Felsefe

FELSEFE


Felsefe Kavramı
…iyi ve doğru bir tanım, tanımlanan şeyin ayırt edici özelliğini gözler önüne sererek ne olduğunu ortaya koyar.
Felsefe bizatihi düşünme süreci/formu olduğu için felsefenin kendisi hakkındaki sorunun cevabı, düşünürlerin dünyaya bakışı ve düşünme biçimlerinin çeşitliliği nispetinde farklılıklar arz eder.
Felsefenin erken devirlerinde Antik Yunanistan’daki sorusu/gündemi varlık hakkında idi. Aynı dönemde Çin ve çevresinde düşüncenin odağı pratik sorunlardı.
Felsefe; muhakeme etme, sorgulama, eleştirme sürecidir.

Bilgelik Sevgisi Olarak Felsefe
Thales, “bir şeylerin neden var olduğunu” merak ediyordu.
Felsefeyi ve bilimi yaratan da onun bu merakıydı.
Merak ve hayret duygusunun peşindeki sorgulamalar felsefenin erken dönemlerinin içeriğini teşkil eder.
Erken yaşlarında merak ve hayret duyguları insanların tümünde etkindir. Ancak yaş ilerledikçe alışkanlıklarımızın içinde bu merak ve hayret duygularımızı yitirmeye başlarız. Sıradan insanlarla felsefeciler arasındaki temel ayrım budur. Felsefeyle meşgul olan kişi sormaya/sorgulamaya ve cevap aramaya devam eder.
Felsefe sözcüğü Antik Yunancada philosophia sözcüğüyle karşılanır ve bunun anlamı da bilgi sevgisi / hikmet arayışı olarak tanımlanır.
Phileo = Sevmek
Sophia = Bilgelik

Felsefe ve Diğer Disiplinler
Platon varlığı görünüşler ve idealar dünyası olarak ikiye ayırır. Nihai gerçeklik İdealar dünyasıdır. Duyularımızla algıladığımız görünüşler bu ideaların yansımalarıdır. Düşüncenin idealara ulaşabilmesi felsefeyle mümkündür. Bu nedenle de diğer tüm bilimlere kıyasla felsefe üstün konumdadır.

Bütün canlılar için hayatta kalmak ve hayatını idame ettirmek öncelikli konumdadır. İnsanı diğer bütün canlılardan ayıran bir özelliği bu noktada kendini gösterir: insan aynı zamanda içinde yaşadığı çevreyi ve dünyayı anlamaya anlamlı kılmaya ve açıklamaya çalışan bir varlıktır. Felsefe tarihinde bu tanımı layığıyla hak eden tek isim Sokrates’tir.

İnsanın dünyayı açıklama çabası dört farklı eksende gerçekleşir; din, bilim, sanat ve felsefe.

Mitolojik dönemde dünyada olup bitenler Olympos dağında yaşayan tanrıların eylemleriyle açıklanır. Muthos/mitos efsane anlamına gelir ve Antik Yunan’daki tanrılara ait hikâyeleri içerir.
Logos ise (kelam, Tanrı sözü/buyruğu) günümüzde aklı işaret eden bir manaya sahiptir.
Doğal olayların doğaüstü nedenlerle değil de rasyonel nedenlerle açıklamaya kalkışan ilk isim olarak Batı medeniyeti Thales ismini karşımıza koyduğu için Thales’i ilk filozof kabul ederiz.

Felsefe, akıl ekseni üzerinde diğer bilim dallarıyla bir aradadır. Ancak Rönesans’tan sonra yavaş yavaş diğer bilim dallarıyla felsefenin yolu ayrılmıştır. Bunun nedeni felsefenin keyfi, öznel bir faaliyet oluşudur. Fizik ve kimya gibi disiplinlerde ise keyfiyete yer yoktur, nesnellik belirleyicidir. Dolayısıyla formel yapısı felsefeyi diğer bilimlerden ayırmaktadır.

İkinci Düzey bir Etkinlik Olarak Felsefe
Bilim, doğayı temel alarak kendine bir araştırma alanı/çalışma sahası belirler. Bu haliyle bilim, birinci düzey bir etkinliktir. Bilim felsefesi ise bilimin ne olduğunu açıklamayı üstüne vazife edinir. Bu haliyle ikinci düzeyde bir açıklama sunmuş olur. Hâlbuki şeylerin ne olduğuna dair düşünmek her daim birinci düzeyde bir çalışmadır. Zira bir şeyin ne olduğuna dair bilgimizi temellendiremezsek asla doğru bir yolda olamayız.
Kendi kanatlarıyla uçamayan hiçbir kuş yükseğe çıkamaz.” William Blake böyle söylemiş. O halde Varlık, varoluş ve ruh gibi, hakkında kesin bilgimizin olmadığı sözcüklere dair kendi düşüncelerimizi ortaya koymalıyız. Bütün bu sözcükler insanların kayıtsız kalamadığı ve verdikleri cevaplara göre hayatlarına biçim verdikleri büyük sorulardır.

Felsefenin Kurucu, analitik ve Eleştirel Boyutları
Kurucu felsefenin içeriği klasik felsefe olarak niteleyebileceğimiz Thales’ten Heidegger’e uzanan ve ağırlıkla Varlık sorusunun etrafında gelişme gösteren metafiziktir.
Analitik felsefe, metafiziğe tepki olarak ortaya çıkmıştır. Dile dayalıdır ve ağırlıkla kavramları analiz eder. Wittgenstein’ın çalışmaları analitik felsefe başlığı altında değerlendirilir.

Felsefenin Kurucu ve Bütünleştirici Boyutu
Klasik felsefe dış dünyada gördüğümüz çokluğu, şeyleri bir ilk nedenle açıklamaya çalışırlar. Platon, görünüşlerin ardındaki ilkeye, ilk nedene idea adını verir. Materyalizm ise var olan her şeyin atomlardan yani maddi nedenlerden meydana geldiğini ortaya koyar. Her iki teori de varolan her şeyi kapsıyor olmaları bakımından kurucu ve bütünleştiricidir.

Felsefenin Analitik Boyutu
Kavramsal bir açıklığa kavuşmadan, düşüncelerin bilumum içerimlerini hesaba katmadan ve hepsinden önemlisi doğru ve mantıklı akıl yürütmenin gerekli koşullarını sağlamadan anlamlı sentezler yapmak ve hakikate ulaşmak mümkün değildir. Bütün bu işlemler analitik felsefenin çalışma alanını oluşturur.
Bu konuda felsefe tarihinde karşımıza çıkan en önemli isimler Sokrates ve Descartes’tir.
Sokrates’in karşımıza çıktığı Diyaloglarda Sokrates genellikle bir şeyin ne olduğu sorusu etrafında akıl yürütür. Çünkü her şeyden önce kavramlara açıklık getirilmelidir.
Descartes’in çalışmalarında da doğru akıl yürütmenin yöntemi ve kuralları üzerinde durur.

Felsefenin Eleştirel Boyutu
Kavramlar ve teoriler hakkında çözümlemeleri derinleştirip yani anlam bağlamları açmaya yeltenen çalışmalar felsefenin eleştirel boyutunu oluşturur.
Nietzsche’nin iyi ve kötü kavramları hakkındaki analizi ve Foucault’nun bilgi hakkındaki analizleri buna örnektir.

Felsefenin Konularıyla Alt Alanları
Kavramlar üzerinde açıklama ve anlamlı kılma girişimi nedeniyle felsefenin ilgi alanı ve konuları çok geniştir.
Enformasyon bombardımanı altında yaşadığımız digital çağ dolayısıyla “bilgi nedir” sorusu öncelikli önem arz eder. Bu noktada epistemoloji de dediğimiz bilgi felsefesi bize yardımcı olur ya da kafamızı iyice karıştırır.
Dil ile konuşur ve kendimizi ifade ederiz. Öyleyse dil nedir ve anlam nasıl oluşur? Bu gibi sorular dil felsefesi başlığı altında incelenir.
Bilim, insanların hayata bakışı ve gelecek vizyonları nispetinde ilgi kurdukları bir disiplindir. Bilim ve teknolojide ilerlemiş olan, geride kalanı tahakküm altına alır. Bu derece önemli olan bilim hakkındaki sorular bilim felsefesinin konusudur.
Varlık ve varolanlarla Varlık arasındaki nedensellik, ruh, madde ile zihin arasında bir nedenselliğin var olup olmadığı gibi dehşetli sorular metafizik ve zihin felsefesinin içeriğini teşkil eder.
Toplumsal hayatın ahengi ahlak kavramıyla direkt ilgilidir. Bununla birlikte iyi ve doğru kavramları ve mutlu bir hayat hakkındaki teorilerin tümü etik adını verdiğimiz disiplinin içeriğidir.
Bireylerin içselleştirdiği ahlaki kurallar toplumun bir arada ve huzur içinde yaşaması için yeterli olmayabilir. Ahlaki kuralların biraz ilerisine geçerek yazılı kurallar koyarak toplumu disipline etmek hukuk felsefesinin ve siyaset felsefesinin uğraş alanıdır. 
Güzele hayatın her alanında ihtiyacımız vardır. Doğadaki güzel ile sanat eserinde karşımıza çıkan güzel; güzel kavramının niteliği gibi sorular estetik adlı disiplinin konusudur.
Din kavramını sulandırmak ya da dini konuları rasyonel olarak açıklama teşebbüsleri din felsefesi başlığı altında karşımıza çıkar. 

Felsefenin Değeri
İnsan düşünür, çevresini ve içinde yaşadığı koşulları kavramaya çalışır. Bu insan için doğal bir süreçtir. Modern dünya düşünceyi adeta indirgeyip, bunu sadece felsefecilerin mesleği olarak gösterme gayretindedir. Hâlbuki felsefe; modern dünyanın herhangi bir şey hakkında düşünmeden sadece gündelik fayda üzere yaşayan ve tek niteliği tüketebilmek olan insanını fark edebilmeye yarar.

Felsefenin Toplumsal Düzeydeki Katkıları
İnsanlar için güvenlik ihtiyacı kendini ifade etme ihtiyacından daha önceliklidir. Bunu, toplum içindeki insanların kendilerini dışlanmamak ve güvende olabilmek adına belli bir çevreye entegre olmalarından anlıyoruz. Hâlbuki insanlar arasındaki çatışmanın temelinde yatan da budur.


Epistemoloji
Episteme = bilgi
Logos = günümüzde anlam olarak bilim / mantık sözcüklerine daha yakın tutulur.
Epistemooji, bilginin bilimidir.
Bilgi kavramı ve bilginin elde edilmesiyle ilgilidir.
Bilgi üzerine çalışmalar yapan ilk filozof Platon’dur. Ortaçağ’da Aziz Augustinus, İbn Sina ve Farabi; Rönesans’tan sonra Descartes, Leibniz, Locke, Hume, Kant vs. bu konuyla ilgilenmişlerdir.

Bilginin Doğası
Bilginin üç kurucu öğesi vardır: bilen özne, bilgiye konu olan şey, bilen özne ile bilinen şey arasındaki ilişkinin ürünü olarak bilgi.

Üç Öğeli ya da Koşullu Bilgi Anlayışı
Standart bilgi tanımı Platon’un Theaetetos adlı diyalogunda karşımıza çıkar.
Buna göre bilgi üç unsurludur; bilgi hem gerekçelendirilmiş hem doğru hem de inanç olmak durumundadır.

Haklılandırma/gerekçelendirme konusunda çeşitli yaklaşımlar vardır;
İçselciliğe göre öznenin bir önermeye beslediği inancın gerekçesi o öznenin içsel, zihinsel süreçleri ve bilinç halleridir.
İçselciliğin, bütün inançların üzerinde yükseldiği bir temel inanca atıf yapan temelcilik adlı bir türü vardır. Temelciler, bütün inançları temel inançlar ve temel olmayan inançlar diye ikiye ayırırlar. Temel inançlar, başka inançların desteğine ihtiyaç duymazlar.
Bağdaşımcılık: buna göre bir inancın haklılandırılması ve bilgi olarak kabul edilmesi öznenin inançları arasındaki bağdaşım ve tutarlılıkla ilgilidir.
Dışsalcılık: Haklılandırmanın gerekçelerinin öznenin dışında olmasına atıf yapar. Bir önermenin güvenilirliği, doğruluk olasılığı gibi inancı haklı göstermemize yarayan faktörlerin dışsal öğeler olduğunu söylerler. Yani, hiçbir şey söylemezler…

Entelektüel Gelişme Süreci Olarak Bilgi Anlayışı
Bilgiyi bilen özne veya zihin durumu (pathema) olarak tanımlayan ilk filozof Platon’dur. Platon’da bilgi, yüksek zihin açıklığı ifade eder (saphenia). Benzer bir tanıma Hegel’de rastlarız: Tinin Fenomenolojisi’nde epistemolojinin konusunu bilincin belirli bir durumdan daha yüksek bilinç durumlarına ilerleyişinin incelemesi olarak tanımlar. Hegel’in bilgi anlayışının çıkış noktası bilginin tarihsel boyutudur.
Hegel’in bakış açısından, tek bir önerme ya da tek bir kavram, bu en yüksek kavram bile olsa, bütün bir gerçekliği göstermez.
Hegel açısından hakikat ve bilgi, tıpkı rasyonel gerçekliğin kendisi gibi, canlı bir süreçtir. Bu süreç, yani düşüncenin ilerlemesi onda diyalektik adı verilen bir yönteme uygun olarak gerçekleşir. Buna göre bir düşünce zorunlu olarak başka bir düşünceden türer.

Bilgiyi Nesnesiyle Tanımlayan Bilgi Anlayışı
Bilgiyi nesnesiyle/konusuyla tanımlayan bilgi anlayışı da Platon’a aittir. Bu görüşe göre bilgi, sanı ya da kanaatlerin bittiği yerde başlar. Platon’a göre sanı (doxa), değişenle, maddi dünyanın değişen yönleriyle ilgilidir. Hareketin/değişimin sürekli olması bu yolla bilgiye ulaşmayı güçleştirir. Bilgi, değişmez olanı bulmalıdır. Platon bu noktada ezeli, ebedi ve değişmez olan idea kavramıyla bilgi kuramını temellendirir.

Bilginin Doğruluğu
Doğruluk varlığın ya da gerçekliğin değil de bilgi ya da önermenin bir özeliğidir.

Mütekabiliyetçi Doğruluk veya Uygunluk Teorisi
Hakikat, zihin ile şeylerin uyuşması, şeylerle düşüncenin uygunluğudur (Platon, Sofist).
Bu önerme mutlaka bir olaya ya da duruma işaret etmelidir. “Kar beyazdır” önermesi kar beyaz olduğu için doğrudur (ne totoloji ama). Doğruluğun buradaki örneklerde olduğu gibi gerçeklikle uygunluğu mütekabiliyetçi doğruluk teorisi olarak kabul edilir.
Aristoteles, yalnızca haber kipindeki tümcelerin ve hüküm ihtiva eden önerme ve tümcelerin doğruluk değeri alabileceğini belirtir.

Ölçütlerle Uyuşma Olarak Doğruluk
Descartes’ten itibaren ortaya çıkan temsil epistemolojisi geleneksel doğruluk anlayışını sorun haline getirir.
Temsil epistemolojisinde bilen öznenin zihni ile bilinen nesne arasına şeylerin zihinsel temsilleri dâhil olurlar. Buna özne esas itibariyle kendi zihnindeki şeylerin bilgisine sahiptir. Zihni dışındaki şeyleri ise ancak temsili olarak bilebilir. Dolayısıyla mütekabiliyet artık geçerli ve yeterli olmamaktadır.
Deneysel (a posteriori) ve deneysel olmayan (a priori) ayrımı burada ortaya çıkar. Temsili epistemolojiye göre insan zihni deneysel olmayan, tecrübe edilemeyen şeyleri de bilebilmektedir (buna örnek olarak matematiği öne sürerler ki bu külliyen yanlıştır).
Doğruluk için bu durumda birtakım ölçütler belirlenir ve bunun sonucunda açıklık ve seçiklik dediğimiz özellikler/nitelikler karşımıza çıkar.
Açıklık: dolayımsız olarak karşımızda duran, kolay ve kesin olarak zihnimizce kavranan şeyin özelliğidir.
Seçiklik ise açık olan şeyin başka şeylerden ayırt edilebilmesi olarak tanımlanabilir (tür cins ayrımı gibi).
Bağdaşımcı doğruluk görüşü bir şey hakkındaki önermeler arasında tutarlılığı esas alarak hükme varır. Göz yanılabilir ancak yine de görünenin ne olduğunu doğru bilebilirim çünkü algı sürecime yardımcı başka duyularım bana yardımcı olabilir.
Mutabakatçı doğruluk anlayışı, belli konuda ortaya atılan fikirler üzerinde varılan ortak kanıyı esas alır (bilimsel bilgi iddia etmektedir ki evrenin varlığının ilk sebebi Big Bang’dir, çünkü bütün bilim adamları bu tez etrafında hemfikirdirler).
Pragmatist doğruluk anlayışı: faydalı ve yararlı olanı öne çıkaran bir disiplindir. William James ve John Dewey’e göre doğruluk, istenen sonuçlar için en uygun olandır.

Bilgi Türleri
Zorunluluk ve olumsallık ayrımı bilginin kipi veya bilmenin tarzıyla ilgilidir. Bu iki bilgi türü arasındaki ayrımı a priori ve a posteriori bilgi arasındaki ayrım tamamlar. A priori, deney öncesi bilgidir, deneyimden bağımsızdır. Analitik önermeler a priori bilgiye örnektirler. A posteriori bilgi ise deneye, gözleme dayanır. Sentetik önermeler de a posteriori bilgiye örnektir.
Bertrand Russell’ın yaptığı ayrımda iki bilgi türü konularına birbirinden ayrılır. Tanışıklık yoluyla nesneleri, betimleme yoluyla da gerçekliğin doğru temsilleri olarak önermeleri bilebiliriz.

Bilginin Kaynağı
Akılcılık
Bilginin kaynağı olarak aklı esas alır. Temeli Parmenides ve Platon’a uzanan disiplinin kuramcıları Spinoza, Descartes ve Leibniz’dir.
Akılcılık bazı kavramların doğuştan insanda var olduğunu kabul eder. Bu kavramlar kimi filozoflarda tanrı, kimilerinde zihin, sezgi ve madde olarak karşımıza çıkar. Bu kavramların ortak noktası saf olmaları, töz/cevher olarak kabul edilebilmeleridir.
Deneyimciler ve de deneyciler zamansaldır, şimdiyle sınırlıdırlar hâlbuki bilgi sınırlı değildir, sonsuzdur.

Deneyimcilik
Ampirik düşünürler insan zihninin doğuşta boş bir levha olduğunu öne sürerler. Locke, Berkeley, Hume, Mill ve Russell bu çizgideki filozoflardır.
Bilgi modeli olarak doğa bilimlerini, araştırma yöntemi olarak da tümevarımsal akıl yürütmeyi benimserler.

Sentezci Yaklaşım
Akıl ve deneyimi bilgi için ortak katkıları olan mecralar olarak kabul eden düşünürler arasında Aristoteles ve Kant isimleri öne çıkar. Onlara göre bilgi deneyimle başlayıp akılla ilerlemektedir.
Aristoteles tümevarımsal akıl yürütmeye önem atfeder. Ona göre bilimsel bilgi nedenlerin bilgisidir. Duyu algılarımız bize şeylerin nasılı hakkında bilgi sağlar ancak neden sorusu akılla cevaplanır.
Kant’a göre de dış dünyaya ilişkin bilgimiz zihin tarafından sağlanan form sayesindedir.

Sezgicilik
Temsilcisi Bergson’dur. Kavramsal ya da rasyonel bilginin temelinde olan zekâ ya da akıl semboller yardımıyla bilebilir. Demek ki ancak belli şemalarla bilgiye ulaşabilmektedir. Tam da bundan dolayı Bergson bilimsel bilginin en önemli bilgi olarak görülmesine karşı çıkar.
Bergson sezgi kavramını öne sürer. Sezgi, kavramsallaştırılabilen bir bilgi değildir. Bergson’a göre sezgi, gerçekliğin şemasını bizatihi özünü bilme imkânına sahiptir.

Bilginin İmkânı
Neyi, neleri bilebiliriz? Kuşkucular (septikler) bilginin imkânsız olduğunda ısrarcıdırlar. Kuşkucular çeşitli kategorilere ayrılır: inanç septiği, hiçbir inancın bir diğerinden üstün olamayacağı önermesi üzerinden inancı reddeder. Radikal / genel septikler hiçbir bilgiyi kabul etmezler. Lokal septik belli konularda inatçılık eder.
Septiklerin kökleri sofistlere kadar uzanır. Epistemolojik disiplin ortaya çıkışında ise Pyrrhon (360-271) ismi karşımıza çıkar. Modern dönemde Montaigne, Descartes, Hume ve Pascal isimleri öne çıkar.
Descartes’in kuşkuculuğu kesin bilgiye ulaşmak için kullandığı bir araçtır ve bu yüzden metodolojik kuşkuculuk olarak adlandırılır.
Çeşitli konulardaki farklı görüşleri birbiriyle kıyaslayan septikler karşılaştıkları çelişkileri kendi tutumları için delil olarak öne sürerler.
Görelilik de yine bir başka delilidir septiklerin (su, birine sıcak bir başkasına soğuk gelebilir, öyleyse doğru nerede?).
Şüpheciliğin zıttı olan çizgiye/alana dogmacılık adı verilir.

Bilginin Sınırları
Özne kendi dışındaki nesneleri gerçekte oldukları şekilde bilebilir mi? Bu sorunun olumlu yanıtı insan bilgisine sınır çizilemeyeceğini iddia eder. Buna epistemolojik realizm adı verilir.
Olumsuz yanıt ise zihni merkeze alır ve insanın gerçek nesnelerin ancak zihindeki yansımalarını bilebileceğini öne sürer. Buna da epistemolojik idealizm adı verilir.
Kant, bilginin sınırlı olduğunu, bilen öznenin bildiği şeyin nesnenin veya varlığın bizatihi kendisi olmayıp sadece algısal deneyiminin konusu olan şey yani fenomen olduğunu öne sürer. Yani, insan algılayamadığı, kendisinden bağımsız olan, kendinde şeyleri, numenleri bilemez. Kant’ın bu görüşleri transendental idealizm olarak kategorize edilir.


Metafizik
Batı felsefesinin ilk sorusu şeylerin kaynağına yöneliktir. Varlığa ilişkin soruşturma şeklinde gelişen bu soru metafiziğin içeriğini oluşturur.
Aristoteles filozofun öncelikli görevini doğadaki varlıkların özünü, hareketi, töz ve maddenin özelliklerini araştırmak olarak belirler (fizik). Filozof bundan sonra var olan her şey için geçerli olan hakikatleri, bütün varlıkların tabi oldukları yasaları, ilkeleri, varlığın varlık olmak bakımından karakteristiğini belirlemek üzere çalışır (metafizik).

Metafiziğin İmkânı
Metafizik varlık ile ilgilenirken kavram olarak tanrı bu sitemi fazlasıyla meşgul eder. Modern dönemde metafizik bu nedenle, tanrı kavramıyla ilgili olduğu için kötülenir.
Metafiziğe yönelik ilk keskin eleştiriler Hume’a aittir. O, metafizik ve ontoloji kitaplarının yakılmasını tavsiye eder. Gerekçesi, metafiziğin ne deneysel ne de saf aklın kavramlarıyla bilinemeyecek olmasıdır.
Comte’a göre de metafizik dinin bir uzantısıdır ve uzak durulmalıdır. Entelektüel ilerlemenin merhalelerinden biri olan metafizik, miadını doldurduğu için çağ dışıdır zira entelektüel ilerlemenin yeni basamağı bilim felsefesi, pozitivizmdir.
Kant, Newton fiziğini felsefi olarak temellendirdi (bu söz önemli, demek isteniyor ki; Kant, felsefeyi matematiğin kılavuzluğunda rasyonalize etti, matematikleştirdi).
Kant’a göre insan sadece algıladığı şeyleri (fenomenleri) bilebilir. Metafiziğin konusu numenler olduğu için insan bunları bilemez diyebilmektedir. Metafizik alanda insan aklı sentezden yoksun önermelerle (antinomi) kısır döngüde kalır. Kant bu noktada metafiziği ikiye ayırır. Ontolojiye genel metafizik adını verir. Özel metafizik adını verdiği diğer alanda teoloji, psikoloji ve kozmolojiyi rasyonalize eder. Bu yolla numenler üç kategoriye ayrılır:
a) Tanrı ile ilgili sorular (teoloji),
b) ruh ile ilgili sorular (psikoloji),
c) evrenin yapısı hakkındaki sorular (kozmoloji).

Varlık Sorusu
Varlık sözcüğünün anlamı üzerinde düşünmek gerekir, bu telkin Heidegger’e aittir. Heidegger, insanların düşünmekten ziyade yaşamakla meşgul olduklarını belirtir. Bu sebeple de varlık sorusunu bir an bile düşünmeyiz.
Varlığın anlaşılması, var olmanın ne demek olduğu ve varlığın anlamının ortaya konması Heidegger’in felsefesinin temel meseleleridir.

Metafiziğin Konusu ve Alanları
Aristoteles metafiziği üç ana dala ayırır: ontoloji, var olana ilişkin kavramsal tartışmaları içerir. Cevher olarak varlığı ele almaya çalışır.
Metafiziğin ikinci dalı teolojik-kozmolojik araştırmalardır. Evreni neden ve amaçlarını sorgulayarak açıklamaya çalışır.
Üçüncü kategori ilkelere dairdir. Bu kategori nihai ve çürütülemez hakikatlerin peşindedir. 

Ontoloji
Ontoloji varlığa, varoluşa ve değişmeye/harekete dair araştırmalardan meydana gelir. Dolayısıyla töz metafiziği, süreç felsefesi ve varoluş felsefesi olarak üç kategoriye ayrılabilir.

Töz Metafiziği
Gerçeklik ve gerçekten var olana ilişkin araştırmaları kapsar. Buradaki varlık durağandır/statiktir. Töz metafiziğindeki varlık, Varlık’tır.
İki dönemde incelenir; klasik töz felsefesi ve modern töz felsefesi.
Töz felsefesi dış gerçekliğin zihinden bağımsız olduğunu söyler. Varlık, var olmak için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan bir tözdür.
Değişme ve hareket görünüş dünyasına aittir ve insan burada kısıtlı tutarsa zihnini varlığı anlaması mümkün olmaz çünkü varlık bu değişme hareketin ötesindedir.

Klasik Töz Metafiziği ve Tümeller Problemi
Varlık başlığı altında bir sınıflandırma yaparsak soyut ve somut her şeyi kategorize edebiliriz.
Fiziki nesneler ve sayılar somut ve soyut kategorilere örnektir. Taş ve elma gibi nesnelere ontolojide tikeller adı verilir. Tikeller, duyularımızla algılanabilirler. Tikeller, töz olanlar ve olmayanlar şeklinde iki guruba ayrılır. Her bir insan, maddi nesneler töz kabul edilir. Münferit olaylar ve çeşitli nitelikler töz olmayan somut varlıklardır.
Tikellerin özellikleri/nitelikleri tümeller adı altında incelenir. Tümeller üç kategoriye ayrılır: özellikler, türler ve ilişkiler.
Platon bazı soyut kavramları da tümellere dâhil eder (aşk ve sayılar gibi). Platon mutlaka somut varlıkları değil de kendilerinden bir şekilde söz edebildiğimiz şeyleri de tümellere dâhil eder. Biçim ya da öz anlamına gelen eidos sözcüğünden türettiği eide ya da idea adını verdiği tümellerin gerçekten var olduğunu iddia eder. Platon tikellerin değişme ve hareket içinde olduklarını, onların sadece görünüşten ibaret olduklarını söyler. Tikellerin varlığını idealardan pay almaklıklarıyla açıklar. Platon’un bu görüşleri ontolojik realizm adıyla anılır. Tümellere ayrı bir var oluş addettiği için Platon’un realizmi, radikal realizm olarak da adlandırılır.
Aristoteles gerçekten var olanın somut varlıklar olduğunu söyler. Bu somut varlıklara birinci dereceden tözler adını verir. Bunlar madde ve formdan meydana gelen bileşik varlıklardır. Öz ya da tümeller onun için ayrı bir kategori değildir. Tümeller ona göre bireysel varlıklara ve duyusal tözlere içkindirler. Aristoteles’in bu görüşleri ılımlı realizm olarak adlandırılır.
Realizm, dini inancı anlaşılır kabul edebilmek için kullanışlıdır ve bu nedenle bütün orta çağ boyunca düşünce tarihinin hâkim disiplini olmuştur. 
Tümellerin varoluşunu reddeden görüşe nominalizm adı verilir. Nominalizm tümellerin ancak dilde/sözde var olabileceğini iddia eder. Dini otoritenin zayışamaya başlamasıyla birlikte nominalizm geniş bir hareket alanına kavuşmuştur.

Modern Töz Metafiziği
Metafizik ya tek tözlü ya da ili tözlü varlık anlayışına dayandığı için ondan dört farklı metafizik öğreti çıkarılır. Birinci yaklaşım tek bir tözün var olduğunu öne süren monizmdir. Monizmin iki türü vardır; sadece maddenin varlığını töz kabul eden materyalizm ve sadece ruh ya da zihnin varolduğunu kabul eden idealizm (spiritüalizm ya da tincilik).
Materyalizm açısından zihin ve düşünme beynin faaliyetlerinden başka bir şey değildir. Onlara göre zihin ve düşünce bir epifenomen ya da yan üründür yani fazladan bir şeydir.
Materyalizm nedenselcidir. Rastlantıya yer bırakmaz (determinizm).
Materyalizm, maddenin özü olan hareketin mekanik mi yoksa diyalektik mi olduğu konusunda ikiye ayrılır. Mekanik materyalizmin temsilcisi Hobbes; diyalektik materyalizmin temsilcisi ise Marx ve Engels’tir.
Maddeciliğe şiddetle karşı çıkan idealizm, maddenin zihinden bağımsız olarak düzene kavuşamayacağında ısrar eder. Sanayi devriminin eşiğindeki Avrupa’da maddeci görüşün insan düşüncesinde ve sonra da ahlakta yol açacağı tahribatı gören/sezen Berkeley kolları sıvadı idealizmi savunan vaazlar vermeye başladı. Ona göre var olmak algılanmış olmaktır, bu sözüyle maddenin varoluşunu zihne indirgemiş olur.
İdealizmde zihni merkeze alan görüle öznel idealizm denir. İnsanüstü, evrensel bir zihni merkeze alan idealizme de nesnel idealizm denir. Hegel, gerçekte var olan zihne Geist adını verir. Geist, evrensel bir zihindir, akıldır.
Monizmin karşıtı ruh ve maddeyi ayrı tözler olarak kabul eden düalizmdir. En önemli temsilcisi Descartes’tir. Düalizm, maddeye biçim veren zihni yadsımaz. İnsanı hem madde hem de zihinden müteşekkil bileşik bir varlık olarak kabul eder. Düalizmin en büyük sorunu duyguları açıklayamamasıdır. Öyle ya, maddi olan nasıl olur da maddi olmayanı etkileyebilmektedir? Descartes bu sorunu etkileşimcilik adı verilen zırvalarıyla çözmeye çalışır. Ona göre bu etkileşim, beynin arkasında bir yerde “kozalaksı bez” dediği bir bölgede gerçekleşmektedir.
Dördüncü yaklaşım bütün bu görüşleri reddeder. Buna göre insan, görünüşleri aşarak maddeye ya da ruha erişemez. Bu görüşe göre varolan yegâne şey fenomenlerdir. Buna da fenomenalizm denir.
Fenomen, görünüş demektir. Yani, kendisini insan bilincine sunan varlık ya da olaydır.

Süreç Felsefesi
Töz metafiziğinden farklı olarak oluşa odaklanır. Varlık ilk, en üst ise süreç felsefesi bundan hemen sonraki alanı inceler; varlık ve yokluk, karşıtlıklar, dolayısıyla oluşu, hareketi inceler.
Madem her şey değişme halindedir öyleyse şeylerin tözü de değişme, hareket olmalıdır.
Süreç ya da oluş felsefesinin önemli temsilcileri Whitehead ve Bergson’dur.
Bergson’a göre doğa bilimleri zekânın başarısıdır ve zekânın işlevdeki sınırlarını yansıtır. Demokritos’un atomları, Platon’un ideaları, Kant’ın sabit kategorileri hepsi zekânın, mantık kurallarına göre birleştirilmiş ya da ayırt edilmiş sabit/statik birimlerini ortaya koymaktadır.
Bergson, bu kafayla değişmenin kavranamayacağını söyler. Ona göre sürekli devam eden oluş, değişme ve gelişme içinde gerçekliği anlamın yegâne yolu/yöntemi sezgidir.
Hayat tüm farklı eğilimleri bünyesinde barındırır ve onlarla birlikte ayrı ayrı evrimleşecek olan türlerin birbirine karşı dizilerini yaratır. Yaşamın bu hareketini oluşturan şeye Bergson, yaratıcı hayat hamlesi adını verir. Yaratım süreklidir. Gerçekliğin süregelen varoluşunu süreklilik ve gerçek hareket anlamlarındaki yaratıcı evrim sözüyle karşılar.
Whitehead de sürekli değişime vurgu yaparak gerçekliğin görünen ve algılanan şeyle sınırlı olduğunu öne sürer. Var olan her şeyin mutlaka bir başka şeyle ilişki içinde olduğunu söyleyen Whitehead, statik, kendi başına bir varlığı reddeder.
Sürekli değişme içindeki dünyada iki temel ilke vardır; yaratıcılık ve süreklilik.

Varoluş Felsefesi
Varlığı, insanı merkeze alarak inceler. Varlığı insandan yola çıkarak açıklamaya çalışır.
Varlık sorusunu soran, kendini tanımlayamaya çalışan insana egzistans/varoluş adı verilir.
Heidegger’e göre insan olmak olmakta olanın varlığını ortaya sererek anlamayı gerektirir. Dolayısıyla insan varlığının anlaşılması her şeyin doğru ya da yanlış anlaşılması demektir. Daha da önemlisi varlık sadece insan var olduğu sürece vardır veya anlaşılabilir. Başka bir deyişle varlık, insanın ona ilişkin doğru bir kavrayışına ihtiyaç duyar.
Heidegger insan varlığı için dasein terimini kullanır. Dasein’ın sabit ya da değişmez bir özü yoktur. Dasein ontolojiye konu olabilecek bir yapıya sahipse de varlığı olduğu kavrayabilmesi/anlayabilmesi hiç de kolay değildir. Çünkü Dasein özü itibariyle dünyada-olma anlamına gelir. Dasein dünyaya aittir. İnsan ise bundan çok daha geniş bir varlıktır. İnsanın varlıkla tanışabilmesi için önce nerede durduğunun farkına varması gerekir. Bu nedenle Heidegger’in varoluş felsefesi insan demeyip dasein demektedir.
Sartre, şeylerin varlığını kabul eder ancak kendi varoluşlarının bilincinde olmadıkları için varoluşa sahip olmadıklarını söyler. Kendinin bilincinde olan insandır ve bu bakımdan o kendi varoluşuna sahiptir. Diğer bütün şeyler de insan içindir. Dolayısıyla insan, bilinciyle varlığı varoluşa kavuşturur.
Varlık ve Hiçlik adlı eserinde varlığı kendinde varlık ve kendisi için varlık olmak üzere iki kategoriye ayırır. Kendinde varlık, bilinç dışındaki her şeyi kapsar. Varlık alanının ikinci bölgesi, varlığa anlam kazandıran kendisi için varlık yani varoluştur.  İnsan, varoluşa sahip bir varlıktır ve bir doğası yoktur. Çünkü kendisi için varlıkta, insanda varoluş özden öncedir. Çünkü insan, önceden tasarlanmış, belli bir örneğe göre imal edilmemiştir. İnsan bu nedenle kendini tanımlamak, varoluşunu tanımlamak, diğer bir deyişle özünü üretmek, yaratmak durumundadır. Kendinde varlıklar içinse durum farklıdır. Onlarda öz, varoluştan öncedir. Çünkü diğer şeyler tasarlanabilir.

Teolojik/Kozmolojik Metafizik
Teoloji Olarak Metafizik
Teoloji, Varlığı ve evreni Tanrı kavramıyla açıklar.
Teizm ve monoteizm evrenin varlığını Tanrı’nın yaratıcı eylemiyle açıklar. İlk neden olarak Tanrı’yı kabul eder. Teizmin bir ekolü, evren ve varlık alanının yaratıcı bir Tanrı’dan zorunlulukla türediğini/sudur ettiğini söyler. Plotinos’ta köklerini bulduğumuz bu düşünce, İslam filozofları arasında da taraftar bulmuştur.
Teizmin üçüncü bir ekolü panteizm olarak adlandırılır. Panteistler evreni ve Tanrı’yı, var olan her şeyi bir bütün içerisinde tasavvur etmeye çalışırlar. Panteizmin önde gelen ismi Spinoza’dır.
Ateizm ise evrenin/maddenin yaratılmamış olduğunu, hep varolduğunu söyler.

Metafiziksel Kozmoloji
Evrene dair kapsamlı metafiziksel açıklamaların ilk örneği Platon ve Aristoteles’te karşımıza çıkar. Platon “en iyi” ilkesi etrafında bir açıklamaya girişirken Aristoteles nedenselliğin üzerinde durur. Var olan her şeyi belli bir nedene göre açıklamaya çalışır. Söz gelimi bir tohum, her neyin tohumu ise o şey olmaya güdülüdür. Aristoteles’in bu görüşleri canlı maddecilik diyebileceğimiz hilomorfizm sözcüğüyle tanımlanır. Hilomorfizm maddenin formdan formun da maddeden ayrılmaz olduğunu savunur.
Aristoteles’in nedenlerin altını çizen dayalı metafizik kozmolojisi, modern dönemde mekanik kozmoloji anlayışına dönüşür. Hobbes’un başını çektiği mekanik kozmoloji, şeyleri manevi bir nedene ihtiyaç duymaksızın Newton’un mekaniğinde olduğu gibi matematik nedenlerle açıklamaya çalışır. 

