24 Eylül 2025 Çarşamba

Yerleri Hatırlamak - Notlar

Janet Donohoe - Yerleri Hatırlamak - Notlar

Bellek ve Yer Arasındaki İlişkiye Dair Fenomenolojik Bir Çalışma

Remembering Places, A Phenomenological Study of the Relationship between Memory and Place, Lexington Books, Lanham, 2014

 


Yazar, hem bireysel hem de kolektif hafızanın temelinde fiziksel mekânın ve bedenlenmiş deneyimin yattığını ve geçmişin bu alanlarda üst üste yazılan katmanlar misali bir palimpsest gibi işlediğini savunuyor. Gaston Bachelard’ın çocukluk evine odaklanan bireyselci fenomenolojisini eleştirerek, mekânın toplumsal ve kuşaksal boyutlarının önemini vurgular.

 

Giriş

Hafıza, Gelenek ve Mekân: bu üç terim o kadar karmaşık bir şekilde iç içe geçmiş ki, birini diğerlerinden ayırmak zor. Edmund Husserl'in de söyleyebileceği gibi, bunlar farklıdır, ancak ayrı değildir. Deneyim her zaman ve her yerde bu üçünün iç içe geçmesidir.

 

Çocuklarımızı ve eşlerimizi büyüdüğümüz yerlere götürmemizin geçerli nedenleri vardır. Bu yerler hafızayla doludur ve bu tür yerlerin aurası bizi geçmişe ve geleneklere bağlayarak onları bize sunar.

 

Mekânlar, hafızanın sınırları veya kapları olarak değil, bir palimpsest işlevi görür. Palimpsest imgesi, yalnızca hafıza mekânları için değil, hafızanın kendisi için de geçerlidir.

Hafızanın mekan aracılığıyla oluştuğunu ve bizi bu roldeki mekanlara daha dikkatli olmaya çağırdığını öne sürüyorum.

 

Yer (place), mekândan (space) farklıdır. Yer, sınırlı, sınırlandırılmış ve münhasırdır; mekân ise sınırsız, homojen bir alemdir. Yer, “mekânı deneyim düzenine oturtur.” Mekân, bireye bir arka plan ve miras aldığı bir gelenek sağlar.

 

Biriyle ilk kez tanışırken, o kişinin nereden olduğunu bilmek genellikle önemlidir. Kişinin memleketi, haritada bulunan bir yer değildir. Önemli olan fiziksel yer bile değildir. Aksine, bir kişinin memleketinin belirlenmesi, tıpkı kişinin o yere bir anlam vermesi gibi, o kişiye dair bir fikir verir. Bir kişinin memleketini bilmek, o kişinin bize benzeyip benzemediğini gösterir ve eğer bize benzemiyorsa, genellikle o kişinin bizden nasıl farklı olabileceğine dair bir ipucu verir.

 

Gaston Bachelard, Mekanın Poetikası, yaşanılan mekanın geometrik mekana üstün gelmesiyle ilgilenir. Fenomenolojik çalışması, çocukluk evinde temellenen yer(ler)in öznelliğini vurgular. Çocukluk eviyle karşılaşma, diğer tüm yer(ler)le karşılaşmaların kök saldığı temeli sağlar. Çocukluk evinin yeri, ister bir kulübe ister bir konak olsun, o andan itibaren yer deneyimini çerçeveler. Diğer meskenler, bu ilk meskenle ölçülür.

 

Casey ve Bachelard, bireysel hafızada yerin rolüne dair anlayışımıza katkıda bulunmuşlardır.

…öncelikli olarak kişisel deneyimlerin yerlerini tanımlamış olsalar da, yer yalnızca öznel bir mekan olarak düşünülmemelidir.

…özne aynı zamanda her zaman dünyadaki diğerleriyle birliktedir, bu nedenle yer her zaman öznelerarasıdır.

Casey ve Bachelard bu konuda eksik kalıyor, çünkü ikisi de kolektif hafıza ve mekân arasındaki ilişki hakkında pek bir şey söylemiyor.

 

Bir mekânın kolektif bir hafıza mekânına dönüşmesi için dönüştürücü bir olay gerekir.

Fenomenolojik araştırmalar, kolektif hafızayı ele almak için öznelerarasılık sorusuyla yüzleşmek zorundadır.

 

Hafıza ve gelenek, manzaranın kendisine yazılmıştır; bir şehir, geçmişini binalarında, sokaklarında, ara sokaklarında, parklarında ve limanlarında anlatır.

 

Kitap, Edmund Husserl'in yaşam dünyası üzerine çalışmalarından yararlanarak fenomenolojiyle başlıyor ve bu düşünceyi Heidegger'in mesken anlayışı üzerinden geliştiriyor.

Hafıza kavramını beden, dünya ve gelenek çatallarıyla bir araya getirerek, yerin kendisinin bu karmaşık ağın nasıl birleştirici dokusu olduğunu görebiliriz.

 

Casey, Heidegger'in dünyada-olma iddiasını bir yer-dünyasında olmakla eşdeğer gören fenomenolojik bir duruş sergiliyor. Öte yandan Malpas, yapısal çağrışımlara sahip daha saf bir ontolojik duruş benimsiyor, ancak yerden toplumsal/kültürel ve politik olandan önce gelen bir şey olarak bahsediyor. Benim kendi duruşum hem Casey hem de Malpas'a derinden borçludur.

 

Kolektif mekân, dönüştürücü bir olayla ortaya çıkar ve bireysel hafıza mekânlarından çok daha karmaşık bir yapıya sahiptir.

 

Bölüm 1 - Belleğin Fenomenolojisi ve Yer

Hafızayı genellikle zaman olarak düşünürüz. Geçmişle tüketildiğini düşünürüz.

ncak hafızayı geçmiş ve zamansallıkla bu kadar yakından ilişkilendirdiğimiz için, hafıza ve mekan arasındaki eşit derecede temel bağlantıyı sıklıkla gözden kaçırırız.

 

Deneyim yerleşiktir; hafıza da aynı şekilde yerleşiktir.

Husserl'in de belirttiği gibi, yaşam dünyasının matematikselleştirilmesi, insan varoluşunun yaşanmış alanı olan yer duygusunun kaybına yol açmıştır.

(Avrupa Bilimlerinin Krizi) Husserl, bu metinde yeri mekândan ayırmaya özen gösterir. (Çünkü) Yaşam dünyasına bilimsel matematiksel yaklaşımın gelişimi, matematiksel olarak oluşturulmuş idealler dünyasının, algı yoluyla fiilen verilen, her zaman deneyimlenen ve deneyimlenebilen tek gerçek dünya olan gündelik yaşam dünyamızla gizlice yer değiştirmesine yol açmıştır.

Bu ikamenin teşvik ettiği şey, insan varoluşunun yaşanmış alanı olan yer duygusunun kaybıdır.

Özne, bir nesnenin olduğu gibi dünyaya bağlı değildir. Mekan nesneyi kapsayabilir fakat bir özne basitçe dünyada kapsanmaz. Bilakis, özne aynı zamanda bir nesne olduğu dünyayı kurar.

 

Husserl'in tanımladığı şekliyle yer, yaşanmış, deneyimlenmiş dünyadır; yaşam dünyası olarak adlandırdığı şeydir.

Mekânsallığı, bedenimin dünya deneyimimin mutlak "burası" olması gerçeğiyle karakterize edilir. Deneyimlediğim her şey bedenimin etrafında düzenlenir ve bedenime yönlendirilir. / Mekân, bedenin etrafında oluşan mekânlar küresinin genişlemesidir.

 

Mekân hafızayı taşır, beden hafızayı taşır ve hafıza mekânla bütünleşmiştir.

 

Beden ve Yer

Beden ve mekân ayrılamazdır. Mesken tuttuğumuz yer (ev), dünyada belirli bir davranış tarzı geliştirdiğimiz yerdir.

Fenomenologlara göre, beden ve dünya iç içe geçmiştir; bu da mekânı bedenin, bedeni de mekânın ayrılmaz bir parçası haline getirir.

Beden, eylem alanındaki şeyler ve insanlarla karşılaşmalarda öngörülebilir hale gelir ve belirli jestler ve deneyimler tekrarlanır ve ete yerleşir.

Alışkanlık, aşinalığı üretir ve beden hafızası, bir yerin hafızasını oluşturur. Beden, tıpkı yer gibi ve büyük ölçüde yer nedeniyle bir hafıza palimpsesti işlevi görür.

Beden, bir dereceye kadar yeniden yazılabilir (spor yaparak, diyet uygulayarak…) Bu, belirli bedensel alışkanlıkları farklı bedensel alışkanlıklarla değiştirdiğimiz anlamına gelir. Alışkanlık, aşinalığı üretir ve beden hafızası, bir yerin hafızasını oluşturur. Beden, tıpkı yer gibi ve büyük ölçüde yer nedeniyle bir hafıza palimpsesti işlevi görür.

 

Ev Önceliği

Gaston Bachelard, çocukluk evini hafızayla yakından bağlantılı olarak görür. Bachelard, "Kısacası, doğduğumuz ev, o evde yaşamanın çeşitli işlevlerinin hiyerarşisini içimize kazımıştır ve diğer tüm evler, temel bir temanın varyasyonlarından başka bir şey değildir" der. Bachelard, sanki kuşaksal ve toplumsal unsurlardan yoksunmuş gibi yalnızlık anlarına öncelik verir.

Çocukluk evi ister bir kulübe ister bir konak olsun, Bachelard'ın iddia ettiği kadar durağan değildir.

 

Ana Dünyanın Yapısı

Husserl, tanıdık olan 'ana dünya' ile tanıdık olmayan 'yabancı dünya' arasında bir ayrım yapar. Ana dünya, diğer dünyaları yargıladığımız normu oluşturan duyu birliğidir.

Ana dünya, bireyin çevresine yaklaşımının temelini oluşturur.

 

Anayurt ve Normatif Güç

…normallik, bilimlerde olabileceği gibi, tüm deneyimleyen özneler için tam olarak aynı değildir.

Normallik, her deneyimleyen öznenin yaşanan bedenini de içeren bir yapı meselesidir.

 

Yabancıdünya bir gün Anayurt olabilir mi?

Bir yerde birkaç yıl yaşayan insanlar genellikle birçok geleneği ve yerel dili benimsemişlerdir.

Ana gezegen ve yabancı dünyanın birbirine bağlı doğası nedeniyle, yabancı dünyanın ana gezegene dönüşümü asla tamamlanamaz.

 

Hafıza ve Mekân Tekrarı

Hafıza, beden ve mekânla o kadar iç içe geçmiştir ki, unutmak, tamamen kaybolmak anlamına gelmez.

Beden, üzerine yazılan ve yeniden yazılan bir hafıza palimpsesti işlevi görür. Mekânın hafıza için istikrarlı bir kap olarak düşünülmesi, her iki kavrama da haksızlık eder; Ne mekân ne de hafıza istikrarlıdır.

 

Bölüm 2 - Bireysel Hafızadan Kolektif Hafızaya

Mekân hafızaya, hafıza da mekâna yazılmışsa, sıklıkla kendi bireysel anılarımız olarak düşündüğümüz şeylerin, hafızanın ve mekanın somutlaşmış doğası ışığında yeniden değerlendirilmesi gerekir.

…anılarımızın aslında hiçbir zaman tam anlamıyla bize ait olmadığını inceleyeceğim.

 

Kolektif hafıza, mekânla bağlantısı ve bedensel anılarla ilişkisi sayesinde oluşur ve aktarılır; bu, anlatıdan daha temeldir.

 

Anılar ve Öznelerarasılık

Paul Ricoeur, Husserl'in hafıza anlayışını içsellik geleneğinin bir parçası olarak görmüş ve Husserlci bellek anlayışında Öteki'ni (diğerini) bulamamıştır. Ona göre, Husserlci aşkın bilinç yalnızdır ve bu da kolektif hafıza olasılığını imkânsız kılar.

Ancak Husserl'in Kartezyen Meditasyonlar eserinde, Öteki'ne erişimin benzetmeli algı (eş-sunum) yoluyla gerçekleştiği açıklanır. Bu, ego ile alter ego'nun "orijinal bir 'eşleştirme'de" zorunlu olarak verildiği anlamına gelir. Deneyimin perspektifsel doğası nedeniyle, deneyim öznelerarası olarak anlaşılabilir; çünkü hiçbir deneyim, beni başkalarının arasına yerleştirmeden gerçekleşemez.

 

Kolektif Hafızayı Teorileştirmek

Maurice Halbwachs, hafızanın asla tamamen kişisel olmadığını belirtir. Bir şehri gezen bir kişi, o şehri tasarlayan mimarlar ve geçmiş yazarlar gibi birçok grupla temas halindedir. Halbwachs şöyle yazar: “Hâlâ grubun etkisini hissedebiliyor ve içimde, benden kaynaklanamayacak ve beni onunla temas halinde tutan birçok fikir ve düşünce biçimini tanıyabiliyorum.”

Kolektif hafızalar, paylaşılan deneyimlerle sınırlı değildir; bizi bir tarihe ve mirasa bağlayan kültürel kolektif hafızalar da vardır.

 

Gelenek Yeri

Gelenekler, nesiller boyunca sürekli değişir ve ne üniter ne de monolitiktir. Husserl, Heidegger ve Benjamin, modern yaşamda teknolojinin rolüne ve bunun gelenek üzerindeki krizine odaklanırlar. Teknolojinin yer yokluğuna yol açtığı ve yerin şiirsel düşünme için önem taşıdığı kabul edilir.

 

Heidegger ve Gelenek Krizi

Heidegger, modern teknolojiyi, nesnelerin manipülasyonuna olanak tanıyan bilime özgü hesaplanabilirliğe bağlı olarak tanımlar.

Modern teknoloji, herhangi bir teknolojiden farklıdır. Teknoloji, dünyadaki varlığımız için temeldir ve bu nedenle tamamen yıkıcı değildir. Teknoloji yeni bir şey değildir, ancak dünyanın modern teknolojinin getirdiği araçsal düşünce tarafından yönetilmesi yenidir.

Modern teknoloji, teknolojinin her şeyi sahiplenip tek bir bütün halinde örgütlediği bir dünya yarattı.

Teknolojinin kullanımında kullanıcının araca uyum sağlaması gerekir. Araç ne kadar karmaşıksa, kullanıcısına karşı o kadar kısıtlayıcıdır.

 

Heidegger için modern teknolojinin farkı, özgüllüğü ve darlığıyla şeylerin yakınlığını azaltmasıdır. Heidegger, modern teknolojiyi, şeyleri yalnızca kullanımımız için orada olan “rezervde duran” (standing reserve) olarak anlaşılmasını sağlayan 'çerçeveleme' (Ge-stell) ile ilişkilendirir. Bu, dünyayı bir kaynak olarak görmeye ve böylece egemenlik altına almaya yol açar.

Nihayetinde bu, bizim de kaynak haline gelmemiz anlamına gelir.

Dünyaya rezerv olarak bakılırsa, bilgi ona hesapçı bir yaklaşıma indirgenir.

 

Gelenek krizi, sorgulamanın açıklığına izin veren bir gelenek yaklaşımının ortadan kaldırılmasıdır. Heidegger, sanatı (şiirsel düşünce) kurtarıcı bir konumda görür. Tapınak gibi yerler, “doğum ve ölüm, felaket ve bereket, zafer ve utanç, dayanıklılık ve çöküş” birliğini toplama işini yaparak tarihi bir halkın dünyasını açar.

Teknoloji bizi “evsizlik” ile tehdit eder.

Heidegger "Teknoloji Sorunu"nda teknolojinin tehlikesinin evsizlik olduğu konusunda uyarıda bulunur. Başka bir deyişle, teknoloji bizi yer kaybıyla tehdit eder. Heidegger, bu evsizlik tehdidini, bizim için bir mesken olarak dünyanın kaybı olarak algılar. Bu yer kaybı, sergilendiği mekânla sınırlı kaldığı sürece varlığının niteliğini kaybeden sanat eserinin yerinden edilmesiyle de ilişkilidir.

 

Benjamin ve Gelenek Krizi

Walter Benjamin de geleneği krizli görür ve modern teknolojiyi inceler. Mekanik yeniden üretim, sanat eserinin aurasını (uzay ve zamandaki benzersiz varoluşu) ortadan kaldırır ve kült değerini sergileme değeriyle değiştirir. Benjamin, auranın çöküşünü kitlelerin şeyleri mekânsal ve insani olarak ‘yaklaştırmak’ arzusuna bağlar. Film deneyimini mimariyle karşılaştırarak, dikkat dağınıklığı halinde alımlamanın (dalgınlık), tefekkürden farklı bir düşünme biçimi olduğunu öne sürer.

 

Heidegger ve Benjamin'i Birlikte Düşünmek

Her iki filozof da teknolojinin geleneği baltaladığını kabul eder, ancak Heidegger kurtuluşu sanatta bir yanıt olarak görürken, Benjamin teknoloji aracılığıyla sanat eserinin otoritesinin sorgulanabileceği yeni bir algı biçimi mümkün olduğunu düşünür. Her ikisi de hesaplayıcı düşünmeye karşı, hakikatin ortaya çıkışına izin veren şiirsel düşünceyi destekler.

 

Husserl ve Gelenek Krizi

Edmund Husserl de bir gelenek krizinin farkındadır. Krizin, eleştirinin gerekli ve kurtarıcı olduğu dünyanın matematikselleştirilmesinden kaynaklandığını düşünür. Krizi, "Avrupa insanlığının radikal bir yaşam krizi" olarak nitelendirir.

Bu, "matematiksel olarak oluşturulmuş idealler dünyasının, algı yoluyla fiilen verilen... gündelik yaşam dünyamızla gizlice yer değiştirmesine" yol açmıştır. Çözüm, miras alınan anlam katmanlarını ortaya çıkarmak için gereken eleştiri ve yenilenme projesidir.

 

Gadamer ve Gelenek Krizi

Gadamer, geleneğin tüm araştırmaların temel bir parçası olduğunu ve önyargıların (ön anlamlar) başlangıç noktası olması gerektiğini savunur. Anlama, metin ile okuyucunun "ufuklarının kaynaşması" yoluyla gerçekleşen hermeneutik bir süreçtir. Gadamer de bilimsel yöntemin ve matematikselleştirmenin yol açtığı evsizlik durumundan bahseder; bu duruma karşı sanat eseri, izleyiciyi sohbete dahil ederek direnir.

 

Gelenek ve Yer

Dört filozof da geleneğin krizinin, sorgulamayı engelleyen hesaplayıcı bir yaklaşımla ilgili olduğunu kabul eder. Hepsi, manipülasyona ve hesaplamaya direnen, hakikatin gerçekleştiği yere başvurur. Mekânlar, gelenek ve kolektif hafızanın inşasında ve aktarılmasında hayati rol oynar.

 

Bölüm 3 - Kolektif Bellek, Mekân, ve Yas

Mekân, topluluğun devamlılığı ve kaybında yas tutma ile bağlantılıdır. Anıtlar ve abideler gibi inşa edilmiş yerler, geleneği nesiller boyunca aktarmanın, geleneği ve hafızayı dünyaya yazmanın bilinçli yollarıdır.

 

Hafıza ve Yas

Toni Morrison'ın Orta Geçit'te ölenler anısına diktiği bank örneği, unutulmuş milyonların kolektif hafızasını üretme ve sürdürme arzusunu gösterir.

Köle ticaretinin bilgisinin, onu maddi dünyanın bir parçası haline getirerek nesiller boyu aktarılmasını istiyor.

 

Yas Nedir?

Jacques Derrida'ya göre yas, ölülere tanıklık etme eylemidir, ancak bu eylem Öteki'nin mutlak tekilliği nedeniyle her zaman imkansızlık riski taşır. Yas tutma, öleni içselleştirmekten ibaret olan bir olasılıktır; ancak Derrida, “geriye kalan tek şey anı gibi görünür” der. Yas, narsisizm ve ölümlülüğümüze sadakatsizlik riskini de barındırır.

 

Toplu Yas

Kolektif yas, bireysel yasın imkânsızlıklarından muzdariptir ve sıklıkla ölümleri politik sembollere indirgeme riski taşır.

Kolektif yas, çoğu zaman can sıkıntımızı yansıtır. Öz kaygı uğruna bir trajediye bağlanma arzumuzu yansıtır.

 

Yas Yerleri ve Mezarlığa Dönüş

Mezarlıklar, kaybımızı ve mirasımızı düşünebileceğimiz, yaşayanlar için inşa edilmiş yerlerdir. Karsten Harries, mezarın yalnızca insan ölümlülüğüne değil, aynı zamanda yaşamın tarihselliğine de tanıklık eder der. Anıtlar, palimpsest kavramı sayesinde, hafızanın kırılganlığına karşı koyarken değişimin içindeki sürekliliğe işaret eder.

 

Geçmişimizin Ölümüne Dönüş

Ataların veya çocukluk yerlerine yapılan hac yolculukları, geçmişi kişinin benlik anlatısına dahil etmeye yardımcı olur. Mekânlar, anlatısal olay örgüsünün bir ortamı olmaktan çok, deneyimlerin canlı unsurlarıdır. Mekânın değişmesi, benliğin değişmesidir ve bu da insanın zamansal kırılganlığının huzursuzluğundan asla uzak olmayan bir yere anlatısal bir dönüştür.

 

İnşa Edilmiş Yerler veya Yer Eksikliği

Morrison'ın bankları veya boş bırakılan 6. Bölge (District Six) gibi yerler, aksi takdirde yersiz veya unutulmuş olanlar için bir yer sağlama dürtüsünü temsil eder. Budist heykellerinin yıkılması, mekânın geleneğin aktarımında algılanan gücünü gösterir.

 

Anlatısallık ve Sınırları: Mekânın Gerekliliği

Ricoeur'ün anlatı kimliği kavramı, karakterin bedenselleşmiş durumunun değişmezliğine bağlı olsa da, mekânın rolünü yeterince hesaba katmaz. Ricoeur'ün vurguladığı aynılık ve benlik duygusu, mekân içinde kalıcılık meselesiyle de yakından ilişkilidir.

 

Palimpsestler ve Hermeneutik

Hafıza mekânları, değişime açık oldukları için palimpsest olarak düşünülmelidir. Anıtla karşılaşma, şimdiki zamanın geçmişle etkileşime girmesini sağlayan bir hermenötik etkinlik gerektirir. Maurice Halbwachs'a göre, bir grubun hafızalarını güvence altına almak için hem fiziksel bir nesne hem de grup tarafından paylaşılan ve bu fiziksel gerçekliğe bağlı kalan ve onun üzerine bindirilen manevi bir öneme ihtiyaç vardır.

 

Bölüm 4 - Anıtların Hermeneutiği

Anıtlar, dayanıklı malzemelerden yapıldığı için kültürel dünyaya kalıcılıklarıyla katkıda bulunurlar; bir dünyanın yaratılmasına katkıda bulunurlar. Anıt deneyimi, kişinin kendi geçiciliğini hatırlatır. Anıtlar, ebedilik ve tarihsellik arasındaki gerilimde bulunur ve bu da hermeneutik bir yaklaşımı zorunlu kılar.

 

Hafıza, Mekân ve Konut: Anıtların Rolü

Anıtlar, çevremizdeki dünyayı inşa eden, kolektif hafızaları ve gelenekleri koruyan ve üreten yoğunlaştırılmış anlam mekanlarıdır.

 

Anıtlar ve Somutlaşma

Anıtlar bedensel etkileşimimizi gerektirir ve davet eder. Vietnam Gazileri Anıtı'nda isimlere dokunma eylemi gibi, bedensel etkileşim, savaşa dair karmaşık bir düşünceyi teşvik ederken, II. Dünya Savaşı Anıtı'nın büyüklüğü bedeni kısıtlar ve küçültür. Anıtlar, dünyaya düşünmeden tepki verdiğimiz bedensel alışkanlıklar aracılığıyla kolektif alışılmış bedenin bir parçasıdır.

 

Anıtlar ve Kolektif Bellek/Gelenek

Anıtlar, kültürel geleneklerin ve değerlerin aktarılmasına olanak tanıyan tekrarlanabilirlik sunar. Ancak bu tekrar, kapalılığı teşvik edebilir ve eleştiriyi engelleyebilir. Nietzsche, “anıtsal tarih anlayışı diğer tarzlara hükmederse... geçmişin bütün parçaları unutulur, hor görülür ve kesintisiz, renksiz bir sel gibi akıp gider” der. Heidegger, anıtın izleyicinin sorgulamasına izin veren bir açıklık sağlaması gerektiğini öne sürer.

 

Doğaçlama Anıtlar

Doğaçlama anıtlar (yol kenarındaki haçlar gibi), trajedinin yaşandığı yeri işaretler ve geçici bir keder ve acı dışavurumudur. Bunlar ölülerle ve diğer yas tutanlarla bağlantı kurma arzusunu gösterir. Ancak bu tür anıtlar kalıcı bir topluluk duygusu sağlamada yetersiz kalır ve hafızanın yerleşikliğiyle çelişir.

 

Sanal Anıtlar

Sanal anıtlar, bedensel olarak deneyimlenemez ve fiziksel kalıcılıktan yoksundur. Siber uzayda var oldukları için hiçbir yerleri yoktur. Bedensel olarak deneyimlenemezler. Sanal anıtlar, kişisel anlatı ve seçilmiş topluluklar için bir mekan sunar, ancak narsisizm riskini taşır ve eleştiriyi teşvik etmez. Sanal yerler, bedensel hafızanın bir parçası olamaz.

 

Anıtlar ve Ulusal Anlatıların Üretimi: İdeoloji mi, Şiir mi?

Anıtlar, ideolojik bir güce sahip olabilirler. Zorlayıcı anıtlar (örneğin Stalinist yapılar), bireyi bireyselliğinin yükünden... ölüm korkusundan kurtarmayı vaat ettiği için bizi kendi ölümümüzün farkına varmamızı sağlamada başarısız olurlar. Vietnam Gazileri Anıtı ise, idealleştirmeyi reddeder ve bizi kendi ölümlülüğümüzü kabul etmeye teşvik eder.

 

Unutmanın Rolü

Unutmak, hatırlamaktan ayrılamaz; hatırlamak, değersiz olanın unutulmasına izin verir. Anıtlar, bir olayı bir zaman dilimine kapatarak ve karmaşık yönlerini basitleştirerek unutmaya yol açar. Örneğin, Iwo Jima Anıtı, askerin kahramanlığını yüceltirken, savaşın insanlıktan çıkaran yönünü ve bireysel ölümleri örter.

 

Anıtlar ve Geçmişin Varlığı: Hafıza ve Tanıklık

Anıtlar, geçmiş bir olayı işaret eden bir gösterge ve gizli bir hatırlama çağrısıdır. Onlar, hafızanın kırılganlığına ve geçmişin sessizliğine karşı bir direniş eylemidir. Amy Biehl Anıtı gibi anıtlar, tanıklık olarak geçmişin gerçeğini canlı tutmaya çalışır.

 

Anıtlar ve Geleceğin Varlığı: Tarih ve Arşiv

Anıtlar, Arendt'e göre, eylemin hikâyesinin hayatta kalmasını sağlamak için geleceğe yönelik arşiv görevi görür. Arşiv olarak anıt, hafızanın izi için bir sığınaktır ve gelecekte yorumlanma beklentisiyle neyin hatırlanacağını belirler. Bu süreç, ideolojik bir boyuta sahiptir.

 

Ricoeur Arada

Ricoeur, Heidegger'in ölüme aşırı odaklanmasını eleştirir ve doğum oranını vurgular. Anıtlar, geçmişin yokluğu ile o geçmişin tarihin varlığındaki temsili arasındaki gerilimde var olma çabası olan arada bir konum alır. Ricoeur'ün ifadesiyle, Zamansallık, hafızanın ve tarihin geçmişe atıfının varoluşsal önkoşulunu oluşturur.

 

Hafıza, Tarih ve Eleştiri

Hızla anıt dikme arzusu (anma telaşı), bir olaya hemen kapanış getirme ve olayı kendi mağduriyetimiz üzerinden değerlendirme arzusunu yansıtır. Nietzsche, bu anlıklığın, dışa dönük etkiyi sınırlamak anlamına geldiğini iddia eder. Anıtlar, eleştiri ve yenilenme için zaman aralığı bırakılmadığında, geçmişle bağlantı kurma yeteneklerini kaybederler.

 

Bölüm 5 - Çözüm

Hafıza, beden, gelenek ve mekân palimpsestlerinin iç içe geçtiğini ve bu dördünden herhangi birini anlamaya yönelik herhangi bir çabanın diğer üçüyle de boğuşmayı gerektirdiğini defalarca öne sürdüm.

 

Hermeneutik yaklaşım, silinmişlikleri ve üzerine yazılmış katmanları açığa çıkarabilir. Mekânların anıları, bedene katman katman yerleştirilir. Ricoeur'ün anlatı kavramı, anlatı kimliğini dinamik bir şekilde oluşturur ve mekân, bu anlatılara canlılık katarak temel bir rol oynar.

 

Mekânlar, iletişimcilerin bir araya geldiği bir temel sağlar ve mekânda yakınlaştırılan çok sayıda anlama bedensel olarak tepki verilir. Modern çağda mekân yoksulluğu sorunu devam etmektedir; zira hesaplayıcı yaklaşımlar yerleri barındıramaz.

 

Husserlci yenilenme ve eleştiri, narsisizm ve ideoloji 'arasında' bir konum bulmamıza yardımcı olan bir mekân yaklaşımı için hayati önem taşır. Anıtlar ve abideler, siyasi entrikalar ve yasın narsisizmi nedeniyle başarısızlık riski taşısa da, hatırlama mekanlarının rolü bizi bir aradaya yerleştirmektir. Bu "arada" konum, geçmiş ile şimdi, şimdi ile gelecek, sanat ile tarih, ben ile Öteki ve kalıcılık ile değişim arasında bir denge için mücadele etmeyi gerektirir. Bu denge, mekânları hatırlamaya çağırır.

… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder