23 Ağustos 2023 Çarşamba

Mümtaz Turhan - Kültür Değişmeleri - Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik

Mümtaz Turhan - Kültür Değişmeleri - Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik





Bu kitabın bir kısmı (köy tetkikiyle, üçüncü, son kısım) doktora tezi olmak üzere Cambridge üniversitesine sunulmuştur.

 

…kültür değişmeleri

(evolution - tekamül) nazariyesidir. Bu nazariye taraftarlarına göre medeniyet, ilk vahşet devrinden bugüne kadar devamlı bir ilerleme ve gelişme göstermiştir.

 

…evolüsyonizm, hakiki vakıaların sübjektif bir tarzda basitleştirilmesinden ibarettir.

 

…tekamülün bütün mesuliyet ve sebebini bir kültürden diğerine geçen unsurlarda ve bunların yayılmasında (diffusion - intişarında) gördüğü için bu mektep mensuplarına da difüsiyonistler denmektedir.

(bunlara) tarihçi mektep adı da verilmektedir.

 

H.R. Lowie: insan yaradılışı itibariyle taklide mütemayil, itiyatlarına bağlıdır; yaratıcı ve icatkar değildir. Onun için yüksek bir kültürün meydana gelebilmesi için fevkalade müstesna ve müsait şartları ihtiva eden bir muhite, bir mıntıkaya ihtiyaç vardır.

(Bu şartlar) eski Mısır'da vardı ve hakikaten burada yüksek bir medeniyet meydana geldi.

Medeniyet böylece yayıldığı nisbette tabiatıyle hızından, kuwetinden kaybederek zayıflayacaktır. Binaenaleyh merkezden uzak mesafelerde medeniyette bir gerileme, bir inhilal olması zaruridir (s. 18).

 

…kültür değişmelerinin sistemli, ilmi bir şekilde tetkiklne başlangıç olan ilk etnoloji araştırmalarının misyoner ve müstemlekecilik hareketiyle birlikte yürüyüp geliştiği görülüyor.

Bu nevi tetkiklerin nazari ve ameli faydalarını kavrayan ilk müstemlekeci memleket de Hollanda oluyor.

Dünyanın birçok yerlerinden gelen muhtelif ırklara, milletlere mensup ve ayrı kültür ve medeniyetleri temsil eden müteaddit grupların karşılaştığı, birbirinden farklı mütenevvi yerli kavimlerin yaşadığı Amerika, kültür temaslarına ve değişmelerine ait tetkikler için çok müsait bir zemin teşkil etmektedir.

 

Kültür ve Medeniyet

(Kültürün üç tanımı / s. 36-37) …kültür insanın hayatında içtimaı yoldan tevarüs ettiği maddi ve manevi her unsuru ihtiva eder.

Bu terimin ikinci bir manada kullanılışı daha çok taammüm etmiştir. Bu manaya göre kültürden ferdi inceliğin daha ziyade konvansiyana tabi bir ideali kastolunmaktadır.

 

Medeniyetten biz insanın, hayatı üzerinde müessir şartları kontrol maksadıyla sarfetmiş olduğu cehitler neticesinde meydana getirdiği mekanizma ve teşkilatın umumi heyetini kastediyoruz.

•Kültür ise• bu manada kullanılan medeniyetin anti tezidir.

 

Ziya Gökalp'a göre / Bir medeniyet müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyet, sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple her medeniyet, mutlaka, beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millette aldığı hususi şekilleri vardır ki, bunlara (hars-kültür) adı verilir.

 

…medeniyet usul vasıtasiyla ve ferdi iradelerle vücuda gelen içtimai hadiselerin mecmuudur.

 

Harsa dahil olan şeylerse, usul ile, fertlerin. iradesiyle vücuda gelmemişlerdir, sun'i değillerdir.

 

İctimai ihtiyaçların başında fertlerin arasındaki münasebetlerin tanzimi gelir.

 

Bedeni, içtimai ve ruhi ihtiyaçlar… / Kültür…

 

…her kültür daimi bir tahavvül halinde bulunmaktadır.

 

Malinowski'nin tarifi

Kültür değişmesi, bir cemiyetin mevcut nizamını, yani ictimai, maddi ve manevi medeniyetini bir tipten başka bir tipe kalbeden bir prosestir (s. 49).

 

Umumiyetle münferit yabancı kültür unsurlarının iktibası hemen hemen bütün serbest kültür değişmelerine bir başlangıç olmaktadır.

Yabancı bir kültür unsurunun cemiyete ithalinden, iyiden iyice benimsenip temessül edilmesine kadar geçen ictimai kültür presesini başlıca üç safha veya merhale halinde göstermek mümkündür.

Evvela, bu yeni unsurun kabulünde rolleri olan ilk müteşebbislerin onu benimsemeleri ve kabul etmeleri safhası; saniyen, mücedditler tarafından cemiyete ithal edilen yeni kültür unsurunun diğer fertler tarafından benimsenip kabul edilmesi safhası; ve nihayet bu unsurun, mevcut kültüre intibak ve temessül edebilmesi için geçirmek mecburiyetinde olduğu tahavvüller merhalesi gelir.

 

Köy Topluluğu Üzerinde Bir Tetkik

Aşağı Pasin ovası

Ardos, Azap ve Zars köylerinde yaşayanlar aynı menşeden gelmiş olduklarına inanıyorlar.

 

Bu havailde toprağı işlemek için kara sapan kullanılmaktadır.

(Bir diğer alet) “Kotan” dedikleri pulluktur.

 

…atlar, yalnız yarışlar, cirit oyunları vesair zamanlarda binmek için beslenir, fakat ziraatte veya yük taşımakta kullanılmazdı; yalnız kışın şahısların nakli için kızaklara koşulurdu.

 

…fenni ziraat usulleri tatbik olunamadığı için verim pek noksandır (s. 67).

 

…evlerin süt ve yağ ihtiyaçlarını tatmin maksadiyle koyun ve inek beslenmektedir.

 

Bu köylerde basit demircilik, nalbantlık, marangozluk ve berberlikten başka zenaat yoktur.

 

…zengin bir arazi sahibinin yanında dürüst hareket eden çalışkan bir marabanın, kendi başına müstakil çalışan ortahalli bir çiftçiden çok defa daha iyi durumda olduğu ekseriya görülür.

 

Umumiyetle aile ana ve babadan, oğullardan, bunların karılarından ve çocuklarından teşekkül eder. Böylece bir ailenin nüfusu 10 ile 30 arasındadır.

 

16 yaşına kadar bu köy cemaatiyle birlikte yaşadığım için o vakitki hayatlarına ve yaşayış tarzlarına dair hatıralarım taze ve canlıydı

 

Değişmeler Üzerinde müessir olan faktörler

Muhacirlik veya yeni bir muhite yerleşme faktörü.

Cemaatin bugün yaşadığı asıl muhitte vukua gelen coğrafi (fiziki) ve ictimai tahavvüller

Civar vilayetler, bilhassa Kars ahalisi ile temas.

 

Maddi kültürde husule gelen değişmeler

Ev inşaatında göze çarpan ilk yenilik çatının ithaliydi. (Kiremit kullanımına ilk olarak 1928 zelzelesinden sonra başlanmış)

…ev inşaatında çok daha sık görülen asıl yenilik, pencerelerin şeklinde ve yapılış tarzında idi.

Evvelce pencereler duvarların çatıya yakın kısımlarında hatta çatı üzerinde gayet küçük olmak üzere açılırdı.

 

Manevi kültür sahasındaki değişmeler

…zengin ailelerin Birinci Dünya Savaşından evvel bu havalide büyük bir nüfuzları vardı.

Başı sıkıntıya düşen, hükümetle işi olan, alacağını alamayan, borcunu veremeyen, evi yıkılan, hayvanı ölen herkes onlara baş vururdu.

Şüphesiz mevkilerini bazen suiistimal edenler de olurdu. Fakat bu çok enderdi.

 

Eskiden din, düşüncelerinde merkezi bir yer işgal ediyor ve hareketlerinin esas saikini teşkil ediyordu. Her şey rengini dini hislerden alıyor, ona göre kıymetlendiriliyordu.

Bugün din artık kollektif bir mesela olmaktan çıkmış, tamamiyle ferdileşmiştir.

…en çok çarpan değişikliğin, evvelce dini birer vecibe imiş zanniyle riayet edilen adetlerin hurafe veya batıl itikatlardan çoğunun bugün terk olunmasıdır.

 

Birinci Dünya Savaşından önce, devlet mekteplerinde verilen terbiye ve tahsilin, dini hisleri zayıflatacağı, bu itibarla zararlı olduğu zannedilirdi; bu telakki oldukça umumi idi.

 

Birinci Dünya Savaşından evvel bu köylerdeki mektepler (mahalle mektepleri gibi) hocaların elinde idi.

 

Reddedilen veya temessül edilmeyen kültür unsurları

Evvela kabul edilip denendikten sonra reddilen yeni unsurlar.

…iki buğday tipiyle muhtelif nevi meyve ağaçları ve sebzeler

…biçme, tohum ekme, tırmık ve harman makinesi gibi unsurlar

…köylüler eğer bu kategoride bulunan unsurları kabul edebilselerdi, geçinmek hususunda rastlamış oldukları güçlüklerden birçoğundan kurtulacak, en esaslı ihtiyaçları tatmin edilmiş ve nisbeten rahata kavuşmuş olacaklardı.

 

Hiç denenmeden doğrudan doğruya reddedilen unsurlar.

…peçe ve çarşafın lağvı, şapkanın kabulü, köyde müşterek bir meyve fidanlığının tesisi ve temizliğe ait bazı tedbirler

Kanuni mecburiyet dolayısiyle kabul ettikleri şapka veya kasketleri eski itiyatlara, fes adabına göre giyiyorlardı.

 

…ahlak kaidelerine, zevk ve düşüncelerine aykırı düşen bir kültür unsuru, temin edeceği faydalar nazarı itibara alınmadan reddedilebiliyor.

 

Umumiyetle serbest kültür değişmelerin en mühim bir hususiyeti olmak üzere, yerine daha iyi, daha faydalı ve müessir yeni bir unsur konmadan eskilerden hiç birisinin terk olunmadığı müşahedesini de zikretmek lazımdır (s. 108).

 

Mecburi kültür değişmeleri

…mecburi veya empoze kültür değişmesi, aynı cemiyet içinden çıkan bir grubun üstünlüğüne inandığı yabancı bir kültürü veya bunun bir kısmını yahut muayyen bazı unsurlarını, mensub olduğu cemiyete zorla kabul ettirmesini de tazammun eder (s. 114).

 

Norman ve Sakson kültür unsurlarının birleşerek İngiliz kültürünü meydana getirmiş olması buna iyi bir misal teşkil edebilir.

 

…temas halinde gruplardan birinin ötekisini üstün gördüğü veya öyle tanıdığı umumiyetle müşahede edilen bir vakıadır. Bu takdirde kendisini küçük gören grup gerek ictimai gerek kültür bakımından hayran olduğu cemiyete benzemeye çalışmaktadır. Üstün gruba karşı duyulan hayranlığı, kendisini küçük gören cemiyetin verdiği hükümlerde müşahede etmek mümkündür (s. 116).

 

Eğer kültür teması, sosyal psikolojik planda kalıyor ve silah kuvvetiyle desteklenmiyorsa, ikna yolu, itibar faktörünün tesiri sayesinde, biricik tesirli metot olarak kalacaktır.

 

Bununla beraber davranışlarla doğrudan doğruya alakası olmayan kültür unsurlarını zorla kabul ettirmek güçtür. Zira yaptığı veya yapmadığı muayyen bazı şeylerden ötürü bir insana ceza verilebildiği halde düşündüğü veya inandığı bir şeyden dolayı cezalandırılamaz. Yedi bir grubu kiliseye muntazaman gitmeye mecbur etmek mümkündür; fakat Hıristiyanlığı zorla kabul etmesi temin olunamaz.

 

…mecburi kültür değişmesinin bir hususiyeti de hakim grubun, empoze edeceği unsurlar gibi mahkum grubun kültüründe tahrip etmek istediği unsurları da bizzat seçmektedir. Tabii bu intihap, hakim grubun alaka ve menfaatlerine uyacak bir şekilde yapılır (s. 17).

 

…serbest kültür değişmelerinde, bütün fonksiyonel münasebetleri tamamiyle ifa edebilecek yeni bir unsur kabul edilmeden eski kültür unsurlarına dokunulmamaktadır. Halbuki mecburi kültür değişmelerinde bunun aksine hareket edilerek tatmin edici ikameler bulunmadan, yani yerlerine uygun, muadil yeni unsurlar kanmadan eskileri mütemadiyen ortadan kaldırılmaktadır. Bu suretle kültürün en tabii, en asli bir fonksiyonunun önüne geçilerek grubun birçok ihtiyaçlarının tatmin edilmesine mani olunmaktadır. Bunun neticesi olmak üzere cemiyetin iktisadi ve ictimai hayatında birçok aksaklıklar meydana gelmekte, fertler azami bir huzursuzluk ve sıkıntı içinde yaşamaya mahkûm bulunmaktadırlar (s. 118).

 

Mecburi bir değişmenin fena ve zararlı neticeler vermesinin sebebini, yalnız zorla ithal edilen yeni unsurlarda aramak doğru değildir; asıl sebep büyük bir ihtimalle mevcut kültür unsurlarının fonksiyanlarına mani olunmasındadır.

 

Umumiyetle alıcı grup, kabule mecbur olduğu davranış şekillerini kendi kıymet sistemlerine, zihniyetine göre yeniden kıymetlendirmek, tefsir etmek, değiştirmek suretiyle ancak muvaffakiyetle temsil edebilir (s. 120).

 

Avram Galanti'ye göre, ikinci Beyazid zamanında İstanbul ve Selanik'de, 19, Birinci Selim zamanında da 33 kitap basılmıştır. Bu tarihlerde İstanbul'da üç ve Selanik'te bir matbaa vardı. Bu matbaalarda İbranice, Latince, Yunanca eserler basılıyordu.

 

…garplılaşmaya karşı gösterilen ruhi mukavametin kırılmasında başlıca amil mağlubiyetlerimiz olduğuna göre, kültür değişmelerinin, hiç olmazsa başlangıcında, daha çok askerlik sahasında veya onunla ilgili olarak vukua gelmesi beklenebilir. Nitekim öyle olmuş, Tanzimata kadar değişmelerin ağırlık noktasını askerlik veya ona bağlı mevzular teşkil etmiştir (s. 141).

 

Birinci Abdülhamid'in (1774-1789) sadrazamı Halil Hamid Paşa, padişahın da tasvibiyle ordunun talimi ve teknik bakımdan ıslahı maksadiyle Fransa'dan mütehassıslar getirmiştir.

 

(Rusya’ya karşı) Osmanlı imparatorluğunun hiç olmazsa kendisini müdafaa edebilecek bir vaziyette bulunması lazımdı

 

III. Selim devri

Bu devirde husule gelen değişmeler / tasarlanmış olduğu halde meydana gelmiştir; bu itibarla daha sistemlidir; daha şuurludur.

 

II. Mahmut zamanı

…yeniçeriliğin lağvı, cemiyet içinde ani bir boşluk bırakması bakımından ictimai bünyede çok mütenevvi ve mühim tesirler icra etmiştir.

…bu devir, serbest değişmeler çağının sona erdiğini, mecburi veya güdümlü değişmelerin başladığını ve artık böylece devam edip gideceğini göstermektedir.

 

Garplılaşma tarihimizde yine ilk defa olmak üzere Avrupa, bu devirde kılık ve kıyafette, yaşayış tarzında, ictimai teşkilatında taklit edilmekte, bu noktalar üzerinde bilhassa ısrarla durulmaktadır. Avrupalıya yaşayış tarzında ve şekil itibariyle benzeme ihtiyacı halinde, çok kuvvetli bir şekilde tezahür eden bu temayül, artık garp medeniyetinin üstünlüğünü tasdik etmekten. ona teslim olmaktan başka çare kalmadığını ifade eder (s. 167).

 

Tanzimat Devri (1839 - 1876)

…bu devir, yakın zamana kadar garplılaşma hareketinin başlangıcı sayılmıştır.

 

…bu devir, yenilik hareketlerinin artık genişlemek üzere olduğunun ilk işaretini verir. Zira ıslahat hareketlerinin istikameti, devletin esas bünyesini değiştiren ve padişahın selahiyetlerini tahdit eden bir mahiyet almıştır.

 

II. Abdülhamit veliaht iken Mithat Paşa ile aralarında geçen müzakereler neticesinde Meşrutiyet idaresi kuracağını vadetmiş, bu şartla tahta çıkmıştı.

 

1892 den itibaren müslüman Türklerden Avrupaya talebe gönderilmesine artık müsaade edilmiyor. Aynı suretle bunların, o vakitler sayısı gittikçe çoğalmaya başlayan ecnebi mekteplere devamları da menediliyor. Buna mukabil müslüman olmayan ekalliyetler bundan istisna ediliyor. Hakikaten bu tarihlerde Robert Kolej harıl harıl Bulgar, Rum ve Ermeni talebeleri yetiştirip mezun ettiği halde Türkler bundan faydalanamıyor.

 

Meşrutiyet Devri (1908 · 1923)

 

Lale Devrinden Tanzimata kadar olan bir asırlık zaman zarfında garplılaşma faaliyetleri, bariz bir şekilde ordunun ıslahı veya yenileştirilmesi mevzuu etrafında toplanır. Diğer her nevi yenileşme teşebbüslerine ya ikinci derecede bir ehemmiyet verilir; veya bunlar sırf bu esas gayeyi desteklemek maksadiyle ele alınır (s. 206).

 

Tanzimat devrindeyse Avrupa'ya başka bir cepheden yaklaşılmak istendiğinden garplılaşma hareketi de gayesini değiştirir. Bu defa imparatorluğun kurtuluşunun çaresi, esas teşkilatının, ictimai bünyesinin Avrupa devletlerinin yapısına benzetilmek üzere ıslahında görülür.

 

…köydeki inkişaflar, kültürün zayıf taraflarını gidermek maksadiyle iktibas edilen münferit unsurlar neticesinde meydana gelen serbest bir değişme olduğu halde şehirlerde müşahede edilen yenilikler, kültürün bütünü üzerine yapılmış tazyik ve müdahale esasına dayanan güdümlü bir değişme karakterini taşımaktadır.

 

Şehirlerde birçok kültür unsurları terkedilip yerlerine daha iyisi veya yenisinin konulmaması ve garp medeniyetine intibak edilememesi yüzünden eski kültür, istiklaliyle birlikte kendi kendini kontrol hassasını da kaybetmiştir. Bunun bir neticesi olmak üzere kültürün ferdi davranışlardaki tezahürleri de gayri muayyen ve mütehavvil bir şekil almıştır (s. 210).

 

Kültür Değişmelerinin Umumi Bir Tahlili

…kültür değişmeleriyle bunlar üzerinde müessir olan faktörler

Birinci kategoriye ait tesirlere Müsbet faktörler, ikinci kategoride bulunanlara da Menfi faktörler diyeceğiz.

 

Birbiriyle karşılaşan iki medeniyet arasındaki esas farkları görememek, benimsemek istenen kültürü meydana getiren asli unsurları ve hakiki kıymetleri tayin edememek (s. 217 vd.)

 

…güdümlü (empoze) bir kültür değişmesi… / Bu hal uzun müddet devam ettiği takdirde kültür, kendi kendini kontrol hassasını, inkişaf imkanlarını kaybedeceğinden cemiyette her şey düzeninden çıkacaktır (s. 118).

 

…bir kültürün sert tarafı dediğimiz unsurları değiştirmeye teşebbüs etmeden önce cemiyeti bu hususta hazırlamak ihtiyacı vardır. Bir ictimai grup veya cemiyetin atitüd/tavır, zihniyet ve görünüşünde değişmelere alıştırmak maksadiyle bu nevi lüzumlu bir hazırlık yapılmadan işe girişilecek olursa çok şiddetli bir mukavemetle karşılaşılacağı muhakkaktır (s. 225).

 

Onun için ekseri büyük müceddid ve inkılapçıların neden ilkin kültürün bu sert kısımlarını tahrip etmek veya onları değiştirmek istedikleri anlaşılmamakta ve bu sual ısrarla sorulmaktadır. Maamafih bu suale cevap olmak üzere, bu unsurların yerli halkı, yabancı kültür veya medeniyet mensuplarından ayırmaları bakımından sembolik bir kıymet ve ehemmiyeti haiz oldukları ve zorla tahrip edildikleri takdirde değişmelere karşı gösterilecek mukavemetin ortadan kalkacağı ileri sürülmektedir. Eğer her iki kültürü ayırt eden farklar bu suretle yok edilirse mahalli kültür de istiklal ve hüviyetini kaybetmiş olacak denmektedir.

 

Rus köylülerinin sakallarını tıraş ettirip elbiselerini değiştiren Deli Petro ile memurların kıyafetini Avrupalılaştırıp sarık yerine fes giyilmesini emir ve resmi ziyafetlerde şarap içitmesine müsaade eden II. Mahmud gibi cezri inkılapçıların bu hareketleri bir tesadüf eseri değildir. Zira gerek sarığı gerek fesi yalnız Müslüman Türkler biraz da Hıristiyanlardan ayırt edilmek üzere giymekte idiler / s. 226

 

…bu unsurların sembolik bir kıymeti haiz olmaları sarığın yerine geçen fesin kabulü hususunda başlangıçta gösterilen mukavemet, sonraları onun terkedilip şapkanın alınmasına karşı da gösterilmiştir. Zira bu arada fes sarığın yerine geçip onun rolünü üzerine almış bulunuyordu.

 

“Türk halkının gözünde şapka ile ebedi bir lanete mahkumiyet arasında fark yoktur. Bir İstanbul efendisi uşaklarından birisinin ne dereceye kadar itaatli ve temkinli olduğunu denemek maksadiyle bir bardağa ağaç çileği şurubu doldurup Osman al, şu şarabı iç der, bir an tereddüt içinde şaşalayan uşak, yalvaran bir eda ile Allah Allah! Efendim, neredeyse bana şapka giy diyecek cevabını verir.”

Charles White: Three Years in Constantinople. cilt II, sf. 197. / s. 227

 

Avrupa medeniyetini diğer bütün kültürlerden ayıran unsur, ilmi metoddur. (Peki neden inkişaf hepsinde aynı değil)

 

…birçok ilimadamları, bu cemiyetlerde görülen kısmi veya tam inhilallerin sebebini, kültür değişmelerinin ani ve empoze oluşunda bulmaktadırlar.

Bizce asıl sebep, bir cemiyetin, garp medeniyetinin tazyikiyle kültürünü değiştirdiği esnada bunun maddi kısmiyle manevi kısmı arasındaki münasebeti ve bu arada ruhi muvazenesini kaybetmiş olmasıdır. Çünkü cemiyet, bu sırada kendi öz ölçülerini, kıymet sistemlerini, itiyadlarını kanaat ve telakkilerini, imanını ya kısmen veya tam olarak kaybettiği ve bunların yerine kendine daha iyi bir nizam, daha yüksek bir ruhi müvazene ve kültür bütünlüğü temin edecek muadillerini, fonksiyanlarına göre ikame edemediği için ictimai faaliyetleri ve kültür hadiselerini artık idare ve kontrolden aciz bulunmaktadır (s. 268).

Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1987


12 Ağustos 2023 Cumartesi

Önder Küçükerman - Kendi Mekânının Arayışı İçinde Türk Evi

 Kendi Mekânının Arayışı İçinde Türk Evi

Önder Küçükerman

 


bu çalışmada, Anadolu'nun geleneksel Türk Evinin ve onun temel birimi olan "odalarının" incelenmesinden daha değişik bir yaklaşım amaçlanmıştır. / s. 16

 

Anadolu'daki geleneksel Türk evinin yapımında kullanılan malzeme daha çok ahşaptır. Bu da oldukça dirençsizdir. Buna bağlı olarak evlerin ömrü de oldukça kısıtlıdır.

 

Türk evi kavramının kökenlerinin göçebelik dönemine kadar uzadığı önerisi vardır.

Asya stepleri, yaşamaya, yerleşmeye elverişsizdir. Bu durum sürekli olarak yer değiştirmeyi gerektirmiştir.

Böylece «yer kavramı» ve «vatan duygusu» bir anlamda topraktan çözülmüştür.

Göçebelik, aile toplumunu getirir. / s. 27

Anadolu'da / Çevre çeşitli iklimlerin etkisi altındadır. Tek bir mevsim içinde çok değişik doğal değişimler olabilir. Tüm bu değişimler, yapının araç ve gereç düzeninde kendisini göstermiştir. / s. 32

 

Araklı. Trabzon / Bu bölgenin doğal verileri, ahşabın kullanılışını öne çıkartmıştır. Bunun sonucu olarak, tüm çevrenin kuruluşunda ileri düzeyde ahşap işleme ustalığı görülür. / s. 33

 

Pek çok iklim bölgesinde, önemli ısı değişimleri görülür. İşte bu nedenle, çoğu kez aynı yapının içinde hem "kışlık", hem de "yazlık" odaların ve kesimlerin düzenlenmesi çok yaygın bir çözüm olmuştur. / s. 39

 

Türk evi bir anlamda kadın içindir. Böylece evler çoğunlukla kadınların çalışması, dinlenmesi ve toplumsal ilişkiler kurabilmesini sağlayacak biçime girmiştir, Zemin katın duvarları bu nedenle içerisiyle dışarıyı kesin olarak ayırır. Kimi durumlarda bu duvarlar bir kale gibidir. / s. 42

 

Erkek, evin en önemli kişisiydi, Buna bağlı olarak en önemli ve özenli oda onundur. Baş oda, selamlık gibi isimler almış olan oda, «efendi, konuk, hizmetçi» ilişkilerinin düzenlenmesi sonucunda biçimini almıştır.

 

Türk evi genellikle az katlıdır. Buna bağlı olarak «temel düzen» tek kat için uygulanmıştır.

 

Türk evindeki en önemli yanlardan birisi de, içi ile dışı arasındaki kesin çelişkidir. Zengin evi ile yoksul evi arasında, gerek dış görünüş, gerekse temel ilkeler açısından bir ayırım yapmak çok zordur. / s. 47

 

Anadolu'daki Türk evinde "sofa", odalararası ilişkilerin gerçekleştirildiği bir "ortak" alandır. Odaları birbirine bağlayan bu ortak alanın, dolaşım dışında kalan kesimleri genellikle çeşitli amaçlarla kullanılır. En yaygın kullanma ise, çeşitli oturma çevreleri kurmak biçiminde görülür.

Sofa, / "Sergah, sergi, seyvan, çardak, divanhane, hayat" vb. isimler almıştır.»

 

Zamanla bu kesimler daha da özelleşmiş ve eyvan, sekilik, taht, köşk gibi kavramlar ortaya çıkmıştır. Böylece Türk evinin kuruluş düzeni içinde sofanın en önemli öge olduğu görülür. / s. 53

 

Odalar:

Türk Evindeki odaların en önemli özellikleri kendi başlarına, yapı içinde belirli eylemleri karşılayan birimler olmalarıdır. Göçebelik dönemindeki çadırlar gibi, her oda: oturma, yemek yeme, çalışma, yatma gibi eylemlerin gerçekleştiği bir ortamdır / s. 63

 

Türk evi, açıklıkla görüldüğü gibi, odaları ve iç düzeni ile «göçebeliğin, kurulup kaldırılan, taşınan çadırların» önemli izlerini taşır. / s. 73

 

(Isınma)

Anadolu'daki Türk evinde /  Çevre ısıtılmaz, kalın giysiler giyilir. Diğer deyişle "kişi ısıtılır".

Evin belirli kesimleri ve odaları kolay ısıtılacak ve sıcak kalacak biçim ve özellikle tasarlanmıştır. Gerektiği zaman bu odalara geçilir.

Geçmişten beri Anadolu'nun birçok bölgesinde sıcak ve soğuk aylarda değişik evlerde yaşanmıştır. Böylece gerektiğinde yeterince ısıtılamayan yazlık evden, kolay ısıtılan kışlık eve geçilmiştir. / s. 84

 

Isparta çevresinde bir yörük çadırının iç düzeni. Anadolu'da göçebelik döneminden bugüne kadar yaşantılarını değiştirmeden sürdüren topluluklarla belirli bölgelerde sık sık karşılaşılabilir. Buradaki yörük çadırında olduğu gibi, tüm çevre "taşınabilen" araç ve gereçlerle oluşturulmaktadır. / s. 87

 

Anadolu' da toprağa bağlı, toprağı işleyen köylülerin içinde bulunduğu koşullar ilkeldir. Bu koşullara bağlı olarak, kendi evini, yalın düzende, gerekli eylemleri karşılamak üzere kurabilir. / s. 90

 

Anadolu'da köyevinin gerek yapısal kuruluşu, gerekse çevre düzeni bütünüyle "yalınlık, tutumluluk ve kişisellik" özelliği taşır. / s. 91

 

Yönetici evleri /  bütün dış etkilere açıktırlar. İşte bu nedenlerle bir süre sonra Türk evi özelliklerini önemli ölçüde yitirmişlerdir. / s. 100

 

İç sofa / Daha çok, dış etkilere karşı korunmuş bir orta alan kurmayı gerektiren durumlarda uygulanmıştır.

Orta sofa / Belirli sıkışık yerleşmelerde ve soğuk iklim bölgelerinde uygulanmıştır. / s. 103

 

Alt katlardaki, dışa açılan odaların pencereleri elden geldiğince küçültülmüş ve örtülmüştür. "İlişkiler kısıtlanmıştır". Buna karşılık üst kattakiler büyük boyutta ve çok sayıda düzenlenerek odaların ışığı ve görüşü arttırılmıştır: "İlişkiler yaygınlaştırılmıştır".

Alt kat pencerelerine, hem güvenlik, hem de gizlilik açısından özel çözümler getirilmiştir. Güvenlik açısından madeni kafesler, ahşap kapaklar, gizlilik açısından ahşap kafesler gibi. / s. 104

 

Kapı / Kanatların odaya bakan iç yüzleri çok özenle düzenlenmiştir. Dış yüzler daha yalındır / s. 129

 

Odaların kapılan evin içine, sofaya açılır.

 

Genellikle Türk evinde döşemenin kuruluşu çok yalın tutulmuştur. Neredeyse "toprağa oturulur gibi" çözümlemeye önem verilmiştir.

 

Yer döşemesi ne denli yalın bir biçim almışsa, tavan ise tersine o denli özenle düzenlenmiştir. / s. 139

 

Türk evindeki odanın en önemli özelliği, yirmidört saat içinde, değişik amaçlara göre yeniden düzenlenmesidir. Bütün bu değişik işler için oda içine yalnız yapılacak işlerle ilgili nesneler getirilir, yerleştirilir. İşi biten kaldırılır. / s. 140

 

…yalın bir alt örtüsü…

Odanın alt örtüsünün bu türde oluşmasındaki diğer önemli etken, Türklerin bağdaş kurarak, diz çökerek oturmaları ve yerde namaz kılmalarıdır. Bu davranışların tümünde doğayla kişi arasında pek az ayrım vardır. Doğruca yere oturulduğu, yerde namaz kılındığı, çoğunlukla yere serilen yataklara yatıldığı göz önüne alınırsa, İnsanla döşeme arasında yalnızca çok ince, ya da simgesel bir ayırıcı bulunmaktadır. / s. 140-141

 

Türk evinde, odanın kullanılır duruma gelmesinde dokuma'nın büyük katkısı görülür. Böylelikle üzerinde yaşanılan her türlü çevre "yumuşatılmış" ve "bütünleştirilmiş" olur. / s. 147

 

…sıcak bölgelerde sedir dizisi, çıkma üzerine yerleştirilmiştir. …yazlık evlerde sedir, alttan havalandırılmıştır.

 

Dolaplar

Ana işlevleri, odada bulunması gereken günlük araç ve gerecin korunmasıdır. Yüklük çubukluk, kavukluk, testilik, peşkirlik, lambalık, cezvelik, fincanlık, çiçeklik, feslik, değneklik" tembel deliği gibi, işlevlerine göre isimlendirilmişlerdir, İsimlendirmedeki bu yalınlık biçimlendirmede de görülür. / s. 165

 

Dolabın üst sınırı, insan elinin uzanabileceği yüksekliğin üzerine kesinlikle çıkmaz.

 

Odalar, içinde bulunan kişilerin, bütün günlük gereksinmelerini karşılarlar. Bu arada yıkanma ve arınma işlevine de oda içinde çeşitli çözümler aranmıştır. Genellikle bu iş için dolabın yapısı içinde, gusulhane adıyla, özel bir bölümün kurulduğu görülür. Bu özel bölüm çoğunlukla yalnız, oturmaya ve su kaplarını koymaya elverişli olacak kadar küçük ve yalındır.

Gusulhane kavramı, çoğunlukla eski örneklerde görülür. / s. 181

 

Sonsöz

içten dışa vuran yaşama çevreleri

 

Türk evinin oluşumunda ana ilkelerden birisi «yapıyı doğadan ayırma» eğilimidir

 

Odaların düzeni, çevredeki iklim koşuluyla uyumlu biçimdedir.

Küçükerman, Önder (1985), Kendi Mekânının Arayışı İçinde Türk Evi, 2. Basım, Turing Yayını, İstanbul

4 Ağustos 2023 Cuma

Ahmet Cevizci - Felsefe Tarihi - POSTMODERNİZM

 

POSTMODERNİZM

…öncelikle modernliğe veya Descartes tarafından kurulan modernizme yönelik radikal bir eleştiridir.

 

Lyotard, nasıl ki modern zihniyet üstanlatılara inançla belirleniyorsa, ona tamamen karşıt olan postmodern perspektifin de bütün insani faaliyetleri ve değerleri bir şekilde kuşatan büyük anlatılara karşı inançsızlıkla, totaliteryanizmin her şekline dönük bir reddiyeyle karakterize olduğunu söyler


Baudrillard

başlangıçta Marksizmden etkilenmişti

1960’lı yılların başlarından 1970’li yılların ortalarına kadar / tüketim toplumuyla söz konusu toplum biçiminin nesneleri üzerinde çalışır

1970’li yılların ortalarından itibaren bu kez yeni iletişim, enformasyon ve medya teknolojilerinin etkileri üzerinde çalışırken ve yeni bir dönemin başlangıcını haber verir

Bu dönemde modern toplumdan radikal bir kopuşun yaşandığını, yeni ortaya çıkan postmodern toplumun yeni bir söylemi gerekli kıldığını ileri süren Baudrillard, sadece öznenin ve moderne özgü ekonomi politiğin değil anlamın, hakikatin, toplumsalın ve gerçeğin yok oluşunu da ilan eder.

 

modern öncesi sembolik toplumlarla modern kapitalizm arasındaki kopuş kadar radikal bir bölünmenin yaşandığını iddia eder.

sembolik mübadele etrafında organize olan modern öncesi toplumlar ile üretime dayanan, üretim olgusuna göre örgütlenen modern toplumlar arasında keskin bir ayrım yapar.

Baudrillard, şimdi artık simülasyon olgusu üzerine yükselen, simülasyona dayanan postmodern toplumun ortaya çıktığını savunur.

modern dönemin / kapitalizm ve burjuvazi çağı olduğunu söyler.

Simülasyon / gerçek bir toplumdan ziyade, sembollerle imajların, gerçek ve somut olanın yerini aldığı sanal bir gerçeklik olduğunu göstermek amacıyla geliştirmiş olduğu bir kavramdır.

 

Modern toplumların farklılaşmayla karakterize olduğu yerde, Baudrillard’ın gözünde postmodern toplumlar farklılıkların ortadan kalkışı veya içe göçüş ile karakterize olurlar.

 

İçe göçüş kavramı ile postmodern dünyada alanlar ve kavramlar arasındaki farklılıkların ortadan kalktığını ifade eden Baudrillard, yüz ile derinlik, gerçek ile hayal arasındaki ayrımların da ortadan kalktığını ifade etmek için bu kez hiper gerçeklik kavramını kullanmaya başlar.

 

Baudrillard söz konusu hiper gerçeklik düşüncesiyle hiç kuşku yok ki yeni dünyada insanın gerçeklikle olan bağının bir daha hiç telafi edilemezcesine koptuğunu, gerçekliğe ulaşıp onu kavramasının imkânsız olduğunu anlatmak ister. Gerçekliği kavramak mümkün değilse eğer, onu değiştirmek de mümkün olamaz. Demek ki insanlar postmodern dönemde anlamsız ve gerçekdışı, doğruyu yanlıştan ayıracak hiçbir ölçütün olmadığı, sürekli değişme içindeki bir dünyada yaşamaktadırlar.

Marx’ın ekonomi politiğe ve iktisadi olanın önceliğine vurgu yaptığı yerde, Baudrillard için bu durumda gerçek olanı belirleyen ya da vücuda getiren şey modeldir, üstyapıdır.

Baudrillard açısından modernitenin felaketiyle postmodernitenin doğuşunu ortaya çıkaran şey, teknolojik devrimdir.

Baudrillard’ın metafiziksel senaryosunda, modern felsefenin putu ya da sevgilisi özne tam bir bozguna uğrarken, modern felsefenin genel çerçevesini meydana getiren özne-nesne diyalektiği de artık tamamen sona erer.

…üretim toplumu simülasyon ve ayartma toplumuna dönüşmüştür.

…özgürlük, gönüllü bir kölelik şeklini almış, egemenlik özne tarafından nesne tarafına geçmiştir.


3 Ağustos 2023 Perşembe

Ahmet Cevizci - Felsefe Tarihi - YAPISALCILIKTAN POSTYAPISALCILIĞA

 

YAPISALCILIKTAN POSTYAPISALCILIĞA

Özneye ilgisiz olduktan başka, metafiziğe de düşman olan yapısalcılık, Bergson’un sürekliliğe ve akışa vurgu yaptığı yerde kurucu ilke olarak süreksizliği benimsemiştir.

…dile ve sosyal fenomenlere yönelik bilimsel bir yaklaşım olma iddiasıyla ortaya çıkan yapısalcılık, sosyal fenomenleri özerk yapılar, yasalar tarafından yönetilen fenomenler olarak değerlendirirken, toplumsal-tarihsel bağlamla ve kolektif eylemle olduğu kadar bireysel eylemle de ilgili bütün mütalaaları ya tümden bir yana bırakır ya da en aza indirger.

 

Saussure’ün dil görüşünden yola çıkan ve bütün sosyal fenomenlerin dillere uygun düşen bir tarzda anlaşılabileceği kabulüyle hareket eden Lévi-Strauss, Lacan ve Barthes benzeri teorisyen ve araştırmacılar, başta antropolojik, psikolojik ve edebi fenomenler olmak üzere çok farklı fenomenleri dillerinkine benzer yapılar sergileyen ve belirli birtakım kurallara göre organize olmuş fenomenler olarak yorumlamışlardır.

 

Saussure’ün “göstergenin keyfi olduğunu” dile getiren görüşü, onun bakış açısından dilsel ya da linguistik sistemi yaratan yegâne şeyin sosyal olgular olduğunu dile getirir.

 

Barthes, Saussure’ün yapısalcılığını bir bütün olarak göstergebilime sahip çıkıp, aynı yöntemleri çok çeşitli kültürel fenomenlere uygular.

Ona göre mit bir mesaj olmak durumundadır.

Barthes, ideoloji çağında, ne söylendiğinin büyük bir önemi olduğunu ve ideolojiyle ilgili en önemli gerçeğin, onun gizlediği şeyden meydana geldiğini ifade eder.

…onun temel iddiası ideolojinin hakikati gizlediği yerde, mitin onu tahrif etmeye yaradığını ortaya koyar.

 

Dilin bizi belli şekillerde düşünmeye zorladığını söyler…

…bilim ile edebiyatı birbirlerinden dil karşısındaki tavırları yönünden ayırır. Buna göre, bilimde dil sadece bir araçtır,

Oysa edebiyat, dili edebi araştırmanın kurucu unsuru olarak görmek zorundadır

 

…edebiyat eleştirisinin merkezinde son birkaç yüzyıldan beri yazarın bulunduğunu öne sürer.

Ona göre yorumun veya edebi araştırmanın merkezinde, metni yazan kişinin değil de metnin kendisinin ve okuyucunun olması gerekir.

…metnin sorumluluğunu üzerinde taşıyan bireysel yazarı reddeden Barthes, yazma işini gerçekleştirenin, yazarın öznelliği yoluyla iş gören kişiler üstü bir güç olarak, dilin bizatihi kendisi olduğunu ileri sürer.

 

Derrida’nın différance sözcüğünü / Batı metafiziğinin temelini oluşturan mevcudiyet düşüncesine, mevcudiyeti temel klasik dil ve varlık anlayışına ve bu arada aklın gerçekliği temsil etmeye muktedir olduğunu dile getiren modern temsil anlayışına karşı çıkmak amacıyla uydurmuş olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.

 

Batı felsefesinde, episteme-doksa, form-madde, içerisi-dışarısı, numen-fenomen gibi ikili ya da kutupsal ve hiyerarşik karşıtlıkların zemininde de söz konusu logosantrik düşünme tarzının bulunduğunu söyler. Yazı karşısında söz ve sesi imtiyazlı kılma tavrının da aynı logosantrik düşünmeyle ilişkili olduğunu söyler…

 

Derrida’ya göre, dekonstrüksiyon öncelikle, “yıkmaktan ziyade, bir ‘bütünün’ nasıl yapılandığını anlamaya ve onu yeniden yapılandırmaya” işaret eder.

 

Foucault

tamamen özgürlük üzerinde yoğunlaşmıştı

sadece bireysel benliklerin değil fakat toplumsal yapıların da oldukça keyfi ve sanıldığından çok daha esnek olduğunu söylemekteydi.

 

Foucault’nun çalışmalarının tümü dikkate alındığında, üç büyük çözümleme alanını birbirinden ayırdığı dikkati çeker.

Bunlardan birincisi, 1960’lı yıllarda gördüğümüz, bilgi sistemleri üzerinde yoğunlaşan arkeolojik bakışlı dönemdir.

Foucault düşünce sistemlerini bireylerin inanç ve niyetlerinden bağımsız “söylem oluşumları” olarak değerlendiren bir bilgi arkeolojisi geliştirir.

İkinci dönem ise 1970’li yıllarda söz konusu olan ve esas itibariyle iktidar tipleri üzerinde yoğunlaşan dönemdir.

bilgiyle iktidar arasındaki özsel ilişkiye vurgu yapar.

Bilgi kümeleri veya bütünleri, / özerk entelektüel yapılar değildir. Onlar tam tersine, toplumsal iktidar sistemlerine ayrılmazcasına bağlanmışlardır.

Üçüncü dönem ise 1980’li yılların benlik teknolojileriyle etik ve özgürlük üzerinde odaklaşan dönemine karşılık gelir.

…kişinin özdenetim ve kendini disipline etme üzerinden gerçekleşen “kendi kendisiyle ilişkisi”ni etik alanı içinde çözümlemeye çalışır.

 

1950’li yılların ortalarında, önce Marksizme bağlanıp, Komünist Parti’ye girdi.

Sartre’la olan ilişkisi veya onun geliştirmiş olduğu egzistansiyel fenomenolojiyle olan bağları…

…fenomenolojik tasvirin öznel bakış açısı, onun kabul edebileceği bir şey değildi

 

Gaston Bachelard ve Georges Canguilhem: Foucault’nun özellikle tarihsel eserlerinin hemen tamamında Bachelard’ın fizik bilimleri ve Canguilhem’ın da biyoloji bilimleri için yaptığı çalışma veya araştırma türünün sosyal bilimler alanına doğru genişlemesini görmek mümkündür.

 

‘arkeoloji’yle bir disiplini değil fakat belirli bir anda bir teorinin, bir düşüncenin, bir pratiğin ortaya çıkışını mümkün kılan tarihsel a priorilere veya koşullara ilişkin bir araştırmayı kastettiğini belirtir.

 

Kant’ın insan bilgisinin zorunlu ve evrensel a priori koşullarıyla ilgili araştırmasına, yeni veya çağdaş diye nitelenebilecek bir dönüşüm kazandırır.

…bütün insanlarda ortak olan tek ve değişmez bir bilgi tarzı olamayacağını, bunun yerine zamana ve mekâna bağlı olarak değişen bilgi tarzları veya epistemelerin çokluğu olabileceğini dile getiren görüşünü, Kant’ın görüşünden çok daha ileri bir noktaya taşır.

 

Foucault’ya göre, 1600’lü yılların ortalarında, bütün bu farklı insanlar, aralarında hiçbir ayrım gözetilmeksizin deli diye çağrıldılar.

Akıl Çağı deliliği, insanın özsel bir sıfat olan aklın inkârı olarak değerlendirir.

 

17. yüzyılın delilere yönelik kavramsal dışlamasını, 18. yüzyılda delilerin fiziki olarak da dışlanmaları takip eder.

 

19. yüzyılın başlarından itibaren / tımarhaneler veya akıl hastaneleri inşa edilir.

…artık deliler veya akıl hastaları, insandan aşağı varlıklar veya hayvanlar olarak görülmeseler bile, ahlaki açıdan dışlanırlar.

 

(Modern akıl hastanesi) Foucault bu kurumu sadece deliyi kontrol altında tutmanın daha derinlikli ve mükemmel bir yöntemi olarak görür. O, delinin gerçek kurtuluşu olmaktan ziyade, “ahlaki bir hapsetme”den başka bir şey değildir.

 

Episteme Türleri

Foucault, bilginin tarihini Rönesans Çağı, Klasikçağ ve Modern dönem olarak üçe ayırır.

…epistemolojik dönüşümler, temelde belirli ilkeleri olan dönüşümler değildir.

 

Rönesans’tan Klasik döneme geçişte ortaya çıkan epistemik kaymada, örneğin düşünce benzerliğin gerektirdiği biçimde hareket etmeyi terk eder; çünkü benzerlik Rönesans döneminin bilgisinin oluşmasında temel bir unsur rolü oynarken, klasik dönemde tam tersine bilgide bir yanlışlık aracı olarak görülmeye başlanır.

Rönesans döneminde, Batı kültürünün bilgi tarzı ya da epistemesinin şeyler arasındaki benzerlikleri tespit etme yeteneğine dayandığını söyler.

 

Klasikçağ, Foucault’ya göre, Rönesans’ın muğlak ve belirsiz benzerlik düşüncesinin yerine, çok daha kesin ve belirgin özdeşlik ya da aynılık ve farklılık kavramlarını geçirmiştir.

Rönesans’a özgü bilginin temelinde yatan kıyas yerini Klasikçağda çözümleme ya da analize bırakırken, zihnin etkinliği de artık 16. yüzyılda olduğu gibi şeyleri birbirlerine yaklaştırmaktan ziyade, onları birbirlerinden ayırt etmekten meydana gelir.

 

…klasik epistemenin merkezinde doğanın bulunması gibi, modern epistemenin merkezinde, insan kavramı bulunur.

 

Foucault, jeneolojiyi esas itibariyle modern iktidar formlarının özünü ve gelişimini analiz etme yöntemi olarak kullanır.

Foucault’ya göre, modern toplum bir başka tahakküm ve disiplin formu olup, güç ilişkileri ve iktidar/bilginin kusursuz bir örneğini meydana getirir.

 

Tarihi bu şekilde bir tahakküm ve tabi kılma öyküsü olarak gören Foucault, özgül kurumlarla söylem formlarının köklerini çıplak iktidar mücadelelerinde arayan jeneoloji projesi içinde, bireylerin modern iktidar/bilginin sonuçları olarak nesneler ve özneler şeklinde nasıl oluşturulduklarını veya kurulduklarını araştırır.

 

…o, daha ziyade kurumsal bir çerçeve içinde ortaya çıkan iktidarı ifade eder. Foucault söz konusu iktidarın, birtakım sosyal pratikler yoluyla tesis edildiğini ileri sürer.

 

…belirli bir beşeri faaliyet alanında güç sahibi olanlar, kendi kontrol alanları içinde, bilgiyi tanımlama, kontrol etme ve böylece diğerlerini kendi yönetimlerine tabi kılma kapasitesine sahiptirler.

 

Foucault, hapsetmeyi modern disipliner pratiklerin genel bağlamı içinde tartışıp, cezanın bilgi ile iktidar ilişkisine bağlı olarak Klasikçağdan modern döneme nasıl evrim geçirdiğini, hapishanenin disipline edici uygulamalar kapsamı içinde bir model haline geldiğini gözler önüne serer.

 

Öncelikle, modern disiplinin kontrol objesi bedenin kendisi olmak durumundadır. İkinci olarak, modern disiplin, özgül birtakım maddi mekanizmaların da kullanılması suretiyle, tam ve eksiksizce hayata geçirilir. Nihayet, onun kontrol tarzı, bedensel faaliyetin sürekli bir gözetim ve kontrolünün sürdürülmesinden meydana gelir.

 

…suç ile cinsellik arasında belli bir ilişki kuran Foucault, cinselliğin modern kontrolünün suçluluğun modern kontrolüne paralel bir yapı sergilediğini ileri sürer.

2 Ağustos 2023 Çarşamba

Ahmet Cevizci - Felsefe Tarihi - MARKSİST FELSEFELER

 

MARKSİST FELSEFELER

Marksizm, 20. yüzyılda dünyanın ama özellikle de Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde yeni kılıklar altında ortaya çıkmıştır.

Sovyet Marksizmi: katı, kemikleşmiş ve pozitivist bir dünya görüşü ortaya koymuş olmasıyla ün kazanmıştır.

Stalinist Marksizm Çin’in koşullarına uygulanınca, Maoizm olarak kendisini göstermiştir.

Marksizmin, felsefi içeriği oldukça zayıf olan, önce Leninist, sonra Stalinist ve nihayet Maoist söz konusu versiyonları, Marksizmin tarihinde, “Ortodoks Marksizm” olarak hayli ilkel bir Marksizmi temsil eder.

 

Plekhanov, Lenin’e felsefe hocalığı yapmış olması dolayısıyla, Sovyet Ortodoks felsefi düşüncesinin yaratıcısı olarak geçer.

Plekhanov, Marx’ın felsefesini, bu arada “modern diyalektik materyalizm” olarak tarif eder.

 

Lenin / duyumlarımız tarafından kopyalanan, fotoğrafı çekilen ve yansıtılan nesnel gerçekliği maddeyle özdeşleştirmişti.

Onun materyalizmi, bu şekilde realizm ve temsili algı teorisiyle özdeşleştirmesinin, Sovyet düşüncesinin sonraki tarihi üzerinde oldukça güçlü bir etki yaptığı söylenebilir.

Felsefenin en önemli görevi, somut olarak proletaryaya gerekli entelektüel araçları temin etmekti. Felsefe, işte bu şekilde ideolojiden ayrılmaz hale geldi.

 

Stalin / diyalektik materyalizm, Stalin’e göre, tarihe ilişkin araştırmaya uygulandığı zaman, tarihsel materyalizmi verir.

 

Mao / felsefi düşünceleri üç ana unsurdan, sırasıyla bir çelişki teorisinden, bir bilgi anlayışından ve nihayet bir demokrasi ve kültür teorisinden meydana gelmekteydi.

Gerçekliğin statik olmadığını, tam tersine karşılıklı ilişkilerden, sürekli değişmelerden oluşan dinamik bir süreç olduğunu öne süren Mao, gerçekliği bilmek için bu dinamik süreci teşkil eden ilişkileri bilmenin, daha doğrusu onu belirleyen çelişkiler arasında bir ayırım yapmanın kaçınılmaz olduğunu söyledi.

…öznel duyu organlarıyla nesnel gerçeklik dünyası arasındaki karşılıklı etkileşime tekabül eden algısal hareketle başlar ve bu süreç algısal bilgiyle sonuçlanır. Algısal bilgi yeterince tekrarlandığı zaman, ani bir sıçrama ile rasyonel ya da entelektüel bilgiye dönüşür.

 

“Avrupa Marksizmi” ya da Batı Marksizmi

…sadece Sovyet Marksizmini değil fakat geleneksel Marksizmi de eleştirir.

Klasik Marksizmin kötü ideoloji-iyi bilim ayırımına dört elle sarıldığını, oysa bunun bilimi efsaneleştirip mutlaklaştırdığını öne süren Yeni Marksizm, ekonomizm ve bilimle ilgili ütopyacılıktan vazgeçmiş, bilimi diğer inanç sistemleriyle aynı düzeye getirmeye çalışmıştır.

 

Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci adlı çalışmasında, Marksizmi Ortodoks anlayışın tam tersine, Hegelci bir gelenek içine yerleştirmeye / çalışmıştır.

…eserinin en önemli ve en ilginç bölümü, “şeyleştirme” teorisinin Marksizmin özel bir yorumu olarak öne sürüldüğü bölümdür.

…şeyleştirme düşüncesini, Marx’ın meta fetişizminin kültürel bir genellemesi olarak ortaya koyan Lukács, söz konusu genellemenin Marksizmin bir iktisat teorisinden bir praksis felsefesine dönüşmesini gerekli kıldığına işaret eder.

Lukács önce genel olarak şeyleştirmenin, herhangi bir şeyin, bu ister bir nesne ya da ister bir insan varlığı olsun, teori veya uygulamada, mübadele edilebilir bir meta olarak değerlendirildiği zaman söz konusu olduğunu belirtir.

 

Benjamin, en temel amacı / moderniteyi sürekli değişen yüzüyle anlamaya çalışmaktı.

…modern dönemlerin en önemli özelliklerinin başında, metaların kitlesel üretimi ve insan ilişkilerinin şeyleştirilmiş olması gelir; böyle bir şeyleştirmenin en önemli nedeni de teknolojik değişimdir.

Benjamin, yeni kültürel koşulların yeni sanat türlerini veya formlarını talep ettiğini öne sürer.

 

Bloch, gerçeklik ona göre, özne ile nesnenin, bu ikisinin nihai birliği amacına yönelmiş dinamik ilişkisi olmak durumundadır.

Bloch, özne-nesne veya madde-ruh ayrımından önce gelen ilksel unsur ya da malzemenin, kendisinin “açlık” adını verdiği, dolayımsız bir kozmik güç olduğunu iddia eder.

 

Sadece mekanizmi değil fakat determinizmi de reddeden Bloch’a göre, madde önceden belirlenmiş değildir.

 

Gramsci, işçi sınıfına büyük bir inanç besliyordu.

Marksizmi bir sosyoloji teorisinden ziyade bir tarih teorisi olarak yorumladı

Ona göre, felsefe, toplumsal bir etkinlik olup, kültürel normlar ve değerler evreninden, sağduyu olarak herkes tarafından paylaşılan dünya görüşünden başka bir şey değildir.

“Kapitalist sistemin yıkılması için koşulların yeterince olgunlaşmasına rağmen, devrimin niye gerçekleşmediği” şeklindeki çokça sorulan soruya Gramsci, devrimin, egemen sınıf kitleler üzerindeki kontrolünü kaba kuvvet ya da ekonomik güç dışında birtakım yollarla devam ettirdiği için gerçekleşmediği yanıtını verir.

(Hegemonya ile) kitlelerin veya bağımlı kümelerin rızasıyla sağlandığını öne sürer.

 

Lefebvre, …diyalektik materyalizmin hem idealizmi ve hem de materyalizmi aştığını ve diyalektiği praksisteki çelişkileri ortadan kaldırma amacına yönelttiğini ileri sürer. Diyalektik praksisin tarihte açımlanması süreci, ona göre, insani varloşun tüm potansiyellerinin hayata geçirilmesiyle sona erecektir.

…felsefenin kendisini yabancılaşmayı anlama ve bertaraf etme çabası olarak yorumladı.

 

Althusser, Marx’ın düşünceleriyle öğretisini Lévi-Strauss gibi yapısalcıların bakış açısıyla yeniden yorumlamaya kalkışan yapısalcı Marksizm hareketinin lideri olan Althusser, öncelikle kendisinden epistemolojik kopuş öğretisinin temellerini sağladığı Gaston Bachelard’ın bilim felsefesinden yoğun bir biçimde etkilenmişti.

Althusser bilimi, içinde bilginin üretildiği toplumsal bir pratik olarak değerlendirir.

 

Genç Marx, ona göre kesinlikle hümanistti, Feuerbachçı bir filozoftu; oysa gerçek Marx hem ekonomik determinizm ve hem de hümanizmi yöneten Hegelci-Feuerbahçı problematikten uzaklaşmış olan Marx’tı. Ona göre, genç ve ideolojik Marx’ı olgunluk döneminin bilimsel düşünen Marx’ından bir epistemolojik kopuş ayırır.

 

Eleştirel Teori

Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisinin, toplumsal faillere eleştirel bir kavrayış kazandırmayı amaçlayan ve ideolojinin yol açtığı yanılsamaları dağıtmak suretiyle, özgür ve kendi kendisini belirleyen bir toplumun gelişimini temin etme gayreti içinde bulunan bir teori olarak tanımlanabilir. Eleştirel teori kendisine çıkış noktası olarak Marx ve Freud’un görüşlerini alır

Eleştirel teori her şeyden önce mantıkçı pozitivizmin insan bilimlerinde evrensel yasalara erişme teşebbüsüne karşı çıkar.

 

Eleştirel teorinin Adorno ve Horkheimer gibi savunucularına göre, bilimsel bir teori, bilgi nesnelerini, dış dünyayı araçsal akla uygun olarak manipüle etme amacıyla kurmak bakımından nesneleştirici ve araçsaldır.

 

Horkheimer, / eleştirel teoriyi, doğallıkla epistemolojik bir zemin üzerinde veya materyalist bir epistemolojiyle temellendirmeye gider.

 

Horkheimer ve Adorno, Hegel ile Marx’tan hiçbir zaman tamamen vazgeçmeseler bile, bundan böyle Aydınlanmanın olumsuz ve onların derin kötümserliğini besleyen arka yüzüne tercüman olan Weber’e hayranlık duymaya başlarlar.

 

Uzlaştırıcı ve kurtarıcı olma imkân ve potansiyelini tamamen yitiren akıl, sadece faydalı ve hesaplayıcı olabilir.

 

Medyanın, bürokrasinin, ekonominin ve kültürel hayatın bütün güçleri, bireye, ancak araçsal diye nitelenebilecek olağanüstü büyük bir güçle yönelir.

 

Aydınlanmanın Diyalektiği

Eser, Bacon’ın bilimci yaklaşımını, bilimsel tavrını konu alan bir analizle başlar. Bu çerçeve içinde “akılla doğa arasındaki ilişkinin patriyarkal bir ilişki olduğunu” öne süren Horkheimer ve Adorno’ya göre, Aydınlanma rasyonalizmi batıl itikatlar ve mitolojik düşünmeye karşı haklı bir zafer kazanmıştır.

Horkheimer ve Adorno, Aydınlanma akılcılığında güç ve bilginin aynı şey haline geldiğini açıklıkla ve büyük bir güçle ileri sürer.

…burada diyalektik, konusu olan Aydınlanmanın hem aydınlatmasına hem de yıkmasına işaret edecek şekilde kendi üzerine dönen bir diyalektiktir.

 

Araçsal dünyada her şey birbirinin yerine ikame edilebilir olup, bu sayede niteliksel farklılıklar ortadan kalkarken, mübadele meşrulaştırılmış olur.

 

Doğanın yalnızca bir bilgi nesnesi olarak ele alınması, onun hakikatinin gerçek anlamda bilinebilmesini imkânsızlaştırır.

Araçsal akıl doğayı hakikatin kurucu momentlerinden biri olarak görmemekle ve onu yalnızca bir araç konumuna indirgemekle, hakikatten uzaklaşmış olur. Hakikatten uzaklaşan araçsal akıl, yalnızca doğayı değil insanlar arası ilişkileri de şeyleştirir.

 

Aydınlanma analizi, eleştiri imkânını ortadan kaldırır. Eleştirel teoriyi temellendirme noktasında geriye kalan tek alternatif, estetiğin kurtarıcı veya özgürleştirici potansiyeline güvenmektir.

 

…kültür endüstrisi deyimini, eğlence endüstrisine, kitle kültürünün üretim tarzına gönderme yapmak amacıyla kullanır. Kültür endüstrisinin bütün ayrıntıları kitle kültürünün ihtiyaçlarına uydurulmuş sanat eserleri yarattığını, sanat deneyimini değersizleştirdiğini, tüketicinin eleştirel melekelerini körelttiğini anlatmak ister.

 

Kültür endüstrisi şu halde, Aydınlanma düşüncesinin şemasını tersine çevirir. Kant’ın gözünde sanat, amacı olmayan amaçlılık olarak tanımlanmıştı, oysa Adorno kültür endüstrisinin temel ilkesinin “Pazar tarafından ilân edilen amaçlar adına amaçsızlık” diye ifade eder.

 

20. yüzyılda insana tümüyle yabancılaşan kültür alanı, gerçek kültür ürünlerinin yerine eğlence faktörünü ikame eder. Eğlence, bireylere yapay birtakım hazlar sunmak suretiyle, onları hakikatten uzaklaştırır.

Adorno, eğlencenin ütopik bilincin yok edilmesi anlamına geldiğini, bireylerdeki tepkisel enerjinin eğlence yoluyla sömürüldüğünü dile getirir.

 

Modern dönemin manipüle edilmiş bireyleri tarihsel akış içerisinde, hiçbir sorun yokmuşçasına yaşamaya devam ederlerken, gerçek bir sanat eseriyle iletişime geçen birey, kendisini bir an olsun bu akış dışına atabilir ve hakikatin kendisine dışarıdan bakabilir. Sanat, Adorno’ya göre, bu zinciri kırmak bakımından hayati bir öneme sahiptir.

 

Habermas, eleştirel teorinin ancak bilgiyle çıkar arasındaki ilişkinin aşikâr hale getirilmesi suretiyle meşru ve sağlam temeller üzerine oturtulabileceğini söylemeye başlar.

 

iletişimsel eylem teorisi

ilk teorisi olan bilişsel ilgiler/çıkarlar teorisini öne sürer. Söz konusu teori, bilginin imkânıyla ilgili koşulların ifşa edilmesi üzerinde yoğunlaşır.

insan türünün deneyimlerini üç temel ilgi/çıkar aracılığıyla örgütlediğini öne sürer: Bunlar sırasıyla a priori çıkarlar, bilişsel çıkarlar ve son olarak da özgürleşim ilgisi veya çıkarıdır.

Habermas, bu üç çıkarın, üç farklı aracın ve buna bağlı olarak üç farklı bilimin ortaya çıkmasına neden olduğunu söyler: Araçsal eyleme (emek/iş) karşılık ampirik-analitik bilimler; etkileşim aracı olarak dile istinaden tarihsel-hermeneutik bilimler ve güce karşılık eleştirel yönelimli bilimler.

1 Ağustos 2023 Salı

Ahmet Cevizci - Felsefe Tarihi - Varoluşçuluk

 

VAROLUŞÇULUK

Düşünce tarihinde, insanın özgürlüğüyle veya genel olarak irade özgürlüğü problemiyle meşgul olmuş olan, fakat kendilerini varoluşçu diye tanımlayamayacağımız pek çok filozof olmuştur.

 

Varoluşçuluğun kaynağında iki ana gelenek bulunur. Bunlardan birincisi, 19. yüzyılda Kierkegaard ve Nietzsche tarafından temsil edilen ve irade sahibi, iradi bir fail olarak insana yaptığı vurguyla seçkinleşen etik gelenektir.

…ikinci ana öğe ise, sözünü ettiğimiz etik iradeciliğe taban tabana zıt olan bir öğe olarak Husserlci fenomenolojidir. Bu iki öğenin evliliği ya da bir araya gelişi varoluşçu felsefenin özünü meydana getirir.

 

Karl Jaspers

İnsan bilim veya dinin, kısacası otoritenin baskısı altında ezilmekte, kendine her geçen gün biraz daha yabancılaşmakta ve kişiliksizleşmektedir.

Teknik çağ önceki hiçbir şeyin onlarla artık mevcudiyetini sürdüremeyeceği şartları getirmektedir.

 

…bilim bütün formülleri ve yasalarıyla varlığın yüzeyinde kalır, insanın bir defalık egzistansiyel kaygılarıyla hiç mi hiç ilgilenmez.

…felsefenin Varlık konusunu konu edindiği zaman, onu bir düşünce konusu olarak ele almak suretiyle bilimleri taklit etmemesi gerekir.

 

…tarihselliğe Heidegger’le birlikte büyük bir önem atfeden Jaspers, / insana tarihsel bir perspektif kazandırır / insanın hayatı ve etkinliklerinin ancak tarihsel bir bağlam içinde anlam kazandığını söyler.

 

Jaspers’te özgürlük her zaman kendisi dışında bir şeyle, engellerle, kendisini sınırlayan veya yadsıyan şeylerle ilişki içinde varolur.

 

Jaspers’ta, özgürlük ve dolayısıyla existenz sadece dünyada değil, fakat öznelerarası bir ortamda gerçekleşir. Çünkü ona göre, insan kendi asıl kimliğine ancak başka existenzlerle iletişim içinde erişebilir

 

…kendisini genelin sevgisine, kitlesel duygudaşlığa bırakan, yani bireyselleşemeyen, sevgisini orta malı haline getiren insan existenz olamaz.

 

Jean-Paul Sartre

…ilk dönemde ulaştığı ve kariyerinin sonuna kadar koruduğu temel tezleriyle, “imgelemin bilincin en temel şekli ya da görünümü olduğunu”, “onun bilincin diğer bütün formları gibi yönelimsel bir karaktere sahip bulunduğunu” ve “algısal bilinçten nesnesini varolmayan, yok olan ya da gerçek olmayan bir şey olarak alması veya kurması bakımından farklılık gösterdiğini” ileri sürer.

 

Bilincin özünün, nesnel bir dünyanın nesneleriyle olan yönelimsel ilişkiden meydana geldiğini söyleyen Sartre’a göre, bilincin dışındaki bir dünyanın nesnel varoluşu da bilincin yönelimselliğinin bir sonucu olmak durumundadır.

 

Hiçliğin insani varoluşun en belirleyici yönü olduğunu, insanın hiçlik sayesinde kendisiyle dünya arasındaki farklılığı gördüğünü söyleyen Sartre’a göre, kişinin kendisine “ben böyle böyle değilim” diyebilme gücü, bilinçteki hiçliğin ürettiği boşluğun bir sonucu olmak durumundadır.

 

Sartre’ın etiği, / ateizmin ve dolayısıyla nihilizmin ürkütücü sonuçlarıyla baş etmeye çalıştığı söylenebilir.

 

…özgürlük ve onun ayrılmaz bir eşlikçisi olan tasa ve endişe o kadar büyüktür ki özgürlüğü, / yadsımak insan varlığına çok daha kolay gelir.

Özgürlüğün varoluşunu inkâr etmenin, Sartre’a göre, üç yolu vardır:

Bunlardan birincisi karar vermemek, seçimde bulunmamaktır.

İkinci yol ise, “ciddiyet ruhu”nun, sözde sorumlu bireyin birtakım nesnel değerlerin kendisine yapılması gereken doğru seçimi göstereceğine inanmasından oluşur.

…özgürlüğü inkâr etmenin üçüncü ve en önemli yolu, sahici olmamaklığın Sartre’daki muadili olan, kötü niyettir.

 

Sartre açısından, bir yandan her ne değilse o olurken, diğer yandan da her ne ise o olmayan bir varlık olarak insan varlığı, artık karşıtların bir birliğidir yani aynı anda olgusallık ve aşkınlık, başkaları için varlık ve kendisi için varlık, kendinde varlık ve dünyanın içinde olan varlıktır.

 

Sahici birey, şu halde, kendisine ne yapmakta olduğunu veya ne tür bir varlık haline geldiğini açık seçik olarak görme fırsatı tanıyan, kendini hiçbir şekilde aldatmayan, toplumun şöyle ya da böyle empoze ettiği yabancılaşma türlerine karşı koymaya çalışan, özgürlüğünü ve insani durumunun kendisine getirdiği sınırlamaları kabul ederek kendisine yabancılaşmayan, kısacası “gerçek bir insan haline gelebilen” bireydir.

 

Albert Camus

Camus’nün düşüncesini belirleyen en temel unsurlar arasında her şeyden önce ateizm, insan ruhunun ölümlülüğü ve dünyanın insanın özlemleri karşısındaki kayıtsızlığı temaları bulunur.

 

saçma duygusu ortaya nasıl çıkar, insan saçmalığı nasıl hisseder?

İnsan hayatı hiçbir zaman değiştiremez, her hayat bir diğerine benzer.

…ikinci temel unsur ise Camus’ye göre zamanın geçmekte olduğunun deneyimlenmesi, zamanın tinsel anlamda öldürücü bir süreç olarak hissedilmesidir.

…dünyada bir başına bırakılmışlık hissi

…son durak olan ölüm, sadece hayatın yararsızlığını ve beyhudeliğini gözler önüne serer.

 

Camus’ye göre, saçmanın tahammül edilmez ve dahası dehşet verici bunaltısıyla yaşayamayan insan, onun yol açtığı mahkûmiyetten kurtulabilmek için birtakım çareler arar.

Saçmadan kurtulmanın birinci yolu olan felsefi intihar, Camus’nün gözünde dünyayı reddetme veya ondan vazgeçmedir.

İntihar saçmayı yok etmek için başvurulan bir yol olsa bile, onu çürütmenin yolu değildir.

 

Camus, saçma bilincinin, hayatın saçmalığının mutlak bir saydamlık içinde farkına varmanın, insanı üç temel erdeme götürdüğünü söyler: Başkaldırı, özgürlük ve tutku.