Friedrich
Wilhelm Joseph von Schelling (1775- 1854)
Almanya’nın Württemberg kesiminde,
Leonberg’de bir rahibin oğlu olarak dünyaya geldi. Parlak bir öğrenciydi. 15
yaşında Tübingen Üniversitesinde felsefe ve ilahiyat eğitimine başladı. Burada
kendisinden yaşça büyük olan Hegel ve Hölderlin’le arkadaşlık etti. Schelling
bu dönemde Fichte’nin izleyicisidir.
1793’de Mitler Üzerine başlıklı denemesi,
1794’te Genel Olarak Bir Felsefe Biçiminin Olanağı Üzerine adlı
yazısı yayımladı.
1795’te yayımlanan Felsefenin İlkesi Olarak Ben Üzerine
başlıklı yazısı Fichte felsefesine ilişkindir. Dogmatizm ve Eleştiricilik Üzerine
Felsefi Mektuplar başlıklı makalesinde
Spinoza ile Fichte’yi karşılaştırır.
Fiche’nin doğayı ahlaki eylem için araç
olarak gören düşüncesinden uzaklaşarak doğa felsefesi üzerine çalışmalar
yaptı.
1797’de Bir Doğa Felsefesine İlişkin İdeler,
1798’de Dünya Ruhu Üzerine,
1799’da Bir Doğa Felsefesi Üzerine İlk Taslak ve Bir Doğa Felsefesi
Sisteminin Taslağına Giriş ya da Spekülatif Fizik Kavramı Üzerine başlıklı
yapıtları yayınlandı.
1798’de Fichte’nin önderliğindeki Jena
Üniversitesine profesör olarak atandı.
1802, 1803 yıllarında Hegel ile birlikte Eleştirel Felsefe Dergisi’ni (Kritisches Journal der Philosophie)
çıkardılar.
Goethe’yle tanışıp Jena’yı romantizmin
merkezi haline getirdi.
Romantizmin filozofu olan Schelling’in aşkınsal
idealizmi Alman romantik felsefesinin temel bir örneği hâline gelmiştir.
1803’ten itibaren çeşitli üniversitelerde
dersler verdi. 79 yaşında İsviçre’nin Bad Ragaz kentinde öldü.
Öznel İdealizm
Felsefenin İlkesi Olarak Ben Üzerine başlıklı yazısında ben (ego) kavramını insan bilgisinin en
yüksek ve koşulsuz ögesi olarak postülalaştırmıştır.
Bu çalışma uzun vadeli imlemi bakımından
ben-olmayanın mutlaklaştırılmasını içerir çünkü dogmatizmin kuramsal düzlemde
çürütülemeyeceğine inanmaktadır. Çünkü Spinoza nesneyi mutlaklaştırıyor, Fichte
ise özneyi mutlaklaştırıyor. Hâlbuki mutlak varlığın öznellik ve nesnellik arasındaki
ayrımı aşması ve özdeşlik içinde özne ve nesne olması gerekir.
Bundan sonraki çalışmalarında doğaya metafizik
konumu yükleme yoluna gitmiştir. Burada
artık doğa mutlak varlığın nesnel belirişi olarak gösterilecektir.
Doğa
Felsefesinin Metafizik Temeli
Bu dönemin ilk önemli yapıtı Bir Doğa Felsefesine
İlişkin İdeler’dir. Schelling’e göre Fichte,
doğayı ben-olmayan olarak belirleyerek doğa ile tin, nesnel ile öznel arasında yapay
bir ikilik yaratmıştır. Kendi doğa metafiziği işte bu ikiliği aşmaya yönelir.
Schelling, öznel ve nesnel, ideal ve reel
arasındaki bağdaşma ya da uygunluk sorununu çözmeye çalışır. Spinoza ve
Leibniz’in çalışmalarını inceler. Spinoza tözün değişkelerini/moduslarını açıklanmamış
bırakırken Leibniz ise sadece bir önceden saptanmış uyum varsayımını öne sürmüş
olmanın ötesine gitmemiştir. İkisinin de üstünlüğü
tinsel olanın ve nesnel olanın en sonunda bir oldukları gerçeğinin sezgisini taşımalarıdır.
Schelling için önemli olan budur: Filozof göstermelidir ki, “Doğa görülür
tindir ve tin görülmez doğadır.”
Tin ve doğanın bu özdeşliği bizi mutlak
kavramına götürür.
Mutlak, öznellik ve nesnelliğin salt özdeşliğidir.
Tin ve doğanın özdeşliğini temsil eden
Mutlak, üç mantıksal evre sergiler;
1. kendini ideal doğa olarak nesneleştirir,
2. nesnelleşmiş mutlak, öznellik olarak
mutlaklığa dönüşür,
3. mutlak nesnellik ve mutlak öznellik yine
tek bir Mutlak olarak belirir.
Kendini doğada nesnelleştiren, tasarım
dünyasında öznellik olarak kendine geri dönen ve sonra kendini felsefi düşünmede
ve onun yoluyla reel ve idealin, doğa ve tinin özdeşliği olarak bilen bir mutlak
ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
Doğa Felsefesi
Doğa, Mutlak’ın kendini nesnelleştirmesidir
ama eğer bir nesnel doğa sistemi olacaksa bu sınırsız etkinliğe karşı durdurucu
ya da sınırlayıcı bir kuvvet olmalıdır. Sınırsız etkinlik ve durdurucu kuvvet
arasındaki etkileşimle en alt doğa düzeyi, dünyanın genel yapısı, cisimler
dizisi ortaya çıkar. Schelling bu düzeye doğanın ilk potansiyelliği adını
verir. Çekme ve itme kuvvetlerini sınırsız etkinliğe karşılık olarak ele alır
ve bu ikisinin sentezini salt kütle yani madde olarak tespit eder. Etkileşim
burada sona ermez. Sınırsız etkinliğin itkisi kendini yeniden ileri sürer ve doğanın
kuruluşunda ikinci birlik ya da potansiyellik, evrensel mekanizm olarak karşımıza
çıkar. Bu başlık altında Schelling ışığı, cisimlerin dinamik sürecini ve ya da
dinamik yasalarını öne sürer.
Birinci düzeyde çekme ve itme kuvvetleri
maddeyi çıkarır karşımıza. İkinci düzeydeki çekme ve itme kuvvetleri elektrik,
manyetizma ve kimyasal fenomenler şeklinde karşımıza çıkar.
Doğanın üçüncü birliği ya da potansiyelliği
organlaşma/organizmdir.
Bütün bunların oluşumunda Schelling’e göre,
güçlerin kutupsallığı görüşü rol oynamaktadır. Bu
kutuplaşma (polarite) doğadaki işleyişin genel ilkesi durumundadır.
Cansız doğadan canlı doğaya geçişi
çözümleyebilmek için Schelling tüm doğanın canlılık ögesi taşıdığını öne sürer,
cansız nesnelerde bu öge bilinçsiz bir oluşum süreci içindedir. Canlılarda aşama
aşama gelişim sürecinden geçerek insan varlığında gelişmenin en yüksek basamağı
olan bilinçlilik düzeyine ulaşmış olur.
Transsendental (Aşkınsal) İdealizm
Özne ve nesnenin kökensel özdeşliğini kabul
ediyorsak bilgi alanında bu özdeşlik öz-bilinçtir.
Öz-bilinç Schelling tarafından ‘ben’ olarak
betimlenir ama ‘ben’ terimi bireysel ‘ben’i göstermez. “Genel olarak öz-bilinç”
edimini simgeler.
Öz-bilinç, tek bir mutlak edimdir ve bu
mutlak edim kendinin/benin nesne olarak üretilişidir. Ben, kendi öz nesnesi
olan bir üretmeden başka bir şey değildir. Çünkü ‘ben’
kendini bilme yoluyla varlık kazanır. Bu
öz-bilgi anlıksal bir sezgi edimidir ve bu edim tüm aşkınsal düşüncenin aracıdır.
Anlıksal (zihinsel) sezgi ile aşkınsal düşünce nesnesinin üretimi bir ve aynı şeydir.
Schelling, bilincin tarihini üç ana evrede
izler: İlk evre ilkel duyumdan üretken sezgiye dek yayılır ve doğa felsefesinde
maddenin kuruluşu ile bağlantılıdır.
İkinci evre üretken sezgiden derin düşünmeye
dek uzanır. Ben burada duyu düzeyinde bilinçlidir.
Üçüncü evrede organizmanın oluşumu devreye
girer. Bu evre ben’in düşünme yoluyla kendisini ben-olmayandan, yani nesneden
ayırt etmesini, bir zihin olarak tanımasını sağlayan mutlak soyutlama ediminde
doruğuna ulaşır.
Aşkınsal idealizm sisteminin ikinci evresinde
öz-bilincin gelişiminde başka-benlerin başka özgür istençlerin bilincine varılması
tarafından oynanan rol dikkate alınmaktadır. Burada
ben istenç olarak kendinin bilincine nasıl ulaşabilir? Yanıt: Ben’in öz-belirlenimden başka bir şeyi istememesi
biçimindeki istem (talep) yoluyla olduğudur.
Öz belirlenim somut eylem yoluyla başarılabilir.
Bu nedenle Schelling bu aşamada haklar sistemini ve devleti ahlaksal eylemin koşulları
olarak öne sürer. Devlet insan eli tarafından, tinin etkinliği tarafından
ortaya konmuş bir yapıdır.
Yine de iyi düzenlenmiş devlet bile başka
devletlerin bencil istençlerinin karşısında durur. Toplum bu durumdan nasıl kurtulabilir? Bunun yanıtı,
uluslararası çatışmaları ortadan kaldıracak bireysel devleti aşan bir “tüm
devletler federasyonu”nda bulunabilir. Eğer
böyle bir ideal gerçekleşebilirse politik toplum, yani devlet evrensel bir
ahlaksal düzenin tam edimselleşmesi için güvenilir bir ortam olacaktır.
Tarih Felsefesi
Schelling’in inancına göre insan tarihinde
sonsuz bir ilerlemeye yer vardır. Bütün
olarak tarih, mutlak’ın sürekli bildirilişidir. Bu bildiriş kendini aşamalı
olarak açığa koyar. Eğer böyle zorunlu bir
ilerleme çizgisi varsa bireylerin özgür istençlerinden söz edilebilir mi?
Schelling burada özgür eylemlerin mutlak bir sentezi düşüncesine başvurur: Buna
göre, bireyler özgürce davranırlar. Yani herhangi bir birey yalnızca kişisel ve
bencil bir erek ile davranabilir. Ama aynı zamanda gizil bir zorunluluk ilkesi
de vardır. Bu ilkenin ışığında tarih, bireylerin bağıntısız görünen
eylemlerinin bir sentezini başarır.
Bir insan bencil güdülerle davransa bile
giderek istencine karşıt olarak insan tarihinin ortak ereğinin yerine getirilmesine
katkıda bulunur.
Bu açıdan bakılırsa tarih insan soyunun
özgürleşme yolundaki gelişimi olarak da betimlenebilir. Schelling’e göre,
zorunluluk ile özgürlük arasında da mutlak bir özdeşlik vardır.
Schelling, transsendental idealizm bağlamında
ortaya koyduğu görüşlerini doğa felsefesinin bütünlenmesi adına bir gereklilik
olarak sistemin doğal bir uzantısı olduğu düşüncesiyle öne sürmüştür. Ne var ki bu alanda öne sürdüğü görüşleri Fichte’nin
görüşlerinden çok farklı değildir. Schelling bu noktada kendi sistemine yeni
bir araştırma alanı eklemiştir. Bu yeni araştırma alanı estetik sezginin,
güzelin duyumsanmasının ve sanatsal yaratmanın alanıdır.
Sanat Felsefesi
Fichte’nin felsefesinde ağırlık noktasını
pratik felsefe oluşturuyordu. Ben’in temel niteliği eylemdi. Schelling’in
felsefesinde ise ben’in ulaşabileceği en yüksek basamak etik değil, estetiktir.
Schelling, estetik bilinçliliğe estetik
sezgi der. Estetik sezgi kendisini sanatsal yaratmada dışlaştırır. Schelling’e göre,
“Doğa yaratıcı tinin bilinçsiz bir şiiridir.” bir başka deyişle doğa, salt bir
organizma değil bir sanat eseridir. Estetik
sezgi bilinçsizin ve bilinçlinin, reelin ve idealin birliğinin temel gerçekliğidir.
Mutlak’ın yaratıcı etkinliği doğa
nesnelerinin reel dünyasını oluşturur, sanat etkinliğinde ise ideal bir dünya
yaratır. Sanatsal etkinlik aslında bu ikisinin birliğinden başka bir şey değildir:
fiu hâlde tarih bir drama ise doğa da bir sanat yapıtıdır.
Sanatsal yaratım, dünyanın sezgisi için bir
örnek görevi görür. Bu felsefenin gerçek organonudur yani felsefeciler de tıpkı
yaratıcı dehalar gibi evrende bir uyum ve özdeşlik görebilmelidirler.
Sanatsal güzellik sonlu bir şeyde
betimlenen sonsuzdur.
Nasıl ki yaratıcı sanatçı yapıtında karşıtları
birleştiriyorsa aynı şekilde filozof da benzer zihinsel sezgi ile şeyleri bir
bütün olarak görmelidir, tikelde tümeli, çoklukta birliği, farklılıkta özdeşliği
görebilmelidir.
Sanat felsefesi Schelling’e göre aşkınsal
idealizm sisteminin doruğudur.
Schelling, Bruno adlı yapıtında Platon’un ideaları
gibi sonsuz tanrısal idealar kavramını devreye sokarak şeylerin bu idealara katılmak
yoluyla güzel olduklarını öne sürdü.
Böylece güzelliğin olduğu yerde reel olan
kendi ideası ile öylesine uyum içindedir ki bu uyum içinde ideanın kendisi
sonsuz olarak sonluya katılır ve bu reel olan içinde sezilir ve bu ideanın
sezilmesi sonlu varlığı güzel kılar.
Özdeşlik Felsefesi
Schelling’e göre, doğa felsefesi ile bilgi
felsefesi birlikte alındıklarında bir bütünün sadece bir yarısını oluştururlar.
Öteki yarıyı ise doğanın ve bilginin ayrımlaştırılamayan özdeşliği oluşturur.
Gerçekliğin üretimi mutlaktan doğan bir şey
olarak doğadaki tüm şeylerin özdeşliği üzerine kurulur.
Akıl, kendinde-şeyleri ve şeylerin bilgisini
kapsarken birdir ve sonsuzdur.
A=A uzay ve zaman koşullarına bağlı kalmaksızın
doğrudur. A=A formülünde özne ve nesne arasındaki ayrım formel ve görelidir
(rölatif). Özne ve nesne burada sadece biçime ilişkindir, öze gittiğimizde bu
ikisi arasında hiçbir fark yoktur.
Schelling inorganik dünyanın temelinde yaşam
bulunduğuna inan bir panteisttir.
Olumlu (Pozitif) Felsefe
Schelling’in 1809’dan sonraki yazılarında insanlık
tarihinde özellikle mitoloji ve dinde kutsal ilkenin evrimi temelinde pozitif
bir felsefe kotarmaya çalışmıştır. Pozitif, çünkü daha önceki dönemlerinin
felsefe yapma biçimini ussal düşünüş temeline dayalı ama tümüyle negatif
tutumlu bir felsefe olarak nitelemektedir.
Negatif felsefe deyince evreni açıklama
amacında olan sistemin tümüyle kavramlara ya da özlere sınırlı olduğunu ve bu sistemlerin
mantıksal çıkarım düzeyinde kaldığını öne sürer. Gerçi
hiçbir sistem kavramlar olmaksızın oluşturulamaz. Ama Schelling’e göre burada
varoluşun da vurgulanması gerekir, işte bunu da pozitif felsefeci yapacaktır.
Bu felsefe varoluşsal anlamda bir salt edim ya
da varlık olarak tanrı ile başlar ve bu en yüksek edimden başlayarak tanrının
kavramına ya da doğasına geçer. Buna göre tanrı kişisel olmayan bir kavram ya
da öz değil, yaratıcı bir varlıktır.
Ona göre “Tüm
felsefelerin temel işlevi dünyanın varoluşu sorununa bir çözüm bulmaktır.”
Schelling bunu tanrı ve insan kavramına yeniden bir bakışla açıklamaya çalışır.
Negatif felsefeden pozitif felsefeye geçiş,
salt düşünme yoluyla olamaz. Ancak istenç aracılığıyla bu mümkün olur. Ona göre
istenç bir iç zorunluluk olarak tanrının salt bir düşünce olmamasını ister.
Pozitif felsefenin temelinde yatan inanç
yaratıcı ve kefaret ettirici, kişisel bir tanrıya duyulan inançtır.
Schelling Kant’ın bu alandaki görüşünü de
eleştirir: “Onun salt akıl sınırları içinde
kalan dininde gerçek din için hiçbir yer yoktur.” Olumsuz felsefenin sonunda sadece olanaklı dini bulabiliriz,
olgusal dini değil.
Pozitif ve negatif felsefe arasındaki ayrımı
gerçek din felsefesi ile dinsel bilinci ve istemleri özümsemeyen felsefe arasındaki
ayrım olarak koyar.
Schelling, pozitif felsefe adı altında salt
bir Hıristiyan felsefesi yapmaktadır.
---
Modern Felsefe II
Editör: Prof. Dr. Sara Çelik & Yrd. Doç. Dr. Serdar Uslu
Anadolu Üniversitesi, Ekim 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder