16 Şubat 2019 Cumartesi

Bin Yılın Çayı


Kemalettin Kuzucu - Bin Yılın Çayı
Osmanlı’da Çay ve Çayhane Kültürü

Türk ve çay sözcüklerinin birlikte anıldığı bilinen en eski metin 8. yüzyıla aittir. Çin çay kültürünün anlatıldığı bu kaynakta şair Lu Yu, en ideal çayın Türk süvarisinin deri çizmeleri gibi boğumlu yapraklardan elde edilen çay olduğunu belirtmektedir.

Türkiye’de çay hakkında yapılan çalışmaların tarihi yaklaşık üç yüz yıl geriye gitmektedir. Osmanlı Devleti’nin 66. Şeyhülislamı Damadzade Ebülhayr Ahmed’in 1711 yılında kaleme aldığı Çay Risalesi bu alanda bilinen ilk monografik yayındır. 

Osmanlı döneminde yayımlanan ikinci Çay Risalesi, Hacı İzzet Efendi’nindir (İstanbul 1295).

Çay kelimesi Çinceden dünya dillerine geçmiştir. …Amoy lehçesinde t’e (Theh); Mandarin lehçesinde ise ç’a (Tcha) şeklinde telaffuz edilmektedir.

Çayı Endonezya’nın Cava adası üzerinden Avrupa’ya taşıyan Flemenkler, bitkinin Amoy lehçesindeki kullanım biçimini götürdükleri için Avrupa dillerine “the,” “tea,” “tee” şekillerinden yerleşmiştir (s. 1).

Kanton’da kullanılan ikinci söyleyiş biçimi Japonya, Hindistan, İran ve Rusya’ya geçmiş; küçük değişikliklerle, buralarda “çay” ve “şay” şeklinde telaffuz edilmiştir (s. 2).

Çin inançlarına göre çay, imparator Shen Nung’un (MÖ. 2737) kaynayan suyuna kaza ile çay yaprağı düşmesiyle içilmeye başlamıştır.

Avrupalıların çayla tanışmaları 16. yüzyıldaki coğrafi keşifler / sömürgecilik hareketlerine borçludur (s. 19).

Solovtsov 1885’te Rusya’nın ilk sanayi çayı fidanlığını kurdu.
1897’de Acaristan’da elde edilen siyah çay yaprakları Tiflis’te açılan tarım ürünleri sergisinde halka tanıtıldı.
1898 yılında 5.200 kilogramlık ilk Gürcü çayı üretildi (s. 28).

Arkeolojik kazılar Türk kavimleri içerisinde çayı ilk kullananın Hunlar olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Yiyeceklerinin temeli ete ve süt ürünlerine dayanan göçebelerin beslenme kültüründeki bu yalınlık, vücut için gerekli tüm vitaminlerin alınması için elbette yeterli değildi (s. 40).
…göçebe topluluklar, vitamin eksikliğinden kaynaklanan rahatsızlıkları gidermek için çayı, sağaltıcı bir drog olarak algılamışlar ve bu amaçla içmişlerdir (s. 41).

1878’de Hacı İzzet Efendi’nin Çay Risalesi adlı monografisi yayınlandı.
Eserden anlaşılan Hacı İzzet Efendi eserini yazdığı sıralarda 40 yıllık çay tiryakisiydi (s. 68).

Çayın hem besleyici, hem de tedavi edici iki özelliği bulunmaktadır. (…) Osmanlı literatüründe çain adıyla da kaydedilmiş olan tein etkin maddesinin yanında tanen, kahvenin etkin maddesi olan kafein, teobromin, çeşitli enzimler, uçucu yağlar, karbonhidrat, mineral maddeler ve vitamin içerdiği görülür (s. 74).

İçeriğinde bulunan kafeinden dolayı çayın en büyük özelliği uyarıcı etkiye sahip olmasıdır. Demleme sırasında yapraklardaki kafein suya geçmektedir (s. 78).

Konuyla ilgili Osmanlı kaynaklarında çayın antiseptik etkiye sahip olmasından dolayı cilt hastalıklarına karşı pek çok faydası bulunduğuna işaret edilmiştir (s. 80).

Soğuk, nemli ve bataklık bölgelerde çayın faydası daha çoktur (s. 85).

Osmanlı döneminde çay üretimine ilişkin ilk somut ve resmi bilgi 1879 yılına ait Trabzon Salnamesinde kayıtlıdır. Söz konusu salnamede Lazistan sancağına bağlı Hopa kazasında 20.000, Arhavi nahiyesinde de 5.000 olmak üzere toplam 25.000 kıyye (1 kıyye = 1.283 gram) çay üretildiği belirtilmektedir.
Gündelik lisanda Moskov Çayı ismiyle şöhret bulan fakat aslında halis Çin çayından başka bir şey olmayan bu bitki, zikredilen yerleşim birimleri dışında Trabzon şehir merkeziyle vilayetin sair mıntıkalarında da yetişmiştir (s. 97).

…vergi yükünü ağır bulan üreticiler Trabzon valiliğine başvurdu. Üreticilerin şikâyeti vali Yusuf Ziya Paşa tarafından Bab-ı Ali’ye iletildi. (…) (s. 98-99)

Seferoğlu sülalesinden Ahmet Efendi, 1912 yılında Rusya’dan çay fidanı getiriyor ve Arhavi’deki akrabalarına uğradığında fidanlardan bir kısmını onlara bırakıyor, Kalan fidanlı da kendi köyü ve bahçesine dikiyor, fidanlar yetişir ve Fındıklı’nın Sümer köyünde çay bitkisi bu şekilde yayılmaya başlar (s. 118).

Bireysel girişimlerin saptanabilen ilk örneği Hulusi (Karadeniz) Bey’dir.
Rize ile Batum’un iklim şartlarının benzerliğini göz önüne alarak 1912 yılında Batum’dan tedarik ettiği tohumları kendi bahçesine ekmişti. Hulusi Bey’in çalışmaları kısa süre sonra meyvesini verdi ve çay filizleri yükselmeye başladı. Tam bu sırada Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması (…) Hulusi Bey’in çalışmalarını sekteye uğrattı (s. 119).

Halkalı Ziraat Mektebi Müdürü Ali Rıza Bey
Batum’un zirai yapısını incelemek üzere 1918 yılında Ziraat Nezaretince Güney Kafkasya’da görevlendirilmiştir.
Batum’daki incelemelerinde bölgenin meteorolojik yapısını rapor etti. Savaş yıllarında Rusların Rize’yle ilgili derlediği hava raporlarıyla elindeki verileri karşılaştırınca Rize ile Batum’un ekolojik açıdan benzerliklerini tespit etti. Tuttuğu notları bakanlığa sundu. Söz konusu rapor 1921 yılında Yeni Ziraat gazetesinde tefrika edilmiş, daha sonra kitap haline getirilerek Şimal-i Şarki Anadolu ve Kafkasya’da Tedkikat-ı Ziraiyye adıyla basılmıştır (s. 123).

Ziraat Müdür-i Umumisi Zihni Bey
Zihni Bey Rize’de asayişin sağlanmasının iş imkânlarının geliştirilmesiyle mümkün olacağını savunuyordu.
Zihni Bey Batum’a giderek Ruslar tarafından kurulmuş olan çay bahçelerini, çay fabrikasını gezdi.
Araştırmalarını tamamladıktan sonra çay, bambu ve narenciye tohumlarıyla birlikte yanına bir de Rus bahçıvan alarak Rize’ye geldi. Tohumları ekti, fidanlığı Rus bahçıvana emanet ederek Ankara’ya döndü.
Yöre halkının çay tarımına teşvik edilmesi için devlet desteği gerektiğini gördü ve bir kanun teklifi hazırladı. Hazırladığı Çay Kanunu (407 sayılı kanun) 6 Şubat 1924’te kanunlaştı (s. 129).

Tibet ve Orta Asya’nın bazı kavimleri arasında kullanılan tuğla çayı
Bitkinin yapraklarıyla birlikte diğer kısımları hatta tozları bile macun haline getirilip preslenerek tuğla şeklinde kalıplara dönüştürülerek elde edilir (s. 140-141).

19. yüzyıl ortalarına kadar çay Osmanlı’ya Rusya’dan karayoluyla deve kervanlarıyla getirilmekteydi (s. 157).

(Gıda sahtekârlıkları – s. 176))

…piyasada arpadan üretilmiş sahte çaylar kol geziyor…

1870’lerde Manolaki adlı tüccar (…) birçok resmi kuruma çay satarak halkı dolandırmaya kalkışmıştı (s. 189).

Birinci Dünya Savaşı’nın ilk aylarında ekmek, gaz ve tuzun yanında şekere narh konulmuştu… (s. 193)

…şekerin piyasadan çekilmesi karşısında halk, tatlandırıcı ihtiyacını başka maddelerle giderme yoluna gitti. İstanbul da dahil bütün ülkede çay; üzüm, erik, kayısı gibi meyvelerin kurularıyla ya da reçelleriyle içilmeye başlandı (s. 194).

Ülkenin doğu bölgelerindeki tiryakiler ise, Rusya kökenli kıtlama tekniğine her zamankinden daha fazla sarılmışlardı.

Faik Tonguç, Erzurum’da bulunduğu 1916 yılın ait anılarında çaylarını dut kurusuyla içtiklerini belirtir (s. 195).

…hiç şekeriniz yoksa hayalinizde bir topak şeker canlandırırsınız, buna “umma” denir. Bir parçacık şekeriniz bulunur da bitmesinden korktuğunuz için yalayarak çayınızı içerseniz buna da “yalama” denir. Bir parça şekerinizi nohut tanesi gibi küçük küçük böler ve her tane ile bir bardak çay içerseniz buna “kırklama” denir (s. 196).

Tokat çayı
1870’li yıllar (…) bitkiyi Kırım Harbi’nden sonra Hacıali ve Canbulad köylerine yerleştiren Çerkez muhacirler (…) 1878 yılından itibaren ürünü ticari amaçla pazara sürdüler. İşlenmiş bitkinin yıllık ticaret hacmi bir anda 4-5 bin kıyyeye ulaştı (s. 197).

…halen Erbaa yöresindeki Çerkez kökenli vatandaşlar arasında (…) içilmeye devam edilmektedir.
Yabanmersinini ya da dağ kekiği gibi isimlerle tanınmaktadır.

20. yüzyıl başlarında kahvaltı sofraları çay ile şenlenir oldu…
Birinci Dünya Savaşının doğurduğu ağır ekonomik koşullar yüzünden bazı tüketim maddelerinin kıtlığı baş göstermiş, çay da bundan nasibini almıştı.
Dar gelirliler, birtakım bitkileri çay gibi haşlayarak içmeye (…) çalışmaktaydı. Bu tür bitkilerin başında Bursa’da yetişen ayıüzümü geliyordu (s. 205).

…ziraatçılar tarafından kaleme alınan birtakım yazılarda Anadolu’da çay yetiştirildiği iddia edilir…

Bursa Çayı / Vaccinium arctostaphylos
Şekil bakımından hakiki çayla arasında gözle görülür farklılıklar bulunan bu yaprakların çay olmadığı hükumet tarafından ilan edilmiş ve buna resmen “Anadolu otu” ismi verilmişti (s. 206).

Akşehir Çayı
Meşrutiyet döneminde Ahşehirliler de Akşehir çayı adını verdikleri yaprakları haşlayarak içmeye başlamışlardı (s. 219). 

Resmi dairelerde çay içerek sohbete dalan memurların işleri aksattığı gerekçesiyle 1913 yılında savcı olarak Siirt’a atanan Abdülkadir Bey (…) dairede çay içilmesini yasaklamıştır (s. 232). 

Kıtlama yöntemiyle çay içme alışkanlığı ilk defa Rusya’da ortaya çıkmıştır (s. 242).

Çayın aile toplantılarına konu edilmesi adetinin çıktığı yer İngiltere olarak bilinse de daha öncesinde Hollanda’da ikindi vaktinde çay içme alışkanlığı benimsenmişti. Afternoon tea geleneği 17. yüzyılın ortasında Hollanda’dan New York’a taşındı. İngiltere ise bundan iki yüz yıl sonra modern anlamdaki çay partisi geleneğini başlatacaktı (s. 247).

İkindi çayı veya beş çayı adeti 20. yüzyılın başlarında, İstanbul’un Türk sakinlerinin yanında, resmi görevi olan ya da olmayan Amerikalılar ile Avrupalıların ortak geleneklerinden biri halini alacaktır (s. 248-249).

Cobb, Üsküdar Amerikan Kız Koleji mezunu Halide Edip’le bu çay partilerinden birinde tanıştığını yazar (s. 249).

Sembolist Ahmet Haşim, Kakuzo’nun Çayname’sini çevirdi…
Çay partilerine duyduğu öfkeyi, hayranlık beslediği Japon çay kültürü ışığında dile getirmiştir (s. 281). 


…çayın soğumasını önlemeye ya da geciktirmeye yarayacak ince metal kapaklar imal edilmiştir.
Erzurum’da çayhane dışına çay götürülürken tabak bardağa kapatılır. Sonra tabak düz duruma getirilir (s. 289).

Şarabı çok tüketen Tibet halkı, beyindeki uyuşukluğu gidermek için çaydan istifade etmiştir (s. 293).

…toplumların çay hazırlama yöntemleri, tarihten gelen örfi değerlerine, yaşadıkları bölgelerin iklim şartlarına, ekonomik durumlarına ve geleneksel damak zevklerine göre şekillenmiştir.

Ebulhayr Ahmet Efendi’nin, Latin hekim Etmallarius’dan naklen yaptığı tarife göre çömlek içindeki 1 ratl (litre) saf suya, 2 miskal çay yaprağı dökülür. Suyun üçte ikisi yok oluncaya kadar kaynatılır. Elde edilen sıvı, yemekten sonra bir iki fincan içilir. Bu şekilde hazırlanan içeceğin sunduğu en büyük fayda, hazımda sağladığı büyük kolaylıktı (s. 294).

…Çay yaprağının su ile kaynatılmasındaki asıl maksat, doğasında bulunan acılığı ortadan kaldırmaktı (s. 295).

…çay hazırlamak için en ideal çaydanlık, topraktan veya porselenden imal edilmiş olanlardır. Çünkü, bunlar suyun ısısını uzun süre muhafaza etme özelliğine sahiptir. Metal çaydanlıklar çabuk ısı kaybettiği için elverişli değildir.
…çayın birinci öğesi halis yaprak ise, tamamlayıcı öğesi kaliteli sudur (s. 300).

…çayın zararlı etkilerini giderdiğine inanılan katkı maddelerinin başında süt gelmektedir.
Erzurum’da sütlü çay,
Mide rahatsızlığı bulunan kimseler, çay kahveye tercih etmekteydi (s. 304).

…çaya on damla limon suyu ilave edilmesi oldukça faydalıydı…
…katkı maddeleri arasında küçürat hurması ve vanilya da bulunuyordu.
…küçürat hurmasından dört beş tanesi küçük bir fincan içerisindeki sıcak suda ıslatılıp sekiz on dakika bekletildikten sonra lal gibi parlak kırmızı renkli bir sıvı elde edilmekteydi. Servis sırasında fincandaki çaya bu sıvıdan bir miktar katıldığında hem lezzetli hem de etkisi artmaktaydı. Vanilya (…) uyarıcı ve yaşlanmayı geciktirici özelliğe de sahiptir (s. 306).

…kaymaklı çay usulüne 19. yüzyıl İstanbul’unda nadir de olsa rastlanmaktadır.
Başkurt Türkleri (…) ülkenin her tarafında tüketilen çay genellikle kaymakla içiliyordu (s. 308).

Çayın yaygınlaşmasına paralel olarak Osmanlı’nın porselen ithalatında büyük artış meydana gelmiş…

Topkapı Sarayı’nda sergilenen gümüş eşyalar koleksiyonu içerisinde bir çay takımı bulunmaktadır.

İbrik
Farsçada “su dökücü,” “su döken” anlamındaki abriz kelimesinden Arapçaya giren ibrik, toprak, teneke, bakır, gümüş ve hatta altından yapılan ve el, yüz (…) alet şeklinde tanımlanmıştır.
Kaşgarlı Mahmud (…) “ıvrık” kelimesinin şekil değiştirmiş hali olduğunu savunmakta… (s. 322)

Semaver
Semaver kelimesi Rusça kökenlidir. Kendi kendine anlamını karşılayan ve önüne geldiği kelimeye dönüşlülük kazandıran “samo-” önekiyle “kaynamak” manasındaki “varit” fiilinin birleşmesinden oluşan Rusça “samovar”dan Türkçeye girmiştir.
Sözlü halk kültüründe yaşayan bir rivayete göre kelimenin üç hecesinden birincisi Farsça “üç” ikincisi Arapça “su” anlamındadır. Son hecesi ise, Türkçe “vermek” fiilinin emir halidir. Böylece “üç su ver” şeklinde düzgün ve anlamlı bir cümle ortaya çıkmaktadır (s. 324).

Ansiklopediler ilk semaver fabrikasının 1778 yılında, Tula kasabasında (Moskova yakınları) İvan Lisitin adlı bir metal işçisi tarafından kurulduğunu kaydetmektedir (s. 325).

Ruslar çayı tanımadan önce yemeklerini semaveri andıran ve mutfak adı verilen araçlarda pişirirlerdi. İç kısmında ateş yakmaya mahsus bölmeden başka iki bölmesi daha bulunan aletlerde aynı anda iki yemek hazırlamak mümkündü.
Semaverin ilk örneğini oluşturan bu aletler zamanla gözden düşüp, sadece çay demlemeye özgü semaverler imal edildiğinde, iki taraftan uzanan kulplar, semaverin en önemli unsurları olarak tasarımdaki yerini alacaktır (s. 326).

Zamanla Rusya’da semaverle çay içmek sanatı kibarlık alameti sayıldı.
Ruslardan sonra semaveri ilk kullanan topluluk, Orta Asyalı Türkler olmuştur.
Buhara (…) Türk usulü semaverin merkezi kabul edilmiştir.
1877-1878 Osmanlı-Rus harbi sırasında ve müteakip tarihlerde Kafkasya’dan Anadolu içlerine göçen muhacirlerin yanlarında taşıdıkları kıymetli eşyalar arasında semaverlerin çokluğu dikkat çekmektedir (s. 327).

1870’lerde Erzurum’da semaver üretimini başlatan kişi bir İranlıydı (s. 328).

Semaverin imalatındaki unsurlara ve ziynetine de önem verilmiştir.
Semaverdeki estetik, konak sahibinin asaletini, varlık derecesini, kültür seviyesini, görgüsünü ve sanat anlayışını yansıtmaktaydı (s. 331).

Semaver Birinci Dünya Savaşında cephede savaşan Türk askerinin en önemli eşyalarından biriydi (s. 334).

Semaverin (…) dikkatsizce kullanılması sonucunda meydana gelen yangın felaketlerine rastlanmaktadır.
20. yüzyılın en büyük afetlerinden biri olan 1911 tarihli Uzunçarşı Yangını (…) semaverdeki kıvılcımdan çıkmıştı… (s. 335)

20. yüzyılın başlarında çay servisinde fincanın terk edilerek bardak kullanımına geçildiği görülmektedir (s. 345).

Beykoz Cam Fabrikası 1900’lerin başında “ince belli” olarak ünlenecek Türk tipi çay bardağının üretimine başladı (s. 346). 

Tepsi kelimesinin aslı, takdim etmek anlamındaki Türkçe “tapşırmak” fiilinden türemiş tapşı’dır.

Peçevi Tarihi
962 yılında Halepli Hakem ve Şamlı Şems adlı iki kişinin Tahtakale’de kahvehane açtıklarını yazmıştır (s. 353).

1633 yılında IV Murad,
Kahvehanelere uyguladığı yasağın nedeni Cibali’de meydana gelen ve şehrin üçte birini ortadan kaldıran büyük yangındır (s. 356).

(1878 yılında) Karadeniz sahili halkının kahvehanelerinde çay da içilmekteydi.
1911 yılında gezen şair Ahmet Şerif, Hamsiköy-Maçka yolu üzerindeki kahvelerden birinde mola verdiklerini ve çay içtiklerini anlatır (s. 359).


İstanbul Kahvehaneleri
Müdavimlerinin ait oldukları tabakaya göre çeşitlilik göstermiştir (s. 363).

...ticaret erbabının buluştuğu esnaf kahveleri
Halk âşıklarının toplandıkları semai kahveleri
Hamşeri kahvehaneleri

Müşterilerine kahvenin yanında çay da sunan kıraathanelerin ilki, 1856 yılında Serafim adlı bir Ermeni tarafından açılan Kıraathane-i Osmani’dir. Beyazıt’ta Okçularbaşı’nda (s. 370-371).

…Haberleşme ağının en önemli aygıtlarından biri olan berber dükkanları idi (s. 383).

18. ve 19. Yüzyıla ait belgelerde, kahve ile berber dükkânları çoğunlukla birlikte zikredilmiştir (s. 384).

Beyazıt’taki faaliyetlerinin yasa ile durdurulması üzerine çayhaneler doğu ve batı yönlerinde, yani Divanyolu-Şehzadebaşı hattında yeni dükkânlara taşınmaya başladı (s. 404).

Direklerarası çayhaneleri
…bazı müşterilerinin içtikleri tütün dumanlarını savurarak kadınlara sözlü sarkıntılıklarda bulunmak gibi edep ve ahlak dışı davranışlara yeltenmeleri, başlı başına rahatsızlık konusu olurdu.
Ramazan manzarasının önemli bir özelliği de, sair zamanların ve mekânların tersine olarak kadınlarla genç kızların da piyasa yerinde isbat-ı vücut etmeleriydi. Kadınların ziynetlerini açıp saçarak dolaşmaları karşısında, on bir ayda bir yakalanan böyle bir fırsatı değerlendirmek isteyen hovarda takımı, kur yapma yarışına girerdi (s. 415).

II. Abdülhamit saltanatı sırasında çayhaneler içerisinde en ünlüsü kuşkusuz Hacı Reşid’in Çayhanesidir.
Şii mezhebine mensuptu,
Dükkânı Direklerarasındaydı (s. 428),

Küllük, Beyazıt Camii’nin türbe kapısı önünde ve meydanın denize bakan tarafında, meşhur Emin Efendi Lokantasının yanındaydı (s. 447).

1911
Ünlü Uzunçarşı Yangınında Direklerarasının diğer dükkânlarıyla birlikte çayhanelerin çoğu berheva oldu.

Çay yaprağı
Yaprakların haşlanması “nak” kelimesiyle karşılanmış, haşlanmış yapraklara “menku” adı verilmiş.
İçmeye hazır çaya ise çay matbuhu denilmiş,
Çay pişirip satan kişiye, Farsça “çay-fürûş” adı verilmiştir. Çay tüketmek eylemi “isti’mal” yani “kullanmak” fiiliyle karşılanmıştır (s. 463).

Çay / kelime ailesi
Çaycı, çaycılık, çaydan, çaydanlık, çayevi, çaygiller, çayhane, çayhaneci, çayhanecilik, çaynik (çanik), çaylık, demlik, semaver, çay bahçesi, çay bardağı, çay fidanı, çay fincanı, çay kaşığı, çay kazanı, çay keyfi, çay molası, çay ocağı, çay parası, çay partisi, çay saati, çay servisi, çay sohbeti, çay şekeri, çay takımı vs. (s. 464)

Çay zamanı
Erzurum’da (…) yüzeyinde kuru yapraklar kalmış olması aranır,
İyi hazırlanmamış, ılık ve bulanık görünümlü çay (…) at sidiğine benzetilir ya da Çapanoğlunun abdest suyu deyimiyle yerilir.
…demlikte kalan tortunun üzerine yeniden kaynamış su eklemek suretiyle çay elde etme tekniğine aşlama adı verilir.
Misafir yeteri kadar çay içtikten sonra, ev sahibi tarafından zorla bir bardak daha sunulur. Bunun adı zor çayı ya da cırıldım çayıdır.
Okkalı çay (…) açık renkli ve ılık çay, paşa çayı deyimiyle güzelleştirilmiştir (s. 467).

Hüseyin Rahmi, Son Arzu romanında Osmanlı İstanbul’unun çayhane hayatını ele almıştır.

Gaspıralı İsmail’in milli içki konusunda ayrana yapmış olduğu vurgu…
Osmanlı’nın son dört asrı boyunca her kesimden ve her statüden insanın başlıca keyif maddesi olan kahve…
Günümüzde milli içecek denildiğinde akla gelen rakı…
(Türkiye’de) Çay, sudan sonra en çok tüketilen içki makamındadır (s. 526).

Kapı Yayınları, İstanbul 2012

Bildiğini Okuyan İmam Zihni


Bildiğini Okuyan İmam Zihni

Zihni Derin
7 Mayıs 1297’de (1880) Muğla’da doğdu.
7 Nisan 1321’de (1905) Aydın ili Orman ve Maden Muamelat Katipliği ile devlet memurluğuna başladı.
1 Ekim 1336 (1920) tarihinde ülkemizin ilk Ziraaat Müdiri Umumisi görevine getirildi.
1913 yılında İstanbul Erkek Lisesinde öğretmenliğe başlamış, tabii ilimler ve ziraat öğretmenliğinde bulunmuştur.
1914’te Bursa şehrine tayini çıkmış, 1920 yılına kadar Bursa’da öğretmenlik yaptı,
Şehirde kaldığı müddetçe bir aralık Bursa Milli Eğitim Müdürlüğüne vekalet etti.
1927’de Ziraat Genel Müfettişliği görevinden alınan Derin, öğretmenlik mesleğine geri dönmek zorunda kalmıştır.
1927 Kasımından 1930 yılının Ağustosun sonuna kadar İstanbul Erkek Öğretmen Okulunda Kimya, Beşiktaş Kız Ortaokulu ile İstanbul Erkek Lisesinin fizik ve kimya derslerine girmiştir.
1930 yılında Ankara Orta Öğretmen Okulunda tabii ilimler öğretmenliğine atanan Derin, bu okulun müdür yardımcılığı görevini yürütmüştür.
1932-1936 yılları arasında ise Gazi Terbiye Enstitüsü, İsmet Paşa Kız Enstitüsü ve Gazi Lisesinde tabii ilimler, fizik ve biyoloji öğretmenliğinde bulundu.
1936 yılında Trakya’da İkinci Genel Müfettişlik Ziraat Müşavirliğine atanarak öğretmenlik hayatına sona ermiştir.

Zihni Derin memurluğa karşı adeta düşmanlık duymakta, dik sesini duyurabildiği herkese şahsi teşebbüsün faziletinden söz açmaktadır.

Rize’ye Gelişi
Zihni Derin Ziraat Umum Müdürü olduktan sonra Rize’den kendisine bir mektup gelmiştir.
Rize Ziraat Odası Reisi olan Mustafa Hulusi Karadeniz’in yazdığı bu mektup, Rize civarında çay yetişebileceği fikrini destekler mahiyetteydi.
Rize’de çay yetişebileceğine artık ikna olmuştu. Ankara’dan verdiği talimatla kurdurmuş olduğu Rize fidanlığını görmek ve civardan toprak numuneleri almak amacıyla 1921 yılında ilk defa Rize’de gider.

Çay Kanunu mecliste hararetli tartışmalara neden oldu,
Rize mebusu Ali Bey, sökülecek kızılağaçların yerine fındık dikilmesinde ısrar ediyordu,
Zonguldak Mebusu Tunalı Hilmi Bey “çaycılık hayaldir arkadaşlar, o kadar ileri gidemeyiz, varsın Çin benim çayımı göndersin, yeter ki bol bol portakal yetiştirelim…”

Zihni Derin, 1 Temmuz 1924’te çay tohumu başta olmak üzere bir dizi incelemede bulunmak üzere Batum’a 27 günlük bir seyahate çıkar.

Batum’dan getirilen çay fidelerinin dikildiği yıl Rize fidanlığına 500 bin çay fidanı elde edilmiştir.
Yöre insanı çay fidelerinin dikimine pek istekli davranmamıştır.

1936 yılı Nisan ayında 3000 kg çay tohumu getirilmiştir.
1937’de ise Batum Cakova istasyonundan 2000 kg çay tohumu getirilmiştir.

Batum’dan istemiş olduğu bahçıvan Emil Vlakov Rize’ye gelerek fidanlıktaki görevine başladı.
Emil Vlakov adlı bahçıvandan daha sonra eşi de Rize’ye geldi.
1941’de yaşanan bir olay neticesinde karı-koca ülkemizden sınır dışı edilmiştir (s. 30).

1937 yılının Ekim ayından itibaren Ziraat işleri Genel Müdürlüğünün baş müşaviri ve Çay organizatörü olarak Rize’deki görevinin başında olan Zihni Derin 13 Temmuz 1945 tarihinde 65 yaşını doldurduğu için emekliye ayrıldı.
Devlet tarafından ücretli olarak çay organizatörlüğü görevi yine devam etti.
Ücretli olarak devam ettiği bu işi 29 Şubat 1951 yılında sona erdi.

Merkez fidanlık
Eski adı “Garal Dağı” bugünkü ziraat Botanik Bahçesi,
1338 (1922) yılında tesis edilmeye başlanmış,

Çay Kooperatifi
Tüzüğüne varıncaya kadar her şeyiyle bizzat ilgilenmiştir.

1923’te Muğlalıların isteğiyle Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarafından Muğla ilinden mebus adayı gösterilmiştir.

14 Mayıs 1950 / Rize’den bağımsız milletvekilli olarak adaylığını koydu fakat seçilemedi.

Çayın ülkemizde tarımsal bir ürün olarak üretilmeye başlanmasının 40. Yılı dolayısıyla Rize’de 22-30 Ağustos 1964’te Çay Bayramı kutlaması yapıldı.
Kutlamaya davet edilen Zihni Derin, indiği arabanın geri manevrası sırasında aracın çarpması sonucu kalça kemiği kırılmış ve hastaneye kaldırılmıştır.
Üç buçuk ay hastanede kalan Derin vefat ettiği tarihe kadar koltuk değnekleriyle yaşamıştır.
Çınar Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneği, 2. Baskı, Rize 2014

11 Şubat 2019 Pazartesi

Of Tarihi


Of Tarihi

Hasan Umur, 1951, İstanbul

Of kazasının Müslümanlık ve Türklük için devr-i saadeti 864 / 1461 tarihinde başlar (s. 5).

Fatih devrinden Yavuz devrine kadar kazada içtimai bir değişiklik olmamıştır.

Of’ta pek yavaş yürüyen Türklük, 921’den 997 tarihine kadar 70 senelik bir devrede (…) bilhassa Solaklı ve Baltacı derelerinin aşağı kısımlarında süratle birçok köylerde çoğunluğu almış.

Müslümanlığın Of kazasında yayılması öyle Maraşlılar gibi mürşidlerin irşadlarıyla bir anda vukua gelmeyip yavaş yavaş, bir buçuk asır kadar bir zaman zarfında meydana gelmiştir (s. 21).

Paçanlılara şu noktayı hatırlatmak isteriz ki, köylerinde ilk İslam nurunu getiren, rüya ile mezarını buldukları Maraşlı Osman Efendi olmayıp resmi kayıtlarda sabit olduğu üzere Süleyman, Murat, İskender efendilerdir. Bu yüksek seciyeli zatların babaları kimlerdir? Süleyman ile Murat’ın babalarının adı Ligor, İskender’in babasının adı Kirazi’dir. Bu muhterem zatların babalarının hıristiyan olması merhumumun şereflerini küçültmez (s. 22).

Baltacı deresi ile Solaklı deresinin aşağı kısımları yalnız ana dilleri olan Türkçeyi konuştukları halde Solaklı deresinin yukarı kısımları Yunanca dili birinci derecede muhafaza etmeleri tetkike değer bir keyfiyettir (s. 22-23).

Paçan köyünde 961’de 45 hane içerisinde Süleyman, Murad ve İskender adlarında üç Türk evi var (s. 48).


Oflu Hoca Kavramını Oluşturan Din Adamları


Oflu Hoca Kavramını Oluşturan Din Adamları

Haşim Albayrak, Sahhaflar Kitap Sarayı, 2008, İstanbul

Popüler kültür yayını yapan medyalarda Oflu hoca küfürlü, müstehcen konuşan bir tip olarak tasvir edilmekte ve kötülenmektedir.

Ağa sülalelerinden ulema çıkmamıştır.
Çünkü bu medreseler kıyıda değil kazanın iç kesimlerindedir. İç kesimlerde kazanç kıttır. Kıyıya yakın yerlerde yaşayanlar ziraat, zanaat ve ticaretle meşguldürler.

Medrese eğitimi için hoca yetiştiren yerlerden olan Of kazası, İstanbul’dan sonra en çok hoca yetiştiren yerdir.
Dini eğitim merkezi olan Of, medreseler ve tekkelerin kapatılmasından sonra bu hüviyetini yitirmiştir.

Of’ta İmam Hatip Okulu 1925’te açıldı. Siyasi gerekçelerle 1928’de kapatıldı.

Of’ta icazet merasimleri kazanın sosyal ve kültürel hayatında önemli bir yer tutar. Medresenin bulunduğu köy için bu merasimler onur vesilesiydi. Dolayısıyla günler öncesinden hazırlıklar yapılır, merasime katılacak herkesin memnun olacağı şekilde titizlikle hazırlık yapılırdı.
Merasimlere mülki erkân, uzak-yakın çevreden ulema, müftü ve müderrisler katılırdı.
Merasimlerde icazet alacak olan talebeler, Kur’an okur, kıraati beğenilenler, hazirun içerisinde imam, müezzin açığı bulunanlar hemen orada bu gençlere talip olurlardı.
Tanınmış medrese ve hocalardan alınan icazet payesi yüksek diploma gibiydi.

1461’deki Fetihten sonra Of ve çevresine ilk yerleşen Müslümanlar askerlerdir. Baltacı ve Solaklı aileleri asker kökenli ilk yerleşimcilerdir.
Of’ta İslam’ın yayılmasında Maraşlı ulemanın katkısı çoktur.
1515 senesinde Of nüfusu içinde Müslümanların oranı %2 kadardır (s. 39).
Rivayet edilir ki bu hocalar içinde Maraşlı Saçaklızade Osman Efendi, rüyasında Of’a gitmesi telkin edilmiş ve bu sebeple Maraş’tan kalkıp Of’a gitmiştir.
Osman Efendi’nin vefat tarihi (ihtilaf olmakla birlikte) 1541’dir. Bu tarihlerde Of’taki Müslüman nüfusun oranı % 10 değildir. Dolayısıyla bu rivayetler şüphelidir.
Osman Efendi, Paçan köyü ve çevresindeki halkı İslam’a yaklaştırmış, Paçan köyü ondan dolayı “Maraşlı” diye anılır.

Maraş’tan Of’a gelen Maraşlı Hasan Efendi,
Mezarı Of’tadır. Eskipazar Camii’ndeki mezarı yatır olarak ziyaret edilmektedir. Mezarla ilgili rivayetler anlatılır; yol yapılırken dozerin bozulması, mezara zarar verenlerin felç olmaları, delirmesi gibi…

1869 tarihli salnameden derlenen bilgiler
Merkez sancağındaki 514 camiden 139’u Of’tadır.
204 mescitten 150’si Of’ta,
Vilayetteki 397 medreseden 350’si Of’ta,
...



Akçaabat Yöresi Geleneksel Halk Oyunları Müzikleri ve Sazları


Akçaabat Yöresi Geleneksel Halk Oyunları Müzikleri ve Sazları, Selim Cihanoğlu, (s. 541-567)
İnsanların yaşadığı doğal ortam, karakter yapısını önemli ölçüde etkiler. Dağlık yörelerde yaşayan, yetişen insanlar ortama uyum sağlama yönünden daha çevik, cesur, girişkendir. Bu güç ve sert doğa koşulları, onları daha çok çalışmaya, çabalamaya iter.

Bölgede ekilebilir arazi çok azdır. Bu nedenle toprak çok değerlidir. Dolayısıyla topraklar uğraşmak, toprak için mücadele etmek kaçınılmazdır. Cesur ve mücadeleci olmak gerekmektedir.

Horon oyunu bir araya toplanarak, el ele tutuşarak oynanır. Horon, ekseriyetle oyuncuların halka şeklinde bir araya gelmeleri suretiyle oynanır (s. 541).

Horon oyunları çeşitli usullerde oynanabilir fakat en yaygın usul 7/8’liktir.

Neşeli zamanlarda horon oynanır.
Sevinç ve neşe bu yörede horona dönüşür.

Arazi şartları zorlu olduğu için tek başına iş yapmak zordur; hemen bütün işler bu nedenle imece usulüyle yapılıyordu.
Horondaki hareketlerde tarım faaliyetlerinin izleri görülebilir. Horonda görülen öne eğilmeler, kolların öne uzatılıp sallanması tarlada çapa yapan kişinin hareketlerine benzer. Oyuncuların el eleyken yaptıkları hamleler tarla bellerken yapılan vol atma hareketine benzer.

Dalgalı denizi, karasız havaları yöre insanını keskin tabiatlı yapmıştır. Yöre insanı çabuk kızar, çabuk dost edinir, çabuk karar verirler.  

Oyunun hızını, ritmini müzik belirler. Müzik hızlandıkça oyun da hızlanır.
Hızlı oyunlarda kollar havadadır.

Oyunlar ağır, yavaş hareketlerle başlar.
Yenlik horon denen hareketleri yavaş olan horonda kollar aşağıdadır.
Sert horonlarda hareketler keskin ve hızlıdır. Ayaklar yere çok daha sert vururlur.

Genelde halka halinde oynanan horonlar, yarım daire ve düz bir hat üzerinde de oynanabilir.

Horon Halkalarında Söylenen Türküler
İki horon halkası kurulur. İki usta türkücü irticalen türkü söyler. Veya aynı halka içinde türkücüler karşılıklı olarak yerlerini alır. Horon grupları sırayla türkücülerin söylediği dizeleri koro halinde tekrar eder. Bu tür türkülü horon oyunlarına “seyir oyunu” veya “vaybeni” denir (s. 544).

Düz horon
Kolay figürlü oyunlara düz horon denir.
Kollar dirseklerden kırıldığında dizler de kırılır ve vücut hafifçe öne eğilir.

Atlama
Dizlerdeki esneme ve vücudun dönme hareketleri nedeniyle daha çok kadınlar tarafından oynanır.

Kadın horonları
Ekseri yenlik horonlar oynar kadınlar. Figürler yavaş ve yumuşaktır. Bel kıvırma, omuz sallama, göğüs silkme ve yaylanma hareketleri ağırlıktadır.

Sallama
Horon kurma ile sıksara arasında oynanan bir oyundur.

Sıksara
Canlı ve kıvrak bir oyundur. Ayakların kısa adımlarını tepeden tırnağa titremeler tamamlar. Balığın çırpınışlarını andırır bu titreme hareketleri.

Bıçak oyunu
Sıksara ritminde oynanır. Karakulak denilen koltuk bıçağı veya Çerkez kaması ile oynanır. İki kişi karşılıklı olarak oynar bu oyunu. Bu oyunda karşı karşıya gelen iki yiğidin savaşması, atışması temsil edilir.