İlk İlkelerin Bilimi Olarak Metafizik
Doğanın yapısıyla ilgili problemlerin başında dünyanın zaman ve mekân bağlamında kuruluşu sorusu gelir. Bunun ardından özdeşlik sorusu gelir. Nedensellik/determinizm ve endeterminizm, doğadaki şeylerin bir nedeni olup olmadığını araştırır.
Determinizm, doğadaki şeylerin değişmez yasalara tabi olduğunu, her şeyin nedensellik bağlantısı içinde gerçekleştiğini savunur. Determinizmin çıkış noktası hiçten hiçbir şeyin çıkamayacağı tezidir.
Modern dönemde nedensellik/determinizm, şeylerin bir özelliği olmayıp, onlara ilişkin algımız ve bilgimizle ilgili bir kategori olarak kabul edilmiştir.
Hume’a göre nedensellik zihinsel bir alışkanlıktır.
Rasyonalistlere göre nedensellik, a priori bir düzenleyici ilkedir. Dolayısıyla bilimin bir sonucu değil bilakis bir ön kabuldür.


Bilim Felsefesi
Bilim felsefesi özellikle bilimin doğasına, kavramlarına ve yöntemine odaklanan felsefi bir disiplindir.

Bilim Felsefesinin Konuları
Bilim felsefesinin konuları üç ana başlık altında incelenebilir:
a) Bilimsel sistemlerin mantıksal yapısına ilişkin araştırmalar.
b) Bilimsel varsayımlar ve hipotezlerin araştırılması,
c) Bilimlerin sınırlarını belirleyen tasnif çalışmaları…

Mantıkçı Pozitivist Bilim Anlayışı
Pozitivizm 19. yüzyılda Comte tarafından kurulmuş bir akımdır. Mantıkçı pozitivizm bu ekolun bir uzantısıdır. “Viyana Çevresi” tabiriyle atıf yapılan mantıkçı pozitivistlere neopozitivistler de denilmektedir. Moritz Schlick, F. Waismann, Kurt Gödel ve Rudolf Carnap ekolün önde gelen isimleridir.
Mutlak anlamda akılcıdırlar. Viyana Çevresi çalışma yaptıkları dönemlerde, tarihsel olarak zirvesini yaşamakta olan Alman faşizmini besleyen romantik ve irrasyonel tutumu ortadan kaldırmayı kendilerine vazife edinmişlerdir. Katı mantıkçı ve akılcı tutumlarının bir nedeni budur.
Klasik mantığın imkânlarının bilim dili için yeterli olmadığını gören mantıkçı pozitivistler ilk iş olarak yeni bir mantık dili ortaya koymaya çalıştılar.

Doğrulanabilirlik İlkesi
Bilimi metafizikten tamamen arındırmak için bilimsel bilgiyi doğrulanabilirlik ön koşuluna bağladılar. Buna göre deneysel olarak doğrulanamayan önermeler bilim dışı kalacaktır.
Doğrulanabilirlik ilkesi, tümcenin, önermenin anlamını o tümcenin doğruluk koşullarıyla ortaya koyar.
Doğrulamayı olgusal ve mantıksal olmak üzere iki kategoride ele alabiliriz. Olgusal doğrulama doğrudan ya da dolaylı olabilir. Bazı önermeler doğrudan gözlemle doğrulanabilir bazılarıysa (tümel ifadeler mesela) ancak bir başka önerme yardımıyla doğrulanabilir.
Olgusal doğrulamada mantıksal kategorilere ihtiyaç duyulmaz. Olgusal önermeler gözlem yoluyla doğrulanır.
Olgusal olmayan mantıksal önermelerin doğrulaması söz konusu olduğunda önermenin gramatik yapısı incelenir (“bütün köpekler dört ayaklıdır” önermesi söz konusu olduğunda tek tek dünyanın bütün köpeklerini gözlemlemek yerine önermenin öznesi ile yüklemi arasındaki ilişkiye bakarız).
Mantıkçı pozitivistler doğrulanabilirlik ilkesiyle metafiziğe ait hiçbir önermenin doğrulanamayacağı sonucunu önümüze koyarlar.

Bilimin Birliği
Mantıkçı pozitivistler doğrulanabilirlik ilkesi uyarınca metafizik ve dininin yanı sıra sosyal bilimlere de karşı çıkarlar. Sosyal bilimlerde pek çok muğlaklık bulunmaktadır ve bunlar doğrulanabilirlik ilkesine tabi tutularak yok sayılmalıdırlar.
Bilimin birliği tezi: iki ana varsayıma dayanır. Maddi dünyayı oluşturan temel öğeler/yasalar tek bir teori ile açıklanabilir (fizikalizm). Olgu bildiren bütün önermeler bu ana teoriye bağlanabilir (indirgemecilik).
Mantıkçı pozitivistler maddecidirler. Dolayısıyla madde üzerinden bütün evreni açıklayabileceklerine inanıyorlardı.
Bilimin birliği tezi bize şunları söyleme imkânı verir: mantıkçı pozitivistler bilginin kümülatif olarak ilerlediğini düşünürler. Bilim birikimsel (kümülatif) bir süreçtir. Bilimsel yöntem belli yasaları merkeze alır ve bilim adamlarının her yeni buluşu bu temel yasaların bir uzantısı olarak karşımıza çıkar.

Bilimde Keşif ve Pekiştirme Bağlamı
Mantıkçı pozitivistler bilim felsefesini diğer bilgi dallarından üstün görürler çünkü bilim felsefesi bilimsel bilginin tanımına dolayısıyla bilimselliğe ve deneysel olarak doğrulanabilir bir içeriğe sahiptir.
Bilim felsefesini keşif ve doğrulama/pekiştirme şeklinde iki ana bağlama ayırırlar. Keşif bağlamı genel teorileri, hipotezleri içerdiği için tümevarıma dayanır. Doğrulama ve pekiştirme bağlamı ise genel teorilerden hareketle özel durumları açıklamaya çalıştığı için tümdengelime dayanır.
Mantıkçı pozitivizm deneye ve doğrulamaya öncelik verdiği için genel olarak tümevarımcı bilim anlayışı olarak kategorize edilir.
Mantıkçı pozitivizme göre bilimsel süreç gözlem ve deneyle başlar, hipotez ve teoriye doğru gider.
Mantıkçı pozitivistler için bilimsel açıklama çok önemlidir. İki tür açıklama modelleri vardır. Kapsayıcı yasa modeli; belli olguyu mevcut yasalardan birine indirgeme esasına dayanır. Nedensel açıklama modelinde bir olgunun nedeni sebep-sonuç zinciri içerisinde ifade edilir.

Mantıkçı Pozitivizmin Eleştirisi
Doğrulanabilirlik ilkesi etrafındaki eleştiriler 60’lı yılarda yoğunlaştı. Bilimsel yasalar doğaları gereği hiçbir zaman kesin sonuçlu olarak doğrulanamazlar dolayısıyla doğrulanabilirlik ilkesi bilim için, sırtını yaslayabileceği bir yasa/ilke değil ancak bir tehdittir.
İkinci handikap tümevarım problemidir. Tümevarım problemi; bilimsel yöntemin dayanağı olan tümevarımın temellendirilememesini ifade eder. Zira tümevarımda öncüller belli bir zamana aitken sonuç önermesi tüm zamanları kapsamaktadır. Yani gramatik olarak çürüktür.

Yanlışlamacı Bilim Anlayışı
Karl Popper, Viyana Çevresi’nin dogmatik akılcılığına eleştirel akılcılıkla karşı çıkmıştır.
Viyana Çevresi deney ve gözlemden hareketle teoriye ulaşırken Popper, belli bir teoriden bağımsız olarak gözlem ve deney yapılmadığına dikkat çeker.
Tekil gözlemlerden hareketle tümevarım yoluyla elde edilen önermelerin mantıksal bir kesinlikten yoksun olduğunu söyledi.
Bilimsel önermelerin hiçbirinin kesin doğru olamayacağını, varılan sonuçların ancak kısmen doğru kabul edilebileceğini belirtti.
Buna göre bilimsel bilginin ölçütü doğrulanabilirlik değil yanlışlanabilirlik olmalıdır çünkü bilimsel bilgi, iddia edildiği gibi doğruların birikimi değil; yanlışların ayıklanmasıyla ilerlemektedir.

Doğrulanabilirlik İlkesinin Reddi
Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesi bilimsel bilgi için bir ölçüt olmakla birlikte bilim ile bilim olmayan/sözde bilimi belirlemekte oldukça işlevseldir. Yanlışlanamayan (bir bakıma ölçülemeyen) teoriler (Marksist tarih teorisi ve Freud’un psikanalizi gibi) bilim dışı / sözde bilimdir.
Onun bakış açısından bilimle ilgili en temel, en belirleyici mantıksal olgu, bilimsel teorilerin ampirik (deneysel) verilerle sınanabilmesidir.

Yanlışlanabilirlik Ölçütü
Bilim tümevarım olmadan da ayakta durabilir. Bir teoriyi (kesin ve nihai olarak) doğrulamak için sonsuz sayıda gözlem yapmak gerekir, bu ise imkânsızdır. Hâlbuki bir teorinin yanlışlığı, teoriyi yanlışlayan tek bir gözlem ile mümkündür.
Popper’a göre, bilimsel ve dolayısıyla yanlışlanmaya elverişli hipotezlerin en önemli özelliği, onların yanlış olma riskini alarak birtakım şeylerin olmasını yasaklamalarıdır. Belirli şeylerin olmasını yasaklama becerisi bilimsel hipotezleri güçlü kılan şeydir.

Keşif ve Pekiştirme Bağlamı
Popper tümevarıma şiddetle karşı çıkar. Onun önerisi önce teorinin, hipotezin oluşturulması ve ondan sonra cesaretle bu teorinin/hipotezin sınanması yönündedir. Burada dikkat edersek; Popper’ın yaratıcı muhayyileye önem verdiği görülür.
Bilimde çıkış noktasının, tıpkı günlük hayatta olduğu gibi, bir problem veya problematik bir durum olduğunu söyleyen Popper’a göre, bunu çözüm denemeleri takip eder. Her hipotez ya da teori, problemi çözme yönünde bir denemedir.
Bilimde basitlik, yanlışlanabilirlik ve ampirik içerikle bir ve aynı şeydir.

Devrimci Bilim Görüşü
Thomas Kuhn’un devrimci bilim görüşü, bilimi mantıksal yapısından ziyade tarihsel gelişimi içerisinde ele alır.
Bilim felsefesinden yöntem ve mantıksal araştırmalar içselciliğe, bilim felsefesinin tarihsel koşulları ise dışsalcılığa karşılık gelir.

Bilimin İlerleme Tablosu
Kuhn, bilimin değişik aşamalardan geçtiğini ve bilimsel araştırmanın karakterinin bu evre ve aşamalın her birinde değiştiğini belirtir.
Bilim tarihini belli evrelere ayırır:
1) Bilim öncesi veya olgunlaşmamış bilim dönemi. Bu dönemde bilim adamlarının belirginleşmiş bir bakış açısı yoktur. Zaman içinde bir teori öne çıkar ve bilim çevrelerinde kabul görür.
2) Olgun bilim dönemi. Bu dönemde bilim adamlarının belli teorileri, yöntemleri ve paradigmaları vardır. Kuhn bu dönemin bilim adamlarının çalışmalarını bir tür bulmaca çözme faaliyetine benzetir.
3) Mevcut paradigmalarla çözülemeyen anomalilerin ortaya çıktığı kriz dönemleridir.
4) Eski paradigmalarla çözülemeyen anomalilerin yeni bir buluşla çözüme kavuşturulduğu devrim dönemidir.
Kuhn bilimsel devrimlerin dairesel bir seyir izlediğini söyler. Bilimsel araştırmalarda karşılaşılan anomali durumları, bilimi yeniden birinci evresine döndürür ve bundan diğer süreçlerin benzerleri yeniden yaşanır. Her anomali durumu muhakkak yeni bir bilimsel devrimle sonlanacak ve bu döngü devam edecektir.
Paradigma: Kuhn’un görüşlerini anlamak için bu kavram önemlidir. Olağan bilim döneminde oluşturulan/ortaya atılan ve kabul gören bir teoriden bilimsel araştırmalara uygulanabilecek yeni bir bakış açısı, model olarak tanımlanabilir paradigma kavramı.
Kuhn’a göre Newton fiziği kusursuz bir paradigmadır. Çünkü şu dört öğeye sahiptir:
1) Yeni teorilere imkân veren zengin arka planı.
2) Birbirleriyle etkileşim halindeki maddi parçacıklardan oluşan metafiziksel dünya tasavvurunu da içine alan bir makine olarak evren imgesi.
3) Paradigmanın özünü oluşturan harekete dair yasalar ve yerçekimi yasası.
4) Temel yasaların başka olgulara uygulanabilmesini mümkün kılan matematiksel modeli.
Belli bir paradigmanın bilim çevrelerinde kabul görmesinden sonra bilim adamları bu paradigma yardımıyla doğayı anlamaya, önlerindeki soruları cevaplamaya devam ederler.
Kuhn’un devrim kavramı siyasal içeriğinden bağımsız değildir. Eski paradigmanın anomaliler karşısında zayıflaması, yeni paradigmanın kolayca kabul edildiği anlamına gelmez. Bilim çevrelerinin yeni paradigmayı kabulü siyasal devrimlerde olduğu gibi şiddetli ve sancılı olabilir.

Bilimsel Değişmenin Doğası
Kuhn bilim tarihinin hakikate doğru, doğrusal bir ilerleme izlediği inancına karşı çıkmıştır. Bilim tarihi bize gösterir ki bilim çevreleri çeşitli zamanlarda oldukları yerden ileriye değil geriye dahi gitmişlerdir (Antik Yunan’da yaşanan ilerlemenin bütün bir Ortaçağ’da görmezden gelinmesi, İslam toplumunun bir dönem özellikle Endülüs’te yakaladığı ilerlemeyi bir daha hatırlayamaması gibi).
Kuhn, nesnel hakikat inancına da karşı çıkar. Bilim çevrelerinde söz konusu olan hakikat ger zaman mevcut paradigmaya izafe edilir. Yani, hakikat görelidir.

Eş Ölçülemezlik ve Teori Yüklülük
Eş ölçülemezlik, iki paradigma ya da teorinin birbiriyle kıyaslanmasının veya hangisinin doğru olduğunun belirlenememesini ifade eder. Çünkü belli bir paradigmayı savunan bilim adamı bütün her şeyi o paradigmanın penceresinden görmektedir, dolayısıyla bundan vazgeçmesi kolay değildir.
Teori yüklülük: mantıkçı pozitivistlerin iki teoriyi birbirleriyle kıyaslarken teorilerden bağımsız olgulardan yararlanmak düşüncesine şiddetle karşı çıkan Kuhn’un teori yüklülük kavramı, teori bakımından yansızlığın mümkün olmadığına atıf yapar.

Çoğulcu Bilim Görüşü
Feyerhabend çağdaş bilimin hasta olduğunu söyler. Çünkü bilim modern dünyada insanları köleleştirici bir tutum içindedir. Hâlbuki bilimin amacı insanların mutluluğu olmalıdır. Bilimin değeri insanın özgürlüğüne yaptığı katkı kadardır. Mevcut bilim, dünyadaki kültürel zenginliği tektipleştirmek suretiyle yok etme eğilimindedir.
Feyerhabend bilimin içine düştüğü hastalığın tedavisi için metodolojik çoğulculuğu önerir.

Disipliner Çoğulculuk
17 ve 18. yüzyıllarda bilimle özgürleşmeye başlayan insan yine bu dönemde bilimi putlaştırmaya başlamış ve zaman içinde onun kölesi durumuna gelmiştir. Feyerhabend der ki; bilim, yıktığı Hristiyanlığın yerini almıştır. Aynı zorbalığı devam ettirmektedir.
Feyerabend, bilimin değer ve statüsünün ancak ve ancak bilim ciddi rakiplerle karşı karşıya kaldığı zaman, eleştirel bir gözle değerlendirilebileceği kanaatindedir. Böyle bir durumda bilim adamları bilimi cazip kılabilmek için daha çok çalışmak durumunda kalacaktır. Bu ise bilimin ve insanlığın lehinedir.

Teorik Çoğulculuk
Feyerabend’ e göre, dünya tek bir şey türünden meydana gelmeyip tam tersine hiç biri bir diğerine indirgenemeyen sayılamayacak kadar farklı şey türünden meydana gelir.
Feyerabend, dünyadaki farklı olguların ancak alternatif bilimsel teoriler yoluyla ortaya çıkarılabileceğini öne sürer. “Teorilerin çoğaltılması bilime yararlıdır. Çünkü tek teorinin egemenliği eleştiri gücünü zedeler.”

Metodolojik Çoğulculuk
Feyerhabend, bilim adamının, bilimde ilerleme kaydetmek durumundaysa eğer, her tür yöntem kuralını ihlal etmesi gerektiğini belirtir. Yöntem bakımından bilim adamına getirilecek herhangi bir sınırlama, bilimsel ilerlemeyi engeller. Zira en çok ilerleme sağlayan bilim adamları, Galileo gibi, kuralları ihlal edenlerdir.
Feyerabend, bu yüzden yöntem olarak önce, tümevarım yoluyla erişilmiş teorilerin metodolojisiyle açık karşıtlığı ima edecek şekilde karşı-tümevarımı önerir. Bilimsel ilerlemeyi engellemeyecek, ona göre, tek bir metodolojik kural olabilir: “Ne olsa gider.”


Etik
Etik, ahlaklılığın felsefesi olarak tanımlanabilir.
Felsefeden bağımsız bir alan olarak ahlak, bir kurallar sistemidir
Ne kadar ilkel olursa olsun, en eski toplumlar için bile, bir ahlaktan söz etmek gerekir.
Ahlak, biri din diğeri de toplum sözleşmesi diyebileceğimiz iki kaynaktan beslenir.
Ahlak ve ahlaklılık olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey, belli bir pratiktir.
Etik ise söz konusu pratiğin teorisi olmak durumundadır.
Ahlakın yerel olduğu yerde, etik evrenseldir.
Bireyin ahlaki gelişimi gelenek öncesi dönemden başlayıp onun bir geleneğe dâhil olması, üyesi olduğu topluluğun ahlaki kural ve değerlerini içselleştirmesiyle devam eder.

Teorik Etik: 1) Normatif Etik
Geleneksel anlamı içinde etik, olması gerekeni bildiren kural koyucu ya da normatif bir disiplin olmuştur.
Metaetik, analitik felsefenin etik alanındaki tavrını ya da yaklaşımını ifade eder.
Onlara göre, filozofun görevi ahlak alanına giren kavramları, ahlaki yargıları analiz etmek, ahlaki eylem ölçütlerini tartışmak, bu kavramların anlamlarını açıklığa kavuşturmaktır.
Metaetik normatif etiğin koymuş olduğu ahlaki yargılar üzerine konuşur,
bu yargılarda geçen kavramları analiz eder ve söz konusu kavramlarla yargıların anlamlarını, mahiyetlerini ve birbirleri karşısındaki durumlarını inceler.

Etik teorileri:
1) “en yüksek iyi” problemini alan etik teoriler
2) “doğru eylem” problemini temel ya da başat problem olarak alan etik teoriler oluşturur.
3) “sağlam bir karakter” üzerinde yoğunlaşan teoriler bulunur.

Normatif Etik: 1) Teleolojik Etik
Teleolojik etik teorilerinin ahlaki eylemin değerini belirleyen şeyin eylemin ürettiği sonuç olduğunu öne sürdükleri söylenebilir.
Mutluluk etiği ve yararcılık bu kapsamdadır.

Mutluluk Etiği
Sokrates, insan hayatının, ahlaki yapıp etmelerinin nihai amacını, en yüksek iyiyi ifade edecek şekilde eudaimonia olarak tanımlamıştı.
Sokrates ona ancak erdemli olmak, birtakım erdemleri hayata geçirmek suretiyle ulaşılabileceğini ileri sürdü.
Platon ise erdemleri bir ahlak psikolojisi geliştirerek insan ruhunda temellendirdi.
Platon eudaimoniayı ahlaki özne ya da failin olması gerektiği gibi olduğu bir durum olarak “kendini gerçekleştirme hali” diye tanımladı.
Sokrates’ten etkilenen diğer filozoflar eudaimonia veya mutluluğa erişmenin hayattan elde edilecek hazlarla mümkün olabileceğini savunmuşlardı. Hazcılığın savunuculuğunu yapan bu filozoflar, ikiye ayrılır. Bunlardan Kireneli Aristippos’un hazcılığı niceliksel bir hazcılık olarak anlaşılır.
Epiküros hazlar arasında bir ayrım yaparak insanın ruhsal varlığıyla ilgili olan manevi hazların fiziki varlığının tatminiyle ilgili maddi hazlardan üstün olduğunu söylerken niteliksel bir hazcılığın savunuculuğunu yapmıştı.

Yararcılık
Jeremy Bentham tarafından ortaya konmuş fakat John Stuart Mill eliyle geliştirilmiştir.
Liberal ve kapitalist dünya görüşünün değer anlayışını temsil eder.
Hobbes tarafından geliştirilmiş olan etik egoizmin epeyce yumuşamış ve rafine hale gelmiş versiyonudur.
Bentham, kişinin mutluluğa erişebilmek için hazza yönelmesi, hayattan olabildiğince çok haz elde etmeye çalışması gerektiğini savunur.
Bentham’ın yararcılığı alabildiğince sığ ve sınırlı bir iyi hayat telakkisine yol açmaktaydı.
Mill, Bentham’ı mutluluğa dönük vurguyu fazla öne çıkarttığı gerekçesiyle eleştirip amacın mutluluğu artırmak yerine, öncelikle mevcut mutsuzluğun ortadan kaldırılması ya da en azından azaltılması olması gerektiğini öne sürdü.
Mill, öte yandan hazların birbirlerinden sadece nicelik değil, nitelik bakımından da farklılık gösterebilmesinin önemine vurgu yaptı.

Normatif Etik: 2) Deontolojik Etik
Sonuçtan ziyade doğru eylem problemi üzerinde yoğunlaşır.
Eylemde niyete atıf yaparak ahlakın temeline ödevi yerleştirir.
Eylemin doğruluğunu temele alır.

Dini Etik
Deontolojik etiğin ilk ve en iyi örneğini dini etik oluşturur.
Buna göre “doğru” Tanrı’nın irade ettiği şey anlamına gelirken “yanlış” da O’nun iradesine aykırı olanı ifade eder.

Ödev Etiği
Deon” sözcüğü Antik Yunancada ödev anlamını verir. Deontolojik etik dendiğinde direkt olarak ödev etiği/ahlakı anlaşılır. Bunun da en yetkin kuramcısı Kant’tır.
Kant, evrensel bir ahlak yasasının varlığını kabul eder.
Etik açısından belirleyici olanın, sonuç yerine doğru eylem olduğunu söyler.
Kant’ın etiğinin temel kavramı özgürlüktür.
Kant, biz insanların ahlaki olan şeyi yapmamız gerektiğini bildiğimiz zaman, doğallıkla onu yapabileceğimizi de bildiğimizi söyler. Böyle bir şey ise sadece özgür olduğumuz takdirde mümkün olabilir. Eylemde özgürlük, bizim kendimiz dışındaki herhangi bir şey tarafından belirlenmemiz ihtimalini dışta bırakır.
Kant, bu dünyada mutlak veya koşulsuz olarak iyi olan tek bir şey bulunduğunu öne sürer. Bu biricik şeyi “iyi irade” olarak tanımlar.
Kant, insanın iki şey üzerinde kontrolü olmadığını söylüyordu: Eylemin sonuçlarıyla duyguları. Dahası duygular herkeste ortak değildi. Bu yüzden, ahlaklılığı akıldan türetme yoluna gitti.
Kant’ın ahlak yasasının veya kategorik buyruğun birinci formülasyonu, bütün kültürlerde var olan Altın Kural’ın özel bir versiyonunu oluşturur: “Sana yapılmasını istemediğin şeyleri sen de yapmamalısın!”
Kant, insanların kendilerini asla bir istisna olarak görmemeleri gerektiğini söyler. Ahlak yasasının ikinci formülünde şunu söyler; “İraden, kendisini evrensel bir yasa koyucu olarak görsün!”
Kant, ahlak yasasını üçüncü kez formülleştirirken “İnsanı, her zaman bir amaç olarak görecek şekilde eylemde bulun!” der.

Normatif Etik: 3) Erdem Etiği
Erdem etiği yalıtılmış müstakil eylemlerden ziyade failin karakteriyle ilgilenir, ahlaklı bir kimse olmanın önemine vurgu yapar.
Aydınlanma sonrası dünyada büyük bir ahlaki kriz yaşandığını öne süren Alasdair MacInytre, bu krize karşı erdem etiğini önerir.
Erdem etiğinin MacIntyre’daki versiyonunda “pratik”, “gelenek”, “anlatı” gibi üç temel kavram öne çıkar.                        
Pratik, her türlü insan faaliyetine işaret eder. Kişinin eylemleri/pratikleri bir noktada geleneği oluşturur.
Anlatı kavramı ise hayatın ancak bir bütünlük olarak algılandığı zaman anlamlı olabileceğine işaret eder.

Teorik Etik: 2) Metaetik
Metaetik, ahlaki kavramların anlamını dil ve ahlak ilişkisi içinde analiz eden bir düşünme tarzıdır.

Realizm ve Anti-Realizm
Realizm ahlaki failden bağımsız olarak var olan birtakım moral olguların bulunduğunu, dolayısıyla ahlaki terimlerin moral olgulara karşılık gelip ahlak yargılarının bu olguları ifade ettiğini dile getirir.
Anti-realizm ise ahlaki olgular olmadığını öne sürer. Moral yargıların dış dünyada olgusal bir karşılıkları yoktur
Etik nesnelcilik, ahlaki değerlerin insandan bağımsız bir gerçekliğe sahip olduğunu, mutlakçılık ise onların çağdan çağa, toplumdan topluma değişmediğini savunur.

Bilişselcilik
Bilişselcilik, özde değerler ve ahlaki ilkeler üzerine inşa edilmiş ayrı bir ahlaki alan bulunduğunu, bu alanla ilgili etik bilginin mümkün olduğunu öne sürer.
Bilişselcilik kapsamı içinde karşımıza iki metaetik öğreti çıkar. Bunlardan birincisi, doğalcılıktır.
Doğalcılık büyük ölçüde indirgemeci bir görüşü temsil eder.
Bilişselci yaklaşım deyince, günümüzde aklımıza esas itibarıyla sezgicilik gelir.
Sezgiciliğe göre, ahlak yargıları doğru ya da yanlış olabilir ve onların doğruluk ya da yanlışlıkları sezgi yoluyla bilinir.

Gayrı-Bilişselcilik
Gayri-bilişselcilik, etiğin gerçekte bilişsel bir değeri olmadığını, onun insanın rasyonel boyutundan ziyade, konatif ya da isteme boyutuna dayandığını öne sürer. İki temel tez öne sürer:
1) Ahlaki inançlar, yargılar ve argümanlar bilimsel yargılarla argümanlardan tamamen farklıdır. Ahlaki terimlerin betimsel bir anlamı olmadığını öne sürer.
2) Ahlaki terim ve yargılar birtakım duyguları dışa vurur; başka insanlar üzerinde bir etki uygulamaya, örtük olarak belli eylem tarzlarını emretmek suretiyle insanlarda belli birtakım tercihlere yol açarlar.
Ahlaki bir yargı ortaya koyan önermelerin bilişsel anlamı olmasa bile, duygusal bir anlamı vardır.

Uygulamalı Etik
Uygulamalı etik 1970’li yıllarda ortaya çıkmıştır.
Biyoetik, siyaset etiği, gazetecilik etiği, çevre etiği ve çeşitli meslek etikleri
uygulamalı etiğin dallarına örnek oluşturur.
Uygulamalı etik normatif düzeyde elde edilen teorik birikimin çeşitli alanlara tatbik edilmesi suretiyle problem çözmeyi amaçlar.

Kürtaj
Kürtaj konusunda çatışan en temel iki etik ilke hayatın değeri ilkesiyle bireyin kendi bedeni ve hayatı üzerinde devredilemez haklara sahip olduğunu savunan bireysel özgürlük ilkesidir. Kürtaj bağlamında cevaplanması gereken en temel soru ise insan yaşamının ne zaman başladığı, ona hangi noktadan itibaren değer verilmesi gerektiği sorusudur.

Ölüm Cezası
Ölüm cezasına karşı çıkanların belli başlı argümanları arasında, her şeyden önce
hayatın değeri ilkesinin ihlaline vurgu yapan argüman gelir.
Ölüm cezasının savunuculuğunu yapanlar, nihayet katillerin ceza olarak haklarını kaybetmelerini temel bir argüman olarak öne sürerler. Kökleri Locke’a kadar geri giden bu argümana, insanın yaşama hakkının doğal bir hak olmasına rağmen, bir kimsenin bir başkasının yaşama hakkını ortadan kaldırdığı zaman, kendi hakkını yitirdiğine ve dolayısıyla kendisine saygı duyulacak bir insan olmaktan çıktığına işaret eder.


Siyaset Felsefesi
İnsanın toplumla ve politik otoriteyle nasıl bir ilişki içinde olması gerektiği sorusuyla başlayan siyaset felsefesi, farklı yönetim ve sosyal varoluş biçimlerini ele alır.
Siyaset felsefesiyle aynı konuları ele alan siyaset bilimi, olanı, mevcut politik kurum ve ilişkileri ele alması bakımından siyaset felsefesinden ayrılır.

SİYASET FELSEFESİNİN TEMEL PROBLEMLERİ
Kim yönetmeli, en iyi yönetim biçimi hangisidir?
Platon ve Aristoteles bu sorularla meşgul olmuş ve yönetim türlerini tek kişinin (monarşi), belli bir zümrenin (aristokrasi) ve çoğunluğun yönetimi (demokrasi) şeklinde üçe ayırmışlardır.
Demokrasiye çok da iyi bir gözle bakmayan bu iki filozof, iyi bir yönetimi belirleyen şeyin, yöneticilerin sayısından ziyade, yöneticilerin hukuka bağlılıkları, bilgelikleri ve kendi çıkarları yerine bir bütün olarak halkın çıkarlarını gözetmeleri olduğunu ileri sürmüştü.
Platon, Yasalar adlı eserinde devlet yönetimini filozoflara bırakmış ve onları hayatlarının büyük bölümünde eğitmek gerektiğini söylemiştir.
Siyaset felsefesinin ilk dönemlerinde ahlak sorunu önemliyken modern dönemde ekonomik istikrar ahlaki kaygıların önüne geçmiş ve siyasi düşünceyi şekillendirmede belirleyici olmuştur.

Siyaset felsefesinin problemleri kavramsal ve normatif problemler olarak ikiye ayrılabilir. Kavramsal problemler; hukuk, adalet, iktidar, refah gibi kavramlarla ilgilidir. Normatif problemler; sosyal adalet ve en iyi yönetim şekli gibi ideallere ulaşmak için nasıl bir yol/yöntem izleneceği ile ilgilidir.

Devlet Nedir?
Toplumdaki egemen yönetim örgütüdür.
Geleneksel devlet, dini temeller üzerine kurulu devlet yapısını anlatır.
Modern devlet, din otoritesini kontrolü altına alan devlet yapısıdır.
Max Weber’e göre, devletin en önemli veya yegâne özelliği, güç kullanımını otorite ile bütünleştirmiş olmasıdır.
Devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan bireyler için bir düzen tesis eden siyasal örgüttür. Bu yüzden onun bir başka temel özelliği coğrafi alan özelliği olmak durumundadır. Buna ilave olarak devletin nüfuz alanını düşünmek, dünyanın nasıl bir siyasal forma gittiği konusunda fikir verecektir.
Devlet, sosyal hayatın örgütlenmesinden sorumlu kurumlar bütününü ifade eder.
O, bundan dolayı sivil toplumdan ayrılır. İşte buradan hareketle devletin bir başka temel özelliğinin kamusallık olduğu söylenebilir.
Devleti belirleyen bir başka temel özellik hükmetme özelliğidir. Bu özellik, devlet otoritesinin “zor”la desteklenmesini, onun yasalarına itaat edilmesini ve yasaların ihlalinin cezalandırılmasının sağlanmasını ifade eder.
Meşruluk, devletin toplumun daimi çıkarlarını ve “ortak iyi”yi yansıtma özelliğini tanımlar.

Devlet ve Anarşizm
Faşizm, devletin bireyler üzerinde mutlak bir otoritesi olması gerektiğini savunur. Devlet, onda hayatın bütün yön ve unsurlarını kontrol ederken bir yandan da bütün değerlerin belirleyicisi olarak ortaya çıkar.
Muhafazakârlık, devletin birey karşısındaki önceliğine vurgu yapar. Muhafazakârlık devlet, devlete itaat alışkanlığı veya egemene sadakat olmadığında; birey, aile, sivil toplum ve düzenin de olamayacağını savunur.
Liberalizme göre devlet, kendi başına bir varlığa sahip değildir; o, bireyler için, onların temel hak ve hürriyetlerini korumak, birlikte yaşamalarını mümkün kılan çerçeveyi temin etmek için vardır.
Liberalizmin kurucusu olan Locke’un ifade ettiği şekliyle devlet, sadece düzen tehdit edildiğinde hizmete çağrılan bir gece bekçisi olmak durumundadır.
Yeni liberalizmle birlikte devletin hakiki bireyselliğin ve yurttaşlık erdeminin gelişmesinde etkin bir rolü olduğunu düşünmeye, onu toplumun ekonomik ve sosyal hayatının tamamlayıcı bir parçası olarak görülmeye başlanmıştır.
Sosyalizm de devlete genellikle olumsuz bir biçimde yaklaşır.
Sosyalizm devletin, herhangi bir politik düzende herkesin çıkarlarını temsil etmediğini, sahip olduğu ideolojik aygıtlarla egemen sınıfın baskı aygıtı olduğunu iddia eder.
Anarşizm, devlete bütünüyle karşı çıkar. Aslında yekpare veya monolotik bir görüş ya da ideoloji değildir. Bununla birlikte, bütün anarşist görüşler, insanların devlete itaat etme gibi bir yükümlülükleri bulunmadığını, böyle bir yükümlülüğün insanın moral özerkliğine zarar verdiğini savunma noktasında birleşirler.
William Godwin’e göre, devlet, toplumu eşitsiz ve düşman sınıflara bölmek suretiyle insanın mutluluğuna zarar veren mülkiyetin yerleşik yönetimine sağladığı destek dolayısıyla ve rekabetin sınırlarını zorlama eğilimiyle zararlı bir kurum olmak durumundadır.
Devlete karşı çıkışın bir başka gerekçesi, doğaya içkin olan veya doğadan türetilebilir olan bir ahlak yasasının olduğu kabulüne dayanır.
Tolstoy, evrensel kardeşlik düşüncesinin sınıfsal ayrımlar yaratmak suretiyle insanlar arasına aşılmaz engeller koyan devletlerin varoluşuyla bağdaşmaz olduğuna işaret eder.
Pyotr Kropotkin, evrimsel gelişmede başat faktörün, tür içinde rekabet değil, dayanışma olduğunu savunur. Kropotkin’e göre, devletin insanoğlunun bu en temel doğa yasasına uymasını engellediği için, yıkılması gerekir.

TOPLUM SÖZLEŞMESİ
Devleti açıklamaya yönelik bir teori olarak onu bir sözleşmeye dayandıran toplum sözleşmesi teorisi Hobbes, Spinoza, Locke, Rousseau, Kant ve Rawls benzeri düşünürler tarafından geliştirilip benimsenmiştir.
Doğa durumu, devletin veya politik otoritenin olmadığı bir durumdur.
Hobbes, doğa durumundaki insanla ilgili olarak olumsuz bir görüş benimsemiştir. “İnsanın, insanın kurdu olduğunu” söyleyen Hobbes, söz konusu doğa halinin mutlak bir anarşiye, herkesin herkesle savaş durumu içinde olmasına neden olacağını belirtmiştir.
İnsanlar, kendi kendilerini yönetme haklarını bir hakeme devrederek kolektif düzeni veya sivil toplumu kurmuşlardır. Hobbes’a göre, zorunlu olan bu sözleşmenin, o bir şekilde güçlendirilmediği sürece, hiçbir değeri olamaz.
Akıllı insan varlıkları, egemen gücün bir canavar (Leviathan) olmasına özen göstereceklerdir.
Locke, doğa durumunu insanların doğa ya da aklın yasasına uygun olarak eşitlik, özgürlük ve barış içinde yaşadıkları bir düzen olarak tanımlar.
Her ne kadar insanların büyük bir çoğunluğu düzenli bir şekilde yaşasa da hayatı, hürriyeti ve mülkiyeti tehdit eden bazı insanların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Politik otoriteye duyulan ihtiyaç, devletin doğuşuna yol açmıştır.
Locke, insanların sözleşme ile devleti oluştururken ona doğa durumunda sahip oldukları hak ve özgürlükleri koruma ve bunları ihlal edeni cezalandırma görevi verdiklerini söyler.
Rousseau, insanın doğa halindeyken iyi, özgür ve mutlu olduğunu, mutlak bir bağımsızlık hali içinde bulunduğunu, doğal insanın kimsenin kötülüğünü istemediğini, kimseye fenalık yapmadığını, ihtiyacı olmayan hiçbir şeye göz dikmediğini ileri sürer. Bu durum, ona göre, bir arazinin etrafını çitle çevirerek “burası benim” diyen insanın mülkiyet talebiyle bozulmuş ve en nihayetinde mülkiyet haklarını korumak üzere, kurumlar tesis edilmiştir.
İnsanın doğal özgürlük kaybını sivil ve ahlaki özgürlük kazanımı dışında elde edeceği eşitlikle telafi eder.
Devleti Hobbes’un güvenlik, Locke’un özgürlük ve Rousseau’nun eşitlik zemini üzerinde meşrulaştırma cihetine gittiği yerde, Rawls politik otoriteyi en temel şey, en öncelikli değer olduğuna inandığı adalet üzerinden meşrulaştırır.
Rawls’un adalet kavramı iki temel ilke üzerinde yükselir: birincisi, her bireyin, herkes için benzer bir özgürlükle bağdaşan en yüksek derecede eşit özgürlük hakkına sahip olduğu ilkesidir. İkinci özel ilke ise a) toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerle en olumsuz, en dezavantajlı durumda bulunanlara en fazla yarar sağlayacak şekilde mücadele edilmesi, b) hizmet ve konumların, hakça bir fırsat eşitliği temeli üzerinde, herkese açık olması gerektiğini bildirir. Ona göre, bu iki adalet ilkesinin etkili bir biçimde uygulandığı bir toplum iyi ve adil bir toplum olacaktır.

DEMOKRASİ
Demokrasi, “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” anlamına gelir. Tanımdaki “halk tarafından yönetim” bileşeni, doğrudan ve katılımcı demokrasiyi ifade ederken “halk için yönetim” ifadesi temsili demokrasiyi anlatır.
Demokrasi, Yunanca halk anlamına gelen “demos” ile güç, iktidar, yönetim anlamına gelen “kratia” sözcüklerinden türemiştir.
Doğrudan demokrasi (klasik demokrasi), eski Atina’daki demokrasi modelinden çıkan bir demokrasi türüdür. Köleler, kadınlar ve çocuklar dışında kalan bütün yurttaşların politik karar alma süreçlerine doğrudan ve sürekli bir biçimde katılımını mümkün kılan doğrudan demokrasi, yöneten ve yönetilen, devlet ve sivil toplum ayrımlarını tamamen ortadan kaldırmaktaydı.
Modern dünyada demokrasi doğrudan değil temsilidir. Temsili demokraside halkın kendi kendisini yönetme hakkı temsilcilerine devredilir.
Temsili demokraside politik kararlara değer biçmede iki çatışan ölçüt ortaya çıkar. Bunlar politik kararın kim tarafından alındığı ölçütüyle onun kimin çıkarlarına hizmet ettiği ölçütleridir.
Birinci ölçüt, Batı demokrasilerinde kullanılan bir ölçüt olarak bir rejim ya da devletin, alınan her önemli politik kararı halka bağlamanın bir yolu bulunduğu takdirde demokratik olduğunu ifade eder. Buna liberal demokrasi denilir.
İkinci ölçüt, politik kararların halkın gerçek çıkarlarına hizmet ettiği sürece demokratik olduğunu dile getiren bir ölçüttür. Bu ise halk demokrasisidir.
Liberal demokrasi açısından demokratik sürecin esası halkın siyasetçilerden hesap sorabilme kapasitesinde bulunur. Liberal demokrasi de anayasa, halk demokrasisinde halkın çıkarlarını koruyup gözetmeyi şiar edinmiş öncü bir siyasi parti önem kazanır.

Demokrasinin Temel Özellik ya da Unsurları
Halk demokrasisinin en büyük eksiği ve liberal demokrasinin en önemli unsuru serbest seçimler olarak karşımıza çıkar.
Bazı düşünürler serbest seçimlerin varlığını demokrasinin yeter koşulu olarak görürler.
Demokrasi, esas ifadesini yöneticilerin yönetilenler tarafından seçilmesi düşüncesinde bulurken kurucu bir ilke olarak eşitlik fikrine, yani toplumdaki iktidar sisteminin, insanlar arasındaki farklılıklara göre değil de benzerliklere dayanması gerektiği tezine dayanır.
Demokrasi hiçbir zaman çoğunluğun azınlığa tahakküm etmesi olamaz. Bu ise çoğunluk ilkesinin çoğulculuk ilkesiyle örtüşmesini kaçınılmaz hale getirir.
Demokratik otoriteye tabi olan yurttaşların yasalar tarafından tanımlanan birtakım korunmuş alanlara sahip olmaları vazgeçilmezdir.
Demokrasinin bir başka temel özelliğinin hesap verebilirlik olduğu kabul edilir.

Demokrasinin Meziyetleri ve Kusurları
Demokrasinin en büyük erdemini, onun hataları telafi etme imkânın bulunduğu yegâne yönetim şekli olmasıdır.
Demokrasi en basit tabirle çoğunluğun yönetimi olduğu için Türkiye gibi ülkelerde azınlık kavramını kalkan edinen kesimlerce yıpratılır. Demokrasinin yol açtığı en büyük sorun; avamın/vasatın hiçbir zaman çığır açıcı, ilerici olamayacak olmasıdır.

SİYASET FELSEFESİNİN METAFİZİKSEL BOYUTU
Bir grup siyaset filozofu bireyi ya da kişiyi etik ve politik açıdan en temel gerçeklik, en yüce değer olarak alır. Buna mukabil, azımsanmayacak bir grup filozof da bireyi bir grubun, bir cemaat ya da topluluğun üyesi olarak ele alırken, en yüce değeri grup ya da topluluğa verir.

Liberalizm
Bireyi temele alan ideoloji ya da siyaset felsefesi anlayışı liberalizm olarak geçer ve bireycilik felsefesi üzerine yükselir.
Liberalizm açısından toplum ne kadar önemli olursa olsun, birey hem toplumdan daha gerçektir hem de ondan önce gelir.
Liberalizmde bireysel arzu ve çıkarların egemen olması gerektiği düşünülürken akıl bireyin amaçlarına erişebilmesinin yegâne aracı olarak değerlendirilir.
Bireyin en yüksek değer kaynağı olması nedeniyle, onu sınırlayabilecek bir moral ya da politik öğreti olamayacağını öne süren liberalizm açısından bireyin amacı, onun kendisini gerçekleştirmesinde yatar.
Rasyonel bir hayat, kişinin kendisini gerçekleştirdiği, kendi çıkarlarına göre yaşadığı bir hayat olduğuna göre, böyle bir hayat ihtimalini en yüksek düzeye çıkaran düzenleme biçimi serbest pazar ve dolayısıyla, kapitalizmdir.

Komünoteryanizm
Liberalizmin karşısında politik analizin merkezine cemaat ya da topluluğu koyan komünoteryanizm bulunur. Negatif ve pozitif olmak üzere iki boyutu vardır.
Negatif komünoteryanizm ya da cemaatçilik, esas itibarıyla bir bireycilik ya da liberalizm karşıtlığıyla belirlenir.
Cemaat, bireysel kimliğin toplumsal köklerini ifade eder. Komünal iyinin, sosyal değerlerin bireysel haklardan önce geldiğini söylerken de adaletin sadece gelenekle ve herkes tarafından paylaşılan bir iyi telakkisiyle ilişki içinde meşrulaştırılabileceğini savunur.
Komünoteryanizm pozitif olarak ele alındığında ilk olarak insan hayatı için cemaatin daha iyi ve yararlı olduğu teziyle karşımıza çıkar. Bunun ardından da ekler, cemaat sayesinde liberalizmin soyut bireyinin karşısına cemaat sayesinde toplumun cisimleşmiş bir kopyası olan bireyi çıkarır.

SİYASET FELSEFESİNİN EPİSTEMOLOJİK BOYUTU
Siyaset felsefesiyle epistemoloji arasındaki en önemli temas noktası, aklın toplumsal meselelerde ve politik hayattaki rolüyle ilgilidir.
Politik rasyonalizm, toplumsal düzenin tesisi ve politik hayatın kuruluşunda akla başat bir konum yükleyen tutumdur. Liberalizm ve sosyalizm politik rasyonalizmin açılımları olarak görülebilir.
İrrasyonalizm, toplumsal meselelerde aklın etkinliğinin olmaması veya sınırlı olması gerektiğini öne sürerek aklın yerine duyguları, kültürel veya dinî değerlerle beklentileri, sembolleri ya da mistik sezgi formlarını ikame eder. Çeşitli muhafazakâr tutumlar politik irrasyonalizm etiketlenerek küçümsenebilir.

Muhafazakârlık
Muhafazakârlık soyut, a priori akıl yürütmelere güvenmez o tamamen geleneğin verilerini temel alır. Bireylerin içinde üyesi oldukları toplum ve toplumların da tarih tarafından biçimlenmeleri olgusuna özel bir önem atfeder. Burke, Tocqueville ve Hegel muhafazakâr denildiğinde akla gelen isimlerdir.


Estetik
Terimi felsefeye sokan Alman düşünürü Alexander Baumgarten (1714-1762)’dir.
Estetik, güzelliğe yönelen duyumsal bilgiyi konu alır.
Estetik, iki ana parça ya da bölümden oluşur. Bunlardan ilki estetik özne ve nesneyi, estetik yargıyı/değeri/tutumu vb. bütün boyutlarıyla ele alan estetiktir. Diğeri ise sanatın özü üzerine soruşturma yapan sanat felsefesidir.

ESTETİK FENOMENLERİN FELSEFESİ OLARAK ESTETİK
Estetik esas olarak estetik değer ya da güzellik üzerinde yoğunlaşır.
Estetik nesneyi nasıl anlamamız, açıklamamız gerekir?
Estetik bir nesne her şeyden önce onu algılayacak bir özneye muhtaçtır. Dolayısıyla öznenin güzel algısı, çözümlenmesi gereken problemlerden biridir.

Estetik Nesne
Estetik nesne bir yönü itibarıyla fiziki bir şeydir ama estetik tutum veya dikkatin konusu olan nesne, fiziki bir şey olmayıp onun ifade ettiği şey veya anlamdır (sırf Picasso imzası taşıdığı için kübik bir portreyi, bir portre olarak beğenmek, fiziki değil soyut/anlam içeriği ile ilgilidir).

Estetik Değer
Estetik nesne ya da sanat eseri için form, onun dış görünüşü veya şeklinden ziyade, parçalarının karşılıklı ilişkilerinin belirlediği genel yapı, bütünsel organizasyondur.
Estetik nesne veya sanat eserinin söz konusu duyumsal ve formel değerleri, birlikte, onun en temel değeri olarak güzelliği meydana getirir.
Antik çağda Yunanlı düşünürler, güzelliğin tanımlanabileceğini savunup onu düzen, birlik, uyum, oran, ölçü ve iyilik gibi niteliklerin bir birleşimine indirgerken bazı modern düşünürler güzelliğin tanımlanamayacağını savunmuşlardır. Buna göre, İlk ve Orta Çağ düşüncesi, güzelliği nesnel bir nitelik olarak değerlendirir.
Modern çağda nicelik kıymet ifade ettiği için güzelliğin mutlak değil göreli olduğu kabul edilmiştir.
Pythagorasçı gelenek güzelliğin esas itibarıyla doğada, müzikte ve matematiksel teoriler türünden entelektüel yapımlarda örneklendiğini düşünür.
Pythagorasçılara göre, dünya, unsurları arasında belli bir ölçü, orantı, düzen ve ahenk olduğu için güzeldir.
Pythagorasçılar güzellikle özdeşleştirdiği ahengi sayıya indirger.
Platon’a göre, duyusal dünyada var olan somut şeylerin güzelliği değişebilir veya yok olup gidebilir. Güzelliğin bu zamansal ve göreli cisimleşmelerinin üstünde ve ötesinde, ezeli ve ebedi bir Güzellik İdeası vardır.
Yüce ve güzellik idelerimizin ve dolayısıyla, kavramlarımızın kaynağını araştıran Burke, onların nesnelerin bizatihi kendilerinden değil de deneyimlendiği şekliyle nesnelerden geldiğini söyler.
Hume, güzellik değerinin gerekli psiko-fiziksel donanıma ya da bir “beğeni mekanizması”na sahip insan varlıklarına bağlı bulunduğunu öne sürer.

Estetik Özne
Estetik alanı ve bu arada estetik öznenin kendisini anlamaya yönelmiş filozofun kendisidir. Nesnenin taşıyıcısı olduğu güzellik değerini alımlayan kişidir.

Estetik Tutum
Estetik özneyi estetik nesneye bağlayan, onunla büyük ölçüde özel diyebileceğimiz bir ilişki tesis etmesini mümkün kılan şey estetik tutumdur.
Estetik tutumun yarar amacına dönük pratik tavrın tam karşıtı olduğu söylenebilir. Onun kendi dışında bir amacı yoktur. “Amacı kendinde”
(auto telos)’dir.

Estetik Yargı
Estetik değer yükleme edimini tanımlar.
Beğeni yargıları olarak estetik yargıların doğruluğundan söz edilemez.
Doğrudan doğruya kişisel tanıklığı gerektirir. Bu tanımlar estetik nesnelciliğe karşıt olarak Hume ve Kant tarafından geliştirildi.
Estetik nesnelcilik, “ideal orantı”, “yetkin ahenk”, veya “simetri” gibi formel özelliklerle ifade edilir.
Estetik öznelcilik, estetik niteliklerin nesnelerde bulunduğu tezini reddeder.
Estetik yargıya temel teşkil eden estetik deneyimin özsel unsuru, hazdır.
Kant güzellikle ilgili estetik bir yargının ayırt edici yönünün, onun mantıksal biçimi bakımından tekil bir yargı olmasına karşılık, evrensel bir onay talep etmesinden oluştuğunu söyler.

SANAT FELSEFESİ
Sanatların Sınıflandırılması
Sanat, üç ayrı faaliyet türünden biriyle ilişkili olarak ortaya çıkar (Aristoteles).
Birincisi anlama, öğrenme veya bilme (theoria); ikincisi, eylemde bulunma (praxis); üçüncüsü de üretim faaliyetidir (poiesis).
Üretim faaliyeti iki yönlüdür: insan ya kullanım değeri olan bir şey üretir (zanaat sözcüğü bu alanı işaret eder) ya da estetik haz veren bir şeyler üretir.
Platon sanatı hakikate erişme yolunda bir yanılsama/engel olarak değerlendirdiği için tasarladığı devlette sanata ve sanatçılara yer vermemiştir.
Bir başka idealist düşünür Hegel ise sanata yüksek değer biçmiştir.
Sanat eserlerinin hiyerarşik düzene göre tasnifi: bu konunun içeriği tamamen filozofların öznel yargılarına göre şekillenmektedir. Hegel, tamamen maddi unsurlardan meydana geldiği için mimariyi en alt/aşağı sanat olarak kabul eder. Bunun ardına heykeli ekler. Resim ondan sonra gelir. Bu üç ürününün önünde müzik yer alır. En üst kademe ise şiirindir.
Sanatları nesnel ölçülere göre sınıflamak da mümkündür. Ölçü olarak sanatta kullanılan malzemeyi esas alırsak bugün yaygın olarak kabul gören tasnif karşımıza çıkar.
Görsel sanat; mimari, resim, heykel…
İşitsel sanat; sesle ilgilidir (ne enteresan bilgi).
Sembolik sanat; edebiyat
Karma sanatlar; opera, bale
Plastik sanatlar; mimari, resim…
Ritim sanatı; dans, müzik…

Sanat Teorileri
Özcülük, bir şeyi belirleyen, her ne ise o yapan birtakım özellikler bulunduğu görüşüdür. Özcü teoriler sanatın özünü ya sanatsal faaliyette (temsil) ya sanatçıda (ifade) ya da sanat eserinde (form) arar.
Temsilin önemine vurgu yapan sanat anlayışı sanatı mimesis, taklit olarak tanımlar.
Sanatın özünü ifadede arayan akım, sanat eserinin duyguların arınmasına (arınma = katharsis) katkı yapan özelliğine dikkat çeker. Aristoteles’in ortaya attığı katharsis kavramı yakın geçmişte de destekçi bulabilmektedir (Hume, Croce).
20. yüzyılda Clive Bell, anlamlı formun sanatın yegâne özü olduğunu söyler.
Wittgenstein, sanatın özü hakkındaki yorumların hiçbirinin yeterli olmadığı söyledikten sonra ekler: belki de sanatın bir özü yoktur. Analitik felsefe bu çıkışıyla sanatta öz arayışlarının sona ermesini sağladı.

Özcü Kuramlar
Temsil ya da Taklit Olarak Sanat
Platon dünyanın metafiziksel ve ahlaki bir düzeni olduğunu öne sürer.
Onun gözünde sanat, gerçeğin ya da gerçekten var olanın bilgisine sahip olamadığı için, ezeli-ebedi olan tümellerle değil de gelip geçici olan tikellerle ilişkili olmak durumundadır.
Taklitçi sanatlar, İdealarla değil, yalnızca tikellerle ilişkilidirler; bu yüzden bize gerçeğin kendisini değil, yalnızca “gölgenin gölgesini” verirler.

İfadeci Sanat Anlayışı
İfadeci sanat anlayışı, sanatı içsel dünyaya, sanatçının duygu yaşantılarına ve bu duyguların ifadesine bağlar.
Estetik ifadeyi diğer duygusal faaliyet ya da tezahürlerden ayıran şey ise özgünlüktür.
İfadeci sanat anlayışının temel kategorileri, sezgi, ifade, yaratıcılık, özgünlük ve deha kavramlarından oluşur.
İfadeci sanat anlayışının en önemli temsilcilerinden biri Robin George Collingwood (1889-1943), diğeri Benedetto Croce’dir.
Bütün sanatlar son çözümlemede duyguların ifadesi olmak durumundadırlar.

Formalist Sanat Anlayışı
Sanatın özünü sanat eserinin formunda bulur.
Formalist yaklaşım, her sanat eserinin, biri formel yönü, diğeri ise formel olmayan boyutu olmak üzere, iki ayrı boyutu ya da yönü olduğunu varsayar.
Formla en dar anlamı içinde duyusal parçaların birbirleriyle ahenkli ve düzenli yapısal ilişkilerinin anlatılmak istendiği teoride, formalistler sanattaki formun doğadaki formla olan sürekliliği konusunda farklılık gösterirler. Kant, sanatsal formun doğadaki formla bir süreklilik arz ettiğini söylerken formalizmin en yeni temsilcisi olan Bell, formun sadece sanata özgü olduğunu bildirir.
Bell, sanat eseri için yeter koşulun “anlamlı form” olduğunu söyler. Bell, “anlamlı form” kavramını, sanat eserinin alımlayıcısında yarattığı “estetik duygu” yoluyla açıklamaya çalışır.

Özcülük Karşıtı Kuramlar
Marksist Sanat Anlayışı
Marksist perspektiften bakıldığında, sanat her şeyden önce entelektüel bir faaliyet olarak anlaşılır. Bununla birlikte, Marksist praxis düşüncesi dikkate alındığında, bir entelektüel faaliyet olarak sanata, tıpkı felsefeye olduğu gibi, dünyayı anlamak yanında, dünyayı değiştirmek görevi yüklenir.
“Sanatın toplum için olduğunu” ileri süren Marksist sanat anlayışı, aynı zamanda gerçekçi sanat teorisi olarak da bilinir.
Frankfurt Okulu teorisyenleri sanata topluma rehberlik etme işlevi yüklerler. Söz gelimi, sanatın toplumsal gerçekliği yansıtmak yerine, bu gerçekliğin yetkin bir gerçeklik olması, yani yanlışlıktan ve çarpıklıktan kurtulması için, ona rehberlik etmesi gerektiğini söyleyen Adorno’ya göre, gerçek sanat, burjuva sanatının sahip olmadığı bir düzen ve hakikati içerir. Bu yüzden, ona düşen, topluma söz konusu düzen ve hakikat yönünde nizam ve biçim kazandırmaktır.

Kurumsal Sanat Anlayışı
“Evrensel sanat” tasavvurundan uzaklaşarak neyin sanat eseri olarak görüleceğinin zamana ve yere bağlı olarak değiştiğini savunur.
George Dickie tarafından ortaya atılmıştır.
Dickie, insan elinden çıkmış olmak ve belli bir sanat çevresinin varlığı ilkeleriyle bütün sanat eserlerini açıklama yoluna gider.
Kurumsal sanat anlayışı sanatın normatif boyutuyla hiç ilgilenmez. Bu nedenle biz de bu konuyla daha fazla ilgilenmeyelim.

Tarihsel Sanat Anlayışı
Arthur Danto modern ve postmodern sanatın doğuşu, yani statüleriyle ilgili olarak belli bir öz-bilince sahip sanat formlarının ortaya çıkışıyla birlikte, sanatın yeni birtakım felsefi sorulara yol açtığına işaret eder.
Danto’ya göre, sanatın ne olduğu, belli bir sanat eserinin nasıl yorumlanacağı, sanat eserinin üretildiği tarihsel, kültürel, hatta politik koşullara bağlıdır.
Sanat üretiminin daha önceki tarihinin bir sonucu olarak sanat dünyasında onun için hazırlanmış bir yer olmadığı takdirde, sanat eseri haline gelemeyeceğini söyler. Sanatın şimdisi, geçmişi tarafından belirlenir.



Eğitim Felsefesi
Eğitim felsefesi, eğitimin ne olduğunu tartışan, onu belirleyen faaliyetleri ve eğitim alanını meydana getiren kavramları sorgulayıp çözümleyen felsefe disiplini olarak anlaşılır.
Eğitim ilişkisi içinde bulunan öğretmenlerle öğrenciler ve bu ikisi arasında kurulan eğitim ilişkisi, eğitim felsefesinin ontolojisini oluşturur.
Öğretilen bilgi ve eğitimin bilgiyle ilgili bölümü eğitim felsefesinin epistemolojisini oluşturur.
Neyin öğretileceği, hangi değerlerin insana aktarılacağı, eğitim felsefesinin etik boyunu oluşturur.
Eğitim felsefesinde üç temel yönelim öne çıkar.
Bunlardan ilki normatif veya buyurucu yönelimdir. Klasik eğitim felsefesinde somutlaşır. Eğitimin ne olması, öğretim faaliyetlerinin nasıl düzenlenmesi gerektiğiyle ilgili olarak felsefi bir biçimde savunulup haklılandırılmış bir eğitim felsefesi öne sürer.
Analitik eğitim felsefesi, kendisini belli bir felsefi tevazuuyla dışa vurur. Onlar sadece eğitim alanına karşımıza çıkan kavramların analiziyle meşgul olurlar.
Eleştirel eğitim felsefesi, ağırlıkla hataları (ideolojik alışkanlıkları) gidermeye odaklanır.

KLASİK EĞTİM FELSEFESİNDE TEMEL AKIMLAR
İdealist Eğitim Felsefesi
İdealist eğitim felsefesi, birtakım ahlaki amaçlar üzerine yükselir ve eğitimi çoğu zaman ahlakın bir aracı haline getirir.
Platon’da eğitim, devleti ve sosyal düzeni iyilik idesine ve adalet ilkesine göre inş edip örgütleme amacına hizmet eder.
İdealist eğitim felsefesi, eğitim kuramı olarak daimiciliği benimser. Daimicilik insanlara her zaman ve her yerde kalıcı bir öneme sahip olan şeylerin öğretilmesi gerektiğini ileri savunur.
İdealist bakış açısından eğitimin en yüksek hedefi, insanın ya da kişinin kendisini gerçekleştirmesi, hayatını hakikat, iyilik ve güzellik değerlerine göre şekillendirmesidir.
İdealist eğitimin müfredatında baş sırayı felsefe, matematik, tarih, teoloji ve sanat benzeri disiplinler alır.

Realist Eğitim Felsefesi
Realist eğitim anlayışının eğitim teorisi özcülüktür. Özcülük, eğitime düşen şeyin insanı akademik bilgi ve karakter gelişiminin unsurlarıyla donatmak olduğunu söyler. İlk temsilcisi Aristoteles’tir.
Realist eğitim programında, doğallıkla sadece olgu bilgisi değil, formel yapılara ilişkin bilgi de verilir.
Realist eğitim anlayışı nihayet öğretmen merkezli bir eğitim anlayışını ifade eder.
Natüralist Eğitim Felsefesi
Realizmin modern versiyonudur. Natüralizm, doğanın gerçekliğin tamamı olduğu kabulüne dayanır. İnsan da doğanın bir parçasıdır ve onun eğitimi doğanın düzeni hakkında kademeleri olarak bilgilendirilmesi demektir. Dolayısıyla öğrenci merkezli bir eğitim sistemini tercih eder. Bununla beraber çocuğun yaparak, keşfederek öğrenmesini temin eden natüralist öğretmen, natüralist eğitim anlayışının her koşul altında en belirleyici kişisi olmak durumundadır.

Eğitime Kültürel Yaklaşım
Kültürel yaklaşım Alman romantikleri eliyle geliştirilmiş bir kuramdır (Goethe, Schelling).
Eğitimli insanı, insanlığın en yüce ve en yüksek değerleriyle bezenmiş, kültürlü insan olarak normatif bir ideal diye öne süren kültürel yaklaşımda söz konusu ideal, eğitimden hiçbir şekilde ayrılmaz olup zaten esas eğitim süreci içinde gelişir.
Kültürel yaklaşımın temsilcileri, öğrenme ve bilginin tefekkür amacına dönük olduğunu iddia ederler.
Bireyselliğin gelişiminin ilk ve temel koşulunun özgürlük olduğunu söyleyen romantiklerle irrasyonalistler, insanın kendisini tam olarak gerçekleştirmesinin yolunun eğitimden geçtiğini öne sürerken eğitimi çocuğun mevcut potansiyel ve güçlerinin evrensel kültür yoluyla şekillenmesi olarak anlarlar.

Pragmatist Eğitim Felsefesi
Charles Sanders Pierce (1839-1914), William James ve John Dewey (1859-1952) tarafından geliştirilmiş olan pragmatizm bireyin her şeyin belirleyicisi olması anlamında öznelciliği benimseyip hakikatin ve ahlakın kurucu unsuru olduğunu düşündüğü şeyler olarak sonuçları öne çıkaran bir akımdır.
Pragmatist eğitim anlayışı, eğitimin bireysel olduğu kadar sosyal boyutuna da vurgu yapar.
Eğitim, yetişkinlerin kültürel mirasını toplumun henüz olgunlaşmamış üyelerini meydana getiren çocuklara aktarmak suretiyle kültürel sürekliliği temin ettiği için, zorunlu olarak muhafazakâr olmak durumundadır.
Eğitimin en yüksek amacının sonraki deneyimlerin yönlendirilmesini mümkün kılacak şekilde gelişme olduğunu ileri sürer.
Pragmatist eğitim felsefesi, gelişmeyi en temel amacı yaptığı eğitimi, eğitilen insanın deneyimin sürekli bir biçimde değişen dünyasına uyarlanması süreci olarak görür.

Egzistansiyalist Eğitim Felsefesi
Nesnel hakikat çağında unutulan öznel hakikate dönüşün önemine vurgu yaparken bireyden hareket eder. Ahlak üzerine yoğunlaşır.
Egzistansiyalist eğitim anlayışında en yüksek amaç, öğrenciyi kendisine döndürmek, bireyin varoluşunun tüm yükü ve sorumluluğunu üzerine almasını sağlamak ve bir kişisel kimlik bilinci kazanarak kaderinin belirleyicisi olmasını temin etmektir.
Söz konusu genel amaç, egzistansiyalist eğitimde gerçek anlamda eğitimli bir kişi idealine bağlı olarak beş alt başlık altında ifade edilir. Bu amaçlar da, daha sahici olmak, daha manevi bir şekilde yaşamak, eleştirel bir bakış açısına sahip olmak, bir kişisel kimlik duygusu oluşturmak ve nihayet, başkalarına karşı empatik bir bilinç geliştirmek olarak sıralanabilir.
Egzistansiyalist eğitimin müfredatında en önde gelen bilimler insan bilimleriyle toplum bilimleridir.

ANALİTİK EĞTİM FELSEFESİ
Eğitim Teriminin Anlamı
Analitik eğitim felsefesi eğitim iki yönünü ortaya koyar. Bunlardan birincisi eğitim başlığı altında toplanan kavramlar kümesi diğeri ise bu kavramlar kişiye aktarmaya çalışan kurumlar ve düzenlemelerdir.
Eğitim terimi üç farklı şekilde kullanılır: sosyolojik, kurumsal ve aydınlanmaya dayalı eğitim kavramı.
Sosyologlar, eğitim terimini bir halkın veya bir toplumun çocuk yetiştirme pratiklerini tanımlamak için kullanırlar.
Toplum içinde insanlar eğitim terimini ağırlıkla eğitim kurumlarına vurgu yapacak şekilde kullanırlar.

Eğitimin Amaçları
Asli ve arızi olmak üzere iki kategoride incelenirler.
Asli amaçlar eğitim alan kişiye gönderimde bulunur. Arızı amaçlar kastedildiğinde eğitimin neye hizmet ettiğine atıf yapılır.
Eğitimin bireysel, asli, özel amaçları arasında özerklik, eleştirel düşünme ve ahlak öne çıkan kavramlardır.

Eğitimi Belirleyen Temel Ölçütler
Eğitimin üç temel ölçütü; değer, bilgi ve usul ölçütüdür.

ELEŞTİREL EĞTİM FELSEFESİ
Eleştirel eğitim felsefesi, analitik eğitim felsefesiyle klasik eğitim felsefesinin bir sentezini temsil eder. Akademik karşılığı eleştirel pedagojidir.
Doğayı tahakküm altına almayı hedef edinmiş modern dünyada eğitim sitemi yoluyla insanın da bu kapitalist sistemde tahakküm altına alındığına işaret eder. Eleştirel pedagojiye göre eğitim özü itibariyle politik bir faaliyettir.
En önemli kuramcısı Paolo Freire’dir.
Eğitim yol açtığı baskıyla ezilenler, statükonun çıkarlarının kendi çıkarları olmadığını göremezler. Mevcut durumlarıyla ilgili olarak kaderci olmaya ve onu doğal bir süreçmiş gibi algılamaya başlarlar.
Freire eleştirdiği geleneksel eğitim anlayışına “bankacı” ya da “yığmacı eğitim” adını verir.
Freire bankacı eğitim anlayışının teoriyle pratik arasındaki bir ayrıma dayandığını ve hayattan kopuk teorik bilgileri insan zihnine yığmak veya depolamak suretiyle, özellikle sosyal dünyaya yabancılaştırdığını ileri sürer.
Çözüm adına, sorun tanımlayıcı eğitimi önerir. Sorun tanımlayıcı eğitim, bilgiden değil de somut problem durumlarından, öğrenenin içinde bulunduğu yaşam durumlarından yola çıkar.
---

(Buraya kadar ki malumatın kaynağı: Felsefe, Editör/Yazar: Ahmet Cevizci, Anadolu Üniversitesi, Mayıs 2012)


Felsefe Tarihi

Hesiodos
MÖ. 8. yüzyılda yaşamış, Theogonia adlı 1022 dizelik şiirinde evrenin oluşumunu anlatır.
Esere göre evrende her şeyden önce Khaos (boşluk) vardı.
Khaos, Gaia (toprak) ve Eros (sevgi) her şeyden önce vardırlar.
Khaos, geceyi (Nyks); gece, ışığı (Aither), Gaia’da gök (Ouranos) ve denizi (Pontos) doğurur.
Erga kai Hemerai adlı diğer eserinde gündelik hayatı anlatır. Eserin ilk bölümü çalışma ve adaletten söz eder. Öğüt vermek üzere yazılmış bu eser ahlak düşüncesinin gelişiminde dikkat değerdir.
Hesiodos, insanların ilk zamanlarını mutluluk ve bolluk içinde tasvir eder. Bu huzurlu gidişat, paranın icadından sonra bozulmaya başlar.

Yedi Bilge
Kleobulos, Rodos adasındaki Lindos’da yaşamıştır. Ölçülü olmayı öğütlemiştir (“Dinlemeyi sevmeli, hazza hükmetmeli, zorla hiçbir şey yapmamalı”[1]).
Yedi bilgeden ikincisi MÖ. 7. yüzyılda yaşamış olan Atinalı devlet adamı Solon’dur.
Khilon (“Kendini bil”[2]), Lesboslu Pittakos (“Yapmak istediğini söyleme”[3]), aceleciliğe karşı olan ve insanların çoğunluğunun kötü olduğunu söyleyen Pireneli Bias (zengin bir tüccardı), Korinthoslu Periandros ve Thales antik dönemin yedi bilgesidir.
                                                                                                                                           
Periandros
MÖ. 6. yüzyılda yaşadığı bilinen Periandros “sömürgeler prensi” lakaplı bir devlet adamıydı.
“Hiçbir şeyi para için yapmayınız. Rahatlık güzel, atılganlık tehlikeli, kâr çirkin bir şeydir. Zevkler geçidir. Muvaffak olursanız alçakgönüllü olunuz. Yenilgiye uğrarsanız bilge olunuz.”[4]
“Bütünü düşün. Yaralayan iyi eder. Güzel şey güçtür. En iyisi doğmamış olmaktır, olabildiğince erken ölmek ondan sonra gelir.”[5]

Thales
Tanrılara ihtiyaç duymadan dünyayı anlamaya/açıklamaya çalışmıştır. Bu nedenle müfredatta ilk filozof olarak anılır.
Varlıkların ilk kaynağı olarak, töz olarak ‘su’yu öne sürer.
Yaratıcı vasfını maddeye yükleyen Thales, maddelerin tanrılarla dolu olduğunu söyleyerek harekete açıklık getirmeye çalışmıştır.
Yaratılışa kaynak olarak maddeyi işaret ettiği için materyalist, her şeyin nedenini ‘bir’e indirgediği için monist, maddeyi canlı ve yaratıcı kabul ettiği için de hilozoisttir.
Parlak bir devlet adamıydı.
Mıknatısın diğer metalleri çekme kuvvetini göstermiştir.
MÖ. 28 Mayıs 585 tarihli güneş tutulmasını önceden hesaplamış olması ona büyük ün kazandırmıştır.
Mısır’daki piramitlerin yüksekliğini gölgelerinin uzunluğunu hesaplayarak bulmuştur.
Hayatı boyunca birçok seyahat yaptığı söylenir. Mısır ve Sümer ülkesine yaptığı seyahatlerden sonra Atina’ya dönerek öğrendiklerini ifade etmiştir.

Anaksimandros
Miletosludur.
Thales’in öğrencisi ve yakını olduğu söylenir.
Her şeyin kaynağı olarak sınırlı olan ‘su’yu değil Aperion adını verdiği sonsuzluğu önerir. Ona göre sonsuzluktan ilk önce sıcak ve soğuk ayrılmıştır. Sıcak ve soğuğun çatışmasından su ortaya çıkmıştır. Hava, toprak ve ateş daha sonra oluşmuşlardır. Anaksimandros, görünen her şeyin zıtlaşmalar, çatışmalar ürünü olduğunu söyler.
Aperion dışındaki şeyler karşıtlarıyla birlikte mümkündürler. Apreion sonsuz, sınırsız olduğu için insan aklıyla kavranamaz.
Dünyayı evrenin merkezi olarak kabul eder.
Dünya, hava boşluğunda, hiçbir şeye dayanmadan durmaktadır. Başlangıçta tamamı suyla dolu olan dünyadaki hayat, suda başlamıştır. Suların çekilmesi ve kara parçalarının ortaya çıkmasından sonra suda yaşayan bazı canlıların karaya çıkmasıyla farklı hayat biçimleri mümkün olmuştur.
İnsan ruhunun kendini yarattığını söyleyen Anaksimandros, ruhun dağılıp daha sonra kendini yeniden yarattığını iddia eder. Hiçbir zaman yok olmayan ruhun bu hareketi sürekli olarak devam eder.
Güneş saatini keşfeden Anaksimandros, Yunanistan’ın ilk coğrafi haritasını çıkaran kişidir.

Anaksimenes
Anaksimandros’un öğrencisidir. Temel tözü tek ve sonsuz olduğunu söyler.
Temel töz ona göre “hava”dır. Hava üzerine kozmogoni inşa eder. Var olan bütün her şey havadan, ya yoğunlaşma yoluyla ya da seyrekleşme yoluyla çıkarlar.
Anaksimenes’in temel tözü, Arkhe’si hava, buğu ve sis anlamlarına gelen “aer”dir.
Ruhu solunan hava olarak kavramaya çalışır.
Canlı ve cansız ayrımı yapar.
İnsanın ölümü, havanın/ruhun onu terk etmesiyle gerçekleşir.
Dünyayı düz bir tekerlek olarak tasvir eder. Hiçbir şeyden destek almaksızın öylece havada durmaktadır.
Hava gevşeyince ateş, sıkışınca önce buhar ve duman daha sonra bulut ve yağmur, su olur. Su sıkışınca çamur, toprak ve son olarak da taş olur.
Pneuma (soluk) öğretisi Anaksimenes’e aittir. Pneuma sona erdiğinde beden de ölüm gerçekleşir. Pneuma öğretisi etkisini geç stoacılara kadar sürdürecektir.
Soluk ve ruh pneuma kavramı içerisinde birbirlerine çok yakın anlamlarda kullanılmışlardır. Hava sonsuz bir ruhtur. İnsanın ruhu da havadır (soluk aldığı sürece).
Milet Okulu M.Ö. 494 yılında Perslerin saldırısı sonucu dağılmıştır. Felsefi ilerleme bir süre duraklamıştır.
Bu durgun dönemde Orfeusçuluk etkinliğini sürdürmüştür.
Orfeusçuların tanrısı Dionysos’tur. Dionysos’un ölüp tekrar dirildiğine inanan Orfeusçular bu nedenle reenkarnasyona inanırlardır. Ruhların ölümsüz olduğuna inanırlardı. Şarabın kaynağı olduğu için asma kutsal bir bitkidir onlar için. Sarhoşluk hali de onlar için kutsal bir durumdur. Tanrıları Dionysos’la ancak sarhoşken bütünleşebildiklerine inanırlardı.

Pythagoras
Ünlü bir mücevher yontucusunun oğludur.
Samos’ta doğdu.
Polykrates’in despot yönetiminden kaçıp İtalya’nın güneyindeki Kroton’a yerleşmiştir. Okulunu da burada kurmuştur.
Kurduğu okul daha çok bir tarikattır. Okulunda ruhların göçü esasına dayalı bir inanç sistemi geliştirdi. Bu inanç, temelde bütün canlıların kardeşliğini esas alıyordu.
Reenkarnasyona inanan Pythagoras, önceki yaşamında bir fahişe olduğunu söylemiştir.
Pythagorasçılar garip alışkanlıkları, kuralları olan bir tarikattı; et yemezdiler, hayvan öldürmezdiler. Bu iki yasağın nedeni reenkarnasyon inancıdır.
Kendi içlerinde uyguladıkları çok katı kuralları vardı; günahkâr bir yaşamın bedelinin bir sonraki yaşamda aşağılık bir canlı olarak dünyaya gelmek olduğuna inanırlardı. Bu sebeple ahlak kuralları söz konusu olduğunda son derece katıydılar.
“Beden, ruh için bir hapishanedir” bu söz onların temel şiarıdır.
Pythagorasçıların çalışmaları matematik ve müzik alanında yoğunlaşır. Kozmosu uyumlu sesler veren bir “birlik” olarak kabul etmişlerdi. Evrendeki her şeyin temelinin sayı olduğunu kabul ederek maddenin aslı için maddi bir töz yerine soyut bir töz önermişlerdir.
Pythagorasçılar Anaksimandros’un zıtlıklar öğretisinden etkilenmişlerdir; dünyadaki her şeyi ikilik olarak kabul ederler, karşıtlar uyum yaratmak için bir aradadırlar.
Matematiği geometriye dayandırmaya çalışarak her sayıyı geometrik bir şekille ifade etmişlerdir.
Pythagorasçıların geometri konusundaki çalışmaları arasında bizzat Pythagoras’a ait olduğu bilinen ve kendi adıyla anılan teorem; dik açılı bir üçgenin uzun kenarının karşısına gelen kısa kenarlarının üzerine yerleştirilen karelerin toplamının uzun kenarın üzerindeki karelerin toplamına eşit olduğunu ifade eder.
Platon, Pythagorasçıların ruh ve yazgı hakkındaki düşüncelerinden etkilenmiştir.
Pythagorasçıların önde gelen ismi Alkmaion’dur. Tıp alanında çalışmalar yaptığı bilinir. Beyin ve sinirlerin önemini ve algının oluşması için dıştan gelen bir uyarıcının sinirler aracılığıyla beyne aktarılması gerektiğini o keşfetmiştir.
Duyu algılarının nedeni beyindir; bunlardan bellek ve tasavvur doğar. Bellek ve tasavvurdan bilgi meydana gelir.  
Alkmaion’a göre sağlığın temel dayanağı; soğuk ile sıcak, acı ile tatlı ve bunlar gibi kuvvetler arasındaki denkliktir. Bunlardan birinin diğerine üstünlüğü hastalık nedenidir.
İnsanların yok olup gitmelerinin nedeni başlangıcı sona bağlayamamalarıdır.
Pythagorasçılarda kutsallık, bütün zıtlıkların birliğiyle özdeşleşmiştir.

Elea Okulu
Ksenophanes’in akıl yürütmeleri etrafında başlayan felsefi tartışmaları ifade eden bir kavramdır.

Ksenophanes
565 yılında Kolophon’da doğdu. 540 yılında Med istilası nedeniyle Kolophon’u terk etti. Lukanya kıyılarında Elea denilen bölgeye yerleşti.
Halkın o zaman dek benimsemiş olduğu Tanrı kavramı etrafındaki düşünceleriyle tanınmıştır. Bu nedenle filozoftan çok bir din yenilikçisi olarak tanınır.
Onun zamanında antropomorfizm yaygın bir düşünce biçimiydi. İnsan biçimli tanrı anlayışı beraberinde tanrılara insanlara özgü nitelikler atfeden antropopatizmi de güdümlüyordu. Ksenophanes’in asıl savaşı bu düşünceyledir. Tanrısal varlığı insan biçiminden ve diğer her türlü biçimden ve insanlara özgü tutkulardan arındırmaya çalışmıştır.
Çok tanrıcı düşünceye de karşı çıkan Ksenophanes, tanrı düşüncesine ahlaki bir temel üzerinden yaklaşır.
Tanrı Bir’dir. Her yerdedir. Her şeyi işitir, görür ve bilir. Hareket etmez. Sonsuz gücüyle evrendeki her şeyi, bütün hareketleri düzenler.
Tanrıyı bir anlamda evrenle özdeşleştirmiştir. Anaksimenes’in tanrısal özü olan havayı insan yaşamının en önemli maddesi olarak kabul eder. Anaksimandros’un başlangıçta her şey suyla kaplıydı önermesine de aynen katılır.
Ksenophanes, mitolojik tanrıcılığı sona erdiren kişidir.

Herakleitos
Zengin bir aristokrat aileye mensuptur. Yaklaşık olarak, 540 yılında Efes’te doğmuştur.
Politikadan nefret ederdi. Babası öldükten sonra kendisine önerilen yasa koyuculuk görevini reddetmiştir.
Dostu Hermodoros devlet işleriyle ilgilendiği dönemde Efes’ten sürgün edilmiştir.
İnsanlara gerektiğinden fazla güvenmez. Kendini doğanın seyrine verir. Doğadaki sürekli değişime dikkat çeker.
“Aynı sudan iki defa geçilemez” diyerek bu değişime atıf yapar.
Doğadaki sürekli değişim dikkate alındığında doğaya dair gerçeklik anlayışının yanıltıcı olacağını söyler. Duyuların güvenilir bilgi sağlamayacağını söyler.
Doğada var olan her şeyin zıtlıklar sonucu var olabildiğini gösterir (acı-tatlı, sıcak-soğuk vs.).
Doğada var olan bu zıtlıklar arasında bir çatışma olduğunu söyler.
Miletoslular gibi o da evrenin ilk maddesi aramaya koyuldu. Onun için ilk madde ateştir.
Ateş de değişim içerisindedir. Evrende aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya doğru bir değişim içerisindedir ateş.
Yukarıya doğru olan değişimin sonucu yıldızlar evrenidir. Hava, su ve toprak ateşin aşağıya doğru değişiminin sonucudur.
Bütün bu değişimin içinde değişmeden kalan ve değişimi yönlendiren kuvveti de logos olarak belirler.
Logos, tanrısal sözdür. Evrensel akıldır (yazgı ya da kader).
Bir olan logostur. Diğer her şey değişim içindedir. Logos, evrenin ruhudur.
Duyuların/algı verilerinin yanıltıcı olduğunu söyleyen Herakleitos insanlara akıl yolunu göstermiş ve o yolda ilerlemelerini söylemiştir.
İnsanlara kendi ben’lerini kontrol etmelerini ancak bu yolla ahlaklı olunabileceğini söyler.
Kendi söylemi dışındaki sözleri alaya alıp yadsımıştır.
Varlık bir şey değildir, oluş her şeydir.
Değişimin ötesinde mutlak olanı aramak, Herakleitos düşüncesindeki bu çizgi diyalektik düşüncenin de temelidir.
Herakleitos, sistematik bir felsefeye sahiptir. Bu nedenle ilk filozof olarak kabul edilmelidir.
Evreni nesne değil özne olarak ele almıştır.
Aklı felsefenin merkezine koyarak düşünce yolu açmıştır.

Herakleitos’tan Fragmanlar[6]
Logos ortak da olsa sanki kendilerine özgü bir düşünceleri varmış gibi yaşar insanlar.

Ters gelenler uyuşur.

Eşekler samanı altına yeğ tutar.

Kim kaçabilir ki kaçmayandan.

Beklemezse bulamaz beklenmezi, bulunmaz ve ulaşılmazdır o.

Dinlemeyi bilmedikleri için konuşmayı da bilmezler.

İnsan ışığa değer gecenin içinde, öldüğünde, gözünün feri söndüğünde. Diriyken ölüye değer uykuda, gözünün feri söndüğünde. Uyanıkken uyuyana değer.

Bu evren, her şey için aynı, ne bir Tanrı ne bir insan yarattı onu. Vardı var ve var olacak. Hep canlı kalan ateş, ölçüyle alevlenip ölçüyle sönecek.

Ruhlar için ölüm, suya dönüşmektir, su içinse toprak olmak. Su topraktan doğar, ruh da sudan.

Ruhun sınırlarına ulaşamaz yolculuğunda, tüm yolları denese de insan, öylesine derindir ondaki logos.

Doğa saklanmayı sever.

Soğuk ısınır, sıcak soğur, kuru nemlenir, nemli kurur.

Toprağın ölümü, suya dönüşmek, suyun ölümü havaya, havanın ölümü ateştir; ve tersine.

Yay’ın anlamı yaşam, işlevi ölümdür.[7]

Aynı ırmaklara gireriz ve girmeyiz. Biziz ve değiliz.

Gelen ateş ayıracak ve ele geçirecek her şeyi.

…yolun gittiği yeri unutan kişiyi.

Ruhlar için haz ya da ölümdür nemlenmek.

Biz onların ölümünü yaşarız, onlar bizim ölümümüzü.

Zordur tutkularla savaşmak. Ruhla ödenir.

Kendimi aradım.

Tümüyle yazgıdır zorunluluğu belirleyen.

Parmenides
Hocası Ksenophanes’in öğretilerini bilimsel bir temele oturtmuştur.

Varonlanlar çok şeyse, aynı şeylerin hem benzer hem de benzemez olmaları gerekir, bu da olanaksızdır; çünkü benzer olanların benzemez, benzemez olanların benzer olmaları olanaksızdır.”[8]

Çok şeyin varolması olanaksızdır.”[9]

Varolan tek bir şeyken, bu kendisini çok şey olarak gösterecek olursa buna şaşıracağım.”[10]

İdeaların kendileri doğada ilkörnekler olarak bulunurlar. Öteki şeyler bunlar gibi görünürler ve bunlara benzerler, öteki şeylerin oluşmaları için idealardan pay almaları da bunlara benzemekten başka bir şey değildir.”[11]

Hiçbir parçası yoksa ne başı ne sonu ne de ortası olabilir, çünkü bunlar onun parçası olur.”[12]

Bir nesne bir nesneye özdeş olduğunda bir olmaz.”[13]

Özdeşlik için yalnız bir öğe yeterlidir. Bir kendisindedir. Kendisiyle özdeştir (A’dır deriz bunun için, özdeşlik için A=A formülü hatalıdır).

Bir, hiçbir biçimde varlıktan pay almıyor.”[14]
İster olsun ister olmasın, o ve öteki nesneler hem kendi kendilerine göre hem de birbirlerine göre birbirleriyle bütünüyle ilişki içindedirler ve değildirler; hem öyle görünürler hem de öyle görünmezler. Çok doğru.”[15]

Deneyim, Pythagoras ve ondan önceki Miletosçular için önemliydi. Onların düşüncelerinin temeli deneyimdi. Parmenides’i kendisinden öncekilerden ayıran en belirgin tarafı buradadır. O evreni akıl yoluyla anlamaya çalışmıştır. Bu nedenle felsefe tarihinin ilk mantıkçısı ve ilk rasyonalist filozofu olarak kabul edilebilir.
Varlık vardır. Var olmayan var değildir. Varolan vardır. Parmenides’in Varlık dediği mutlak, görünür, duyulur, hissedilir bir şey değildir.
Onu hiçbir şekilde hülasa edemeyiz. Belirli bir niteliği yoktur. Onun tek özelliği varlık olmasıdır. Parçası olmayan ve bölünemeyen bir tanrıdır. Kendisiyle özdeş olan bu varlık dışındaki tüm şeyler sadece görünüştür hiçbir gerçeklikleri yoktur, aldatıcıdırlar.
Evren, mutlak varlıktır, tek gerçekliktir ve değişmeyendir. Parmenides böylece ana madde arayışına yeni bir boyut kazandırmıştır.
Parmenides iki ayrı olgu ortaya koyar: birincisi akıl yolu ki bu yola Bir’i anlamak mümkündür; diğeriyse görünüşler dünyasıdır ki şeylerin dünyası, görünüş dünyasında bu hiçbir şeyin gerçek olmadığı görünüşler dünyasında doğruyu aramak hataya götürecektir, yanlış olacaktır.
Parmenides, mutlak varlığı izah ederken, görünüşler dünyasının, sahte gerçeklikler dünyasının nasıl oluştuğunu açıklamaz.
Bu konudaki açıklamaları öğrencisi kabul edilen Melissos yapmıştır.
Melissos, yaşadığımız dünyayı var kabul etmez. Sürekli değişim içinde olan şeyler yoktur. Varolan değişmez. Olmayan şey için açıklama yapmak gereksizdir der.
Parmenides’in varlık anlayışı ontolojiye özdeşlik açılımı bağlamında büyük katkılar yapmıştır. Metafiziğin temelini attığını söylemek yanlış olmaz. Varlık Varlık’a Varlık’tan gelmiştir. Bu sözüyle Varlık’ın kendinde olduğunu, başı sonu olmadığını, ezeli ve ebedi olduğunu vurgulamıştır.
Elea Okulu’nun Herakleitos’un düşüncelerine yönelik eleştirileri felsefe tarihindeki ilk felsefi tartışmadır. Herakleitos değişimi, zıtlıkları evrenin temel ilkesi olarak kabul etmişti. Parmenides ise değişen bir şeyin varlığını en baştan reddeder. Bir, Bir’dir. İki türlü varolamaz.
Herakleitos, ateşi insan ruhuyla özdeşleştirirken, Parmenides, başı ve sonu olan ateşe böyle bir nitelik atfetmenin olanaksızlığına vurgu yapar.
Herakleitos ile Parmenides’in tek ortak yanları her ikisinin de duyular dünyasından edinilen bilgileri güvenilir kabul etmemeleridir.

Zenon
Varlık’tan hiçbir şeyin çıkmadığını söyleyen Parmenides, görünen tüm şeylerin aslında var olmadığını söylemiş olur. Parmenides’in değişim içindeki aslında var olmayanların varlığına ilişkin bir şey söylememesi öğrencisi Zenon’un bu noktaya odaklanmasına neden olur.
Zenon bunun için felsefe tarihinin en meşhur paradokslarını ortaya koyar. Paradoksların diyalektik yöntemi, felsefe tarihi için bir diğer önemli vakıadır.
Savunduğu görüşe karşı yürütülen bir tezi, bu tezin içinden çıkardığı bir başka tezle karşılaştırıp ilk önermeyi saçmaya indirgemek koşuluyla kendi tezini ayakta tutar.
Hareket olgusunu tartışmaya açtığı paradoksunda zaman kavramının göreli olduğu sonucunu ortaya koyar.
…pistte devinenler üzerine: bunlar eşit büyüklükte (cisimlerden oluşmuş yine eşit büyüklükte) iki öbek, yine eşit büyüklükte (cisimlerden oluşmuş olup devinenlere eşit) bir öbek önünden karşıt yönlerde deviniyorlar. Bir öbek pistin sonundan öteki ortasından başlıyor devinime, hızları da eşit. Burada (Zenon) yarı zamanın iki misli zaman eşit olmasının söz konusu olduğunu düşünüyor. Ne ki yanlış akıl yürütme şurada: hem devinen hem de duran nesne boyunca, eşit uzunluğun sabit hızla eşit zamanda geçildiğinin kabulü. Oysa bu yanlış: söz gelişi diyelim ki, duran birine eşit cisimler A A; bunlarla sayıca ve büyüklükçe eşit cisimlerden oluşan B B devinime ortadan başlıyor. Sayıca ve büyüklükçe bunlara eşit olan ve B öbeğindekilerle eşit hızda olan C C öbeği devinime sondan başlıyor. Söz konusu olan şu; karşılaştıklarında ilk B, ilk C ile aynı anda sınırda oluyor. Yine C tümüyle B’leri geçmiş bulunuyor. B ise (A’ların) yarısını geçmiş bulunuyor. Dolayısıyla zamanda yarısı oluyor, çünkü her biri birbirleriyle karşılaştırıldıklarında eşit. Aynı anda şu da oluyor; ilk B bütün C’leri geçmiştir. Nitekim ilk C ile ilk B aynı anda karşıt sınırlarda olacaklardır (nitekim onun dediğine göre B’lerin her biri için söz konusu olan zaman, A’ların her biri için söz konusu olan zamana eşit). Çünkü her ikisi de A’nın önünden eşit zamanda geçiyor. İmdi temellendirme bu, dayanağı da az önce sözünü ettiğimiz yanılgı.”[16]

Empedokles
Her şeyin temeli; toprak, hava, ateş ve sudur. Bunları bir arada tutan sevgi, bunun karşısındaki güç ise nefrettir. Sevgi ve nefret üstünlüğü ele geçirmeksizin sonsuz bir döngü içinde birbirlerinin yerini alırlar.
Empedokles’in Sicilya’nın Agrimentum kentinde doğduğu söylenir (MÖ. 490). Yaşadığı kentin politik ortamında etkin görevler üstlenmiştir. Meşhur olmak pahasına kendini Etna’ya atarak öldüğü rivayet edilir.
Gogias, onun için büyüler yaparak insanları iyileştirdiğini bizzat gördüğünü söyler. Nabız atışının ritmiyle soluk alıp verme arasında ilişki kurmuştur. İçerisinde çok fazla cevher barındıran kanı önemsemiş ve düşünceye kaynaklık ettiğini öne sürmüştür.
İnanç yönüyle Pythagoras’a yakındır. Ruhun ölümsüzlüğüne inanırdı. Kurban ayinlerine karşıydı ve de et yemezdi.
Ayın, güneşten aldığı ışığı yansıttığını söylemiştir. Güneş tutulmasını da doğru biçimde açıklamıştır.
Her şeyi temelinde dört elementi görür.
Evreni dolduran bu tözlerin sürekli hareket halinde olduğunu söyler.
Bu dört elementi hareket ettiren güç, sevgi anlamına gelen Sphairos idi.
Her şey sevgiyle bir araya gelir.
Hareket iki yönlüdür bu nedenle Sphairos’un karşısına Akosmia dediği sevginin değilini, nefreti koymuştur.
Bu iki güç arasındaki gel-gitlerin sonsuza dek devam edeceğini söyler.
Dört öğe bir aradaysa insan canlı, aralarında dengesizlik varsa insan hasta, ayrılmaları halinde ise insan ölüdür.

Anaksagoras
Batı Anadolu’da yaşamıştır. Uzun süre Atina’da kalıp Perikles’le yakınlık kurmuştur. Tanrıtanımazlıkla suçlanınca Atina’dan kaçıp bugünkü adıyla Çanakkale’ye yerleşmiştir. 
Anaksagoras evreni kaos olarak tasavvur eder.
Evrenin sonsuz sayıda elementten bir araya geldiğini savunur.
Bunları bir arada tutan güç hava ve ateştir.
Kaostan kozmosa geçişi Nous adını verdiği bir kavramla açıklamaya çalışır. Akıl, zihin anlamına gelen Nous, evrene düzen verir.
Nous, sadece düzenler, bir amaca hizmet etmez. Dolayısıyla Tanrı değildir.
Varlık ve yokluk yerine birleşme ve ayrılma kavramlarına yer verir.
Nous her varlıkta aynıdır. İnsanı ayrıcalıklı kılan onun eylemidir. Bu nedenle Anaksagoras insan eline özellikle önem verir.
Zayıflığından dolayı insanın hakikati idrak edemeyeceğini söyler.
Diğer şeylerin her maddede payı vardır; Nous ise sonsuz ve başına buyruktur, hiçbir şeyle karışmamıştır; zira yalnız kendi içinde bulunmayıp da başka bir şeyle karışmış, yani her hangi bir şeye karışmış olsaydı, o zaman her şeyde payı olurdu. Çünkü daha önce açıkladığım gibi, her şeyde her şeyden bir parça vardır. Ve Nous’la karışmış maddeler onu sadece engelleyecekti, ve böylece yalnız kendi için olduğu zamanki gibi şeylere aynı tarzda hükmedemeyecekti. Çünkü o her şeyin en incesi ve en arısıdır. Şeyler hakkında her çeşit bilgiye sahiptir, en büyük güç ondadır, ruhun sahip olduğu büyük küçük her şeye, bütün bunlara Nous hükmeder. Önce çepeçevre dönmeye başlayan toplam burgaç hareketine de Nous hükmeder. Bu hareket ilk olarak belirli küçük bir noktadan başladı; ama git gide yayılıyor ve daha da yayılacak, birbirine karışmış, yalıtlanmış ve birbirinden ayrılmış olan her şeyi Naou idrak eder. Her şeyin nasıl olması gerektiğini (şimdi artık mevcut olmayan şeyin) geçmişte nasıl olduğunu, bütün bunları Nous düzenledi, üstelik bu burgaç hareketini de; ki bu hareketi şimdi yıldızlar, güneş ve ay icra etti. Tıpkı birbirinden ayrılan hava ve aither gibi. Onların ayrılmasına işte bu burgaç hareketi neden oldu. Ve seyrekten sık, soğuktan sıcak, karanlıktan aydınlık, nemliden kuru çıktı. Ne ki maddelerin pek çok parçası vardır. Nous dışında başka hiçbir şey diğerinden tamamen çıkmaz ya da ayrılmaz. Büyük küçük her Nous aynı türdendir. Ancak hiçbir şey diğeri gibi aynı türen değildir. Tersine bir şeyde hangisinden fazla miktarda varsa, o şeyde en göze çarpan bu şeydir ve bu şeydi.” [17]
Nous kendi içindir.”[18]
Görünen şeyler görünmeyenleri idrak etmenin emelini oluşturur.”[19]

Hippon
Tales’in düşüncelerine sarılıp suyun ilk öğe olduğunu yinelemiştir.
Arkhelaos
Oluş üzerine kafa yorar.
Oluşun nedenleri sıcak ve soğuktur. Sıcak hareketi getirir, soğuk ise devinimsizliktir.
Sıcak ile soğuğun ayrışmasıyla hareketin başladığını söyler.
Adalet ve estetik yargıları doğada var olmadıkları için insanların uydurmaları olarak görür.

Diogenes
Apollonialı Diogenes, tanınmış bir hekimdi. Çalışmalarıyla Hipokrat Okulu’nu etkilemiştir. Anaksimenes’in düşüncelerini savunmuştur. Evrenin doğası havadır.

Leukippos
Atomların en temel, parçalanamaz/bölünemez yapı taşları olduğunu öne sürdü.
Epiküros atomculuğu anlattığı yapıtlarında Leukippos’u reddeder. Böyle birisinin hiçbir zaman var olmadığını söyler. Aristoteles, Leukippos’u atomculuğun kurucusu olarak takdim eder.

Demokritos
M.Ö. 460 yılında doğdu. 370’de öldü.
Abderalı Demokritos, İran ve Mısır dâhil olmak üzere birçok kenti gezip görmüştür.
Varoluşu bir nedene ve rastlantıya bağlamaz.
“Harman yaparken buğdayı samandan ayırmak istersem, havaya savururum. Böylece ağır olduklarından, buğday taneleri bir yana, hafif olduklarından saman tanecikleri başka bir yana ayrılırlar.”[20]
Varlığı devinim ve zorunlulukla izah eder.
Oluş için tanrısal neden aramaz, oluş için hareket yeterlidir der.
Atom, bölünemeyecek kadar küçük parçalardır. Evreni bu sonsuz sayıdaki atomlar oluşturur.
Evrenin yarısını atomların oluşabilmesi için boş kabul eder. Somut maddeyi soyut / boş bir mekânda tasavvur ederek olanı olmayanın içinde var etmiş olur.
Atomlar, dağınık haldedirler. Herhangi bir maddeyi oluşturmaları için başka bir güce ihtiyaç duymazlar. Birleşerek/bir araya gelerek maddeleri oluştururlar.
Demokritos, Herakleitos’un hareket/oluş vurgusunu Parmenides’in Varlık’ın yok olmasının mümkün olmadığı yönündeki görüşlerini bir noktada birleştirir.
Ruhun yapısının ateş olduğunu söyler. Ateş da atomlardan oluşmuştur.
Bilginin akıl yoluyla edinildiğini söyler.
Algı konusunda düşünen Demokritos, en güvenilir algı verisinin dokunma duyusu yoluyla edinilen bilgi de olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Parmenides’in varlık ve yokluk yanılsamadır önermesine paralel olarak görme duyusuna yanıltıcı olduğu için itibar etmez.
Ahlak üzerine olan düşünceleri, insanları mutluluğa götürecek yolların araştırılması şeklindedir.
“Vücut nelere muhtaçsa, bunlar herkes için zahmetsiz ve meşakkate ihtiyaç gösteren ve hayatı acılarla dolduran neler varsa vücut bunları arzulamaz, bunları arzu eden, düşüncenin kötü cinsidir.” [21]
Mutluluk için kişi ilk önce tutkularını dizginlemelidir. Bedene egemen olmak, mutluluğun ön koşuludur. Bedenin arzuları sonlu şeyleredir. Ruh ise ölümsüz şeyleri arzular. Mutluluğa ruhun arzularını tatmin ederek ulaşılabilir.
Tarih içinde insanı anlamaya çalışan Demokritos ilk insanı, herhangi bir hayvandan farklı görmez. İnsanın ilkel şartlarını geliştirmeye çalışması doğa karşısındaki çaresizliğinden dolayıdır.

Archytas
M.Ö. 430 ile 350 yılları arasında yaşamıştır.
Güneşi evrenin merkezine yerleştiren kozmogonisi ilgiye değerdir.

Sofistlerin ortaya çıkışı Demokritos’tan sonraya denk gelir.
Evrenin oluşumu, bilginin edinimi konularında o zamana dek ortaya atılan görüşler, kuşkucu bir gurubun ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
Duyu algılarının yanıltıcı olduğu yolundaki önermelere rağmen bilgiden nasıl emin olabiliriz? Sofistler bu sorudan/sorundan dolayı doğru bilgi değil de yararlı olan bilginin izini sürerler.
Sofistlerin yararlı bilgi hakkındaki düşünceleri onları söylev konusunda yetkinleştirdi. Sofistler iyi birer hatiptiler.
Mutlu olmak için mücadele etmek gerekir. Ticaret ve adalet iyi konuşanın lehindedir.

Protagoras
M.Ö. 481 ile 411 yılları arasında yaşadı.
Thurioi kenti için kanunlar hazırladığı söylenir.
Tanrının varlığından şüphe eden sözleri nedeniyle Atinalıların öfkesini üzerine çekti. Sicilya’ya kaçarken gemisi battığı için öldüğü bilinmektedir.
Özdeşlik ilkesinden hareketle kesin ve gerçek bilginin mümkün olamayacağı sonucuna ulaşır. Gerçek hakkındaki yargılar, insanların sayısı kadardır. İnsan her şeyin ölçüsüdür. Dolayısıyla önemli olan yararlı bilginin peşindedir.
Ölçü insan olduğu için, iyi ve doğru da rölatiftir.
Karşısındaki kişinin doğrularını çürütüp kendi önermelerini haklı çıkarmak Protagoras’ın en önemli çabasıdır. Karşısındakine kendi düşüncelerini kabul ettirmek hatiplikle mümkündür.
Yeterince iyi konuşan kişinin ağzında her hangi bir sav diğerlerine üstünlük kurabilir.
Yasalar karşısında da adalet, iyi konuşanın yanındadır.
İnsanı her şeyin ölçüsü kabul etmek, her türlü kurumsallaşmanın ortadan kaldırılmasını gerektirir. Bu durumda devlet otoritesi / yapısı da mümkün olamayacaktır.

Prodikos
Sokrates’in çağdaşıdır. Anlamdaş sözcükler arasındaki anlam farkları üzerinde kafa yormuştur.
İnsanların kendileri için büyük önem taşıyan her şeyi tanrı yerine koyduklarına dikkat çekip aslında tanrının var olmadığını söyler.
Sofistler gibi görelilik savunucusudur. Genel bir yargının olamayacağını, her hangi bir şeyin kullananın maksadına göre bir değer taşıyabileceğini söyler.

Kritias
Devlet adamıdır. 404’te Theasybule’un ordularıyla giriştiği mücadelede ölmüştür.
Kötü huylu biridir. Sokrates’in öğrencilerindendi. Ne var ki hocasının söylediklerine kulak vermemiştir. Dini kuralları halkın itaatini arttıracağını düşündüğü için savunurdu. Buna karşın ruh ve tanrı kavramlarını tanımazdı.

Hippias
Sokrates’in çağdaşıdır. Her şeyi bilip anlamak iddiasındaydı. Çeşitli konularda söylevler verdiği bilinir. Bellek gelişimine odaklanmıştır. Güçlü bir hafızası olduğu bilinir. Giyindiği ve kullandığı eşyaları bizzat kendisi imal ederdi. Kendine yeterli olmak idealindeydi.

Phaleas
İsmine Aristoteles’in Politika adlı eserinde rastlarız. Devlet kuramcısıdır. Servet dağılımındaki eşitsizliğin kavga ve savaşın nedeni olduğuna dikkat çeker. Mülkiyetin eşit dağıtılması ve herkesin eşit eğitime tabi tutulmasını salık verir. Suçun ortadan kaldırılması için tutkuların kontrol edilmesi gerektiğine inanır.

Hippodamos
On bin nüfuslu site tasarlamıştır. Siteyi üç guruba ayırır: esnaf, çiftçi ve savaşçılar. Arazileri de üçe ayırır: özel arazi, ulusal arazi ve kutsal arazi. Devlet yöneticisini bu üç zümre kendi aralarından seçerler. Devlet kuramıyla Platon’u etkilemiştir.

Gorgias
Sicilya’da doğdu. 427 yılında Leontini elçisi olarak Atina’ya gittiği bilinir.
Empedokles’in öğrencisi olan Gorgias, Kallikles’e hocalık etmiştir. Parmenides’in kendisiyle özdeş Varlık’ını üç sıra önermesiyle yok etmiştir. Parmenides, Varlık’ı başlangıcı ve sonu olmayan, öncesiz ve sonrasız sonsuzluk olarak ve de kendi kendisiyle özdeş olarak tasarlamıştı. Gorgias, Hiçbir şey var değildir, var olsa bile insanlar onu anlayamazlar, anlasa da başkasına iletemez demiştir.
Varolmayan            Varolam
Yokluk                      Varlık
Yokluk yok olandır. Olmayan bir şeydir. Olmadığı için, hakkında konuşmak anlamsızdır.
Varolan, yokluk var kabul edilirse mümkündür. Varlığı var eden yokluktur. Yokluk reddedilirse varlığın varolması mümkün olmaz.
Yokluk dışarıda bırakıldığı halde varlıktan söz etmemiz istenirse, bir şey var olsaydı, bu ya sınırsız, başlangıçsız, kendisiyle özdeş olarak var olabilir.
Bu sonsuz varlık, sınırsızlığın da parçalardan meydana geldiği dikkate alınırsa bölünebilir ve dolayısıyla özdeşliği olmayan bir varlık olarak kalır karşımızda.
Sınırlı olarak düşünülürse, varlık daima başka şeylerle birlikte tasavvur edilecektir. Varlık hem kendi, hem de bir başka şeyin içinde varlık olarak düşünüldüğünde, bu düşünce bizi varlık hem vardır hem de yoktur ikilemine getirir.
Her hal ü karda varlık hakkındaki argümanlar çelişiktir.
Düşüncenin tasarımlarını, düşünce kendi içinde üretir. Bu tasarımların doğruluğu hakkındaki kıstası yine kendisidir. Bu nedenle de bilinen iletilemez.
Bir şeyin kendisine ait olan bilgisini ben ancak kendi bilgim ölçüsünde kavrayabilirim. Varlık hakkındaki bilgim, tam da varlık hakkındaki bilgimle sınırlıdır. Bu bilgiyle varlığın bilgisi örtüşmez. Dolayısıyla sahip olduğum bilgi varlığın bilgisini kavrayamaz. Varlık hakkında aktaracağım bilgi, varlık hakkındaki bilgimin aktarımı olacaktır, varlığın bilgisinin aktarımı değil.
Gorgias, bu noktada düşünceye değil söyleve yönelir. Varlık, doğruluk gibi fikir birliğine varamayacağımız kavramları söylevlerinin dışında tutmuştur.

Kallikles
İsmine Platon’un diyaloglarında rastlarız.
Doğacı bir düşünürdür. Kanunlar hakkında Prodikos ve Kritias’ın çizgisindedir. Kanunların zayıf insanların icadı olduğunu söyler. Kanunları halk için gerekli gören Kallikles, halkın ancak adalet ve ölçü çerçevesinde mutlu olabileceği inancındadır. Yetkin kişiler ise ölçü ve adaleti önlerinde bir engel olmaktan çıkardıklarında mutlu olabilirler.

Sokrates
M.Ö. 470 yılında doğdu.
Babası taş yontucusu bir zanaatkârdır (Sophronisk).
Annesi Phenaret ise tanınmış bir ebedir.
Erken yaşlarda müzik ve geometri dersleri alan Sokrates, gramer, spor, astronomi ve matematik alanında da dersler görmüştür.
Bazı kaynaklarda heykeltıraşlık yaptığı söyleniyorsa da bunun nedeni yaşadığı dönemde bir adaşının heykeltıraş olmasıdır.
Sağlam yapılı ve sağlam karakterli biridir. Yiğit ve atılgan olarak ünlenmiştir. Sürekli olarak yalınayak dolaşırdı.
Eşi Xanthipe için katlanılması en zor kadın denmektedir.
Yaşadığı dönemde sofistlerin dilinde insan her şeyin ölçüsüdür. Sokrates aynı entelektüel ortamda insana odaklanan düşünceler geliştirir. Diyalogların hemen tümü de insani hasletlere dairdir.
Çocukluk arkadaşı Khaipephon, Parnassus Dağı’nın eteklerindeki Fosis’te Delphi kâhini olarak bilinen bir rahibeye Sokrates’ten daha bilge biri olup olmadığını sorar; “yoktur” cevabını alır. Sokrates, tanrıların böyle söylemekle ne demek istemiş olabilecekleri hakkında düşünmeye başlar. Bilge kabul edilen kişilerle konuşmaya başlar. Sohbetleri sonucunda bilge bilinenlerin aslında hiçbir şey bilmediklerini görür. 
Kendisini hiçbir şey bilmediğini bilen biri olarak kabul eden Sokrates bu erdemi sayesinde bilge geçinen kişilerden bir derece üstün olduğunu kabul eder.
Kendini Bil
Delphi tapınağında okuduğu bu söz onun şiarıdır. İnsanların ancak kendilerini bilmeleri koşuluyla mutlu olabileceklerini söyler.
Sokrates için bilgi, erdemle özdeştir. Bilgi, insanı yanlıştan uzak tutar. Bilerek işlenen suç olmaz ona göre. Bilgelik iyilik ve doğruluk getirir.
Sokrates bilginin doğuştan insanlara verildiğini savunur. Bu düşünceden hareketle diyaloglarında karşısındaki kişinin içinde olduğuna inandığı bilgiyi dışarıya çıkarmaya çalışırdı.
Diyaloglarında yanlış olduğuna inandığı düşünceyi o düşüncenin savunucusu tarafından çürütülmesi için uğraşır. Buna karşın çoğu zaman doğru olana dair kanıtlar ortaya koymaz.
Aristoteles bazı eserlerinde Sokrates için tümevarımın kurucusudur der.
Sokrates için ahlakın amacı mutluluktur. Haz peşinde olanlar iyi-kötü ayrımı yapamazlar. Doğru olan aklın kılavuzluğunda yol almaktır. Sokrates bu temel üzerinde iyi olanı bilgece olanla özdeş tutmuştur.
Üzerinde herkesin mutabık kalacağı bir iyi bulmak kolay değildir. Bu sorunu çözmek için adalet gereklidir. Ölçülü olmak, kişinin davranışlarının bir başkasına zarar vermemesini gözetmesidir. Ölçü, adaletin temelidir.
Sokrates’in Daimonion kavramı içeriğine baktığımızda vicdan kavramıyla örtüşmektedir. Sokrates, Daimonion’u içsel bir ses, tanrının insanlara seslenmesi olarak tasavvur eder. Sokrates’in tanrı algısı da Anaksimandros’un Areiron varlığına benzer. Bir, sonsuz, sınırsız ve mutlak olan tanrı düşüncesinden yanaydı. Atinalıların çok tanrılı inancına karşıydı.
Sokrates’in çok tanrılı inanca muhalif olması, onu alt etmek için fırsat kollayan sofistlerin elini güçlendirdi. Kuru söylevler çekerek para kazanan sofistlerin tekerine çomak sokan Sokrates, gençleri baştan çıkarmakla, onları çok tanrılı inançlarından uzaklaştırmakla suçlanır. Suçlamalara karşı kendini savunmayan Sokrates M.Ö. 399’da kendisine reva görülen zehri içerek öl(dürül)müştür.





[1] Walther Kranz, Antik Felsefe, Çev: Suad Y. Baydur, Eylül 1994, Sosyal Yayınlar, s. 13
[2] Age. s. 24
[3] Age. s. 24
[4] Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, Cilt 3, 1976, Remzi Kitabevi, s. 580
[5] Walter Kranz, s. 24-25
[6] Semih Rifat, Herakleitos: Bir Kapalı Söz Ustasıyla Buluşma Denemesi, Kasım 1998, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
[7] Yay / Bios sözcüğünün ikinci anlamı “yaşam”dır.
[8] Platon, Parmenides, Çev: Saffet Babür, İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara, 1996, s. 30
[9] Age. s. 30-31
[10] Age. s. 33
[11] Age. s. 38
[12] Age. s. 46
[13] Age. s. 50
[14] Age. s. 54
[15] Age. s. 104
[16] Aristoteles, Fizik, Çeviren: Saffet Babür, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 1997, s. 295-297
[17] Wilhelm Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe, 2. Cilt, Çev: Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınları, 1995, s. 30-31
[18] Age. s. 31
[19] Age. s. 40
[20] Ernst Von Aster, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, Haz. Vural Okur, İm Yayınları, İstanbul, Şubat 99, s. 84
[21] Walther Kranz, s. 173

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder