22 Ocak 2014 Çarşamba

Yasunari Kavabata – Bin Beyaz Turna

Yasunari Kavabata – Bin Beyaz Turna


Kikuci
Çay seremonisi
Babasıyla Çikako’yu ilk kez ziyaret ettiklerinde, sekiz ya da dokuz yaşında olmalıydı.
Küçük bir makasla doğum lekesinin üzerini kaplayan tüyleri kesiyordu.

Kızlardan birinin elinde, ipekten, pembe, küçücük bir mendil vardı. Üzeri beyaz turnalarla süslü bir mendildi avucundaki.

…kader sizi karşılaştırdı. Babanız da tanırdı İnamura ailesini.

Misafirler onu tekrar selamladılar.
Kikuci ayağa kalktı ve genç kızları karşısında görünce heyecanlandı, kafası karıştı. Rengârenk kimonolardan başka hiçbir şey göremez oldu. Kimseyi tanıyamadı.

Bayan Ota,
Sanki ilk kez onda bulmuştu kadını, bir kadının sevgisini.

Unutulsa bile geride hiçbir iz bırakmaz mı sanıyorsun?

Bayan Ota, babasının kadınıydı.

Bayan Ota’nın kızı, Kikuci’yi ziyarete geldi.

Fumiko, Kikuci’den Bayan Ota’yı bir daha görmemesini rica ediyordu.

Bayan Ota’nın ölümünün üzerinden on yedi gün geçmişti. Kikuci başsağlığı ziyaretine gitmeye karar verdi.

Ölüler için ıstırap çekmek, onları lanetlemektir. Bir ölü, canlıları bu kadar etkilememelidir.

Öyle bir kadını anlamak için henüz çok gençsiniz,

(Çikako yalanlar söylüyor)
Bayan İnamura evlendi,

Fumiko da evlendi, biliyor muydunuz?
“Ne zaman?” diyebildi. Altındaki zemin kayıyor gibiydi.
(Fumiko)
Siz buna inandınız mı Bay Mitani?

Senbazuru
Türkçeleştiren: Ahmet Arpad
Doğan Kitap

2. Baskı, Nisan 2005

Louis William Flaccus – Sanatçılar ve Düşünürler

Louis William Flaccus – Sanatçılar ve Düşünürler
Maeterlinck, Wagner, Rodin, Hegel, Tolstoy, Nietzsche

Giriş
Bu makalelerin her biri, bir bireyin sanat hakkındaki düşüncelerinin
Hayata bakışına dair bir inceleme olarak okunabilir.
Ele aldığım konular sanat ile felsefe arasındaki sınır aralığından devşirilmiştir. (s. 1)

Sanatçının rengi olmalı
Filozofun ise kendi sorunu (s. 3)

…düşüncenin sanat için gerçek değeri onun dolaylılığına ve duygusal anlamlılığına bağlıdır.
Sanatçının içtenliğinin gerisinde, belli ölçüde bir özgürlük veya şakacılık yatmalıdır. (s. 7)

Rodin
…gözlerimiz yüzeylerin ötesine geçip ruha dalıveriyor.

Zamanını değerlendirip kendi usulünce çalıştı. (s. 11)

(Rodin) …heykelin de duyarlı ve canlı olabileceğini kesinkes kanıtlamıştır. (s. 12)

…güzellik Rodin’in sanatının en yüksek ilkesi değildir.

Sanatçının ayırt edici bir diğer özelliği de dramatik niteliğidir. (s. 14-15)

…sanatçının bir diğer özelliği de realizmle sembolizmi birleştirmesidir. Büstleri çarpıcı şekilde gerçekçidir. (s. 17)

Bedenin kassal ifadesini kesin şekilde ortaya çıkarmak için hareketi kullanır. (s. 21)

Heykeli nasıl tanımlamalı? Bir devinim olarak hayat diye cevap verir Rodin. (s. 23)

Bir sanatçı, yalan söylediği için çirkinlik yaratır.
“Bir ruhu çözmek için ihtiyaç duyduğu tek şey, bir insan çehresine bakmaktır; tek bir özellik onu aldatamaz; ikiyüzlülük ona içtenlik kadar şeffaftır; alnın açısı, kaşların en ufak çatıklığı, kısacık bir bakış ona bir kalbin bütün sırlarını ifşa eder.” (s. 27)

Eğer din olmasaydı onu icat ederdim. Kısacası gerçek sanatçılar en dindar insanlardır. (s. 28)

Maeterlinck
Trajik olana yeni bir yorum getiriyor ve güzellikte güçlü ve duyarlı bir ruhun öz-ifadesini görüyor. (s. 37)

Tiyatroya gittiğinde birkaç saatini atalarıyla geçirdiği hissine kapıldığını bize söylüyor. (s. 47)

(Hayatın doğası)
Söylediklerimiz ve yaptıklarımız, düşündüklerimiz ve hissettiklerimizin artıklarından başka bir şey değildir ve düşüncelerimiz ve duygularımız ruhlarımızın derinlerinde geçen şeyleri ya eksik sunar ya da hiç sunamaz. (s. 51)

Maeterlinck’in ilk oyunlarında
…vurgu fanilik üzerine değil, eksiklik, parçalılık üzerinedir. (s. 55-56)

Maeterlinck, ruhun gizli yerlerinde kristalleşen ve istisnai bir asalet veya güzellik deneyimi içinde zaman zaman ortaya çıkan “içsel hazine” imgesini sever. (s. 56)

Wagner
Gerçek sanat sosyal sanattır.

Gerçek sanatın kökleri bir halkın sosyal ve milli derinliklerindedir. (s. 67)

Wagner için sanat düşünce dolu bilincin altını keser ve daha doğrudan ve daha hayati sosyal ve dinsel duyguları özgür bırakır.

Rodin için de sanat eski içsel hayatın,
…yeniden ele geçirilmesidir. Maeterlinck’e göreyse sanat hareketin değil, dinginliğin yeniden ele geçirilmesidir. (s. 69)

Tek acım, sadece huzur ve güzelliği bulma gücü sayesinde bu soyguncular dünyasına katlanabilmemdir, yeniden işe koyulmak için tüm sefaletimi unutabilmem! (s. 71)

Ona göre vazgeçiş trajedide zorunludur; trajik kahraman içindeki “oldukça ölü bir hayatı yaşama” istenciyle bizden ayrılır. (s. 77)

Schopenhauer cinsel sevgiyi iradenin en güçlü ifadelerinden biri, dünyayı bitmek bilmez acılar içinde dönmeye devam ettiren başlıca kuvvet olarak yorumlar ve kurtuluşun ancak bu sevginin yok edilmesiyle mümkün olabileceğini öne sürer. Tüm bunlara Wagner daha baştan karşı çıkar. (s. 78)

“En büyük ortak sanat eseri dramadır. Drama ancak her bir sanatı tümüyle içinde barındırdığı zaman büsbütün var olabilir.” (s. 82)

Wagner’e göre müzik ve şiir duyguya hitap eder. Şair bunu dille yapar. (s. 83)

“…bir şairin büyüklüğü, ifade edilemez olan hakkındaki anlamlı sessizliğiyle ölçülür. Bu sessizliği yakalar ve müziğiyle ifade eder. Bu sesli sessizliğin formu sonsuz melodidir.” (s. 90)

“Dünyada hiçbir şey ruh kadar güzelliğe susamamıştır ve yine hiçbir şey güzellik kadar kolay ruha sarılamaz.” (s. 93)

(Hegel) …gerçeklik ona göre diyalektiktir.

Nietzsche hayatın ruhunu sonsuz bir mücadele olarak görür, ama onun dramatik dehası Wagner’inkinden daha özneldir. (s. 94)

Hegel
Ruhsuz şişko
Ona göre estetiğin malzemesi sanattaki güzelliktir. O bunu doğadaki güzellikten ayırır, çünkü doğadaki güzellik kusurludur. (s. 101)

Platon’a göre sanat, taklidin yoksunlaşmış taklididir.

“Güzel sanat, ancak özgür olduğunda sahiden sanat olur.” (s. 103)

Güzellik, duyusal ortam aracılığıyla parlayan gerçekliktir. Bu metafizik tanımla birlikte Hegel’in sisteminin gölgesi kendi estetiğinin üzerine düşer.

Böylece sanat metafiziğin yükünü omuzlanır. (s. 105)

Ruh doğada tam anlamıyla ve yeterince ifade edilmez. Sanat devreye girer ve onu eksikliklerden arındırır, asli olanı kavrar ve böylece tezahürlerin ruhunu serbest bırakır.
İşte bu, idealleştirmenin Hegel için ifade ettiği anlamdır. (s. 113)

İlk evre sembolik evredir. Bu evrede idea
…kendi gerçek sanatsal ifadesini aramaktadır.
…kaynak açısından yoksul, kör ve muğlaktır. (s. 117)

(sanatın ilk evresi için)
Doğu mitolojisi, Çin putları, Hint şiirinin büyük kısmı,

Sanatın ikinci safhası klasik safhadır.
Yunan heykellerinin en iyi örnekleri her zaman bir ifade taşır. (s. 118)

Sanatın üçüncü dönemi ya da safhası romantik safhadır.
Form paramparça olur; artık hevesli ve kendine acı çektiren ruhu barındırmaz.
Heykelin yerini (…) müzik ve şiir alır. (s. 119)

Şiirde en üst yapı tragedyadır. (s. 120)

Hegel’in anlayışı Rodin’inki kadar inceliklidir.

Hegel’e göre düşünce kişinin kendini şeylerin yapısına sempatik şekilde uydurmasıdır.

Rodin’in ve Hegel’in yapı anlayışı sentetiktir.

Hegel organik birlik fikrine sürekli vurgu yapar.

Hegelci ilişkiler ve anlamlar yapısının içinde o dünya-anlamı ortaya atılır.

…ancak yüksel mertebeden imgelemi olan bir sanatçı, mantıktaki dramatik imkânları keşfedebilirdi. (s. 124)

Tolstoy
“Herkes kendi pirelerini kendi yöntemiyle öldürür.” (s. 129)

…sanatının hakikati
Sanat toprağa en fazla yaklaştığı zaman en doğru sanat olur. (s. 131)

Tolstoy’un iyi sanatının dört ölçütü
Deha
İfadenin güzelliği
İçtenlik
Ahlak

“Bir sanatçı, şeyleri görmek istediği gibi değil de olduğu gibi gördüğü için sanatçıdır.” (s. 135)

Tolstoy’un kitlelerden edindiği mesaj akla yatkın tek hayat tarzının, inanç, çalışma, özveri, alçakgönüllülük, kibarlık ve yardımseverlikle dolu bir hayat olduğudur. (s. 138)

Modern sanat bencildir.
Çoğunluğun emeğini çalıp azınlığa haz ve kâr verir.

Burada kötülüğün kökleri uzanır. Sanat kültürel bir kuvvet olmak yerine boş vakti olan bol paralı sınıfların elinde bir zevk aracı haline gelir. (s. 139)

Nietzsche
Wagner Bir Tehlike!
Çünkü o tam da modernizmin ruhudur. (s. 157)

Türkçeleştiren: Orhan Düz
Kapı Yayınları

Şubat, 2011

Elfride Jelinek – Piyanist

Elfride Jelinek – Piyanist

Erika Kohut
Erika bazen olağanüstü hızlı hareket ettiği için annesi kızına “kasırgam” derdi.
…görünmeden odasına ulaşmanın derdindeydi.
Anne,
Erika’nın evin yolunu neden bu kadar geç bulduğunu öğrenmek istiyordu.
(Erika, kendi için bir elbise satın alıp çantasında gizleyerek odasına ulaşmaya çalışıyordu).
Paranı nasıl böyle boşa harcayabildin,

Anne, her şeyi daha sonra istiyor.
Daha sonra keyfini sürebilmek için bugün biriktirmekten yana.

Bu elbisenin modası gelecek yıl bile değil, bir sonraki ay geçmiş olacak. Oysa para her zaman moda.

Erika’nın odasının kilidi yok; zaten çocukların sırları olmaz.

Erika ayda bir gün kafeye gider, annesi de onun hangi kafeye gittiğini bilirdi.

Viyana Konservatuarı’nda piyano öğretmenliği yapmaktadır Erika.

Bütün bu giysileri hiç giymedi. Dolaptaki giysiler, akşam olunca Erika’nın eve gelmesini beklemeleri için sadece.

Erika, en sonunda babasının delirerek, çevre için tehlike oluşturmaması için bir hastaneye kapatıldığı yirmi yıllık evliliğin ardından gelmiştir dünyaya.

Her çocuk, eğer engellenmezse, içgüdüsel olarak pisliğe ve boka eğilimlidir.

Anne, çocuğun hayatını kendisi değerlendirmek istemektedir.

…sanatın tatili yoktur, sanat sürekli peşinizdedir ve sanatçı da bundan hiç şikâyetçi olmaz. (s. 29)

Bu yaşlılar defalarca uyarılmıştır, ama yüreklerini ve kapılarını hep açarlar yabancılara, yalnızdırlar çünkü.

Önlem almak pişman olmaktan daha iyidir.
Şarkı söylemiyorlar, çünkü müzikten anlayanlar, müziği kendi söyledikleri şarkılarla rezil etmek istemezler. (s. 32)

Erika kendisini herkes tarafından dışlanmış hissediyor, çünkü herkes tarafından dışlanmış durumda.

Kendi bedeni tabu Erika’ya, dokunmak yok.

Genç adam günün birinde öğretmenini uzun uzun öpmek ve ellerini kadının bedeninde gezdirmek istiyor.

…niyeti bu deneyden daha sonra yaşayacağı daha ciddi aşkları için bazı şeyler elde etmek.

Walter Klemmer, oda orkestrasının provalarını dinliyor.
…gerçekte Erika’yı izlemekte. Kadının piyano çalarken yaptığı hiçbir hareketi gözden kaçırmıyor; amacı,
Erkeklere özgü bir tavırla kadını güvensizleştirmek.

Tek başına güzel bir yüz çabuk tüketir kendisini. (s. 164)

Eğer yetkisiz kişiler tarafından ele geçirilmişse bütün duygular her zaman gülünçtür. (s. 170)

Eğer Klemmer ona şiddet uygulamayı reddedecek olursa, Erika’dan tamamen yoksun kalacak, bu kesin.

Klemmer,
Ne istiyor bu kadın benden diye düşünüyor ve ürperiyor.

Âşık olanlar birbirlerinin en derin bölgelerine girebildiklerini, açıklanabilecek sırların kalmadığını sanırlar.
İnsanlar kendi sınırlarını tanımalı ve sınır, acının hissedileceği yerde başlıyor. (s. 222)

…çocuk durumun ciddiyetini tam olarak kavramış değil, hâlâ işin alayında.
…kadının istediklerine, er ya da geç ölmeksizin, hiç kimse katlanamaz. Acının demirbaş listesi adeta. Demek seni sadece bir eşya gibi görmeliyim. (s. 223)

Kadın cinsini kim tam olarak tanıyabilmiş ki zaten? Kadın sadece kendisini düşünüyor. Şimdi keşfetti bunu. (s. 225)

Nihayet itiraf etti, yıllardır bu dayağın hasretini çekiyormuş. Yıllardır beklediği efendiyi nihayet bulduğunu düşünüyor kadın. (s. 236)

Erika Khut bir öfke, hırs, tutku coşkunluğu olmaksızın bıçağı omzunda bir yere saplar saplamaz kan fışkırıyor.

Çelik içeri girdi ve Erika oradan gidiyor. Taşıta binmiyor. Bir elini yaranın üzerine koydu. Kimse arkasından gelmiyor.
…içi boş bir gemi su alıyor sanki…

Eve gidiyor.

Die Klavierspielerin
Türkçeleştiren: Süheyla Kaya
Everest Yayınları

Ocak, 2002

İlber Ortaylı – Tarihin Işığında

İlber Ortaylı – Tarihin Işığında

Osmanlı’da esas olan yönetici sınıfın irsiyetten uzak olmasıdır. Anadolu’dan gelen bir gencin en yüksek yere yükselmesi mümkündür.

Bugün zeki insanı yüceltecek bir eğitim sistemimiz yoktur. Bu, bütün geleneğimizin yıkılması demektir, bir faciadır. (s. 13)

Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra Roma imparatoru unvanını da alıyor. (s. 15)

Yüzümüz Batı’ya dönük. Doğu’yu ise hiç tanımıyoruz.
…tarih ve filoloji cahili olduğumuz için Batı medeniyeti bize oldukça üstün gözüküyor. (s. 33)

Toplumsal dönüşme oluyor diye bu kadar hırsızlık olması şart mıdır?

Demokrasi demek serbest hırsızlık rejimi midir? (s. 40)

Osmanlı 1858, yani 1274 Hicri tarihli Arazi Kanunnamesi ile kız evlada da erkek evlat gibi eşit pay veriyor. İslam hukukunun bilinen hükmü burada istisna ediliyor. (s. 63)

Fransa parlamentosunun Ermeni ayrıcalıklı yasa tasarısı hakkında,
Fransa kendisine ortak arıyor, utanmazlıkla. İşgalci kuvvetlerle kendi Yahudilerini fırına yollayan bir memleket böyle davranıyor, bunların çok büyük ayıbı var tarihte.

Böyle utanmazca travmaları olan bir toplumun parlamentosu da ona göre hareket ediyor. (s. 82-83)

1915’deki zorunlu göç kararı, fiilen ortaya çıkan isyan ve düşman ordusuyla işbirliğine karşı alınan ve günün şartları içinde kaçınılmaz olan bir karardır. (s. 107)

Yahudi soykırımının ağır suçluluğunu taşıyan Alman, Fransız çevreleri ve Macarlar gibi kavimler, özgün suçlarını yapıp paylaşacak ortaklar arıyorlar. (s. 111)

Enver Paşa
Tecrübesizdi. Tecrübesiz bir askerken imparatorluk ordusuna başkomutan olamazdı. (s. 119)

Enver Paşa
Genç Türk neslinin umumi kusuruna fazlasıyla sahipti; yani toplumu ve tarihi kendine göre değiştirmeye hazırdı. (s. 120)

…hatırat bizde genç bir daldır ve maalesef dünyadaki hiçbir hatıratın samimi olmadığı açıktır; bizdeki edebiyat ve bilhassa devlet adamlarının hatıratı ise özellikle samimiyetsizdir ve gelecek nesillerin kafalarına kendilerini gerçek olmayan bir benlik olarak kazımak için kaleme alınmıştır.

…sadece muhatabına hitap eden mektuplar saha samimidir; çünkü kitleyi hedefleyerek kaleme alınmamıştır. (s. 126)

İnsanların toplum olarak başlıca eylemi göçtür.
Bir yere göç sona ermişse, o toplum eriyor demektir. (s. 131)

12. yüzyılda Anadolu’da ticaret yapan Cenovalı ve Venedikli tüccarlar (…) bu ülkeye Turchia veya Turcmenia demeye başladılar. (s. 138)

Dünyada hiçbir doğru dürüst devlet yoktur ki dini kontrol etmesin.

Dini gurupların bazılarının ısrarla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve her türlü cemaatin özerk olup mali ve idari işlerin kendilerine ait olması ve din görevlilerinin de cemaatler tarafından tayin edilmesi görüşü 1500 yıllık uygulamaya da teoriye de aykırıdır. (s. 145)

İstanbul, Osmanlı döneminde dörde ayrılmıştı; Dersaadet denen suriçi İstanbul ve civarı, Eyüp ve civarı, Gaalata ve civarı, bütün Anadolu yakasını içeren Üsküdar.

Şehrin kadısı bugünün valisi ve belediye reisi gibiydi. Güvenlikten ve şehir hizmetlerinden sorumluydu. (s. 160)

Şehrin esnafını ve loncaları kadı denetlerdi.

İstanbul kadısının en büyük derdi karaborsayı yani istifçiliği önlemek… (s. 161)

Ege bölgesine yerleşen Helen nüfus daha çok adalardan göç etmiştir. 18 ve 19. yüzyılın İzmir ve Ege bölgesi bu nüfus için gümrah bir hayat alanıydı.

1897 Yunan Savaşı sırasında İzmir limanından kalkan gemiler karşı tarafa gönüllü taşıyordu, hem de marşlarla.

1922 sonbaharına kadar yaşananlar iki kitleyi adamakıllı karşı karşıya getirdi. (s. 179)

Meclis’in açılışından dokuz ay sonra 20 Ocak 1921’de TBMM hükümeti ikinci bir anayasayı kabul etti. (s. 183)

Türk imparatorluğunda Romalıların “populus” dedikleri kalabalık kitle, “reaya” deyimi ile karşılanır. Reaya bir çoban tarafından idare edilen bir topluluk, daha doğrusu bir sürüdür. (s. 192)

…tarihimizde siyaseti, yıkıcı faaliyetleri izlemekle görevli ilk polis örgütünü
Tuna vilayetinin valisiyken Mithat Paşa kurmuştur. (s. 195)

Devletin ilk 150 yılında Türkler sadrazam olmuştur.
Sonraki iki asır boyu, 17. yüzyıla kadar askerler ve devşirmeler hakim olmuştur. (s. 213)

Profil Yayınları

2. Baskı, Şubat 2009

Cecile Morrisson – Haçlılar

Cecile Morrisson – Haçlılar

Croisade / Haçlı Seferi

Doğuluların gözünde, aslında uzun süre Franklar tarafından yürütülmüş savaşlar olarak kalmıştır.
…hacı olan Franklar, kendilerini (crucesignati) “İsa’nın askerleri” olarak görürler.
Biz burada (Haçlı Seferi sözcüğüyle) İsa’nın Kudüs’teki Kutsal Kabri kurtarmayı amaç edinen papa tarafından kararlaştırılmış askeri bir hac ziyaretini kastedeceğiz. (s. 7-8)

(seferlerin nedenleri) Öncelikle 11. yüzyılın sonundaki toplumsal ve ekonomik koşullara dikkat edilmeli (nüfus artışı, toprak sıkıntısı/yokluğu, para ekonomisi ve mübadelenin artışı vs.). İtalyanların Akdeniz’e yayılmaya başlamaları. Kısmen topraksız soylular ve maddi – manevi daha iyi bir yaşam arayışındaki yoksullar.
Türkler tarafından ezildikleri sanılan Doğu Hıristiyanlarına yardım götürme düşüncesi… (s. 10-11)

Yolculuğun zorlukları, artık haccın tinselliğinin bir parçasıdır.
İsa’nın çilesine ortak olma düşüncesi…

Halife El Hâkim tarafından emredilmiş ve Kutsal Kabrin yıkılmasıyla (1009) sonuçlanmış olan zulüm… Hıristiyan dünyasını etkilemiş.
Uğursuz olayın sorumlusu olarak görülen birkaç Yahudi cemaatinin katliamına tepki gösterir. (s. 12-13)

…kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek…
Silahlara başvurmayı yasaklayan ilkel Hıristiyan geleneğinin aksine
Aziz Paulus’un öğretisine bağlı olan Aziz Augustinus, tinsel silahların ikna edemediği sapkınlarla savaşmanın zorunluluğunu kabul etmek zorunda kalmış ve savunma amaçlı savaşın yasallığını kabul etmişti. (s. 15)

Bizans bilimi Batılılara göre kurnazlıktır.
15. yüzyılın bazı Hıristiyanları, Muhammed’i tensel zevklerin kölesi olmuş bir yalancı peygamber olarak betimleyip, İslamiyet’i kıyamet terimleriyle yorumlarlar; İslam dininin Yunanlılar ve Franklar üzerindeki egemenliğini ve zaferini de, tanrısal bir ceza ve bir kıyamet alameti olarak görürler. (s. 17)

Bizans İmparatorluğu 11. yüzyıldan itibaren Batıdan paralı asker toplama deneyimi edindi. (s. 21)

1085 yılına kadar Bizans şehri olan Antiokeia’nın kuşatılması, I. Haçlı Seferinin seyrinde önemli bir dönüm noktasıdır. Haçlıların ilk toprak tutkuları o zaman açığa çıkar ve Bizans’la olan ilişkileri tamamen bozulur. (s. 32)

Haçlı Seferlerinin ilk başarısı 16. yüzyılın sonunda Yakındoğu’nun bölünmüş olmasıyla açıklanır. (s. 34)

I. Haçlı Seferi / 1099-1125
15 Temmuz 1099’da Haçlılar Kudüs’ü alır.
Öyle bir katliam yapıldı ki, bizimkiler, ayak bileklerine kadar kanların içinde yürüyorlardı.

…dinsel bir coşku içinde dürtülerin serbest bırakılmasının sonu böyle bir katliama varır.
Kudüs’ün kaybı, İslamiyet için Hıristiyan hoşgörüsüzlüğün simgesi olacaktır. (s. 37-38)

Franklar bazı yerel gurupların işbirliğiyle, Halep ya da Şam’ı pek çok kez ele geçirmeye çalışırken, yayılmaları ve bazı şiddet eylemleri, Müslüman Doğunun merkezini Batıya kaydıran askeri ve siyasi bir ayaklanmaya yol açar. (s. 44)

Haçlıların Bizans ordusunun da yardımıyla Dimyat üzerine saldırılarını püskürten Selahaddin, son Fatımi Halifesi Adit’in vezirliğine atanır, onun ölümünden sonra da, Nureddin’in komutanı olarak Fatımi egemenliğine son verip, Mısır’a Sünni geleneğini getirir (1169). (s. 49)

Kudüs Kralı 4. Boudoin’in hastalığı ve ortaya çıkan miras sorunu yönetici sınıfı iki cepheye böler, bu sırada Selahaddin, 1185 yılında Halep ve Musul’un denetimini ele geçirir.

Renaud de Chatillon 1187’de Şam’a giden bir kervanı soyar. Selahaddin’le yapılan barış akdi bozulmuş olur ve savaş ilan edilir.

Gui de Lusignan, kuşatılmış olan Taberiye’yi savunmak için ordusunu Celile Yaylasına sürer. Selahaddin, Frank ordusunu Hattin’de perişan eder. (s. 52)

2 Ekim 1187’de Franklar Kudüs’ü tamamen boşaltırlar.

Kudüs’ün alınmasından sonra Haçlı Seferlerinin anlamı ya da en azından içeriği değişir.
Gerçeklik Haçlı Seferlerini ele geçirir.
(Haçlı Seferi bir kavram olarak ülke içi siyasette etkili biçimde kullanılmaya başlanır. Asker toplamak ve iktidarın tehdit olarak algıladığı unsurları ortadan kaldırmak üzere Haçlı Seferleri sırasında ortaya atılan söylevler kullanılır. Bütün bu siyasi manevralar, Haçlı ruhunun zayıflamasına neden olur diyor bu kitap)

14. yüzyılın sonundan itibaren Haçlı Seferleri, artık Doğu Hıristiyanlarının bir kurtuluş savaşı olarak değil, Türkler tarafından tehdit edilen Avrupa Hıristiyanlarının savunma savaşı olarak görülür. (s. 88)

II. Haçlı Seferi’nden sonra, her başarısızlıkta, kamuoyu bunun suçunu, doğal olarak soyluların günahlarına yükler.
Neuilly Katolik Papazı Foulques,
Yoksullara vaaz verir ve paranın ele geçirdiği bir toplumun iki kötü alışkanlığını kınar: tefecilik ve sefahat. (s. 123)

Les Croisades
Türkçeleştiren: Nermin Acar
Dost Kitabevi

Temmuz 2005, Ankara

10 Ocak 2014 Cuma

Max Weber - Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu

Max Weber - Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu


Weber, 21 Nisan 1864’te Prusya’nın Erfurt şehrinde doğdu. Ailesi Protestan’dı. Babası hukukçuydu.
Kalabalık bir ailenin en büyük ve sağlığı sorunlu çocuğuydu.
1882’de Heidelberg’de hukuk tahsiline başladı.
Eğitimini Göttingen’de tamamladı.
Berlin’de üç yıl hukukçu olarak çalıştı.
1889’da Ortaçağ’da Ticaret Şirketleri adlı çalışmasıyla doktora derecesi aldı.
1891’de Roma Tarım Tarihinin Kamu ve Özel Hukuk İçin Önemi başlıklı çalışmasıyla üniversite hocalığı payesi aldı.
1894’de Freiburg’da ekonomi politik kürsüsüne, 1897’de Heidelberg’de İktisat kürsüsüne getirildi.
Rahatsızlanarak görevinden ayrılarak yurt dışı gezilere çıktı.
1903’te yeniden çalışmalarına döndü.
Savaş yıllarında hastane yönetiminde çalıştı.
1918’de Viyana’da sosyoloji kürsüsüne atandı.
1919’da hocası Brentano’nun Münih Üniversitesi’nde boşalan kürsüsüne geçti.
Hayatı boyunca hiçbir siyasi oluşuma üye olmadı.
1920’de öldü.

Weber bu çalışmasında dinsel faktörlerin ekonomik bir düzenleme biçimi olarak kapitalizmin oluşumu üzerindeki etkilerini incelemektedir.
Weber, ilk olarak ideal bir tip olarak kapitalizmin tarihsel kavramsallaştırmasını istatistiksel analizler temelinde oluşturur. Avrupa’da Protestanların ve özellikle bazı mezheplerin ekonomik bakımdan önemli düzeyde bir servete sahip olduklarını tespit eder.
Daha sonra Protestan ahlâkı anlayışı ile kapitalizmin anlayışı arasında önemli bir ilişki olduğunu analiz etmektedir.
Protestanlığın; kalvinizm, methodism, pietism ve baptism olmak üzere dört eğilimi vardır. Weber, Protestan ahlâkı olarak adlandırdığı kavramı daha çok Protestanlığın Calvinist eğilimine dayandırmaktadır. Protestan ahlâkını oluşturan Calvinist ilkeler şöyle özetlenmektedir:
1. Dünyayı yaratan ve yöneten tanrıdır.
2. Tanrı, herkesin kurtuluşunu veya lanetlenmesini önceden belirlemiştir. Bu kutsal kararlar çabalarla değiştirilemez.
3. Kurtulması ya da lanetlenmesi gereken insanın esas ödevi Tanrı için çalışmak ve yeryüzünde Tanrının krallığını kurmaktır.
4. İnsanın kurtuluşu sadece tanrının merhameti ile mümkünüdür.
Calvinizmin bu ilkeleri insanları Tanrı için çalışmalıdırlar yaklaşımıyla örgütlenmiştir.
Tanrı için çalışma eylemi, toplumsal yaşamın ekonomik örgütlenmesi için temel bir motif olmuştur.
Ona göre, Çin, Hindistan ve İslam uygarlıklarında Batı tipi kapitalizmin oluşumu için gerekli toplumsal ve dinsel koşullar mevcut olmadığı için kapitalizm Batı toplumlarına özgü bir sistem olarak gelişmiştir.

Weber için, Hıristiyanlık kâr anlayışı ile akılcı çalışma disiplinini ilk defa birleştiren bir dindir.

1920 tarihli basımın önsözü
Bu çalışma ilk olarak 1905’te yayınlanmıştır.

Buradaki basımında, yazımın önem taşıyan hiçbir cümlesini ne metinden çıkardım, ne biçimini değiştirdim, ne yumuşattım ne de özünde bu cümlelerden ayrılan eklemeler yaptım. (s. 11)

Dinsel açıdan bakıldığında, bizim burada yaptığımız, dinlerin epey dış ve kaba yanlarını ele almaktır; ama dinlerin bu yanları da vardır… (s. 12)

Önsöz
Bugün bilim “geçerli” saydığımız bir gelişme düzeyi içinde yalnızca Batı’da vardır.

Babil’de ve diğer yerlerde gelişen astronomi, ilk kez Eski Yunanlıların sağladığı matematiksel temelden yoksundu… (s. 13)

Ussal bir kimya, Batı dışında hiçbir kültürde gelişmemişti.

Öte yandan, Kilise Hukuk sistemine dayalı bir yapı yalnızca Batı’da bilinir.

…kapitalizm için de durum böyledir.

“Elde etme güdüsü”nün, “kazanç uğraşı”sının, kâr uğraşısının, olanaklı en fazla miktar parayı kazanma uğraşısının kendi içinde kapitalizm ile doğrudan doğruya hiçbir ilgisi yoktur. (s. 16)

Sınırsız kazanma açlığı, hiçbir biçimde, kapitalizm ile aynı şey değildir; ne de onun “ruh”u ile aynıdır. Kapitalizm, olsa olsa bu usdışı güdünün dizginlenmesi, en azından ussal olarak dengelenmesi ile özdeş olabilir.
Kapitalizm (…) “verimlilik” peşindedir.

“Kapitalist” bir ekonomik eylemi şu şekilde anlayabiliriz; değiş tokuş fırsatlarının kullanımından kazanç bekleme üzerine kurulu, yani (biçimsel) barışçıl kazanç fırsatları üzerine kurulu bir eylem. (s. 17)

Batı, Yeniçağ’da dünyanın hiçbir yerinde gelişmemiş olan tamamen farklı bir tür kapitalizmi tanıdı: Biçimsel özgür emeğin ussal kapitalist işletme olarak örgütlenişi. Başka yerlerde bunun yalnızca ilk örneklerine rastlanır. (s. 20)

İki önemli gelişim öğesi olmadan kapitalist işletme olanaklı olamazdı: Bugünkü ekonomik yaşamı tamamıyla yöneten ev ile işin birbirinden ayrılması öğesi ve bununla yakından ilişkili olan ussal defter tutma. (s. 20-21)

…evrensel bir kültür tarihinde ana sorun, kapitalizmin kendini değişen biçimlerde ortaya koymasıdır. (s. 22)

Eskiden yaşam biçimini belirleyen öğelerin en önemlileri büyü, dini güçler ve bunlara duyulan inançla ortaya çıkan ahlaki ödev duygusuydu. Bu çalışmada bunlardan söz edilecektir.
“ekonomik düşünme biçimi”nin ortaya çıkışının koşulları ya da belirli bir inanç içeriğine bağlı olarak ekonomik bir biçimin ethos’u" yani, çağdaş ekonominin ethosunun asketik Protestanlığın ussal ahlakı ile bağlantısı ele alınmaktadır. (s. 25)

I. Bölüm
1 .MEZHEPLER VE TOPLUMSAL TABAKALAŞMA

Sermaye sahipleri ve işverenler, hatta işçi sınıfının eğitim görmüş yüksek tabakası, (…)Protestan özellikleri taşır. (s. 29)

…belirli bir mezhebin üyesi olmak, ekonomik görünüşlerin nedeni olarak değil, bunlardan çıkan sonuç olarak görülür.
En zenginlerin büyük bir çoğunluğu, (…)16. yüzyılda Protestanlığı kabul etmiştir. (s. 30)

Ülkenin dini havası ve aile, çevresinin yönlendirdiği eğitim ile kazanılan ruhsal özellikler, kişinin meslek seçimini ve daha sonraki mesleki kaderini etkilemektedir. (s. 32-33)

Katoliğin büyük “öte dünyalığı”, en yüksek idealini ortaya koyan asketik özelliği, yandaşlarına bu dünyanın nimetleri karşısında büyük bir umursamazlık içinde olmayı öğretmiş olmalı. (s. 34)

Katolik... daha sakindir; daha az kazanma güdüsü ile donatılmıştır, çok az bir geliri de olsa, olanaklı en emin yaşam biçimini, sonunda ona onur ve zenginlik getirebilecek tehlikeli, heyecanlı bir yaşam biçimine tercih eder. (s. 35)

Montesquieu, İngilizler için şöyle der: “Bütün dünyadaki insanlar içinde, şu üç bakımdan en ileri durumdadırlar: dindarlıkta, ticarette ve özgürlükte.” (s. 39)

2. KAPİTALİZMİN “RUHU”

“Unutma ki zaman paradır

Unutma ki kredi paradır

Unutma ki para, üretimi güçlendirici ve verimli bir yapıya sahiptir. Para parayı üretir ve ondan elde edilen daha fazlasını ve daha fazlasını üretebilir.”
(Benjamin Franklin)

Burada, özgün bir biçimde, “Kapitalizmin Ruhu”nun dile geldiğinden kimsenin şüphesi olmasın.

“Sığırdan donyağı yaparlar, insandan da para.”
(Ferdinand Kürnberger) (s. 43)

“Kapitalist ruh” taşıyanlar bugün, kiliseye tümüyle karşı olmasalar da, kayıtsızdırlar. Cennetle ilgili can sıkıcı temalar, onların neşeli kişilikleri ile uyuşmaz; din onlara, insanları bu dünyanın işlerinden uzaklaştıran bir araç olarak görünür. (s. 60-61)

3. LUTHER’İN MESLEK KAVRAMI. ARAŞTIRMANIN AMACI
Almancadaki “meslek” sözcüğünde, aynı şekilde belki daha açık bir biçimde İngilizcedeki “calling” sözcüğünde dini bir tasarım olduğu, yanlışlığa yer vermeyecek kadar açıktır: —Tanrı tarafından verilen bir ödev— en azından böyle bir şeyi çağrıştırır…
(meslek: “Beruf’ (İng. “calling”). Weber burada sözcüğün kökeninde yatan seslenmek/çağırmak (“rufen”, “cali”) anlamına işaret ediyor. Bu anlamda “meslek”, kişinin (tanrı tarafından) “yapmaya çağrıldığı iş”tir (çevirenin notu) (s. 67)

Meslek, insanın kendini ona uydurmak zorunda olduğu ve tanrı buyruğu olarak kabul ettiği şeydir. (s. 74)

II. Bölüm
Asketik Protestanlığın Meslek Ahlâkı
1. DÜNYEVİ ASKETİZMİN DİNİ TEMELLERİ
Asketik Protestanlığın belli başlı dört tarihi taşıyıcısı vardır: 1. Batı Avrupa’nın ana bölgelerinde; özellikle 17. yüzyıl boyunca sahip olduğu biçimiyle Kalvinizm; 2. Pietizm; 3- Methodizm; 4. Baptist hareketinden doğan tarikatlar. (s. 81)

Luther’in, günahkâr müminlerin kendilerini tanrıya emanet etmeleri halinde kutsallığı vaat ettiği aciz günahkârların alçak gönüllülüğü yerine, kapitalizmin kahramanlık döneminde çelik kadar katı Püriten tüccarlar arasında ve günümüze kadar tek tek örneklerde gördüğümüz kendine güvenen “azizler” yetişti. Ve öte yandan, kendine güveni elde etmek için de en uygun araç olarak yoğun meslek uğraşısı telkin edildi. Ancak bu uğraşı dini şüpheleri uzaklaştırır ve kutsanmışlık durumu güvencesini verir. (s. 96)

Hıristiyan asketizminin manastırdan reddettiği dünyayı, kiliseden yönettiği görülür. Fakat ayrıca da genelde, dünyevi günlük yaşamın doğal ihtirassız özelliğini olduğu gibi bırakmıştır. Şimdi, adımını yaşam pazarına doğru atıp, manastırların kapısını vurup kapatmıştır. (s. 132)

2. ASKETİZM VE KAPİTALİST RUH
Asketik Protestanlığın temel dini kavramları ile günlük ekonomik yaşamın eylem ilkeleri arasındaki ilişkiyi gözden geçirebilmek için, her şeyden önce, ruhun kurtuluşu uygulamalarından kaynaklanan teolojik yazılara başvurulması gerekir. (s. 133)

Baxter’in Ewige Ruhe der Heiligen'i (Azizlerin Ebedi Huzuru) ve Christian Directory si (Hıristiyan Rehberi) ya da benzer çalışmalardan biri ele alınırsa, ilk bakışta, zenginlik ve zenginliğin elde edilmesi ile ilgili yargılardaki Yeni Ahit’in
Ebionistik öğesinin vurgulanışı göze çarpar. Zenginlik, bu haliyle, büyük bir tehlike oluşturur.
Para ve mal peşinde koşmanın olumsuz biçimde yargılanmasının istenildiği kadar çok örneği “Püriten edebiyatında” vardır… (s. 134)

Çünkü “azizlerin ebedi huzuru” öte dünyadadır… (s. 135)

Püriten yaşam kavramının gücü yeterli olduğu sürece her koşul altında ussal burjuva ekonomik yaşam biçimine olan eğilimi destekleyecektir; onun en temel ve her şeyden önce, tek tutarlı temsilcisidir. (s. 149)

…dini hareketlerin ekonomik etkileri, düzenli olarak, ilk önce saf dini tutkuların doruk noktası aşıldıktan sonra açığa çıkmıştır, tanrı krallığını arama savaşımı zamanla, ölçülü bir mesleki erdeme dönüşmüş, dini kökler yavaş yavaş yok olmuş, yerini dünyevi yararcılığa bırakmıştır. (s151)

Yalnız çağdaş kapitalist ruhun değil, çağdaş kültürün de en temel öğelerinden biri olan meslek kavramı üzerine kurulu ussal yaşam biçimi —bu tartışma bunu ispat etmeye yöneliktir— Hıristiyan asketizminin ruhundan doğmuştur. (s. 155)

Die Protestantische Ethik und der Geist der Kapitalismus
Türkçeleştiren: Zeynep Gürata
Ayraç Yayınları,

Ankara, Temmuz, 1997