1 Eylül 2021 Çarşamba

Jack London - Yaşamak Hırsı

 Jack London - Yaşamak Hırsı

 

Yaşamak Hırsı (Love of Life)

(İki eleman altın bulmak üzere yola çıkmış. Erzakları tükendiği için şartlar zorlaşıyor. Üzerlerinde yük olan şeyleri atıyorlar, altınları bile. Geceleri kurtların seslerini duyuyorlar, korku onları dinçleştiriyor.)

 

He, her şeyin sonunda işte bu kalacak

Yaşadılar· ve oynadılar:

Oyunun bir kısmı hep kazanılacak,

Boyasız kaldıkları halde zarlar.

 

Yamaçtan aşağı topallayarak indiler; önde giden kayaların üstünde ayağı kayarak düştü.

 

“Hey Bill, bileğim burkuldu.”

Bill bulanık suların içinde yürümeğe devam etti.

 

Yükünü açınca ilk işi kibritlerini saymak oldu. Altmış yedi taneydiler. Emin olmak için üç kere saydı.

 

Arada bir böğürtlenleri yemek için duraklıyarak sola doğru yürüdü. Bileği sertleşmiş, topallaması artmıştı ama bunun acısı midesinin ağrısı yanında hiç kalıyordu. Açlığın pençeleri keskindi. Böğürtlenler bu kemirmeye bir şey yapamadıkları halde dilini ve damağını yaralıyorlardı.

 

Zihnini bir hayal meşgul ediyordu. Son bir kurşunu kaldığına emindi. Şarjörde olduğunu farketmemişti. Öte yandan şarjörün boş olduğunu da biliyordu. Fakat hayal ısrar ediyordu. Saatlerce buna karşı savaştıktan sonra tüfeği açtı ve boşlukla karşılaştı. Sanki kurşunu orada bulacağını hakikaten bekliyormuş gibi hayal kırıklığına uğramıştı.

 

Sırtüstü kımıldamadan yatarken hasta kurdun soluğunun gittikçe yaklaştığını işitiyordu.

 

…kurt o kadar çok zamandır beklediği yiyeceğe dişlerini bastırmak için son kuvvetini harcıyordu. Fakat adam da uzun zamandır bekliyordu; meşinleşmiş eli hayvanın çenesi üzerine kapandı. Kurt zayıfça karşı koymaya çalıştı, adamın bir eli kuvvetsizce tutarken diğer eli de yavaş yavaş kavramaya hazırlandı. Beş dakika sonra adanan vücudunun bütün ağırlığı kurdan üstünde idi. Ellerinde hayvanı boğacak kuvvet yoktu, fakat yüzü hayvanın boğazına yapışmış, ağzı kıl dolmuştu.

 

Üç hafta sonra adam gemide yatağı üzerinde, gözlerinden yaşlar akarak kim olduğunu, başından neler geçtiğini anlatıyordu.

 

Bir gün gizlice odasını aradıkları zaman yastığın, şiltenin, her köşe bucağın ekmekle doldurulmuş olduğunu gördüler. Fakat yine de adamın aklı başındaydı. Sadece muhtemel bir kıtlığa karşı tedbir alıyordu…

 

Beyaz Issızlık (The White Silence)

(Zorlu doğada yol alan üç eleman, biri yaralanır, diğerleri yola onsuz devam etmeyi düşünür…)

 

Mason, ağzından bir parça buz tükürdü ve üzgün bir bakışla zavallı hayvana bakarak: “Karmen iki günden fazla dayanamaz.” dedi.

 

Birdenbire yerinden fırlayan zayıf hayvanın dişleri Mason’un hemen boğazının yanından geçti.

“Isıracaksın, ha?" Kamçının sapı ile kulağının arkasına hesaplı bir vuruş üzerine ağzından salyalar akan köpek hafif bir hırıltı ile karlar içine yuvarlandı.

 

İkindi ilerliyordu, sessiz yolcular Beyaz ıssızlıktan doğan korku ile işlerine eğilmişlerdi. Tabiatın insanı kendi faniliğine inandıracak pek çok oyunları vardır nehirlerin sonsuz akışı, fırtınanın dehşeti, zelzelenin sarsıntısı, göklerin gürlemesi - fakat en müthişi, hepsinin en şaşırtıcısı, beyaz ıssızlığın meçhul görünüşüdür. Her türlü hareket durur, gökyüzü açılır, semalar bronz gibidir; en küçük bir fısıltı mukaddesata tecavüze benzer ve kendi sesinin gürültüsünden korkan insan ürkekleşir. Bu ölü dünyanın vus’atından seyahat eden yegâne hayat zerresi olduğu için bu cür’etinden titrer, hayatının bir sinek hayatından fazla bir şey olmadığım fark eder (s. 23).

 

Senelerin ve karların ağırlığıyla yüklü koca ağaç hayat faciasında son rolünü oynadı. Mason ikaz edici çatırtıyı işitti, kenara fırlamaya kalkıştı, fakat hemen hemen ayakta iken darbeyi omuzu üstüne yedi.

 

Yataklarını ölümle paylaşan insanlar sıralarının ne zaman geldiğini bilirler. Mason, feci bir şekilde ezilmişti.

Ümit yok; yapılacak hiçbir şey yok.

 

Ben ölmüş bir adamım Kid. Üç dört uykuluk bir zamanım kaldı. Siz yola devam edin.

 

Malemut Kid yalvardı: "Bana uç gün müsaade et. Belki biraz iyileşirsin; belki bir şeyler olur.”

"Hayır.”

 

…adam ölmüyordu.

 

Meksikalı (The Mexican)

(Devrimci anne-babası askerler tarafından öldürülen eleman, Teksas’ta devrimci bir gruba katılır. İhtiyaç duydukları silahları alabilmek için paraya, para kazanmak için de boks maçları yapmaya gerek duyarlar. Elaman iyi dövüştüğü için boks maçlarına çıkar. Ünlü bir boksöre karşı maç ayarlanır ve şike pazarlığı yapılır. Güya devrimci arkadaşları da elemanın aleyhinde bahis yaparlar.

 

Hikâyesini kimse bilmiyordu. Hele Junta'dakiler büsbütün habersizdiler.

İsminin Felipe Rivera olduğunu söylemişti.

 

“Demek ihtilâl için çalışmak istiyorsun? Peki, ceketini çıkar, şuraya as. Gel sana kovayla bezin nerede olduğunu göstereyim. İşe yerleri temizlemekle başlarsın…”

 

“Bak nasıl olacak. Ortaya konulan para gişe hâsılatının yüzde altmış beşidir. Sen tanınmayan bir boksörsün. Kârı Danny ile paylaşacaksın, yüzde yirmisi sana, sekseni ona. Nasıl, âdilâne bir taksim değil mi..”

 

Rivera, asık suratı ile: ‘‘Kazanan hepsini alır." diye ısrar etti.

 

Rivera’nın ringe girişi hemen hemen farkedilmemişti.

Ona kimsenin güveni yoktu.

 

Bu boks değildi. Cinayetti, katliâmdı.

O anda şaşırtıcı bir şey oldu. Dönen, göz karartan karışıklık birdenbire durdu, Rivera ayakta yalnızdı. Danny, heybetli Danny, sırtüstü yerde yatıyordu. Şuuru geri geldikçe vücudu titriyordu. Sendelememiş, yığılmamış, ağır ağır düşmemişti. Rivera'nın sağ kroşesi onu ölüm kesinliği ile olduğu yere sermişti.

 

İkinci ve üçüncü raundlar tatsız geçti. Danny ilerliyor, geriliyor, tutunuyor, müdafaa ediyor, o ilk raunddaki yumruğun tesirinden kurtulmaya çalışıyordu.

Rivera'nın bir yumruğuna karşılık o üç tane atıyordu; fakat bunlar tesirsiz darbelerdi.

 

Fakat şimdi hakem harekete geçmiş, Danny'ye taraf tutan bir hakemin yapacağı bütün kolaylıkları göstererek, Rivera’yı geri çekiyordu. Halbuki Danny güç durumda kalıp da ona sarıldığı zaman onu ayırmıyordu.

 

…O, tüfekler için dövüşüyordu. Bütün tüfekler kendisi idi. O, ihtilâldi. Bütün Meksika için dövüşüyordu.

 

Raundlar arasında Rivera'nın yardımcıları ona hemen hemen hiç yardım etmiyorlardı.

 

Salonda tek sakin insan Rivera idi.

 

Danny alayını on yedinci raunda sürükledi. Bir yumruğun altında Rivera sersemleyerek sendeledi. Geri doğru düşerken kolları yanına sarktı. Danny beklediği fırsatın bu olduğunu sandı. Çocuğun Akıbeti artık insafına kalmıştı. Rivera onu böylece kandırıp, müdafaasız bir vaziyete sokunca, ağzına şiddetli bir yumruk indirdi. Danny düştü. Kalktığı zaman çenesinin sağ tarafına müthiş bir tane daha indirdi. Bunu üç kere tekrarladı. Bunlara faul demek imkânsızdı.

 

Danny bir daha kalkmamıştı.

 

Ateş Yakmak (To Build a Fire)

(Elaman, dondurucu soğuğa dayanmaya çalışıyor. Islandığı için ateş yakmaya çalışıyor.

 

Adam yamacı tırmanıp da asıl Yukon yolundan ayrılarak ağaçlar arasındaki doğuya giden yola saptığı zaman soğuk ve kasvetli gün doğmuştu.

…her şeyin üzerinde gündüzü karanlık yapan bir kasvet, ele geçmez ince bir örtü vardı sanki…

 

Adam ırmak yatağında yürümeye başlayınca köpek, cesareti kırılmışçasına kuyruğunu sallayarak peşinden yürüdü.

 

Karın altındaki bu su bir santim derinliğinde de olabilirdi, bir metre de. Bazan üstlerinde bir iki santimlik bir buz tabakası, bunun üstünde de kar olabilirdi. Bazan da üst üste su ve buz tabakaları olurdu ki, buraya basan insan bir biri arkasından hepsinden geçerek beline kadar ıslanırdı.

 

Hiç bir işaret olmayan, dümdüz karın emniyet telkin ettiği bir yerde adam birdenbire battı. Derin değildi. Sağlam yöre basmadan evvel dizlerine kadar ıslanmıştı.

 

Ağacın üst dallarından birinin karları aşağı düşmüştü. Bu, alttaki dallara çarparak onları da salladı. Hareket böylece devam ederek bütün ağacı kapladı. Bir çığ gibi büyüdü ve birdenbire adamın ve ateşin üzerin e indi. Ateş sönmüştü! Yandığı yerde şimdi taze bir kar yığını vardı.

 

Desteden bir kibrit ayırmaya çalışırken hepsi birden karların arasına düştüler. Kaldırmak istedi, kaldıramadı. Şimdi çok dikkat ediyordu. Zihninden donan ayakları, burnu, yanakları, donmakta olduğu düşüncesini atarak, bütün ruhunu kibritlere vakfetti.

 

Kibriti dişleri arasına sıkıştırarak bacağına sürttü. Alev alınca dişleri ile ağaç kabuğuna tuttu. Fakat yanan kükürt burnuna, ciğerlerine kaçtı, öksürmeğe mecbur oldu ve kibrit karlar arasına düşerek söndü.

 

Ateş yakmaya muvaffak olamamıştı.

 

Kar fırtınasına tutulmuş bir adamın hikâyesini hatırladı. Bir geyik öldürmüş, içine girmiş ve böylece kurtulmuştu. O da köpeği öldürür, ellerini hissi gelene kadar sıcak vücut içine sokardı.

 

Köpeği öldüremeyeceğini anladı.

 

Donma ile olan savaşını kaybediyordu. Soğuk her tarafından vücuduna işliyordu.

 

Nasıl olsa donacaktı, hiç olmazsa bunu bir erkek gibi kabul etmeliydi.

 

Adam bundan sonra kendince en rahat, en tatmin edici uykuya daldı.

 

Altın Damarı (All Gold Canyon)

(Altın bulunan bir kanyonda, altın madeninin yerini bulmaya çalışan eleman, bir süre sonra kanyonda yalnız olmadığını fark eder.)

 

Burada her şey istirahat halinde idi. Dar ırmak gürültülü akışını sessiz bir havuz haline getirecek kadar yavaşlatmıştı.

 

Kanyonda tek bir zerre bile toz yoktu. Yapraklar ve çiçekler temiz ve saf, otlar taze kadife gibiydiler.

 

Altın damarının derinleşmesi adamın işini fazlalaştırdığı halde o tavaların gittikçe artan zenginliği ile teselli buluyordu.

 

Birdenbire bir tehlike önsezisi hissetti, sanki üstüne bir gölge inmişti. Fakat gölge yoktu. Kalbi boğazına fırlamış onu boğuyordu. Sonra yavaşça kanı soğudu ve yerli gömleğini soğuk soğuk sırtında hissetti.

Ne yerinden fırladı ne de etrafına baktı. Hiç kımıldamamıştı.

 

Bütün bu müddet içinde arkasından birisinin omuzu üstünden altın külçelerine baktığını biliyordu.

Hâlâ elindeki külçeye alâka gösterirmiş gibi yaparak dikkatle dinledi ve arkasındaki şeyin nefes aldığını duydu. Gözleri önündeki toprakta bir silâh araştırdı ise de sadece bu tehlike ânında ona hiç bir kıymet ifade etmeyen altın külçelerini gördü.

 

Böylece düşünürken, yüksek gürültülü bir ses kulağında patladı. Ayni anda sırtının sol tarafına şiddetli bir darbe indi, sanki bunun değdiği noktadan vücudunun içine bir ateş dalgası girmişti. Havaya fırladı, fakat daha ayağa kalkamadan olduğu yere yığıldı. Vücudu ani bir sıcaklıkta kuruyan bir yaprak gibi buruştu ve başı kayaların arasında, göğsü altın dolu tavasına, bacaklar çukurun dibinin darlığı yüzünden karmakarışık bir vaziyette düştüler. Bacakları ihtilâçla sarsıldı, vücudu şiddetli bir nöbete tutulmuş gibi titredi. Derin bir iç çekişi ile ciğerler ağır ağır genişledi. Sonra nefesi yavaş, çok yavaş dışarı verildi ve vücudu ağır ağır hareketsizleşti.

Yukarda elinde tabancası ile bir adam çukurun kenarından aşağı bakıyordu. Uzun zaman altındaki yüzükoyun yatmış hareketsiz vücuda baktı (s. 79).

 

Ayakları dipten yarım metre kadar yüksekte iken ellerini bırakarak aşağı atladı.

Ayakları dibe değdiği anda altın arayıcısının kolunu birden uzattığını gördü, ayaklan şiddetle çekildi ve kendini yerde buldu. Atlarken tabancalı eli başının üstünde idi. Ayaklarının yakalandığı sür'atle o da silâhını aşağı indirdi. Daha düşmesi tamamlanmamış havada idi ki, tetiği çekti. Dur yerde kulakları sağır eden bir patlama duyuldu. Çukur dumanla dolduğundan bir şey görünmüyordu, Yere sırt üstü düştü ve altın arayıcısının vücudu kedi gibi sıçrayarak üstüne bindi.

 

Sırt üstü yatan yabancı etrafı hayal meyal görüyordu, fakat hasım tarafından gözlerine kasten atılan bir avuç toprakla tekrar körleşti. Bu şaşkınlık anında tabancayı tutan eli gevşemişti. Bir an sonra beynine parçalayıcı bir karanlığın indisini hissetti ve karanlığın ortasında karanlık dahi dindi.

 

Hazinesi tamamıyla toplandığı zaman sıkı sıkı battaniyelerinin içine sardı ve kıymetini takdir etti.

“iki yüz kilo çekmezse adam değilim.” diye vardığı neticeyi belirtti. “Yüz kilosunun kuvartzla, toprak olduğunu kabul edelim, geriye yüz kilo altın kalır. Hey, Bill, uyan uyan! Yüz kilo altın! Kırk bin dolar! Hepsi de senin! Hepsi! Hepsi!’’

 

Yüz Karası (Lost Face)

(Deri için avcılık yapan bir grup eleman, bu iş için yerlileri zor koşullarda çalıştırıyor. Ve sonra yerliler intikam alıyor.)

 

Bu artık sondu. Avrupanın bir merkezinden diğerine kuş gibi konan Subienkow'un ıstırap ve dehşetle dolu yolu nihayet burada, her zamankinden daha uzakta Rus Amerikasında sona eriyordu. Kollan arkasında bağlı karların içine oturmuş işkence sırasının kendisine gelmesini bekliyordu.

 

Kalenin yapılmasına başlandı. İşçileri zorla çalıştırıyorlardı. Birbirine bağlı kütüklerden duvarlar, Nulato Kızılderililerinin haykırış ve inlemeleriyle yükseldi.

 

Elini kaldırdı. Makamuk baltayı, kütük yarmak için kullandığı geniş baltayı kaldırdı. Parlak çelik donuk havada parıldadı, bir saniye Makamuk'un başı üzerinde durakladı, sonra Subienkow'un çıplak ensesine indi. Eti ve kemiği yararak alttaki keresteye kadar girdi. Şaşkın vahşiler başın kan damlayan kütükten bir metre öteye fırladığını gördüler.

Büyük bir şaşkınlık ve sessizlik vardı, sonra akıllarına ilâç diye bir şey olmadığı fikri geldi. Kürk hırsızı hepsinden akıllı çıkmıştı. Bütün esirler arasında sadece o işkenceden kurtulmuştu. Oynadığı koz bu idi.

 

Türkçeleştiren: Mehmet Harmancı

Varlık Yayınları, 3. Basım, 1961





2 yorum:

  1. aslında Yaşamak Hırsı kitabını merak ediyorum ama bir kaç kitap var sırada sonrasında okur muyum bilmemedim

    YanıtlaSil
  2. Hikâyelerin her biri harika, Jack London'ın en iyi hikâyelerinden biri (Ateş Yakmak) bu kitapta, sırf bunun için okunmaya değer.

    YanıtlaSil