6 Aralık 2021 Pazartesi

Emil Michel Cioran - Çürümenin Kitabı

Emil Michel Cioran - Çürümenin Kitabı 

Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır…

 

İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz.

 

Bütün cinayetlerinin sorumluluğu tapma gücündedir: Bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar,

 

Hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvani temelini açığa vurmasın.

 

Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur

 

Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar...

 

İdeal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde normal insan, içindeki hiçlik'ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır...

 

Bizi çevreleyen şeylere, onlara isim verdiğimiz -ve ötelerine geçtiğimiz- ölçüde tahammül ederiz.

 

Her samimi felsefe, sırlarımızı eleyen ve istenen etkilere dönüştürme işlevi gören uygarlığın unvanlarını inkâr eder.

 

Farklı özüne itina gösteren ruh, kaçındığı şeyler tarafından her adımda tehdit edilir. Dikkati -en büyük ayrıcalığı- onu sık sık terk ettiği için, kaçmak istediği eğilimlere boyun eğer, ya da murdar sırlara yem olur...

 

Hiçbir şeye dayanmadığı için, bir gerekçenin gölgesi bile bulunmadığı için, hayatta sebat ederiz. Ölüm fazla kesindir…

 

…hayat ölümden fazla ürküntü verir: Büyük Meçhul odur.

Hayat belirgin, tartışılmaz açıklıkta tek bir gerekçeye sahip olsaydı kendini yok ederdi…

Hayata sarih bir anlam verin: Hemen o an cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kılar

 

Doyasıya yaşanan her saplantı kendi aşırılıklarıyla kendini ortadan kaldırır.

 

Kendini bunaltının zevklerine kaptırmamış; düşüncelerinde, sönüp gitme tehlikesinin lezzetine bakmamış, zalim ve yumuşak yok oluşların tadını almamış kişideki ölüm saplantısı hiç iyileşmeyecektir: Bunun ıstırabını çekecektir, çünkü buna direnmiş olacaktır; oysa bir dehşet disiplininde ustalaşmış kişi, kendi kokuşmuşluğu üzerine düşünerek kendini kararlılıkla kül haline getirmiş kişi, ölümün geçmişi'ne doğru bakacaktır - kendisi de artık yaşayamayan bir dirilmiş'ten başka bir şey olmayacaktır. "Yöntem"i onu hem hayattan hem ölümden kurtarmış olacaktır (s. 16). 

Bir felsefenin ya da bir imparatorluğun yıkılmasında etken olmak: Bundan daha hazin ve daha görkemli bir kibir tahayyül edilebilir mi? Bir yanda hakikati, öte yanda da azameti öldürmek…

 

Varlıkların zikrettikleri sebepleri benimsemek güç olduğundan, her birinden her ayrılışımızda, akla gelen soru değişmez şekilde aynıdır: Nasıl oluyor da kendini öldürmüyor?

Çünkü, her ne kadar akıl yaşama iştahını yok saysa da, fiiliyatın sürmesine neden olan hiçlik bütün mutlaklardan üstün bir kuvvettedir; ölümlülerin ölüme karşı sessiz ortaklıklarını izah eder; yalnızca varoluşun simgesi değil, varoluşun ta kendisidir bu hiçlik…

 

Mutsuzluk, soluk alan her şeyin dokusunu oluşturur; ama çeşitleri evrim geçirmiştir

Tek olmaktan duyduğu gurur, insanı, kendi derdine âşık olmaya ve tahammül etmeye teşvik eder.

 

İnsan kendini Şeytan'da çok fazla bulduğu için O'na tapamaz; ondan bilerek nefret eder

 

Pazar öğleden sonraları ayları:: a uzasaydı, ter dökmekten kurtulmuş, ilk lanetin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan insanlık nereye varırdı?

Zamanın sınırsızlığı duygusu, her saniyeyi dayanılmaz bir azaba, darağacına çevirirdi.

 

Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına -ve sonsuza dek- yaralayan ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonralarına dayanmamıza yardım etmesidir.

 

Kendinden çıkmak günah işlemektir.

 

Adem'den beri insanın bütün çabası, insan'da değişiklik yapmak olmuştur.

 

Tabiatta bütün varlıkların kendi yerleri varken, insan, metafizik olarak başıboş dolaşan, Hayat'ın içinde kaybolmuş, Yaratılış içinde tuhaf kaçan bir yaratık olmayı sürdürmektedir. Tarihe muteber bir hedef bulan hiç kimse çıkmamıştır; ama herkes bir öneride bulunmuştur…

 

Hayat, ancak muhayyilemizin ve hafızamızın zayıflıklarıyla mümkündür.

Kuvvetimizi, unuttuklarımızdan ve aynı andaki kaderlerin çokluğunu tasavvur etme yetersizliğimizden alırız. Evrensel acıyı o lahzada anlayan ve hayatta kalabilen kimse olamazdı… / s. 30

 

Şair, selamete ermeye özendiğinde kendine ihanet etmiş olur: Selamet, şarkının ölümüdür, sanatın ve ruhun yadsınmasıdır...

Lanetlenme karşısında uysal olan bizler, acı çektiğimiz ölçüde var oluruz - Bir ruh, sadece üzerine aldığı tahammül edilmez şeyler'in miktarıyla büyür ve telef olur.

 

MUTSUZLUGUN BİLİNCİ

Her şey, unsurlar ve fiiller, seni yaralamada elbirliği ederler. Burun kıvırmanın zırhına mı bürünmelisin? Kendini bir tiksinti kalesinde tecrit mi etmelisin? İnsanüstü kayıtsızlıklar mı düşlemelisin? Zamanın yankılan seni son yokluklarının içinde de mağdur edeceklerdir...

Bütün varlıklar mutsuzdur; ama ne kadarı bunu bilir!

Hangi günahı işledin de doğdun? Hangi suçu işledin de varsın? / s. 32

 

Uzaktakinin özlenmesi'ne bir formül bulmak için yırtınan kişi, kötü inşa edilmiş bir mimarinin kurbanı olacaktır.

 

Hayat ancak zamanın ihlal edilmesiyle bir içeriğe kavuşur. Başka yer saplantısı, anın imkansız olmasıdır; bu imkansızlık da nostaljinin ta kendisidir.

 

Bu dünya elimizden her şeyi alabilir, bize her şeyi yasaklayabilir, ama kendimizi yok etmemizi engellemeye kimsenin gücü yetmez. Bütün aletler buna yardımcı olurlar, bütün uçurumlarımız buna davet ederler bizi; ama bütün içgüdülerimiz de karşı çıkar. Bu karşıtlık ruhumuzda çıkışsız bir çatışma geliştirir (s. 39).

 

Hiçlik de ebediyetle eşdeğer değil midir?

 

Ümitsizliğe talim eden ve kendini kabullenen cesetleriz; kendimize rağmen hayatta kalırız ve yalnızca yararsız bir formaliteyi yerine getirmek için ölürüz: Sanki hayatımız, sadece ondan kurtulabileceğimiz atlı ileri atmamıza bağlıymış gibi...

 

Kader - mağluplar terminolojisinin gözde sözcüğü... Devasızlığa bir isim kadrosu bulmaya meraklıyızdır ve isimler icat ederek, felaketlerimizin üzerinde asılı aydınlıklarda bir hafifleme ararız. Kelimeler merhametlidirler: Narin gerçeklikleri bizi kandırır ve teselli eder... / s. 41

 

Hayat yasalarının başında çürüme gelir…

 

Her insan bir kıyamet imkânını barındırır,

 

Eğer her kederlendiğimizde ağlayarak kurtulma imkanımız olsaydı, teşhissiz hastalıklar ve şiir ortadan kalkardı.

 

Bütün hakikatler bize karşıdır. Ama yaşamaya devam ederiz çünkü onları oldukları gibi kabulleniriz, çünkü onlardan sonuç çıkarmayı reddederiz.

 

Bir Hindu prensinin bir sakat, bir yaşlı ve bir ölü görmesi, her şeyi anlamasına yetmiştir; bunları gören bizler ise hiçbir şey anlamayız, zira hayatımızda hiçbir şey değişmez.

 

İnsanlık, onu yadsıyan olayların içinde aşıkane yaşar...

 

Bütün sevinçlerinin bedelini ödeyen, bütün zevklerinin kefaretini çeken, bütün unuttuklarının hesabını vermek zorunda olan kimseler vardır: Tek bir mutluluk anı için bile borçlu kalmayacaklardır (s. 48).

 

Varlık dilsizdir ve zihin gevezedir. Bunun adına bilmek denir.

 

Filozofların özgünlüğü terimler icat etmekten ibarettir.

 

Vardım, varım, ya da olacağım; dilbilgisinin sorunudur bu, varoluşun değil.

 

Cani, özgürlüğünü sınırsız bir şekilde kullanır ve gücünün fikrine karşı koyamaz. Başkalarının hayatına son verme konusunda, o da her birimizle aynı düzeydedir. Eğer düşüncede öldürdüklerimiz hakikaten yok olsalardı, yeryüzünde kimse kalmazdı. İçimizde çekingen bir cellat, hayata geçmemiş bir katil taşırız.

 

Mutlak bir mahkeme önünde, bir tek melekler beraat ederdi. Zira başka bir varlığın ölümünü en azından bilinçsizce-dilememiş bir varlık hiç olmamıştır.

 

Kendine tapmayan kişi daha doğmamıştır. Yaşayan her şey kendisini çok sever

Eğer bir insan bir fikir için ölürse, bunun nedeni fikrin onun fikri olmasından, onun hayatı olmasındandır.

Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı "dogmatik uykusu"ndan uyandırmayacaktır (s. 61).

 

Varoluşa rıza göstermede bir nevi alçaklık vardır

 

Bir zenginin evine kabul edildikten sonra, yeryüzündeki tüm varlıklıların üzerine boşaltacak bir tükürük: okyanusuna sahip olmadığı için kim pişmanlık duymamıştır?

 

Korkmak, devamlı olarak kendini düşünmek ve şeyleri nesnel bir akış içinde tahayyül edememektir.

 

Yeni bir iman öneren kişi zulme uğrar, kendi de zalimleşinceye kadar: Doğrular, polisle çelişkiye düşülerek başlar ve polise dayanılarak biter; zira adına acı çekilmiş her saçmalık, yasallığa dönüşerek yozlaşır…

 

Hakiki kahraman kendi alın yazısı adına çarpışır ve ölür, bir inanç adına değil.

 

Yaşamak şu anlama gelir: inanmak ve ümit etmek - yalan söylemek ve kendine yalan söylemek.

 

Hayaletlere gönül vermiş bir toz zerresi - insan budur işte

 

…gözlerin işlevi görmek değil ağlamaktır; gerçekten görmek için de gözlerimizi kapatmamız gerekir

 

Bilinç, varoluşun ruh yoluyla uğradığı erozyonun hemen ardından gelen boşluğu işgal eder. En ufak bir şüphe, bir olmayabilirlik kuşkusu ya da bir bunaltı sıçrayışı -hepsi bilincin önbelirtisi olan ve geliştiklerinde bilinci doğuran, tanımlayan ve azdıran ön kavramlar-o görülür görülmez dağılan "gerçeklik"le bütünleşmek için, bir müminin veya bir budalanın bulanıklığı gerekir. Bu bilincin, bu devasız mevcudiyetin etkisi altında, insan en büyük ayrıcalığını elde eder: Mahvolma ayrıcalığını (s. 92).

 

Her zaman hüzünlü değilimdir, dolayısıyla her zaman düşünmem.

Duygusal ilgisizlikte fikirler belirir; bununla birlikte, hiçbiri biçim alamaz: Onların açılacakları iklimi sunmak hüznün işidir.

 

Ne kadar tabii olunursa o kadar az sanatçı olunur.

 

Bir şairin yaşamı bir yere varamaz. Gücünü, girişmediği her şeyden, ulaşılmazlıkla beslenen tüm anlardan almaktadır.

 

Şiir, ele geçirilemeyenin özünü ifade eder; nihai anlamı her tür "güncelliğin" imkânsızlığıdır.

 

Şiir ve ümitlenme arasında tam bir bağdaşmazlık vardır; şair de yaman bir çürümenin kurbanıdır.

Ölüm aracılığıyla canlı olan biri, kendine hayatı nasıl hissettiğini sormaya cesaret edebilir mi?

 

Fazla kullanılan duygular aşınır ve değersizleşirler, en başta da hayranlık duygusu...

 

Her nesil kendinden önceki neslin cellatlarına anıtlar diker.

İnsanlık sadece kendini telef edenlere tapmıştır.

Dürüstlüğün ne yaşamöyküsü yazan ne de cazibesi vardır; bunun içindir ki İlyada'dan vodvile kadar sadece ayıp eğlendirmiş ve merak uyandırmıştır.

 

Dünya tarihi: Kötülük tarihi.

Bir felakete katkıda bulunmadıysanız iz bırakmadan yok olacaksınızdır.

Çevremize saçtığımız mutsuzlukla ilgilendiririz ötekileri.

 

Hepimiz sahtekar olduğumuz için birbirimize tahammül ederiz. Yalan söylemeyi kabul etmeyen birisi ayağının altındaki toprağın kaydığını görürdü

 

Melankoli egoizmin düş halidir

 

Özgür olmayı deneyin: Açlıktan ölürsünüz. Kah hizmetkar kah despotik alınanız ölçüsünde toplum size müsamaha gösterir

 

Hayat bir uygarlığın yegâne saplantısı haline geldiğinde, o uygarlık düşüşe geçer.

 

"Duygu"nun güç kaynakları olmadan hiçbir şey yaratılamaz

 

Bir ulus sürekli olarak yaratamaz. Kendini meydana getiren ruhla birlikte tükenen bir değerler toplamına ifade ve anlam vermesi gerekmektedir.

 

Mitoslar yeniden kavramlar haline gelir: Gerilemedir bu (s. 106).

 

Hayat'ın keşfi, hayatı yok eder.

 

Bir halk başka tanrılar, başka mitoslar, başka saçmalıklar icat etme gücü olmadığı zaman ölür; ilahları solgunlaşır ve ortadan yok olur.

 

Doğu halkları kalıcılıklarını kendi kendilerine sadık kalmalarına borçludurlar: Pek evrim geçirmemiş olduklarından, kendilerine ihanet etmemişlerdir (s. 111)…

 

Soluk almaktan yüzü kızarmamak edepsizliktir.

 

İştahını köreltmiş olan ve kayıtsızlığın sınır biçimine yaklaşan kişi artık kendini sürdürmek istemez; üstelik aktaracak hiçbir şeyinin de olmayacağı bir başkasında yaşamaktan tiksinir.

İnsan ancak genel yazgıya sadık kalarak döl tutar. İblisin ya da meleğin özüne yaklaşırsa, ya kısırlaşır ya da eciş bücüş evlatları olur.

…her şeyden feragat etme kararının altında, o ölçüsüz tevazu marifetinin altında, iblisane bir köpürme yatmaktadır

 

…şu dünyadan daha acınası bir şey var mıdır?

 

Oluş, mutlak bir tamama ermeyi, bir hedefi dışlar: Zaman macerası, kendi dışında bir maksadı olmadan akar ve yol alma imkânları tükendiğinde bitecektir,

 

Aynı anda hem doğru hem saçma olmayan hiçbir görüş, sistem ve inanç yoktur; bu durum, o görüşe katılmamıza ya da ondan kopmamıza bağlıdır...

 

Felsefede şiirdekinden daha fazla kesinlik bulunmaz, zihinde de kalptekinden fazla; kesinlik ancak, yanaşılan ya da maruz kalınan ilke ya da şeyle özdeşleşildiği ölçüde var olur; dışarıdan her şey keyfidir (s. 136)…

 

Hakiki bilgi, karanlıklar içinde uykusuz beklemekten ibarettir…

 

Oluyor gibi görünen şey, olmayanın denetiminden hangi hünerle kurtulmuştur? Hiçliğin bağrında bir anlık dikkatsizlik, bir anlık kusur: Kurtçuklar bundan faydalanmışlardır. Uyanıklığında bir boşluk: Ve işte biz.

 

Bütün bilgelerden üstün olan Buda bile, ilahi ölçekte bir kendini beğenmişten başka bir şey olmamıştır. Ölümü, kendi ölümünü keşfetmiş ve bundan yara alarak her şeyden el çekmiştir ve kendi imtinasını diğer insanlara dayatmıştır. - Yokluğa karşı koymak için, öç alma duygusuyla Yokluğu Yasa'ya dönüştüren o incinmiş gururdan, böylelikle en korkunç ve en nafile ıstıraplar doğar (s. 140).

 

Müzik sadece Beethoven'dan beri insanlara hitap etmektedir: Ondan önce sadece Tanrı'yla konuşmuştur.

 

Her azizin içinde bir noter vardır, her kahramanda bir bakkal, her şehitte de bir kapıcı... İç çekişlerin dibinde bir yapmacık gizlenmektedir

 

Bireyin yetersizlikleri bir uygarlığın esneklik ve incelik derecesini belirler. Nadir duygular zihne yöneltir ve onu harlandırır: Yolunu yitirmiş içgüdü barbarlığın karşı ucunda yer alır.

 

Zaaf bir ıstırap olduğundan ve zahmete değen tek şöhret biçimi olduğundan, zaaf düşkünü kişi zorunlu olarak sıradan insanlardan daha derin "olmalıdır", çünkü sözle anlatılmayacak kadar ayrılmıştır hepsinden; ötekilerin bittiği yerden başlar o...

 

Evreni hüzünle tıka basa doldurduğumuz zaman, zihni alevlendirmek için tek bir neşe kalır bize; imkânsız olan ve nadir görülen o başdöndürücü neşe... Ümidin büyüsüne de artık ümit etmediğimiz zaman maruz kalırız… / s. 149

 

Bir hiçleşme fiiline götürmeyen hiçbir dikkat yoktur: Klasik ahlakçıdan Proust'a kadar, gözlemciye getirdiği bütün sakıncalarla birlikte, gözlemin mukadderatıdır bu.

 

Seven kişi aşkı incelemez, harekete geçen kişi eylem üzerine hiç düşünmez / s. 150

 

İnsan, intiharı ertelenmiş birisidir

 

Bütün aşağılanmalarımız açlıktan ölmeye karar veremememizden gelir.

Toplum bir dert değil bir felakettir.

 

Bir kurum ne kadar güçlenirse, insanilikten de o kadar uzaklaşır.

 

Bir fikrin baskın çıktığı yerde kafalar kesilir.

 

Bir din, kendini dışlayan doğruları hoşgördüğü zaman tükenir

 

…bir zihin ancak istedikleri hakkında, sevdiği ya da nefret ettikleri hakkında yanıldığı ölçüde önemli olur…

 

Türkçeleştiren: Haldun Bayrı

Metis Yayınları

4. Basım, 2013

Thomas Bernhard - Nefes - Bir Karar

Thomas Bernhard - Nefes - Bir Karar


 

Büyükbabamın aniden hastalanıp evimizin birkaç yüz metre ilerisindeki hastaneye yatırılmasının üzerine benim de hastalanmam kaçınılmazdı.

…olaylar sırasında daha on yedi yaşındaydım, benim için kolay zamanlar değildi.

 

Herkes farklıdır, herkesin kendine has bir yaşayışı ve ölüşü vardır.

 

Gerçek şu ki, sonbahar ve kışın ortasına kadar hafif bir akciğer iltihaplanması olan hastalığımı, yatağa düşmemek için bastırmış ve görmezden gelmiştim.

Gelişimimi derinden etkileyen üç önemli noktayı; çıraklık hayatımı, müzik eğitimimi ve büyükbabamla ailemi birbirine bağlayan mükemmel bir üçgen inşa etmiştim. Hiçbir şeye, en ufak bir rahatsızlığa bile izin veremezdim. Ama hesabım tutmamıştı; zaten şimdi düşünüyorum da, bu hesaplar hiçbir zaman tutmaz.

 

Köşedeki yatağımda yatarken kulağımda Mozart'ı, Schubert'i duyuyordum. Müziğin her bir notasını hayal edebiliyordum. Bu hayali müzik de yatağımda sahip olduğum en önemli şeydi, iyileşme sürecimin de en önemli parçasıydı.

 

Büyükbabamın ölümü beni ne kadar derinden etkilese, benim için ne kadar büyük bir darbe olsa da, bir anlamda kurtuluşum olmuştu. Hayatımda ilk kez yalnız kalmıştım ve bu birden karşıma çıkan özgürlüğü hayatımı kurtarmak için kullanmıştım, bunu şimdi anlıyorum.

 

Odasını olabildiğince uzun süre havalandırmayacakmış ki büyükbabamın kokusu dışarıya uçup gitmesin. Annem babasına çok bağlıydı…

 

Sağlığıma kavuştuğumda bana ne olacağı, onların değil, benim sorunumdu, yani ileride ne olacağım, onları değil sadece beni ilgilendirirdi. Hiçbir şey olmak istemiyordum, dolayısıyla kendimi herhangi bir uzmanlığa yönlendirmek amacında değildim. Benim tek istediğim kendim olabilmekti. Ama bu hakikat, onların anlayamayacağı kadar basit ve sertti.

 

Türkçeleştiren: Sezer Duru

Sel Yayınları, 2016

 


Sun Tzu - Savaş Sanatı

Sun Tzu - Savaş Sanatı

 

SAVAŞ SANATI ve TAOİZM

Düşman ordularını savaşmadan yenmek en büyük ustalıktır.

 

En usta komutan, düşman tuzaklarını boşa çıkartır, ondan daha az deneyimlisi, düşmanın destekçilerini yok eder; daha sonra geleni, düşmanın askeri güçlerine saldırır; en kötü komutan ise surlarla çevrili kentleri kuşatmaya kalkar.

 

Gerçekten de olayları oluşmadan önleyebilmek, hissedebilmek ve görebilmek birbirlerine bağlı olarak gelişen yeteneklerdir.

 

…büyük savaşları bereketsiz yıllar takip eder.

Silahlar uğursuz aletlerdir.

 

Orduda ikiyüzlülük çıktığında komutan eski bilge kralların tüm aklına bile sahip olsa, basit bir köylü sürüsünü bile yenebilmek olanaksız olur.

 

…iyi yöneticiler silahlanmadılar, iyi silahlananlar savaş hatları kurmadılar, iyi savaş hatları kuranlar savaşmadılar, iyi savaşanlar kaybetmediler, iyi kaybedenler ölmediler.

 

Başarılı saldırı, düşmanın kendisini nasıl savunacağını bilemediği saldırıdır. Başarılı savunma, düşmanın nasıl saldıracağını bilemediği savunmadır. Bu nedenle savunmada başarı yüksek duvarlara bağlanamaz.

 

Düşman bir arada kalmayı tercih etmişse hazır olmadığı yerden saldır: düşman saldırı hattı kuruyorsa, seni hiç beklemediği yerde karşısına çık.

 

Elimde tuttuğum ve ödüllendirdiğim üç hazinem var. Birisi şefkat, ikincisi tutumluluk, üçüncüsü ise başkaları üzerinde öncelik iddia etmemek. Şefkatten cesaret doğar, tutumluluk bize görüş sahası sağlar, başkaları üzerinde öncelik iddiasından kaçınma da yaşam güvenliği getirir. Şefkati, cesareti ve tutumluluğu bırakan, alçakgönüllülüğü terk ederek saldırganlığı tercih eden kısa zamanda yok olur. Savaşta şefkat zafere ulaştırır, savunmada şefkat ise güvenliği sağlar.

 

SAVAŞ SANATININ YAPISI ve İÇERİĞİ

Savaş Sanatı'nın birinci bölümü Planlama'nın önemini vurgulamaya ayrılmıştır.

Savaş Sanatı'nın ikinci bölümü genel olarak savaşın ülke ve halk üzerindeki etkilerine ayrılmıştır.

Üçüncü bölümde, konu savaşta strateji'dir.

Savaş Sanatı'nın dördüncü bölümü savaş stratejisinin en önemli unsurlarından biri olan taktik konusuna ayrılmıştır.

Savaş Sanatı'nın beşinci bölümünün konusu Enerji'dir.

Kitabın altıncı bölümü, "Boşluk ve Doluluk" kavramlarını öne çıkaran Gücün Kullanımı konusuna ayrılmıştır.

Savaş Sanatı'nın yedinci bölümü silahlı çatışma ile ilgili olup ordunun savaş alanındaki düzeni ile savaş manevraları hakkında Sun Tzu'nun görüşlerini özetler.

Savaş Sanatı'nın sekizinci bölümü savaş ustalığının köşe taşlarından biri olan Taktik Değiştirme ya da Uyumluluk konusuna ayrılmıştır.

Dokuzuncu bölüm orduların ilerlemesi üzerine yazılmıştır.

Onuncu Bölüm arazi konusuna eğilir.

Onbirinci bölüm, Arazide Dokuz Konum olarak adlandırılmıştır.

Savaş Sanatı'nın on ikinci bölümünde incelenen konu saldırıda ateşin kullanımı üzerinedir.

Sun Tzu, Savaş Sanatı'nın on üçüncü ve son bölümünü casusluğa ayırarak kitabın birinci bölümünde altı çizilen strateji konusu ve strateji için en büyük gereksinim olan haber almaya geri dönmüş bu dönüşüyle de kitabı bütünleştirmiştir.

 

Savaş manevraları konusunda Savaş Sanatı her harekattan önce mutlaka göz önüne alınılması gereken beş faktörden önemle bahseder: Uyum, hava, arazi, askeri liderlik ve disiplin faktörleri.

 

Askeri harekat aldatmacayı içerir.

Gücünüz varken kendinizi güçsüz gösterin. Etkiliyken etkisiz durun.

 

Sun Tzu: "Kendinizi ve karşınızdakini iyi tanıyorsanız sizin için tehlike yoktur, kendinizi iyi bilmenize rağmen karşınızdakini yeterince tanımıyorsanız yine de kazanma şansınız vardır, ancak ne kendinizi ne de karşınızdaki bilmiyorsanız o zaman her savaşta tehlike ile karşı karşıyasınız demektir." der.

 

TARİHİ ÇERÇEVE

Savaş Sanatı'nın eski Çin'de M.Ö. beşinci ve üçüncü yüzyıllar arasındaki "Savaşan Eyaletler" döneminde yazıldığı bilinmektedir.

 

Taoist felsefede ikilem hemen her zaman standart bir öğreti aracı olarak kullanılmıştır. Savaş Sanatı'nın da ikilemi kitabın özünde savaş aleyhtarı olmasındadır. Savaş Sanatı savaşa karşı savaşını kendi prensipleri çerçevesinde gerçekleştirir.

 

SAVAŞ SANATI

Bölüm I

PLANLAMA

 

Savaş Sanatı, savaş koşullarının değerlendirilmesinde mutlaka göz önüne alınması zorunlu beş önemli faktörün etkisi altındadır.

(a) Uyum ( Ahlak ) Faktörü,

(b) Hava Faktörü,

(c) Arazi Faktörü,

(d) Liderlik Faktörü,

(e) Disiplin Faktörü

 

Bu sayılan beş faktörü bilerek kullanan her komutan başarılı olacak, asla kaybetmeyecektir. Bilmeyense zafere ulaşamayacaktır.

 

"ŞAŞIRTMA" ve "ALDATMACALAR"

Tüm savaşlar aldatmacalara ve şaşırtmaya dayanır.

 

Düşman sinirli yapıda ise daha çok sinirlendirmeye çalışın. Kendinizi zayıf gösterip düşmanın sizi küçük görmesini sağlayın.

 

Bölüm II

SAVAŞIN MALİYETİ

Savaş başladığında, zafer gecikecek olursa, savaşçılarınızın silahları körleşmeye, savaşma şevkleri kırılmaya başlar.

 

Uzaktan yardımla yaşamak zorunda kalan ordunun halkı fakirleşir.

 

Bölüm III

SAVAŞTA STRATEJİ

Komutanlığın en üstün meziyeti düşman planını çözüp, kırmaktır.

 

Savaşta ana kurallardan biri, mümkün olabildiğince surlarla korunan kentlerin kuşatılmasından kaçınmaktır.

 

Öfkesini kontrol etmesini bilmeyen komutan ordusunu düşman üstüne karınca sürüsü gibi yollayandır.

 

Elindeki ordunun gücü düşmandan on misli büyük ise düşmanı kuşat; beş misli büyük ise saldır; iki misli büyük ise ordunu ikiye böl.

 

Savaşı, düşmanın en hazır olmadığı zamanı beklemesini bilen kazanır.

 

Bölüm IV

TAKTİK

Savunmada kalmak, güç yetersizliğini gösterir, saldırı ise aşırı güç göstergesidir.

 

Bölüm V

ENERJİ

Kumandanız altında bulunacak büyük bir ordu ile küçük bir birlik arasında büyük bir fark yoktur. Sadece işaretleme kullanımı değişir.

 

Enerji gerilmiş yay, kararsa okun atılmasıdır.

 

…düşmanı harekete zorlama ustalığına sahip komutan, düşmanı yanıltıcı manevraları ustalıkla kullanır; düşmana bazı önemsiz yemler verip düşmanı yeme saldırtır.

 

Bölüm VI

GÜCÜN KULLANIMI

Saldırıda başarılı komutan neyi savunduğunu bilemeyen düşmana saldırır; savunmada başarılı olan komutan ise neye saldırdığını bilmeyen düşmana karşı mevzilerini savunandır.

 

…zafer sizin ne yaptığınızı anlayamayan düşmanın hatalı taktikleri sayesinde gelecektir.

Size zafer kazandıran bir taktiği bir daha tekrarlamayın. Ancak metotlarınızı koşullara göre gerekli değişiklikleri yaparak sürdürebilirsiniz.

 

…savaşta uygulanacak etkili yol güçlüden uzakta durup, zayıfa saldırmaktır.

 

Bölüm VII

SAVAŞTA MANEVRA

Savaşın en önemli sanatlarından biri olan ALDATMACA, taktik manevra yeteneği ile doğru orantılıdır. Düşman sizi karşısında beklerken, uzun dolambaçlı yolları takip ederek düşmanın arkasına geçip, düşmanı beklemediği anda vurarak amaca ulaşmak taktik manevralardan başka bir silahla yapılamaz.

 

Savaşta duygularını, hareketlerini, amacını düşmandan gizle. Kazanırsın.

 

Planlarınız gecenin karanlığı gibi görülmez olsun, saldırınız ise gök gürültüsü gibi insin.

 

Aldatmaca sanatını en iyi bilen zafere ulaşacaktır. Bu da manevra sanatıdır.

 

Düşman ordusunu kuşattığında bir açık nokta bırak. Bunalmış düşmanı çok zorlama.

Buna Savaş Sanatı denir.

 

Bölüm VIII

TAKTİK DEĞİŞTİRME

Zor koşullar altındaki yerlerde kamp yapma. Yüksek yolların birleştiği yollarda müttefiklerinle işbirliği yap. Tehlikeli pozisyonlar olan ücra yerlerde oyalanma. Kuşatma altında strateji değiştir. Ümitsiz koşullarda savaş.

 

Bir komutanın yapacağı beş hata felaket getirebilir.

(a) Dikkatsiz cesaret, yok olmaya götürür.

(b) Korkaklık, düşmana esir düşmeye götürür.

(c) Acelecilik, hakaretlerle kışkırtılabilir.

(d) Şeref Düşkünlüğü, utanmaya götürür.

(e) Adamlarına aşırı düşkünlük, endişe ve tereddüde götürür.

 

Bölüm IX

ORDUNUN İLERLEMESİ

…askerin komutanına inanmasını sağlamak için ayırım göstermeden bir yandan adil davranıp, diğer yandan çelik gibi disiplin altında tutmalıyız. Bu zafere giden en kesin yoldur.

 

Bölüm X

ARAZİ FAKTÖRÜ

Altı çeşit arazi vardır.

(a) Düzgün arazi.

(b) Karışık arazi.

(c) İhmal edilecek arazi.

(d) Dar geçitler.

(e) Uçurumlu tepeler.

(f) Düşmandan uzak pozisyonlar.

 

Düşmanın savaşa hazırlıklı olduğunu, kendi askerimizin savaşa hazır olduğunu bilmemize rağmen, üzerinde bulduğumuz doğal koşulların savaşmaya uygun olmadığını göremiyorsak zafere giden yolun yine yarısındayız demektir.

 

Bölüm XI

ARAZİDE DOKUZ KONUM

Savaş Sanatı dokuz tip arazi tanımlar.

(a) Karışık Arazi

(b) Yakın Arazi

(c) İhtilaflı Arazi

(d) Açık Arazi

(e) Anahtar Arazi

(f) Ciddi Arazi

(g) Zor Arazi

(h) Kuşatılmış Arazi

(i) Ümitsiz Arazi

 

Çıkış yolları kapalı, kaçma olanağı kalmayan askerler korku duygusunu yitirirler. Direnme güçleri sonsuzlaşır. Hele, bir de yabancı topraklardaysa, inatçı bir cephe oluştururlar. Yardım gelmesi de zor gözüküyorsa, sıkı bir mücadele verirler.

 

Bölüm XII

ATEŞLE SALDIRI

Ancak, yok edilen bir krallık asla yeniden kurulamaz; ölüler canlanamaz.

Bu nedenle, bilge hükümdar dikkatli, iyi komutan tedbirli olmalıdır. Bir ülkeyi barış içinde yönetmenin, orduyu güçlü tutmanın yolu budur.

 

Bölüm XIII

CASUSLUK ve İSTİHBARAT

Beş tür casus kullanılır.

(a) Yöresel casuslar.

(b) İç casuslar.

(c) Devşirme casuslar.

(d) Hükümlü casuslar.

(e) Hayatta kalan casuslar.

Bu beş tür casusun hepsi bir arada kullanıldığında gizli istihbarat sistemini kimse ele geçiremez. Buna, "İplerin Kutsal Kullanımı" denilir. Bu güç her hükümdarın en kıymetli kaynağıdır.

 

"İç Casus" düşman subaylarının kullanımıdır.

"Devşirme Casuslar", ele geçirilip, düşman aleyhine kullanılan düşman casuslarıdır.

"Hükümlü" ya da "Ölü Casus"lar düşmanı yanıltmak amacıyla çeşitli davranışlara yönlendirilip sonra da bizim casuslarımızca düşmana bilinçli olarak belirtilen casuslardır.

 

Doğal üstün zekâya sahip olmayan hiç kimse casus olamaz.

 

"SAVAŞ SANATI" YORUMCULARI

 

Türkçeleştire: Adil Demir

Kastaş Yayınları, Üçüncü Basım, 2008

 

23 Kasım 2021 Salı

Şiir: Özdemir Asaf - Güzellik Geride Kaldı

Güzellik Geride Kaldı

Benim yüzüm, yüzünden baştan başa hüzündür.
İkisinden birisi ikimizden biridir.

Görmeli'dir, eskidir, yaşamış'a dönmüştür
Yarışa çıktıkları güzelliği geçmiştir.

Ağladığını bilir bilmediği şeylere
Güldüğünü unutmuş, hiç görmemiş gibidir.

Taşınmayan ne varsa bir yerden öbür yere
Seve seve taşımış, sırtına yüklemiştir.

Parayla ölçülmeyen sevgi saygı borcunu
Ne aldıysa ve kimden aldıysa ödemiştir.

Verdiğini unutmuş onun ne olduğunu
Ne verdiyse ve kime verdiyse yok bilmiştir.

2 Kasım 2021 Salı

Wolfgang Borchert - Bu Salı

Wolfgang Borchert - Bu Salı


Borchert 26 Kasım 1947'de yirmi altı yaşındayken öldü. Yaşı yirmi değilken savaşın içindeydi. Savaş bittiğinde o da bitmişti. Bu haldeyken yazdı bir şeyler. Onca felaket görmesine rağmen hâlâ daha anlatılmaya değer gördüğü şeyler nelerdir? 

Bowling Oyunu (s. 15-16)

Biz bowling oyuncuları

Ama gülleler de biziz

Devrilen kukalar da

Ve gümbür gümbür öten

Oyun yeri, yüreklerimiz.

 

İki adam bir çukur açmıştı yere. Pek geniş ve neredeyse rahat bir çukurdu. Bir mezar gibi.

Önlerinde bir tüfek vardı. Biri bulmuştu tüfeği insanlara ateş edilebilsin diye. Çokluk hiç tanınmazdı insanlar. Dilleri bile bilinmezdi. Ve kimseye de bir şeycik yapmamışlardı. Ama işte tüfekle üzerlerine ateş etmek gerekiyordu. Öyle buyurmuştu herhangi biri.

İki adam pek çok aydan beri çukurdaydı. Çok başlar dağıtmışlardı.

Ve ne zaman bir insan görseler ateş ediyorlardı. Hep de hiç tanımadıkları bir insandı bu. Kendilerine bir şeycik yapmamış bir insan. Ama ateş ediyorlardı. Bunun için tüfeği bulmuştu biri. Ve karşılığında kendisine ödül verilmişti.

Ve biri - biri de öyle buyurmuştu.

 

Dört Asker (s. 14-18)

Dört asker. Ve tahtadan ve açlıktan ve topraktan yapılmışlardı. Tipiden ve sıla özleminden ve saç sakaldan. Dört asker.

 

Kucak Kucak Kar (s. 19-21)

Karlar sarkıyordu dallardan. Makineli tüfek nişancısı şarkı söylüyordu.

Ve içinde dikildiği kar tehlikeyi bir sessizleştiriyordu ki.

 

O anda bir dal kırıldı ansızın. Ve makineli tüfek nişancısı sustu. Ve birden arkasına döndü. Ve hemen tabancasına sarıldı. İleriden Başçavuş karlar içinde kocaman adımlarla kendisine doğru geliyordu.

Artık kurşuna dizerler beni, diye düşündü makineli tüfek nişancısı. Nöbette şarkı söyledim. Artık kurşuna dizerler beni.

Derken Başçavuş geldi. Ve sarıldı makineli tüfek nişancısına. Ve çevresine bakındı. Ve sallanıyordu. Ve soluyarak dedi ki:

Aman Tanrım! Tut beni, bırakma. Aman Tanrım! Ve sonra gülmeye başladı. Elleri titriyordu. Ve gülüyordu yine de.

Noel şarkıları işitiyoruz artık. Noel şarkıları bu Allahın belası Rus ormanında. Noel şarkıları. Şubatta değil miyiz? Herhalde şubattayız artık. Oysa Noel şarkıları işitiyoruz. Hep bu korkunç sessizlikten. Noel şarkıları. Aman Tanrım! Tut, sakın bırakma beni.

Sonra her ikisi birden güldüler. Rus ormanında. Şubat ayında.

 

Saz Benizli Kardeşim (s. 22-25)

Daha hiçbir şey bu kar kadar beyaz olmamıştı. Kar neredeyse maviye çalıyordu beyazlığından.

Ama gene de bir leke vardı bir yerde. Leke karda yatan bir insandı, kıvrılmış, yüzükoyun, üniformalı.

Kim ah, içimizden kim suskun çığlıklarına dayanabilir ölülerin? Yalnızca kar buna göğüs gerebilir…

Ölü askerin başında diri bir asker dikiliyordu.

 

Jesus "Benden Paso Artık" Diyor (s. 26-29)

Alçacık mezarda rahatsız yatıyordu.

Buzsu soğuğu duyuyordu sırtında. Küçük bir ölümü duyar gibi. Gökyüzü çok, çok uzaklardaydı. Bir müthiş uzak ki, iyi mi, güzel mi söylenemezdi hiç artık. İşte öylesine uzaktı…

Jesus. Hadi, çık şu çukurdan. Daha beş mezar var açılacak.

 

Kedi Donmuştu Karda (s. 30-31)

Geceleyin adamlar yürüyordu yolda. Bir şarkı mırıldanıyorlardı. Arkalarında bir kızıl leke gecenin koynunda. Çirkin bir kızıl lekeydi. Leke bir köydü de. Köy mü, o yanıyordu. Adamlar kundaklamışlardı. Çünkü askerdi adamlar. Savaş vardı da.

 

Bülbül Şakıyor (s. 32-34)

Biz yalınayak, gömlekleyiz gecede ve bülbül, şakıyor.

Bay Hinsch hasta. Bay Hinsch öksürüyor. Pencere sağlam değildi de ciğerlerini üşüttü kışın.

…Timm, çavuşa bakmıştı. Ve bakışları çavuşun içinden geçip sonuna dek uzanmıştı dünyanın.

 

Üç Kara Kral (s. 35-37)

Kentin karanlık kenar mahallelerinde paldır küldür yürüyordu adam.

Ay yoktu ve kaldırım bu vakitsiz adımlardan ürkmüş gibiydi.

Kentin kenar mahallelerinde paldır küldür yürüyüp geri döndü adam. Gökte yıldız yoktu.

 

Adam kemikli dizini büküp kırdı tahtayı. Tahta inildedi. Gevrek ve tatlı bir koku saldı dört bir yana. Adam tahtadan bir parça alıp burnuna tuttu. Neredeyse pasta gibi kokuyordu mübarek; usulca güldü.

 

Adam, tatlı ve gevrek tahta parçalarını küçük sac sobaya attı. Birden tutuştu, parıldadı tahtalar ve bir avuç sıcaklık ışık saçtı odanın içine.

Işık minik toparlak bir yüz üzerine düştü pırıl pırıl ve bir an öylece kaldı. Yüz henüz bir saatlikti,

Yaşıyor, diye geçirdi içinden kadın. Ve küçük yüz uyuyordu.

Derken birileri belirdi kapıda. Pencereden ışığı gördük de, şöyle bir on dakika oturalım, dedik.

Ama bir çocuk var evde, diye yanıtladı adam. O vakit adamlar bir şey demediler, ama yine de girdiler odaya.

Üç kişiydiler. Eski üniformalar giymişlerdi.

Birinin elinde bir karton kutu vardı, birinin elinde bir torba. Ve üçüncüsünün elleri yoktu. Dondular da, dedi ve elsiz kollarını yukarı kaldırdı.

 

Birinin sarılıp sarmalanmış tombul ayaklan vardı. Torbasından bir tahta parçası çıkardı. Bir eşek, dedi, oyayım diye yedi ay uğraştım. Çocuk için. Böyle deyip adama verdi eşeği. Ayaklarınıza ne oldu, diye sordu adam. Ödem, dedi eşeği oyan, açlıktan. Peki onun, üçüncü arkadaşın nesi var, diye sordu adam bunun üzerine ve karanlıkta elini eşeğin üzerinde gezdirdi. Üçüncüleri üniformasının altında titriyordu. Oh, bir şey yok, diye fısıldadı. Sinir sadece. Bu kadar çok korkulara uğrarsa insan.

 

Neredeyse pasta gibi, dedi adam ve elindeki tahta parçasını kokladı. Pasta gibi. Pek tatlı.

Bugün Noel zaten, dedi kadın.

Evet, Noel, diye homurdandı adam ve sobadan bir tutam ışık uyuyan minik yüzün üzerine düştü ışıl ışıl.

 

Radi (s. 38-41)

Bu gece Radi vardı yanımda. Her vakit ki gibi sarışındı ve yumuşak, yayvan yüzü gülüyordu.

Ama sen öldündü, Radi, dedim.

Evet. diye yanıtladı, gülme bak.

Öleli çok oldu mu, Radi, diye sordum.

Yo, dedi.

…ama Rusya'da ölüp gömülmek güzel değil. Her şey öyle yabancı ki bana. Ağaçlar öyle yabancı ki. Öyle kasvetli ki, sorma.

 

Bu Salı (s. 42-46)

Haftada bir salı var.

Yılda elli.

Ve savaşta bir sürü.

 

 

Bu salı

Büyük harfler üzerinde çalışıldı okulda

Bu salı

Ulla akşamleyin oturmuş, yazı defterine büyük harflerle aşağıdaki cümleyi yazıyordu:

SAVAŞTA HERKESİN BABASI ASKERDİR.

SAVAŞTA HERKESİN BABASI ASKERDİR.

On defa yazdı cümleyi. Büyük harflerle. Ve Krieg'i (savaş) g ile, Grube (çukur) yazar gibi.

 

Ne İdiği Belirsiz Kahve (s. 49-55)

Sandalyelerde asılıydılar. Masalar üzerine asılmışlardı. Müthiş bir yorgunluk tarafından asılmışlar. Bu yorgunluğu giderecek bir uyku yoktu.

Dört kişi masada oturuyor ve tren bekliyordu.

İntihar etmem gerekiyor. Başımda arın yok. İntihar etmem gerekiyor. Ve bunu öylesine söyledi ki, sanki saat –on bir-treniyle gidiyorum der gibi.

 

Savaş boyunca hep özleyip durdum bunu. Sabahleyin balkonda oturmayı, anne babamla kahve içmeyi. Anlaşıldı mı! Şimdi de yoldayım işte. Ve derken bu kaçık kız geliyor, düpedüz intihar edeceğim diyor. Biri böyle düpedüz intihar edeceğim derse, kim katlanır buna ha?

 

Mutfak Saati (s. 56-58)

Daha uzaktan kendilerine doğru geldiğini gördüler, dikkati çekiyordu çünkü.

Elinde ileriye doğru tabak beyazı yuvarlak bir saat tutuyor…

Sonra biri dedi ki:

Neyiniz varsa yitirdiniz anlaşılan?

Evet, evet, dedi sevinçle. Düşünün bir, neyim varsa hepsini! Bir tek bu, bir bu kaldı geriye.

Yo, yo, işlemiyor, orası öyle. Bozuk, bilmiyor değilim.

Demek evinize saat iki buçukta bomba düşmüş…

 

Belki Pembedir Gömleği (s. 59-61)

İki arkadaş köprünün korkuluğu üzerinde oturuyordu…

Pantolonları inceydi ve buz gibiydi korkuluk. Ama insan alışıyordu soğuğa. Ve demirlerin batmasına.

 

Küçük Mozart'ımız (s. 62-69)

Sabah dört buçuktan gece yanına değin. Her üç dakikada bir geçerdi tren. Her seferinde hoparlörden perona doğru bir kadın sesi: Lehrter caddesi. Lehrter caddesi. Ses bize kadar uzanırdı.

 

Bir aynamız yoktu

Aynayla bilek damarlan kesilebilirdi de. Bunu da bize çok görüyorlardı işte. Böylesine masum sessiz bir bilek daman ölümünü bak etmemiştik.

 

…Kaşıkla yemek kaplarının üzerinde saatlerce caz müziği çalardı. Bunun için de ona Mozart adını takmıştık…

 

Kanguru (s. 70-73)

Sabah. Nöbetçiler pinekliyordu…

 

Ama Fareler Uyurlar Gece (s. 74-77)

…Fareler geceleri sahiden uyuyorsa…

 

 

O da Az Sıkıntı Çekmemişti Savaşlarda (s. 78-84)

İlk zamanlar bir babası vardı insanın. Ortalık karardı mı. Mor alacakaranlıkta görülmese bile artık. Sesi işitilirdi yine. (…) Ve bu da yeterdi işte. O zaman mor akşamlara katlanılabilirdi.

Her vakit temizdir bizim kaldırımlar. Otuz yedi yıldır sakaldan süpürürüm. Her taşı tanırım.

 

Mayıs'ta, Mayıs'ta Ötüyordu Guguk (s. 86-105)

Yaman olur ırmak boyunda mart sabahları,

Ama guguk, mayıs ayında guguk kuşu, kim katlanabilir aramızdan bunaltıcı mayıs gecelerinde, mayıs öğlelerinde guguk kuşunun o yaman tembelsi telaşlı ötüşüne?

...Ve sonra koşarız guguklu yazgılarımızla, ah bu guguklu alınyazılarımızı, bu bizler için önceden belirlenmiş felaketi üzerimizden atamayız,

Sokak bizimdir. Üstümüzdeki yıldızlar, altımızdaki güneşten sıcak taşlar. Şarkılı türkülü rüzgâr ve toprak kokulu yağmur. Sokak bizimdir. Bizler kalbimizi, masumluğumuzu, annemizi, evimizi ve savaşı yitirdik - ama sokağımızı, sokağımızı yitirmeyiz asla. O bizimdir.

 

Uzun, Uzun Yollar Uzunluğunca (s. 106-128)

Sol iki üç dört sol iki üç dört sol iki yürü, Fischer!

Demin biri: Günaydın, Bay Fischer, dedi. Ben Bay Fischer miyim? Bay Fischer olabilir miyim, basbayağı yine Bay Fischer. Teğmen Fischer'dim oysa. Yine Bay Fischer olabilir miyim? Ben Bay Fischer miyim?

57 kişiyi toprağa verdiler Woronesch'de. Ben Teğmen Fischer. Beni unuttular. Ben henüz büsbütün ölmemiştim.

 

Türkçeleştiren: Kâmuran Şipal

Afa Yayınları, 1994

Cormac McCarthy - Yol

Cormac McCarthy - Yol


Ormanda gecenin karanlığı ve soğuğunda uyandığında, yanında uyuyan çocuğa dokunmak için uzanırdı. Karanlığın da ötesinde geceler ve bir öncekinden daha kurşuni günler. Dünyayı bulanıklaştıran soğuk bir glokom hastalığı gibi.

 

…güneye uzanan araziyi inceledi. Çorak, sessiz, tanrısız.

 

…güneye yöneldiler.

 

…geceler o zamana kadar rastladığından daha uzun, karanlık ve soğuktu.  Taşları çatlatacak kadar soğuk. Canını alacak kadar.

 

Burası neresi, baba?

Burası benim büyüdüğüm ev.

 

Oğlan onunla ölüm arasında duran tek şeydi.

 

Küçük sözlerden dönersen, büyük sözlerden de dönersin.

 

Öksürerek uyandı ve uzaklaştı ki çocuğu uyandırmasın. Karanlıkta bir taş duvarı izleyerek, battaniyesine sarınmış, bir tövbekar gibi küllere çömelmiş. Ağzına kan tadı gelene kadar öksürdü ve onun adını yüksek sesle söyledi. Belki de uykusunda söylediğini düşündü. Geri döndüğünde oğlan uyanıktı. Özür dilerim, dedi.

 

Arkadaşın var mıydı hiç?

Evet. Vardı.

Çok mu?

Evet.

Onları hatırlıyor musun?

Evet. Onları hatırlıyorum.

Ne oldu onlara?

Öldüler.

Hepsi mi?

Evet. Hepsi.

Onları özlüyor musun?

Evet. Özlüyorum.

Nereye gidiyoruz?

Güneye gidiyoruz.

Tamam.

 

Sırt çantalarını omzuna atlı ve ufalanan eğrelti otlarını yararak koştular. Oğlan dehşete kapılmıştı. Koş, diye fısıldadı. Koş. Geriye haktı. Kamyon gürleyerek görüş alanına girmişti. Adamlar arka koltukta ayakta durmuş dışarı bakıyordu.

 

Kötü adamların neye benzediğini bilmek istiyordun. Artık biliyorsun. Gene olabilir. Benim işim, sana göz kulak olmak. Ben Tanrı tarafından bu iş için görevlendirildim. Sana dokunan herkesi öldürürüm. Anlıyor musun?

Evet.

 

Beş gün boyunca yiyecek hiçbir şeyleri yoktu ve az uyudular ve küçük bir kasabanın civarında vaktiyle güzel olmuş bir büyük eve geldiler.

 

…odanın döşemesinde bir kapak vardı ve istif edilmiş çelik plakalardan yapılma büyük bir asma kilitle kilitlenmiş.

Durup ona baktı.

Baba, dedi oğlan. Gitmemiz gerek baba.

Bunun kilitli olmasının bir nedeni olmalı.

 

…duvarın önüne büzülmüş çıplak insanlar vardı, erkek w kadın, hepsi saklanmaya çalışıyor, elleriyle yüzlerini örtüyorlardı. Şiltede bacakları kalçaya kadar gitmiş ve güdük yerleri kararmış ve yanmış bir adam vardı. Koku korkunçtu.

Aman Tanrım, diye fısıldadı.

Sonra birer birer döndüler ve acınacak ışıkta gözlerini kırpıştırdılar. Bize yardım edin, diye fısıldadılar. Lütfen yardım edin.

 

…oğlan pencereden dışarısını işaret ediyordu ve baktığında buz kesildi. Tarladan geçerek eve doğru dört sakallı adamla iki kadın geliyordu.

 

Geceleyin, evden gelen korkunç çığlıkları duydu ve ellerini oğlanın kulaklarına koymaya çalıştı,

 

Biz asla kimseyi yemeyiz, değil mi?

Hayır. Elbette yemeyiz.

Açlıktan ölüyor hile olsak mı?

Simdi açlıktan ölüyoruz zaten.

Ve ateşi taşıyoruz.

Ve ateşi taşıyoruz. Evet.

Tamam.

 

Yolcu dönüp geriye bakan cinsten değildi. Bir müddet onu izlediler, sonra yetiştiler.

Hiçbir şeyim yok, dedi. İsterseniz bakabilirsiniz.

Biz soyguncu değiliz.

Bir kulağını ileri uzattı. Ne? Diye seslendi.

Soyguncu değiliz dedim.

Nesiniz?

 

Bu soruya verecek cevapları yoktu.

 

Geriye baktığında ihtiyar adam bastonunu vura vura yola koyulmuştu, kadim çağlardan bir masal çerçisi gibi, karanlık ve kambur, örümcek inceliğinde ve ebediyen kaybolmak üzere, arkalarındaki kalan yolda yavaş yavaş gittikçe ufalıyordu.

 

Az uyuyordu. Sinir törpüsü öksürük uyandırdı onu. Hışırtıyla havayı emmek. Özür dilerim, dedi zifiri karanlığa. Ziyanı yok dedi oğlan.

 

Ne var?

Hiç.

Söyle bana.

Bence arkamızdan gelen biri var.

Ben de öyle düşünüyordum.

 

Sonra bir gün geç saatte kampa döndüğünde kumda çizme izleri gördü.

Durdu ve kumsaldan aşağı baktı. Ah Tanrım, dedi. Ah Tanrım.

Ne oldu, baba?

Kemerinden tabancayı çekti. Gel hadi eledi. Çabuk ol.

Branda gitmişti. Battaniyeleri. Su şişesi ve kamp yerindeki erzakları. Yelken kum tepeciklerine savrulmuştu. Ayakkabıları gitmişti. Tepecikler arasındaki deniz yulafı çukurlarından arabayı bıraktığı yere koştu ama araba gitmişti. Her şey.

 

Bizi öldürmeye çalıştın.

Açlıktan ölüyorum, adamım. Sen de olsan aynı şeyi yapardın.

Her şeyi aldın.

Hadi, adamım. Ölürüm.

Seni, bizi nasıl bıraktınsa öyle bırakacağım.

Hadi ama. Yalvarırım.

 

Günler sayılmaksızın ve kaydedilmeksizin çamurda yürür gibi geçti.

 

Devam etmen gerek, dedi. Ben seninle gelemem. Senin devam etmen gerek.

…iyileşeceksin, baba. İyileşmen gerek.

Hayır, iyileşmeyeceğim.

 

O gece babasının yamacında uyudu, ona sarıldı ama sabah uyandığında babası soğumuştu ve katıydı. Uzun süre orada oturup ağladı ve sonra kalktı, ormandan geçip yola yürüdü.

Geri geldiğinde babasının yanında diz çöktü, soğuk elini tuttu ve defalarca, defalarca adını söyledi.

 

Üç gün kaldı ve sonra yola çıktı, yoldan aşağı baktı, geriye gedikleri yöne de baktı. Biri geliyordu. Dönüp ormana gitmeye hamle etti ama yapmadı. Tabanca elinde, öylece yolda durdu ve bekledi.

 

Yanındaki adam nerede?

Öldü.

Baban mıydı?

Evet. Babamdı.

Üzüldüm.

Ne yapacağımı bilmiyorum.

Bence, benimle gelmelisin.

İyi adamlardan biri misin sen?

Senin iyi adamlardan biri olup olmadığını nasıl bileceğim?

Bilmeyeceksin. Şansını deneyeceksin.

Ateşi taşıyor musunuz?

 

Türkçeleştiren: Sevin Okyay

Kanat Yayınları, 2011

 


D. H. Lawrence - Ölen Adam

D. H. Lawrence - Ölen Adam

 


Kudüs yakınlarında oturan bir köylü vardı… …yavru bir döğüş horozu satın almıştı…

Yoksuldu bu köylü

Köylünün bir karısı da vardı, kara kaşlı kara gözlü, pek de çalışkan olmayan tazece bir kadın...

 

…aynı sabah, bir adam, kendisini bağlı tutan uzun bir uykudan uyandı. Kayaların içine oyulmuş bir mağarada, uyuşmuş, üşümüş olarak uyandı.

 

Yalnızdı; ölmüş olduğu için de yalnızlığın bile ötesindeydi.

 

“Korkma.” dedi kefene sarınmış adam, “ölü değilim. Beni vaktinden önce gömdüler. Ben de onun için mezardan kalktım. Ancak beni bulurlarsa, her şeye baştan başlatacaklar…”

 

…ölmüş olan adam, ölmemiş olan nesnelerin, varoluşun içine büyük atılışlarını seyrediyordu ama var olmak, olmak için duydukları ürpertili isteği görmüyordu artık.

 

Gün batarken köylü eşeği ile birlikte evine döndü: “Efendi!” dedi, “cesedin bahçeden çalındığı söyleniyor, mezar da boş, askerler de yaka paça götürülüyor, yere batasıca Romalılar! Kadınlar da ağlamak üzere orada duruyor.”

Ölmüş olan adam, ölmemiş olan adama bakıyordu.

 

“Magdalene!” dedi, “Korkma sakın. Ben sağım. Beni pek tez gömdüler, onun için yeniden hayata döndüm. Sonra bir eve sığındım.”

 

…durmadan, konmadan gitmeliydi; çünkü durduğu anda, insanoğulları korkularıyla zorbalıklarının boğuntusunu onun çevresinde örüyorlardı. Dokunabileceği bir şey yoktu. Çünkü hepsi, çılgın bir benliğini berkitme tutkusu içinde, onu bir yüküm altında bırakarak, onun temel yalnızlığını bozmak istiyordu. Bir insanı, bütün insanları, bir yüküm altında bırakmak, şehirlerin, toplumların, ev sahiplerinin huyuydu. Çünkü erkekler olsun, kadınlar olsun kendi hiçliklerinin bencil korkusu ile çılgındılar. Kendi görevini düşündü; bütün insanları aşk yükümü altında bırakmağa nasıl çalışmış olduğunu... Eski gönül bulantısına tutuldu gene.

Eski yarasının gönül bulantısı yeniden başladı; adam dünyaya yeniden tiksintiyle, aşağılık değinişlerinden korkarak baktı.

 

II. BÖLÜM

Karanın içlerinden. Lübnan'ın görünmeyen karlarından kopup gelen rüzgâr soğuktu, kuvvetle esiyordu.

 

Kadın, ağır adımlarla, düşüne doğru ilerledi. Ama bir kesintinin de farkındaydı.

Bir şeylerin, kendisine, dokunacakmışçasına yaklaştığını duyuyordu ama eti hâlâ acıyla, çılgın bir “Noli me Tangere! Dokunma bana! Ne olur, bana dokunma!” buyruğuyla dokunmuş haldeydi.

 

Ölmüş olan adam, kıyıyı tepeden gören ağacın dibinde oturdu…

 

Yüzünü bir an kadından yana çevirerek, kendini bağışlatırcasına, “Beni öldürdüler!” dedi.

 

Türkçeleştiren: Bilge Karasu

Adam Yayınları, 1985

 


Samuel Beckett - Üçleme

Samuel Beckett - Üçleme

Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan

 


Molloy (s. 7-182)

1

Annemin odasındayım. Şimdi burada yaşayan benim. Buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Belki cankurtaranla…

…artık çalışmasını bilmiyorum. Bunun önemi yok galiba. Ben şimdi, elimde kalan şeylerden söz etmeyi, vedalaşmayı, ölümümü tamamlamayı yeğlerdim. Bunu istemiyorlar.

 

Şu karanlık şeyler nasıl da bir büyü taşıyor. Çünkü elveda demek zorunludur, zamanı geldiğinde elveda dememek budalalıktır.

 

Gün gelir dayanamaz, size kucak açmayan şu dünyada uyuz köpeklere kucak açar, onların sizi sevmelerine, sizin de onları sevmenize yetecek kadar kollarınızda taşır, sonra fırlatır atarsınız.

 

Kendimden söz etmemek için elimden geleni yaptığımı anlıyorsunuz işte. Biraz sonra ineklerden, gökyüzünden söz edeceğim, göreceksiniz.

 

Odayı betimleyecek miyim? Hayır. Buna ileride fırsatım olacak belki. Kim bilir ne zaman dünyaya yenik düşmüş, utanacak yüzü kalmamış, kuyruğu kıstırmış bir halde bu odaya sığınacağım. Evet, şu anda nereye gittiğimizi bildiğimize göre, gidelim bakalım. İlk zamanlarda nereye gittiğinizi bilmeniz ne güzeldir.

 

Birden anımsadım adımı, Molloy’du. Adım Molloy, diye haykırdım aniden, şimdi aklıma geldi.

 

(Bisikletle dolaşırken tutuklanıyor)

Gelecekte davranışlarıma daha bir çekidüzen vermemi öğütlediler.

 

Kimliksiz dolaşmam yasalara aykırıysa, kimlik edinmem için neden diretmediler?

 

Az öne adımı anımsayışım gibi tuhaf bir biçimde, bitmekte olan bugünün başında, annemi görmek için yola çıkışım geldi aklıma. Nedenlerim? Unutmuştum onları. Ama biliyordum, bildiğimi sanıyordum, annemin yanına, zorunluluğun itkisiyle bir an önce gidebilmem için, yalnızca yeniden bulmam gerekiyordu onları. Evet, nedenini bildiğinizde her şey kolaylaşıverir, sanki sihirli bir değnek değmiştir. Bütün iş, kendinizi adayacağınız azizi bulmakta; adamak, aptal bile olsa herkesin yapabileceği bir şey.

 

…kararlarımın ilginç bir özelliği vardı; tam bunları gerçekleştirmeyi düşünürken hep bir şeyler olur ve yaşama geçirilmeleri engellenirdi.

 

…uslu uslu sahibesinin ardında sürüklenen bir köpeği ezdim bisikletimle, bunu daha sonra anladım ve yere kapaklandım. Önlemleri de kararlar gibi özenle almak gerekiyor.

(bir köpeği eziyor, köpek çok yaşlıymış ve sahibi ona teşekkür ediyor)

Köpeğinizi hep bir ağacın altına gömersiniz, nedenini bilmiyorum.

 

Bazı insanlara göre değildir deniz; dağları ya da ovaları yeğler onlar. Ben kendimi başka yerlerden daha kötü hissetmem orada. Yaşamımın büyük kısmı, fırtına ve dinginliğin içindeki denizin gürültüsünü, kıyıya vurup kırılan dalgaların seslerini dinleyerek geçti, bu ürperen enginliğin önünde. Önünde mi, hayır, iç içeydim…

 

Nedendir bilmiyorum ama orman bir çukurla sona eriyordu, işte bu çukurun içinde ayırdına vardım başıma gelenlerin. Kuşkusuz oraya düşünce açmıştım gözlerimi, yoksa neden açacaktım ki?

 

2

Gece yarısı. Yağmur camları dövüyor. Sakinim. Her şey uyuyor.

Oğlum uyuyor. Uyusun. Bir gece gelecek, o da uyuyamayıp kalkacak ve çalışma masasına oturacak. Ben unutulmuş olacağım.

Adım Jacques Moran. Bu adla tanırlar beni.

 

Molloy ile ilgilenme emrini aldığım günü anımsıyorum. Bir pazar günüydü, yazdı.

 

En ağır, en koyu renkli pazarlıklarını giymişti; ne kadar keyfim kaçtı anlatamam. Ruh, paçavraları içinde sevince boğulurken dış görünüşün böylesine tumturaklı oluşu, oldum olası tiksindirin iştir beni.

 

Yaşamım bir yerlere akıp gidiyordu ama nereye gittiğini bilmiyordum ben. Yine de uyumayı başardım, acılar sınırsız olduğunda kolay şey değildir bu.

 

Malone Ölüyor (s. 185-298)

Yine de bir süre sonra büsbütün öleceğim sonunda. Gelecek ay belki.

 

Seksen yaş biçiyorum kendime ama kanıtlayamam bunu.

Bedenim insanların düşüncesizce kötürüm diye adlandırdıkları türden. Görünürde artık bir işlevi kalmamış gibi. Bazen artık sürünemiyorum diye hüzünleniyorum.

 

Yaşamak ve yaratmak. Çabaladım. Çabalamış olmalıyım. Yaratmak doğru bir sözcük değil belki. Yaşamak da öyle. Önemi yok bunun. Çabaladım. Ben çabaladıkça içimdeki ciddiyet canavarı homurdanıyor, kükrüyor, parçalıyordu beni.

Hastalığımdı bu benim. Başkaları nasıl frengili doğuyorsa ben de ciddi doğmuştum.

 

Adlandırılamayan (s. 301-

Neredeyim şimdi? Kimim şimdi? Ne zaman şimdi? Sormuyorum bunları kendime. Ben diyorum, ben. Ama inanmıyorum buna.

 

Tüm bu Murphy, Molloy ve Malone’lar kandıramaz beni. Zamanımı yitirdim onların yüzünden, boş yere acı çektim, onları anlattım durdum, oysa susabilmem için kendimden, yalnızca kendimden söz etmem gerekiyordu.

 

Türkçeleştiren: Uğur Ün

Ayrıntı Yayınları, 2. Basım, 2011


Stefan Zweig - Olağanüstü Bir Gece

 Stefan Zweig - Olağanüstü Bir Gece

 


(Baron Fredrich, mirasa konar ve ordudan ayrılarak bohem bir hayat yaşar. Yaşadığı hayatın tekdüzeliği onu kemirir. Rasgele bindiği bir faytonun sürücüsü “at yarışlarını mı” diye sorunca “evet” der ve yarışların yapıldığı yere gider. Soylu insanların yarış başladığı sırada heyecanlanıp kendinden geçmelerini ilgiyle izler. Gözleriyle takip ettiği bir adam, elindeki yarış kuponlarını yere düşürür. Kuponlardan biri Baronun ayağının dibine düşer. Baron, âdeti olmadığı üzere kuponu alır ve cebine koyar. Artık bir hırsızdır. Hikâye bu ya, çalınan kupon, yarışı kazanan ata oynanmıştır ve Baron bu yolla servetine servet katar. Günün ilerleyen saatlerinde panayır yerini gezer. Bir fahişe yanına yaklaşır. Gün boyu kendisine ilgi gösteren ilk kişi bu fahişeydi. Baron, kadına yüklüce para verir. Kadını takip eden bir-iki kişiyi fark eder, onlara da para verir. Parayı gören gözlerdeki parıltıyı görmek hoşuna gider. Başka insanlara da yardım eder. Etrafa para saçar. O gece yaşadıkları Baronun hayatında dönüm noktası olur. Artık insanlara yardım eden ve yalnızlık çekmeyen birine dönüşür.)

 

Aşağıdaki notlar, 1914 sonbaharında Rava-Ruska’da bir Avusturya hafif süvari alayıyla katıldığı çarpışmalarda şehit düşen Baron Friedrich Michael von R.’nin yazı masasında mühürlenmiş bir paketin içinde bulunuyordu.

 

7 Haziran 1913’te geçen o macerayı hâlâ ateşli bir tutkuyla yeni baştan yaşıyorum…

 

Otuz altı yaşıma girmiştim, annemle babam erken ölmüş ve tam reşit olduğum sıralarda bana bir servet bırakmışlardı…

 

O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. Fazlasıyla aklı başında bir yöntemle varoluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu canlılığımı söndürüyordu. İsteklerimin giderek daha da azaldığını ve zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamda tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim.

 

…doğrudan kendimi ilgilendiren şeylere karşı bile büyük bir kayıtsızlık içindeydim. Acı çekmek için bile yetersizdim.

 

Gerçek anlamda arzulamayı değil, sadece kadınların varlığıyla oluşan o sıcak esintide şehveti hissetmeyi seviyordum; heyecanlanmayı değil, sadece ilhamını seviyordum.

 

Ona neredeyse düşmanlıkla baktım. Fakat hem diri hem de yumuşacık dolgunluğuyla talepkâr bir cazibesi olan bu kadından yayılan güçlü ve kösnül çekimi; baş döndürücü, hayvansı etkiyi, içimdeki direnen yan bile algılıyordu.

 

Bakışları sürekli hareket halindeydi, her şeye dokunuyor, ama hiçbir şeyi sıkıca kavramıyorlardı…

 

Öyle hissediyordum ki, bende onlara korkunç yabancı gelen bir şeyler vardı, bu yüzden hiçbir şekilde aralarına karışamıyor, beni saran bu yoğun kitleden kopuk bir şekilde suyun üzerindeki bir yağ damlası gibi tek başıma yüzüyordum.

Fakat pes etmedim, daha fazla yalnız kalamazdım.

 

…bütün bakışlar üzerimden umursamazca kayıp gidiyordu. Kimse beni istemiyor, kimse bana yaklaşmıyordu.

 

…gizemli bir güç tarafından sürükleniyormuş gibi kadının peşinden gittim.

Birkaç kez etrafa baktı, duraksadı. Sonra sokağın bir maden kovuğu kadar karanlık görünen devamını işaret ederek, “O yana gidelim,” dedi, “sirkin arka tarafı iyice karanlıktır.”

Bir karşılık veremedim. Bu karşılaşmadaki dehşet verici bayağılık beni uyuşturmuştu.

 

Ve aniden –çakan bir şimşeğin yeryüzünü bembeyaz bir ışığa boğması gibi– her şeyi anladım, her şeyi sezdim: Kadın beni bir av gibi daha önceden kararlaştırılmış bir noktaya doğru tuzağa sürüyordu ve pezevenkleri peşimizdeydiler.

 

…adamlardan biri omzuma dokunarak beni öne doğru itti. “Yürü bakalım,” dedi.

 

…bu iki adama karşı kardeşçe bir merhamet kapladı. Bu aç, çulsuz, zavallı tiplerin benim gibi aşırı tok bir asalaktan istedikleri neydi ki: Birkaç kron, birkaç sefil kron.

 

Bu zavallı acemi zorbaların nasıl sıkıntıya girdiklerini gördüm ve aramızdaki sessizliğin tekrar yumuşamasını izledim.

Ve nihayet, nihayet sabırsızlıkla beklemekte oldukları sözcüğü söyledim. “Ben… ben size… yüz kron vereyim.” Üçü de irkilerek birbirlerine baktılar. Tam her şeyi kaybettiklerini sandıkları anda bu kadar çoğunu beklememişlerdi. Sonunda huzursuz bakışlı ve çiçek bozuğu suratlı olan kendini toparladı. İki kez lafa girmeye hazırlandı. Boğazından ses çıkmıyordu.

“İki yüz kron!” dedi sonunda, bunu söylerken nasıl utandığını gördüm. “Kesin ama şunu,” diye, birden kadın araya girdi. “Hiçbir şey vermeden çekip gitmediğine şükredin. Bir şey yapmadı ki, bana dokunmadı bile. Fazla yüksekten attınız.”

 

Çalıntı paraların arasından iki banknot çekip uzattım. Adam parayı alırken elinde olmadan “Teşekkürler,” dedi ve hemen başını çevirdi. Tehditle alınmış bir para için teşekkür etmenin gülünçlüğünü kendi de fark etmişti. Utanmıştı –ah, bu gece her şeyi hissediyordum, her şey kendini bana açıyordu–

 

Prater’in çıkışındaki satış tezgâhlarından birinde mallarının üzerine eğilmiş, yorgunluktan iki büklüm bir satıcı kadın gördüm.

…birkaç kuruş için sabahtan beri oradaydı herhalde ve artık yorgunluk belini bükmüştü. Ben sevinçliysem sen niye sevinmeyesin, diye düşündüm. Bir parça kek alıp önüne bir banknot bıraktım.

 

Ak saçlı, somurtkan ve aksak bir baloncu elinde koca bir demet renkli balonla topallaya topallaya evine dönüyordu artık, gün boyu yaptığı işten memnun olmadığı belliydi. Yanına gittim. “Balonları alıyorum,” dedim.

 

Bezginlikle Prater sokaklarını süpüren bir temizlik işçisinin yanına gittim. Herhalde ona yol soracağımı sanarak asık suratla yüzüme baktı, gülümseyerek bir yirmi kronluk uzattım ona.

…bir fahişenin, iki sokak lambası yakıcısının yanına gidip onlara birer banknot uzattım, zemin kattaki bir fırının penceresinden içeri birkaç tane fırlattım ve arkamda hayret, şükran, sevinç karışımı duygular bırakarak bu şekilde yürüdüm de yürüdüm. Sonunda banknotları tek tek buruşturarak sokağın ortasına, sonra bir kilisenin basamaklarına savurdum…

 

Paranın tümünü nerede ve nasıl dağıttığımı artık hatırlamıyorum, ama kâğıt paralardan sonra en sonunda cebimdeki gümüş bozuklukları da verdiğimi biliyorum.

 

Hayır, artık asla o insan olmak istemiyordum, geçmişteki o hatasız, duygusuz, dünyadan kopuk centilmen olmak istemiyordum, suçun ve dehşetin tüm derinliklerine dalacak olsam da artık gerçek yaşamı istiyordum!

 

Açlıkla bir vitrini seyreden birinin bakışları beni kahreder, bir köpeğin neşeyle sıçrayışı büyüleyebilir. Bir anda her şeyi görmeye başladım, artık hiçbir şey sıradan değil benim için.

 

İnsanların geçmişte kalan her şeyin hep bir hata ve ileriye bir hazırlıktan ibaret olduğunu sanmaları genel bir delilik hali herhalde…

Türkçeleştiren: İlknur İgan

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5. Basım, 2006


2 Eylül 2021 Perşembe

Jack London – Kızıl Veba

Jack London – Kızıl Veba

 


Patika, bir zamanlar üzerinden demiryolu geçen yükseltilmiş toprak set boyunca uzanıyordu.

 

İhtiyar bir adamla bir çocuk bu yoldan yürüyordu.

Koca bir yapraktan, maharetle yapılmış güneş siperliğinin koruduğu gözleri, dikkatle ayağının bastığı yerlere bakıyordu.

 

Çocuğun bakışları hareketlenen çalılara sabitlendi. Sonra manzaranın içine koca bir ayı, bir boz ayı daldı ve insanları görür görmez aynı onlar gibi donup kaldı.

 

Yayını hazır tutup geri geri giderek o da ihtiyacı izledi.

 

"Amma da büyüktü, değil mi Granser," diye kıkırdadı. İhtiyar başıyla onayladı.

 

Bu para, basılan son paralardan olmalı çünkü 2013 yılında Kızıl Ölüm geldi.

Bunlar altmış yıl önce oldu ve dünyada o yılları gören bir tek ben kaldım.

 

İnsanın bu dünyadaki bütün çalışması köpükten öte bir şey değil. İnsan kendine faydası olacak hayvanları evcilleştirip düşmanca davrananları yok etti, toprağın yabani bitki örtüsünü temizledi. Ama sonra insan yok oldu ve ilkel hayat geri dönüp onun elleriyle yaptığı her şeyi sildi süpürdü.

 

Veba, kızıl vebaydı. İnsanların yüzü bir saat içinde tamamen kızıla dönüyordu.

 

Vebadan sonraki dönemde kadınların sayısı çok azalmıştı. İsterse babanın dediği gibi getir götürcü olsun, evlenmek için bulabildiğim tek kadın oydu.

 

…elleriyle kumu kazdılar ve bir süre sonra üç iskelet ortaya çıkardılar. İkisi yetişkin, biriyse çocuk iskeletiydi. Koca cüssesiyle ihtiyar da yanaşıp oğlanların bulduklarına baktı. "Veba kurbanları," dedi.

 

İnsanoğlu uygarlık yolundaki kanlı ilerleyişine başlamadan önce, ilkelliğin karanlığına giderek daha çok batmaya mahkûmdur. Sayımız artınca ve herkese yer olmadığını hissettiğimizde birbirimizi öldürmeye başlayacağız.

 

"Haydi Granser, bize Kırmızı Ölüm'ü anlat,"

 

Bütün dünya insan doluydu. 2010 nüfus sayımına göre dünyada sekiz milyar insan yaşıyordu.

 

Salgın başladığında gençtim, 27 yaşındaydım,

 

"Kızıl Ölüm'e ne oldu, Granser?"

 

…bu hastalığın ilk işaretlerinden biri yüzün ve tüm vücudun kızarmasıydı, bir de hastalığa yakalananlar çok kısa sürede ölüyordu.

Bir başka ilginç şey de ölenin vücudunun büyük bir hızla dağılmasıydı.

 

Ben de ilk ölüme salı günü tanık oldum; öğrencilerimden Bayan Collbran sınıfta, gözlerimin önünde otururken ölüp gitti.

Sınıfımda ölen kızla beraber kaldığım o kısa süre içinde haber bütün üniversiteye yayılmış, binlerce öğrenci sınıfları, laboratuvarları terk edip kaçmıştı.

…tek başıma kalmıştım.

 

Kızıl Ölüm'ün gelmesiyle birlikte dünya mutlak ve geri dönüşsüz olarak dağıldı, paramparça oldu. On bin yıllık kültür ve uygarlık, göz açıp kapayıncaya kadar yok oldu, 'köpükler gibi uçup gitti'.

 

Yangınlar öyle büyümüştü ki alevler bütün göğü aydınlatmıştı.

 

Bütün evcil hayvanlara tuhaf şeyler oluyordu. Vahşileşiyor ve birbirlerini avlıyorlardı.

 

…roman 1912 yılında İngiltere'de London Magazine'de yayımlandı. 1913 yılının Haziran ve Eylül ayları arasında ABD'de American Sunday Monthly Magazine'de tefrika edildi. 1915 yılında da Macmillan Yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.

 

The Scarlet Plague

Türkçeleştiren: Levent Cinemre

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020