayakkabıları)

“simge”de amaç, “bilinçte belirmek”tir

“topuklu ayakkabı” mücerret bir ifade olarak “sembolize ettikleri ile” semboldür.
Hatice Hanım’ın topuklu ayakkabıları… (…) işaret kabiliyeti ve imgeleme gücü ile bu bir simgedir.

Her şey ama her şey semiyotik’in alanına girer.
“gösterge” daha ziyade “gözle görülebilirliği” (yani nesnelliği) ve süreç sonrası’nı çağrıştırır.

Gösterge ifadesi daha yüksüzdür yani “bir şeyi belirtmeye yarayan şey, belirti” (1. anlam) der isek yeter. Hâlbuki işarete biz bir anlam yükleriz.

Eğer bir işaretin aktüel ve potansiyel anlamı ile yorumu birbirini tutarsa işaret tam olarak analiz edilebilir.

Charles Sanders Peirce’ü Anlayan Adam Ömer Seyfettin -II

M. Akif Duman, Türk Dili Dergisi, Cilt: 115, Sayı: 810, 2019 (s. 56-65)

 “Semiyotik nedir?” sorusunun en kısa cevabı “işaretler bilimi” olacaktır
Kavramın temeli olan “semiose” (Yunanca σημείωσις, sēmeíōsis) içinde bir şeyin işaret olarak vazife gördüğü süreci temsil eder

(…)

Delalet, bir şeyin anlaşılmasının başka bir şeyin daha anlaşılmasını gerektirmesi durumudur.
Şu hâlde burada iki unsur söz konusudur: Biri var olan bir şey diğeri onun gösterdiği, işaret ettiği bir başka şeydir.
Bu iki unsurdan ilkine dâl yani delalet eden ve ikincisine medlûl yani delalet edilen denir.
Belagat, bu unsurun söz olanı ile ilgilenir. Medlȗl, bu sözün gösterdiği şey yani gösterilen’dir. Bu ikisi arasındaki ilişkiye de delalet denir.

…sembol ve simge arasındaki çatışma, (ki bu okurun dikkatini çoğu zaman çekmez) ne kadar çok olursa metnin tesiri o kadar artar.

Osman Doğramacı - Bir Yazarın Penceresinden Savaş Balkan Savaşları ve Ömer Seyfettin


Bir Yazarın Penceresinden Savaş Balkan Savaşları ve Ömer Seyfettin

Osman Doğramacı, Yüksek Lisans Tezi, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018

…savaşı konu alan ilk edebi eser antik çağdan Homeros’un ‘İliada adlı eseridir.

Süleyman Nazif (…) savaşın sadece milyonlarca insanımızı ve şehirlerimizi yok etmediğini aynı zamanda bizden gençliğimizi, edebiyatımızı, ahlakımızı ve maneviyatımızı da alıp götürdüğünü ileri sürer (s. 9).

İkinci Bölüm
Ömer Seyfettin, Balkanlar, Savaş ve Edebiyatı
Ömer Seyfettin 11 Mart 1884 yılında Balıkesir’in Gönen ilçesinde doğdu.
Babası aslen Kafkas Türklerinden Binbaşı Ömer Şevki Bey'dir. Annesi Ankaralı Topçu Kaymakamı (yarbay) Mehmed Bey'in kızı Fatma Hanım’dır. Ömer Seyfettin, ikisi küçük yaşlarda vefat eden dört çocuklu bir ailenin çocuğudur.
4 yaşında iken Gönen’de Reşid Efendinin Mahalle mektebinde başlamıştır.
…önce İnebolu’ya daha sonra oradan da Ayancık’a taşınır.
(Annesi) Ömer Seyfettin’i alıp İstanbul’a gelmiştir
Dedesinin Kocamustafapaşa'daki konağına yerleşen Ömer, Yusufpaşa'daki Özel
Mekteb-i Osmânî'ye kaydedilir.
1893 yılında babası Ömer Şevki Bey oğlunun subay olmasını istediğinden oğlunu Eyüp Baytar Rüştiyesine yazdırır.
1896'da Kuleli Askeri İdadisi'ne yazılan Ömer Seyfettin daha sonra Edirne Askerî İdadîsi'ne naklolarak eğitimine arkadaşı Enis Avni (Aka Gündüz) ile birlikte burada devam etmiştir.

1900'de idâdîden mezun olarak İstanbul'da Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne'ye (Kara Harb Okulu) başlamıştır. 1903 yılında Makedonya’nın karışması üzerine, 1310’lular Sınıf-ı Müstacele sayılarak sınavsız mezun olmuştur. Bu arada Harbiye’yi bitiren Ömer Seyfettin 22 Ağustos 1903’te Piyade Asteğmeni rütbesiyle kura çeker ve merkezi Selanik’te bulunan III. Ordunun İzmir Redif Fırkasına atanır. Bir süre sonra da Kuşadası'ndaki Redif Taburu'na nakl olunur.
1906'da İzmir Jandarma Okulu'na öğretmen olarak atandı.
İzmir onun için yazarlıkta bir olgunlaşma yeri olmuştur.
Meşrutiyetin ilânı (23 Temmuz 1908) üzerine III. Ordunun Selanik’teki nizamiye taburlarına nakledilir.
Hareket Ordusu ile beraber 17 Nisan 1909’da Rumeli’den İstanbul’a gelmiştir.
1911’de tazminatı Ziya Gökalp’in aracılığı ile ödendikten sonra ordudan ayrılır.
Ordudan ayrılan ve Selanik’e yerleşen Ömer Seyfettin yazı faaliyetlerine ağırlık verir.

14 Ekim 1912 tarihinde yeniden orduya çağrılır. Garp ordusu 39. Alay 3. Taburunda Sırp ve Yunan cephelerinde savaşırken 20 Ocak 1913'te Yanya Savunması esnasında Yunanlılara esir düşer. Ömer Seyfettin 10 ay kadar süren esaretin ardından 28 Kasım 1913 yılında serbest bırakılır.

1914 yılında Kabataş Sultanisinde öğretmenliğe başlayan Ömer Seyfettin bu görevini ölümüne kadar sürdürmüştür.

1915'te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey'in kızı Calibe Hanım'la evlenir.
…evliliği 6 Aralık 1916'da Fâhire Güner adında bir kızları dünyaya gelmesine rağmen uzun sürmez. 5 Eylül 1918’de Calibe hanımdan boşanan Ömer Seyfettin, ölünceye kadar acı, ıstırap, yalnızlık ve hastalıklarla boğuşarak yaşamıştır.

1917'den ölüm tarihi olan 6 Mart 1920'ye kadar geçen dönemde 10 kitap ve 125 de hikâye yazmıştır.

4 Mart 1920’de hastaneye yatırıldı. 6 Mart 1920'de hayata gözlerini yumdu. Daha önce teşhis edilememiş olmakla beraber, yapılan otopsi sonucunda hastalığının "şeker" olduğu anlaşılmıştır. Naaşı önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığı'na defnedilmişti. 23 Ağustos 1939 yılında ise buradan yol geçeceği veya araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'na nakledildi.

Nakarat
Bulgar kızına aşık bir Türk zabit, kızın “Naş, naş, Çarigrad naş…” nakaratlı şarkısını, kendisine söylenen aşk nağmeleri olduğunu sanar.
Hâlbuki Bulgar kızın sözleri; Bizim olacak, bizim olacak, İstanbul bizim olacak…” anlamındadır.

Primo Türk Çocuğu (1-2)
Ömer Seyfettin bu hikâyesinde Batının Doğu, Osmanlı ve Türkler karşısındaki ikiyüzlü tavrını, asker zabit ve vatandaşlarda yok olmuş olan vatan, millet anlayışını, toplumun yozlaşmasını, Trablugarp ve Balkan Savaşları esnasındaki Selanik üzerinden tasvir eder (s. 29).

Selanik’te mukim Kenan Bey
…kendini aydın ve hümanist Avrupa değerlerinin savunucusu olarak görür…
…bir İtalyan kızıyla izdivaç etmiştir.
Balkan kavimlerinin ayrılıkçı tavır ve politikalarına tanık olunca millî benliğini hatırlayıp “kendi kültürüne dönmeye” karar verir.

Tanzimat Fermanı / “Tahribat Fermanı”
Kimlik bilincini yeniden kazanan Kemal bey ve oğlu Primo’ya Oğuz ismini verir.

Beyaz Lale
Serez şehrinin Bulgarlar tarafından işgali esnasında Türklerin yaşadığı işkence, tecavüz ve soykırımlar anlatılmaktadır.
Hikâyenin esas üzerinde durduğu husus Bulgar binbaşı sadist ve cani Radko’nun şehrin en güzel kızı Lale üzerinden tüm bir Türklüğü aşağılama çabasıdır.

Mehdi
…tren kompartımanında bir araya gelmiş beş Türk’ün, içerisinde bulundukları durumdan kurtuluşun yolları ve bir kurtarıcının gelip gelmeyeceği konusu üzerine yaptıkları sohbet ve kompartımanda yaşadıkları üzerinde durulmaktadır.
Hikâye (…) kaybeden Türklerin, gökyüzünden bir kurtarıcı bekler hale gelmeleri üzerinden bir milletin tükenmişliğini de gözler önüne sermektedir.

Hürriyet Bayrakları
Meşrutiyetin ikinci defa ilanı tüm Osmanlıda Hürriyet Bayramı olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Bu bayramın yapmacık bir bayram olduğu, (…) Osmanlı’ya bağlı oldukları sanılan Bulgarların Türklere karşı soğuk ve olumsuz tavırları ön plana çıkarılarak ispatlanmaya çalışılır.

Bomba
Hikâyede, Bulgar komitacılar tarafından rahatsız edilen ve bu nedenle bütün mallarını satarak göç etme kararı alan Bulgar çiftin köyden ayrılmak istedikleri gece başlarına gelen olaylar anlatılır.
Hikâye, bölgedeki kaosun, otorite boşluğunun ve slavların dahi güvenlik hususunda garanti altında olmadıkları üzerinde durur.

Tuhaf Bir Zulüm / Taassup
Balkan topraklarında yıllarca idarecilik yapmış olan Gospodin Kepazef isimli Bulgar karakterin yönettiği topraklardaki demografik yapıyı nasıl değiştirdiği üzerinde durur.
Türklerin iyi niyetlilik, yardımseverlik ve diğerkâmlık gibi hasletleri hikâyenin bir yerinde ön plana çıkarılmakta, ancak Türklerin bu yönlerinin bir tür saflık olduğu ve ülkenin kurtuluşuna bir katkısı olmadığı algısı da verilmek isteniyor.

Ömer Seyfettin, Balkanlardaki Türk varlığının silinmesini Türklük bilincinin gelişmemesine ve ümmetçi zihniyetin sebep olduğu koyu taassuba bağlamıştır.

Balkan savaşları, Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki son kırılma noktasıdır.
Bir geçiş noktası olarak Balkanlar, Asya ve Avrupa’nın en stratejik coğrafi alanlarından biridir. Bu yönüyle tarih boyunca farklı devletlere, kültürlere ve etnik farklılıklara ev sahipliği yapmış bir mekândır.

Balkan savaşlarına giden sürecin en önemli sebebi 93 harbinde karşı karşıya kalınan bozgun ve dolayısıyla Devletin tüm otoritesini bölgede kaybetmeye başlamasıdır.
1878’den sonra bütün Balkan Devletleri Berlin kararlarını yıkmak ve ulusal birliklerini gerçekleştirmek için çabalamaya başladılar.

Balkan savaşları öncesi ciddi diplomatik basiretsizlikler ve istihbari körlüklerin ortaya çıktığı görülmektedir. Sırplara Selanik limanından silah sevkiyatına izin verilmesi ve Balkan savaşları başlamadan hemen önce 30 Eylül 1912’de Osmanlı Devleti'nin Rumeli'deki 120 tabur talimli askerin terhis edilmesi ilginçtir.

(1912) Seferberlikten önce Trakya ve Makedonya’daki askeri kuvvetimiz düşmanlarımızın iki katıydı. Seferberlikte doğal olarak üstünlüğümüzü koruyacaktık. Oysa düşmanlara aldanılarak, yaklaşık 70 bin asker terhis edildi. Böylece barışta düşmanlarımıza karşı mevcut olan üstünlüğümüzü kaybettik. Bulgaristan ise bu sırada manevra bahanesiyle Ordusunu takviye ediyordu…

Balkan devletleri 13 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne bir nota verdiler. Osmanlı Devleti 18 Ekim 1912’de Balkan devletlerine karşı savaşacağını ilan etti. Böylece Doğu ve Batı Trakya ile Makedonya ve Arnavutluk’da savaş başladı.
Balkanlarda Osmanlı kuvvetlerinin yenilmesi üzerine 30 Mayıs 1913’te Londra Antlaşması imzalandı.

Harbin başlangıcında Ömer Seyfettin böyle bir savaşın olacağına ihtimal vermiyor. Nitekim; 27 Eylül 1328-Selanik (10 Ekim 1912), tarihli günlüğünde savaş hakkındaki düşüncelerini “Ben hala ümit etmiyorum. Niçin harp olacak. Balkan hükümetlerinin istediklerini verdikten sonra harbe ne hacet? Buna aklım ermiyor.” şeklinde ifade ediyor (s. 53).

8 Kasım 1912 (26 Teşrinievvel):
“Dün dehşetli bir muharebe oldu. Biz fena halde mağlup ve münhezim olduk. Bizim tabur ric’ati temin ediyordu. Çok telefat verdik.
Gece Manastır’a döküldük. Fakat garb ordusu kumandanı bizi şehrin içine sokmadı. Şehrin dışarısında serseriyane dolaşıyoruz. Kuşbaşı kar yağıyor. Ayakları donan neferler haykırıyorlar. Yaralılar arabaların üstünde, yerlerde, karların ve çamurların içinde kıvranarak, inleyerek can veriyorlar. Bu hal sefaletin şüphesiz son derecesidir. Fakat Garp Ordusu kumandanı bizi zayi etmeye, bire kadar mahv veya esir olmamıza karar vermiş.”

Birinci Balkan Savaşı’nın sonucundan memnun olmayan Balkan devletleri arasında ayrılıklar ortaya çıktı. 28 Haziran 1913’te Bulgaristan, Sırp ve Yunanlılara saldırdı. Romanya, Bulgaristan’a 11 Temmuz’da savaş ilan etti.
23 Temmuz’da Enver Bey’in komutasındaki ordu ile Edirne’ye girdi.

Balkanlar Osmanlı devletinin tüm kurumsal yapılarıyla bir devlet kimliğinin inşa edildiği topraklardır.
Balkanlardan göç manzaraları Ömer Seyfettin’in birçok hikâyesinde gözler önüne serilir.
Cemal Paşa anılarında, Balkan Harbi sonunda Sırp, Yunan ve Bulgarlar tarafından çoğu kadın ve çocuk olmak üzere katledilenlerin sayısının 500.000 civarı olduğunu belirtmektedir.

Osmanlı Devlet düşüncesinin temel esası devletin devamlılığının sağlanmasıdır.

Balkan Savaşı’ndan sonra Türkçülük fikrinin siyasî bir hüviyet kazandığı ve siyasî bir ideolojiye dönüştüğü görülür.

Ömer Seyfettin’e göre Millet olabilmenin iki şartı vardır: Birincisi ortak dili konuşmak ve ikincisi ortak dine inanmaktır.
Ömer Seyfettin’deki milliyetçilik anlayışı Osmanlı siyasi yapısındaki ümmetçilik anlayışına karşı geliştirilmiş o günün siyasi ve sosyal olaylarına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Milliyetçilik ile beraber toplumlar ve devletler güçsüzleştirilmiş ve sürekli bu yumuşak noktadan müdahalelerle bütün gücünü birbirine karşı savunmaya harcayan ulus devletler inşa edilmiştir.


Mehmet Yılmaz - Anima-Animus Kavramları Çerçevesinde Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe Hikâyesinin Değerlendirilmesi


Anima-Animus Kavramları Çerçevesinde Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe Hikâyesinin Değerlendirilmesi

Mehmet Yılmaz, Turkish Studies, Cilt: 7, Sayı: 1, 2012, s. 2145-2153

Anima, erkeğin ruhundaki belli belirsiz duygular, (…) bilinçdışını algılama yetisi gibi bütün dişil psikolojik eğilimlerin kişileşmesidir.
Animus ise, kadındaki erkek olarak bilinir ve kadınlardaki erotik fanteziler ya da yönelişlerden çok “kutsal” inançlar olarak ortaya çıkar.
(Yalnız Efe) eserini İzmir işgalinden otuz beş gün sonra yayımlamaya başlar.

Ömer Seyfettin 11 Mart 1884’te (Rûmî 28 Şubat 1299) Balıkesir’in Gönen ilçesinde doğmuştur.

Kaşağı hikâyesinde, gerçek babasının mizacıyla ilgili olabilecek bazı ipuçlarını verir.
Annesi Fatma Hanım, İstanbul’da ikamet eden Ankaralı topçu kaymakamı Mehmet Bey’in kızıdır. “İlk Namaz” hikâyesinde de gerçek annesinin inanmış, saf ve mütevekkil bir yansıması diyebileceğimiz Müslüman bir Türk annesinin imajıyla karşılaşırız.

(Hayatı)
Liseyi bitirdikten sonra İstanbul’a gelir ve Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne’ye yazılır ve 1903 yılında bu okuldan teğmen (mülazımsani) rütbesiyle mezun olur. Kura çekerek merkezi Selanik’te bulunan III. Ordu’nun İzmir Redif Fırkasına (tümen) tayin olunur.
31 Mart Vakası’nın çıkması üzerine orduyla birlikte İstanbul’a gelir, daha sonra ordudan istifa eder.
Balkan Harbi’nin çıkması üzerine ikinci defa orduya çağrılır.
Yanya Kalesi’nin savunmasında Ömer Seyfettin ve askerleri Yunanlılara esir düşerler.
1913 yılında esirlikten kurtulur
Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapar.
1915 yılında düzenli bir hayat kurmak için evlenir. Fakat evlendiği kadın (Calibe Hanım) tam bir “alafranga müptelası”dır.
…iki yıl sonra boşanırlar. Bu evlilikten bir kızı olur.
1920 yılında şeker hastalığından öldüğünde sadece otuz altı yaşındadır.

Anima
Anima, erkek psikesindeki dişil unsur olarak anlaşılır. Jung’a göre (…) bütün dişil psikolojik eğilimler” anima’nın varlığına birer işarettir.
Annenin karakteri animayı şekillendirir; bu durumda “eğer onu olumsuz bir biçimde algılamışsa anima çoğunlukla depresif tabiat, sinirlilik, sonsuz hoşnutsuzluk ve alınganlık özellikleri taşır.
…eğer erkek bu olumsuz anima niteliklerine başarılı bir şekilde karşı koyamazsa hiçlik duygusu, tabiatın ve nesnelerin anlamsızlaşması, hastalık, iktidarsızlık, sürekli bir korku halini yaşama gibi duygular üstün gelir.
Erkeğin, annesiyle ilişkisi aşırı bir olumluluk hali içinde gelişmişse bunun sonucunda başka özellikler (efeminelik, acizlik, kendini kadınlara karşı savunamama gibi) ortaya çıkar.

Her bir cinsiyetin kendi içinde eşit olarak bir personası olduğu gibi bir de gölgesi vardır.
Anima, bir erkeğin yaşamında yalnızca kadınlar üzerine yansıyan imajında ve yer aldığı yaratıcı etkinliklerde değil aynı zamanda fanteziler, ruh durumları, önseziler ve duygusal patlamalarda da kendini gösterir.

Animus
Kadınlardaki animus erkeklerdeki animayı karşılar.
…kadınlardaki erkeksi öğe, özellikle savaş gibi toplumsal felaketlerin baş gösterdiği durumlarda kendini göstermektedir.

Annenin oğlan çocuğu için anima imajının ilk taşıyıcısı olması ne ise, baba da kız çocuğu için animus imajının biçimlendiricisidir.

Yalnız Efe hikâyesindeki kadın kahraman/Kezban
Yörük Hoca, yerleştiği kasabanın ve dolayısıyla Anadolu’nun içten içe değişen, çözülen durumunu görmekte, buna çok üzülmekte, ama yaşlandığı için de elinden bir şey gelememektedir. Yörük Hoca (…) tipik bir Türk insanıdır.
Yörük Hoca’nın bir beklentisi vardır: Eseoğlu gibilerinin cezasını verecek birinin ortaya çıkması.
Yörük Hoca’nın Kezban’dan başka çocuğu yoktur.
Kezban babasının hayallerini gerçekleştirmeyi bir görev olarak bilir.

Ömer Seyfettin tarafından “Anadolu romanı” olarak tanıtılan Yalnız Efe hikâyesi Büyük Mecmua’da beş tefrika olarak çıkmış (1919, sayı 10-14),
Halk kültürü onun hikâyelerinin beslendiği önemli bir kaynaktır.
Ömer Seyfettin’in yapmak istediği, hikâye kahramanları vasıtasıyla toplumsal sorunları işlemek, onlara dikkat çekmekti.

Yörük Hoca’nın öldürülmesiyle, sıradan bir ev kızı olan Kezban’ın Yalnız Efe’ye dönüşmesi, yani animusa/erkeksi kökene ilişkin niteliklerini sergilemeye başlar.

19 Mart 2020 Perşembe

Jean Baudrillard - Neden Her Şey Hâlâ Yok Olup Gitmedi


Ortadan kaybolmak yahut yok olmak hakkında


Jean Baudrillard - Neden Her Şey Hâlâ Yok Olup Gitmedi

Önsöz
Artık varlık yok hiçlik var.
…nihilizm hiçliğin unutulması demektir.
…nihilist olan bir şey varsa o da sistemdir. Baudrillard’ın deyimiyle sistem “hakikaten inkârcıdır,” çünkü kendisi hiçliğin, her türlü illüzyonun inkâr edilmiş biçimidir.
François L’Yvonnet

Neden Her Şey Hâlâ Yok Olup Gitmedi?
Zamandan söz ettiğim sırada onun varlığını hissedemiyorum.

Burada söz konusu olan şey ortadan kaybolmadır

…gerçeğin ortadan kaybolması

Biraz yakından incelendiğinde gerçek dünyanın (…) modernleşme çağında ortaya çıktığı görülmektedir.
Öyleyse paradoksal bir şekilde gerçek dünyanın ortaya çıktığı andan itibaren ortadan kaybolmaya başladığı söylenebilir (s. 8).

…insanın temel özelliklerinden biri yeteneklerini sonuna kadar zorlamamakken, teknolojik nesnenin temel özelliklerinden biri yeteneklerini sonuna kadar zorla(mak)…

Bu durumda bizim ve sahip olduğumuz bedenin bizi tamamıyla egemenliği altına almış olan teknolojinin görünmez/hayaletleşmiş parçası, zayıf halkası, ilk dönem hastalığından başka bir şeye benzemediği söylenebilir.

Modern dünyada sanat denilen şey (…) ortadan kaybolabildiği ölçüde var olabilmektedir (s. 13).

Sanat, ortadan kaybolduktan sonra yaşamayı sürdüren her şeyin paradigmasına dönüşmüştür.

…ortadan kaybolmakla meşgul olanlar ve ortada görünmedikleri halde var olmayı sürdürenlerden de söz edebiliriz.

Sorun her şeyin ortadan kaybolduğu bir yerde geriye nelerin kalmış olduğudur.

…özne vücudun yaydığı uçucu bir maddeye benzemektedir
Artık hiçbir şeyle mücadele etmediği için ortadan kaybolan özne, dünyanın sonu geldiğinde karşılaşacağımız öznellik imgesi işte böyle bir şeye benzemektedir.

…sıradan nesnelliği kendisinden ayırmakta zorlandığımız sanat yaşamdan farklı bir şey olarak kalmayı sürdüremediği için yüzeysel bir şeye dönüşmüştür.

Ortadan kaybolmayı bilmeyen bir şeyin var olabilmesi mümkün değildir.

…gerçekliğin sistematik bir şekilde yok edildiğini gösteren en güzel örnek günümüzde imgenin başına gelenlerdir.

…aşırı hızla ilerleyen teknolojik gelişmeler ortaya imgenin gerçeği “özgürleştirmesi” ve sayısal teknolojinin de imgeyi “özgürleştirmesi” gibi saçma sapan bir fikrin çıkmasına yol açmıştır.

0/1 üstüne oturan bilgisayar programının oluşturulmasıyla dilyetisi ve düşünce birbirlerine simgesel bir şekilde eklemlenme yeteneklerini tamamıyla yitirmişlerdir

Hangi nedenle olursa olsun beyni bir alıcı, sinaptik bir terminal, gerçek zamanlı zihinsel bir imge ekranına benzetmek kadar yanlış bir şey olamaz

İmgenin maruz kaldığı en son şiddet biçimi sayısal hesap ve bilgisayar aracılığıyla yoktan var edilen sentetik imgedir.

Normal insan temelde her zaman bir modeli örnek alarak ya da almadan yaşar ama aynı zamanda bu modele karşı her zaman meydan okur.
Sonuç, insanoğlu her zaman örnek aldığı modelin hem başarılı hem de başarısız olabilmesi için elinden geleni yapar.
Normal insan böyle biridir (s. 34).

Teknolojik güdümleme sayesinde basit varlıklara dönüştük.
Sayısal güdümleme aşamasında gelindiğinde bu basitleştirilme çılgınlık boyutlarına ulaştı.

Oyunun kuralı ikiliktir.

Eğer insan kendine özgü ikilik kuralı tarafından terk edilmişse bu durumda roller değişmekte, yani makine yolunu şaşırmakta, kusurlu ve sapık, şeytani, karnından konuşan bir şeye dönüşmektedir. İkilik denilen şey güle oynaya öteki tarafa geçmektedir.

Başlangıçta Söz vardı. Sessizlik ondan sonra ortaya çıktı.
Artık ortada son denilebilecek bir şey kalmadı...

Pourquoi tout n’a-t-il Pas dejâ disparu?
Türkçeleştiren: Oğuz Adanır
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012