28 Ocak 2012 Cumartesi

Leszek Kolakowski – Modernliğin Sonsuz Duruşması

Leszek Kolakowski – Modernliğin Sonsuz Duruşması

Tek dünyaya bağlanacak olsak, bu kez beynimizi rehin kaldığı emanetçiden ve bir çeşit dogmatik, yani inanışsal tuzağa düşmüş oluyoruz. (s. 7)

Hiçbir çağ, hiçbir medeniyet kendini kavramsal düzeyde kavrayacak yetiye sahip değildir. Bu ancak ölümünden sonra yapılabilmekte. (s. 11)

Çağdaşlık travması

Çağdaş bilimin ana pınarı, bağımsız laik aklın vahiy zincirlerinden kurtarılışıdır, çözülmesidir. (s. 17)

Nietzsche; Tanrı’nın öldüğüne bir türlü şahadet etmek istemeyen dini beş para etmezlerin dinini ortadan kaldırdığına inanıyordu. (s. 18/19)

Nietzsche ortalığı kaplayan boşluk ve ümitsizliğe de bir çare buldu: Delirdi! (s. 19)

Dini bağlılığı (eğimi) olmayan entelektüellerin durumu ümitsizdir: Bunlar dinin eğitim, moral ve ahlak olarak yerinin doldurulamayacığını söylerken, sırça saray oluşuna da iç çekip durmaktadırlar. Bunların hem dinsiz hem de dinin moral değerini vurgular oluşuna bir şey demiyorum; ama inancın önemini yaymak için gerekmeyen inanç, inancı yaymak için gerekir, o zaman ne yapacaklar, bunu nasıl halledecekler? İnsan yaşayışında kutsalın yeri konusundaki modern tavır, Makyavelci (cebirci) olamaz, 17. Yüzyılda Libertine’lerin iddia ettiği gibi “iman fikrin, şüphe aydının harcıdır.” da denemez. Böyle bir yaklaşım, anlaşılır olsa bile, bizi sadece başladığımız doktaya döndürmekle kalmaz, ayrıca karşısına çıktığımız modernitenin de son çocuğu olup onun kendinden olan melankoli hoşnutsuzluğunu resmetmektedir. (s. 20)

Ortega Gasset’e göre sanat ve beşeri bilim, sanatçıların ve beşer-bilimcilerin halkı memnun etmeye çalışmaları yüzünden kalite kaybına uğramıştır. (s. 22)

Bir Nazi kampının yakınlarında ziraat yapanların anlattığına göre lahana çok çabuk büyüyormuş, sebep de topraktaki insan külü… Öyle ki henüz yumru oluşmadan kökten itibaren yaprak veriyormuş; ancak yenilirliği tartışmalı. İşte gelişme de böyle birşeydir, kıssadan hisse. (s. 23)

Çağdaşlığın en tehlikeli cephelerini ne zaman dile getirmeye kalksam, korkumu şu tek ifadede toplarım: Tabuların yıkılışı. Tabunun iyisi kötüsü olmaz, ayırım sunidir. Birini gayr-ı mantıki diye ortadan kaldırdığınızda, ötekiler de kendiliklerinden aşınır ve ortadan kalkar. (s. 24)

Barbarlık, kişinin kendi medeniyeti dışındaki beşeri değerler olduğuna göre, barbar olmayan medeniyetler hep kaybolup gidenler oluyor, öyle değil mi? Rahatsız edici ve aynı zamanda doğru olmayan yanlış bir yargı… (s. 31)

Barbar sözcüğü ilk kez yabancı dil konuşan kişi anlamında idi.

Avrupa –Osmanlılar sayesinde olmalı- kendi kültürel hüviyetinin berrak şuuruna erer ermez, kendi değerlerinin sorgulamasını başlatarak sonsuz özeleştirisini harekete geçirmiştir; ki bu özeleştiri onun hem gücünün hem de çeşitli zaaf ve vurulabilirliklerinin kaynağı olmuştur. (s. 33)

Bir antropolog, aslında kendisi barbar yahut vahşi olmadan barbarı ya da vahşiyi anlayamaz ve dolayısıyla antropolog olamaz. (s. 34)

Hıristiyanlığın modern oluşumlar üzerindeki tesirine bir başka örnek de demokrasi olgusudur. Ne Locke’un ne de Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin Tanrı’sı vaaz ve ilahilerin Tanrı’sı değildir. İnsanın devrilmez ve vazgeçilmez hakları, doğrudan doğruya hıristiyan dininin her bireye verdiği ayrı ve kişisel değerden yola çıkar, buradan neşet eder. (s. 49)

Avrupa kültürü, Avrupa’nın kendine karşı duyduğu şüphede, bir yandan manevi muvazenesini, diğer yandan da evrensellik yolundaki iddialarının gerekçesini ve haklılığını bulacaktır. (s. 52)

Entelektüel = yaratıcı şahsiyetler midir / aracı kişiler mi???

Çağdaş sivil toplumun üzerinde durduğu üç ayak -> Para / Güç / Kelam
Bu üç keyfiyetin varlığı sadece görüntüseldir. (s. 55)

Dünya dilde sadece resmolunmaz, aynı zamanda kendisini de bulur (orada). (s. 58)

Dilsel vasıtalar kullanan bir rahip bir entelektüel olamaz. Yaptığı iş, kendisine verilen görev, dinsel geleneğin mirası olan ulvi kelamı ayinle ve aynıyla muhafaza ve taşıdığı hikmeti nakildir.
Entelektüel klasik manâda araştırmacı ya da kâşif değildir; bunun ötesinde iddialara uzanır, kelamı kendi dünya anlayışını ima edecek tarzda kullanır ve gerçeği nakletmekle kalmak yerine değiştirmeyi ister ve ümit de eder. O kelamın muhafızı, nöbetçisi değil, yaratıcısıdır.
Yalanda kelam meşrudur. Bozunmaya uğrayan, eğilip bükülen, ezilip büzülen, ağzı burnu çarpılan hakikatin kendisidir, vakıadır.
Demek ki, entelektüeller yalanı değil fücurcu, fasıktırlar (ayartıcı). (s. 59)

Entelektüel, kelamın efendisidir, kulu yahut hizmetkârı değil. (s. 60)

Entelektüel = / Sadakatsiz

Entelektüelin ruhunda bitmez tükenmez bir iç mücadele vardır: Bir yandan üstünlük hisleri, kendi özel misyonlarına duydukları güven ve fakat, aynı zamanda, ellerinin işi kısa sürede gözle görülür sonuçlar veren basit insanlara duyulan kıskançlık. Eleştiri ilminin edebiyat ilminden üstün olduğunu savunan Oscar Wilde, “bir şey yapmak onu tasvirden daha kolaydır!” demektedir. Mesela karyolayı anlatmak, yapmaktan daha zordur. (s. 68/69)

“Ben Fransız gördüm, Rus gördüm, Alman gördüm ama insan görmedim!” De Maistre (s. 78)

İnsan haklarının cevhesi ne kadar çağdaş bir görüntü verirse versin, menşei yahudi kökenli (havari Pavlos’un mektubatından mülhem) Hristiyanlıktır, Kitab-ı Mukaddes’tir. (s. 80)

Kant’ın bireyin bireyselliği ilkesi sosyalizme özde terstir; çünkü bu ilke, kişiyi, kendisini çevreleyen somut koşullardan soyutlayarak herşeyden önce ahlaki bir varlık yapar. (s. 82)

Burjuvazinin icadı olarak insan hakları

20. yüzyılın alışılmış efsanesi sürgündeki adam zengin mi zengin, gururlu bir meziyete sahiptir.
Ancak çağdaş sürgünler kesin anlamıyla sürgün olmayıp sığınmacıdırlar; bizatihi yasa teyit edici güçlerce kovulmuş değildirler, tatbikattan, hapisten, gözaltından, ölümden yahut sadece sansürden kaçmışlardır. (s. 87)

Muttaki bir Hasid yahudisi için kültürel olarak Varşova, Şangay ya da Buenos Aires’te yaşaması o kadar önemli değildir. O imanın nüvesini bir muska gibi taşır ve bu nüveyi muhafaza ve müdafa hem varoluşunun hem de emniyetinin en esaslı teminatıdır; zihni bütünlüğünü ve fikri varoluşunu da onunla güvence altına alır. (s. 89)

İnsan sürgündedir ve bu unutulmaması gereken bir kavrayıştır; bu yüzden de tüm dünya malı, bütün emeller ikincil, gölgede kalmaktadır.
Doğa –eğer muhalif ise- inkar değil, feth edilmesi gereken bir nuhaliftir.
İlk günahla müteakip sürgündür ki, riski ve sefaleti ile, onları Adn cennetlerindeki emanet-i-halastan koparıp tehlikeye maruz bırakmış; şerle, mücadele ile, acı ve ıstırapla muhatap ve dolayısıyla, beşerin varoluşunu tanzim eden şeraiti hasıl etmiştir. (s. 90)

Anaxagoras’a sılayı hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda “evet bu çok önemli” diyerek işaret parmağını göğe çevirmiş. (s. 92)

Sürgün = İnsanoğlunun ebedi ve kalıcı tek statüsü

Hadisat olup bittikten sonra, olayları izah eden tarisel zaruretlerin listesini çıkarıp “başka türlü olamazdı zaten!” diyerek anında gerekçelendirmekten daha kolay bir şey yoktur; ama ne yazık ki bizatihi tarih dediğimiz olgu ve süreç bizimle alay etmekte, kehanetlerimizi boşa çıkarmaktadır. İşte din dediğimiz olgu, bizim sonu gelmez tahmin ve kehanetlerdeki yetersizliğimize dair itiraflarımızın yarattığı boşluklardan içeri girip dal budak salmakta, sarmaşıklanmaktadır. (s. 98)

Kutsalın dünyası aynı zamanda şerre karşı da bir hassasiyet geliştirilmiş olmasını gerektirir.
Din; beşerin, hayat denen serüvenin kaçınılmaz bir mağlubiyet olduğunu peşinen kabullendiği bir süreçtir.
Öte yandan insan, dini unutarak kendisini her an yepyeni meşgalelere yayıp dağıtabilir; ama bu, körükörüne bir yaşama ihtirası olup sonu hicran ve bir tür hiç yaşamamışlık hissi şeklinde tecelli edecektir. İnsan, hayatı ve onun kaçınılmaz bir mağlubiyet olmadığını aynı anda kabul edebilir; yeter ki tarihin taşıdığının dışında anlamların da bulunduğunu, yani kutsalın dünyasını kabul etmiş olsun. Kutsalın silinip süpürüldüğü muhal (hypothetical) bir dünya ancak iki ihtimal götürebilir: Kendini kutsayan boş emel yahut kendi anlamını boşaltan anlık tatmin. Geriye yalnız Baudelaire’in gündeme taşıdığı tercih kalır: Hayat kadınlarını tercih edenler anlık zevklerden dolayı, bulutları seyre dalanlar da tanımsız tahayyülat nedeniyle hakirdir. Bu durumda herşey hakir olup söylenecek bir şey kalmamıştır. Kutsaldan arınmış ruhi kendinden dahi saklasa bunu bilir, hem de çok iyi bilir. (s. 111/112)

Hangi başarımızın bize neye malolacağını önceden kestiremiyoruz; çünkü kazandığımız para konvertibl değildir. (s. 120)

İlk günah sendromunun en yaygın anlaşılış biçimi, herkesin ama herkesin hayatla olan kavgayı kaybedeceği ve kaybedilmiş bir savaşı savaşıyor olduğudur.
Şüphe ilk günahın sonuçlarından biri olabilir.(s. 124)
Şüpheyi tamamen ortadan kaldırmak da aklı sabote etmekle birdir. (s. 125)

Kriz
Yunancadaki krino kelimesinin önde gelen anlamı ayırmak ya da zihinsel bir işlemle tefrik etmektir. (s. 130)

Hıristiyanlığın tartışılmadan kabul edilebilecek itikat cephesi Allah’ın, insanın kurtuluşu için insanlaştığı inanışıdır. Bu nüve olmadan, Hıristiyanlık diye bir şey olmaz, oluşamaz. (s. 134)

Reform ulemasının davası başka idi. Onlar akıl ile imanı ayırarak, aklın muhtariyetini, gerek imanın gerekse de vahyin desteğine muhtaç olmadığını ilan peşindeydiler.
Bizim fizik dünyayı algılayışımız sadece dinden değil Tanrı’nın varlığı yokluğundan da bağımsızdır, müstakildir, etkilenmez.
Gerçek, kendine yeterlidir.
Bu süreç Descartes Felsefesi ile sonuçlandı. Onun tasvir ettiği dünyada Tanrı evrensel makinenin bir unsuru ve doğanın nihai izahı zaviyesinden bir mantıki zorunluluk olmakla birlikte münferit vakıaların izahı için elzem sayılamayacak bir enerji kaynağı idi.
Böylece Tanrı, kainatın devamı için sürekli ve zaruri bir desteğin sağlayıcısıdır. (s. 143)

“Felsefe, dini ihata edemez, kesinlikle!” Jaspers (s. 151)

Tanrı’dan daha çok Nazizm yahut Komünizm’e iman belirten çağdaş insanlar, bu şekilde, akılcı yani her türlü taassuptan, batıl itikattan vb. beri alduklarını isbat mı etmiş oluyorlar acaba! (s. 154)

Ricoeur, “Jaspers için suç(luluk hissi) kaçınılabilecek beşeri tasallutun bir sonucun olmaktan çok, insanın ontolojik kaderidir.” derken haklıdır. Ben beşerliğimi hür tercihte tesis ederim, hür tercihte şekiller ve fakat yine hür tercihte suçlu olurum. Biraylik, gerek makûs talihin gerekse de beşer elindeki şerrin evrimleşmesi için kâfi koşuldur. Sanki bireylik bizatihi bir marazdır, musibettir.
Artık evrensel Tanrı kalmadığına ve felah da olmadığına göre, bir açmazla karşı karşıya bulunmaktayız. Ya otoriteye baş eğerek, yalan olana kayıp gidecek ve varoluşumdan olacağım ya da hürriyetimi kabul ile başarısızlığımın kaçınılmazlığını onaylayacak ve nihayet kendimi yok etmekte haysiyetime kavuşacağım. (s. 173/174)

Günümüz epistemolojisinin babası Descartes’tır. O; sarsılmaz, mutlak bir kesinlik kaynağı bulunmadığı sürece, kesinliğin olanaksız; pratik hariç, gerçeğin kendisinin de ulaşılamaz bir menzil, imkansız bir keyfiyet olduğuna inanmaktaydı. (s. 193)

Felsefenin konusu gerçek değildir. (s. 196)

Felsefenin kültürel rolü, gerçeği aktarmak değil, gerçeğin ruhunu bina etmektir. Bu da aklın sorgulayıcı dinamziminin asla uyutulmaması demektir.
Filozoflar, ne eker ne biçerler, onlar sadece toprağı sürerler. Gerçeği keşfetmezler, ama aklın enerjisini ayakta tutmakta vazgeçilmezdirler. (s. 197)

Şerrin hatalı sosyal konumlaşmalardan doğduğunu, bunların da insan doğasına aykırı kurumlar olduğunu söylemektedirler; ama gün olup bu kurumların nasıl yaratıldığını ve nasıl yerleştiğini kendilerine sormuyorlar. (s. 202)

Aydınlanma, bizleri, yaşamaya değer bir dünya ümidini taşıyan sütunların –hürriyet, adalet, eşitlik, barış, kardeşlik, refah, bereket- birarada ve birlikte yükselebileceğine hayli inandırmıştı. Artık bu görüşü ciddiye alana veya muhafaza edene pek rastlamıyoruz. (s. 226)

Şeytan nedir: Dünyevi hırsın (libido dominandi, üstün saik) salt kendi hatırına, şuur tanımaksızın genişlemesi ve kendinden başka gaye kabul etmemesi. (s. 252)

Siyasetin şeytanı dobradır, ya da çayşaktır, çam devirir; sanat, felsefe ve bilim şeytanları ise hikmetle donanmıştır, latif ve öngörüşlüdür. Tiranların, fatihlerin şerri niyeti açığa vurur ve kolayca tasvir kabul eder, hatta yer yer önceden muhammendir; ama acaba Eflatun’un, Kopernik’in, Descartes , Rousseau yahut Wagner’in istemeyerek sebep oldukları şerleri kim tahmin etmiştir? Bir sanatkâr, beşerin yetiştirdiği tüm meyveleri zehirleyebilir ve insan zihninin kendi eserinden nasıl ve ne derece etkileneceğini hesaplayabilen biri bu değişimleri cehennem namına istimale yönelebilir. (s. 259)
 
Demokratik oylamayla demokrasiye elveda diyebilecek miyiz? (s. 270)

Şiddetin ilerlemenin ebe kadını olduğunu varsaydığımızda, insanlığın nihai hürriyetinin devletin ağzı var dili yok pasif, atıl köleleri olmaklıklarında, kişilik ve aktifliklerinden soyutlanmalarında yattığını düşünmek zorunda kalırız. Esasen bu, meşruiyetlerini Marksist ideoloji ile sağlayan tüm rejimlerin yapmaya çalıştığı şeydir. (s. 305)

Tarih denilen filmde mutlu son yoktur. (s. 319)

Çatışmasız bir dünya, kıyametin hışırtısını keser. (s. 367)


Çeviren: Selahattin Ayaz
Pınar Yayınları, Nisan 1999

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder