MİTOSLARIN
GENEL ÖZELLİKLERİ
Felsefenin yöneldiği ilk sorular; görünenin
ardında bir yasa, düzen olup olmadığına ilişkindir. Evren hakkında doğru
bilgiye ulaşan kişi davranışlarını da bu düzene uyarlayarak hakikate
erişebilir. Kendini bil sözünün zemini de yine
bu düşünceye dayanır. Evrenin ve varlığın bilgisi, toplumsal düzenin de şartıdır.
Ahlak ve davranış ilkeleri bu bilgiden türetilebilecektir.
Evreni anlamak üzere insan bilgisi ilk
olarak doğaya yönelir.
İlk insan topluluklarının evren anlayışları
üzerine araştırmalar yapan Malinowski ve Levi Strauss gibi antropologlar, “sınıflandırma”
ve “düzenleme” faaliyetini tüm düşünce yapılarının genel özelliği olarak görmüşlerdir.
İnsanın aklını işletebilmesi için bir takım düzenliliklere, ilkelere ihtiyacı vardır.
Tarihin erken dönemlerinde insanlar belli doğa olaylarının nedenlerini
açıklayacak bilgiye sahip olmadıkları için bu boşluğu mitoslarla
doldurmuşlardır. Bir nevi doğaüstü güçler kataloğu olan mitoslar, insanın
bilgisini ve gücünü aştıkları için kutsallık kazanmışlardır. Doğaüstü olan
karşısında insanın duyduğu korku, kutsallığın temel dayanağıdır.
Mitoslarda anlatılan sembolik dünya, gerçek
dünyadan ayrı tutulmamış, bu yüzden büyülü sözler yoluyla nesnelere doğrudan
etki edilebileceğine inanılmıştır. Mitos
temelli düzende “gerçek olan” ile “düşüncede olan” ayrımı yoktur. Mitoslar yasa
niteliğindeydiler. Yazılı kanuna karşı mitosların gücü sözdü. Ancak sözlü
olarak aktarılmaları sürekli olarak dönüşüm geçirmelerine neden olmuştur.
Dionysos
ve Orpheus’un Gizem Öğretileri
Dionysos gizemleri, Antik site toplumunun
dışında kalan kesimlerde (köleler, yabancılar ve bazı dışlanmış kadınlar)
gelişti. Bu gizemler ileriki dönemlerde Orpheus öğretileriyle iç içe geçti.
Dionysos, Yunan tanrılarından farklı olarak
hayatın tüm yönlerine hitap eder. Onunla ilgili törenlerde çılgınlık unsurları
(şarap, dans, seks, canlı kurban etme vs.) dikkat çeker. Farklılığının nedeni,
Yunan toplumuna dışarıdan, doğudan gelmesidir.
Dionysosçular insanın kökenini Tanrı
Dionysos’a bağlamaktaydılar. Bu mitosa göre, Dionysos bebekken, bedeni
Titanlarca parçalanmış, bunun üzerine Zeus şimşekleriyle Titanları cezalandırmış,
Dionysos’la Titanların küllerinden insan ırkı doğmuştur. İnsanlardaki kötü
unsurlar, Titanlardan kaynaklıdır. Bu
mitosa göre Dionysos tamamen yok olmamış, dünyadaki nesneler-insanlar çokluğuna
dağılmıştır. Törenlerdeki asıl amaç da Dionysos’un tekrar eski bütünlüğüne
kavuşması yönündedir.
Dionysos ve Orpheus gizemleri Homerik
düzenden farklı olarak bu dünyaya değil öte dünyaya yöneliktir.
Orpheusçuluk da ruhu Titanik unsurlardan temizlemeye
yönelik bir hayat tarzı önerir. Ruh (psykhe)
insan bedeninde mezardadır, hapistir. Bu hapisten kurtulabilmesi için arınması,
arınması içinse ahlaki bir hayat yaşaması, sıkı bir bedensel diyet uygulaması
gerekir.
YUNAN TRAGEDYASI
Dionysosçuluğun toplum hayatından dışlanan sınıflar
arasında yükselmesi, site yöneticilerini Dionysos uygulamalarını resmileştirmeye
itmiş, bunun üzerine Peisistratos,
M.Ö. 534’te ilk kez genel katılıma açık Dionysos şenlikleri tertiplemiştir.
İlk tragedya eserleri de bu şenliklerde sahnelenmiştir.
M.Ö. 5. yüzyıl Yunan dünyasının başlıca
sorunu, kaderin evren düzenindeki hâkimiyetiydi. Bu bir sorundu çünkü olayların
kaderci açıklaması düzensizlik ve belirsizliği çağrıştırmaktadır.
Tragedya sanatı, böyle bir ortamda ahlak ve
kader sorunlarına yöneldi ve bu uğurda mitosları yeniden yorumlama yoluna
gitti. Tragedya sanatı, özünde
Homerik-Hesiodik düzen anlayışına, kaderin belirsiz ve acımasız işlerine yönelik
bir eleştiridir.
Aiskhylos, (M.Ö. 525-456), eserlerinde
tanrıların adil olmalarını ve evren düzeninde adaletin zafere ulaşmasını talep
etmiştir. Eserlerinin sonunda hep uyum ve
düzen gereksinimi ağır basmıştır.
Aiskhylos’un eserlerinde, insanın kader karşısındaki
acizliği sıkça vurgulanmıştır. Aiskhylos’un eserlerine
kuşkudan ziyade inanç hâkimdir.
Sophokles’in eserlerinde ise farklı düzen
anlayışlarının çatıştığı, insanın, kaderle olan mücadelesinin öne çıktığı
görülür.
Sophokles’in eserlerinin çıkış noktası, sıra
dışı bir bireyin kadere karşı verdiği savaştır.
Trajedinin kaynağı, insandan bağımsız işleyen
kaderdir ve başa gelen acıların kaçınılmaz olduğu düşüncesi hâkimdir.
Sophokles’in kahramanları, tanrılarla ve
evren düzeniyle uzlaşmazlıkları nedeniyle acı çekerler.
Sophokles, Sofistlerin ağırlığını iyice
hissettirdiği bir çağda, akla yönelik aşırı güveni eleştirmiştir. Eserlerinde
görülen doğrudan sapma davranışı, hep olumlu bir şeyin ölçüsünden sapma olarak
gerçekleşir. Örneğin Oidipus’un, ölçüsünden saptığı şey akıldır.
Euripides’in eserlerinde insan ön plana çıkmış,
onunla birlikte tragedya sanatı insanileşmiş, olay örgüleri, mitik olmaktan çıkıp
toplumsallaşmıştır. Aristoteles, Sophokles’in, kahramanlarını “olmaları gerektiği
gibi”, Euripides’inse
“oldukları gibi” gösterdiklerini söyler.
Euripides, insan ruhunun kendisini başlıca
bir trajedi kaynağı olarak görmüştür.
İnsan ruhunun, biri akla, diğeri tutkulara
dayanan iki zıt yöne sahip olması Euripides’in işlemekten haz duyduğu
konulardan biridir. Öfke ve intikam arzusu ile akıl yürütme arasındaki çatışma
trajedisinin başlıca kaynaklarındandır.
Trajik düzen, tanrıların işlerinin
öngörülemezliğine ve kaderin belirsiz işlerine dayanır.
İLKÇAĞ FELSEFESİ
Yard. Doç. Dr. Serdar Uslu
Anadolu Üniversitesi Yayını No: 1944
Ağustos 2009, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder