İbn
Haldun - Mukaddime
I
Hamdolsun o Allah'a…
Salat ve selam Efendimiz ve beyimiz
Muhammed'in üzerine olsun.
Düşmanları ise perişan olsun.
Tarih fenni (ilmi, discipline) kavimlerin
ve milletlerin yekdiğerine nakledegeldikleri fenlerdendir.
Bu ilmi anlama hususunda âlimler ile
cahiller birbirine eşit olurlar.
Tarih; âlemin durumunu, halinin nasıl
değiştiğini, dünyada kurulan devletlerin sınırlarının ve hâkimiyet alanlarının
nasıl genişlediğini, insanların arzı nasıl mamur hale getirdiklerini, göçüp
gitme dönemlerinin geldiğini bildiren tehlike çanları ikaz edinceye kadar,
yıkılma ve yok olma vakti gelip çatıncaya dek insanların dünyayı imar etme işi
ile nasıl uğraştıklarını bize bildirir. (s. 158)
Olan şeylerin ilkeleri incedir, hadiselerin
keyfiyet ve sebepleri hakkındaki bilgi derindir. İşte bunun için tarih asil ve
hikmette soylu bir ilimdir.
İslam’daki büyük tarihçiler, eski çağlara
ait haberleri geniş ölçüde derleyip topladılar.
Fakat asalak tarihçiler bu haberleri sahte
ve uydurma olanlarla karıştırdılar.
İmdi (onlarda) tahkik azdır, ayıklama
ciheti ekseriya cılızdır, hata ve vehim haberlerin soydaşıdır, hemen onlara
bulaşır. İnsanoğlundaki taklid köklü ve irsidir.
Fakat hakikatin kudretine mukavemet
edilemez, batılın şeytanı ise akıl ve fikir silahı ile ateş altında tutulur.
Mukallit tarihçiler eserlerinde
anlatılagelen haberleri aynen tekrar eder dururlar.
Eseri bir mukaddime ve üç kitap olarak
tertip ettim
Mukaddeme: Tarih ilminin fazileti, tarihte takip edilen usullerin
tahkiki ve tarihçilerin hata ettikleri noktalara temas edilmesi hakkındadır.
Birinci kitap: Umran ve mülk, hükümdarlık,
kazanç, geçinme, sanatlar, ilimler, bunların illetleri ve sebepleri
türünden olmak üzere umrana ârız olan "avârız-ı zâtiye" hakkındadır. (Umranın zati araz ve hallerini
yani kanun ve kaidelerini konu almaktadır).
İkinci kitap: Yaratılıştan bu yana günümüze
gelinceye kadar Araplar, onların nesilleri ve devletleri ile ilgili haber,
tarihi ve rivayetler hakkındadır. Bu bölümde Nebat, Süryaniler, Fars, İsrailoğulları, Kıbt,
Yunan, Rum, Türk ve Frenkler gibi Araplarla çağdaş olan meşhur milletlere
ve devletlerine de işaret edilmiştir.
Üçüncü kitap: Berberlere ve onların
mevalisi olan Zenâte kabilesine, bunların başlangıçtaki durumlarının ve
nesillerinin anlatılmasına, bilhassa
Mağrip diyarındaki mülk ve devletlerine dairdir.
Eseri yazarken az, öz ve kısa tutma yolunu
benimsedim. Zor anlaşılan ifadeyi değil, kolay kavranan üslupla meramı anlatmayı
tercih ettim.
Bu eser ister bedevi ister medeni olsun Arapların
ve Berberlerin haberlerini, tarihlerini, onlarla çağdaş olan büyük devletlere
işaret etme hususunu ihtiva etmekte, hilkatin başlangıcı ve ondan sonraki
haberler itibariyle ders olacak ve ibret alınacak hususları açık bir şekilde
dile getirmektedir. Onun için esere Kitâbu’l-iber ve divânü’l-mübtedei ve’l-haber fî
eyyamil’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve men âserehüm min zevi’s-sultani’l-ekber adını verdim.
Tarih
ilminin fazileti, tarihi usullerin tahkiki, tarihçilere ârız olan hatalara ve
vehimlere işaret edilmesi ve bunlardan bir kısmının sebeplerinin zikredilmesi (s. 165)
Buna misal, Meûdî ve diğer birçok
tarihçilerin İsrailoğlullarının orduları hakkında nakletmiş oldukları
haberlerdir.
Bazı kaynaklarda Musa’yla beraber Mısır’dan
çıkan İsrail askerlerinin sayısı 600 bindir ki İbn Haldun Musa peygamber ile
Yakup (İsrail) arasında sadece dört batın bulunduğun dikkat çekiyor. Yakub,
zürriyetiyle birlikte Mısır sarayına gittiğinde İsrailoğullarının toplam nüfusu
70 idi.
Âd kavminin helaki ve İrem şehri hakkındaki
rivayetler…
Harun Reşid’in Bermekîleri
cezalandırmasının nedenleri…
Altın ile süslü binekler kullanan ilk halife,
Harun'dan sonra halifelerin sekizincisi olan Mu'tez b. Mütevekkil'dir. Onların
giymiş oldukları elbiseler konusundaki halleri de böyle idi. Artık böyle kimselerin içecekleri hususunda
ne düşünülebilir? (s. 178)
Bir devlet haksızlıktan, kötülüğe
meyletmekten, yolsuzluktan ve keyfilikten kendini uzak tutarsa, itidal yoluna
girer ve doğru yoldan ayrılmazsa, (ilim ve sanat) pazarında halis altın ve saf
gümüş revaç bulur. Şayet devlet kin ve garazla idare edilir, yalancı simsarlar,
azgın aracılar orada kaynaşırsa, devlet pazarında kalp ve bozuk paralar geçerli
olur. (s. 183)
Çağların değişmesi ve günlerin geçmesi ile
millet ve kavimlerin hallerinin de değişeceği hususunun dikkatten kaçması
tarihte vaki olan (ve gözden kaçan) gizli hatalardandır. (s. 190)
Zühul ve gafletle beraber bulunan bu hata
insanı maksadından uzaklaştırır, meramından saptırır. Nice kereler insan
eskilere ait birçok haberler işitir. Ahvâl ve âdetlerde vâki olan başkalaşmaya
ve değişmeye dikkat etmez. Onun için ilk nazardan bu haberleri bildiği şekilde
değerlendirir, gördüğü şeylere kıyas eder. Hâlbuki arada büyük fark hâsıl olmuş
olur. (s. 191)
Tarih, bir çağa ve bir nesle (kavim, ceyl)
has haberlerin anlatılmasıdır.
Sanki varlığı dili âlemde: “sön ve kabuğuna
çekil!” diye nida etmiş, o da derhal bu çağrıya icabet etmişti.
Kitabu’l-İber’in
Birinci Kitabı (Mukaddime)
Dünyadaki
Umranın Tabiatı, Ona Ârız Olan Bedevîlik, Hadarîlik, Tagallüb, Kazanma,
Geçinme, Sanatlar, İlimler, Bunların Benzeri Diğer Hususlar, Bunlara Mahsus
Olan İlletler ve Sebepler
Malum olsun ki tarihin hakikati, âlemdeki
umrandan ibaret olan insan cemiyetinden (insanî içtimâ) haber vermektir.
Tabiatıyla haberlere yalan (ve tahrifat)
karışmakta ve bunu gerektiren bir takım sebepler de bulunmaktadır.
Bunlardan biri görüşlere ve mezheplere olan
(aşırı derecedeki) taraftarlıktır.
Haberlerdeki yalancılığı gerektiren
sebeplerden biri de o haberi nakledenlere güvenmek ve onları mevsuk kabul
etmektir.
Bu sebeplerden bir diğeri (haberin
naklediliş) maksatları hakkındaki gaflet ve dikkatsizliktir.
Bu sebeplerden başka biri, hallerin
vakalara (ahvâlin vekâyie) nasıl tatbik edileceğini ve durumu olaya uygulamayı
bilmemektir.
Bu sebeplerden biri de ekseriya halkın
yüksek makam ve rütbe sahiplerine, onları meth u sena ederek, kendilerine
ahvâli güzel göstererek, bu suretle şan ve şöhretlerini yayarak, yaklaşmak ve
yaranmak istemeleridir.
Yalanı (sahte haberciliği) gerektiren
sebeplerden biri, hatta öteki sebeplerin hepsinden daha önde geleni umrandaki
ahvalin tabiatını bilmemektir. (s. 199-200)
“Dünya
bir bahçedir, bunun duvarı devlettir. Devlet bir sultandır (authority,
iktidar), sünnet (töre) bununla yaşar. Sünnet siyasettir, bu siyaseti hükümdar
yürütür. Hükümdar bir nizamdır (nâzımdır). Ordu onu takviye eder. Ordu bir
yardımcı ve destektir, mal ve para onun teminatıdır. Mal rızıktır, onu raiyye
derler ve toplar. Raiyye kuldur, onu adalet korur. Adalet, kendisiyle ülfet
edilen ve sayesinde dünyanın kaim olduğu bir şeydir ve dünya bir bahçedir.” Aristoteles (s. 206)
Şimdi biz bu kitapta mülk, kesb, ilimler ve
sanatlar bakımından umranın ahvâlinden olmak üzere beşerî içtimaa ve insan
cemiyetine ârız olan hususları delile dayalı bir şekilde beyan edeceğiz.
Umran, toplumla kaynaşmak ve ihtiyaçları
gidermek maksadıyla şehre veya konaklama yerine inmek ve orada birlikte ikamet
etmekten ibarettir.
Bu umranın bedevî olanı da hadarî olanı da
vardır.
Bedevî olanı ovalarda, yaylalarda,
bozkırlarda ve çöllerde bulunur.
Hadarî olanı ise şehirlerde, kasabalarda,
köylerde bulunur.
Birinci
Bölüm
Genelde
Beşerî Umran
Birinci
Mukaddime
İnsan için cemiyet düzeni içinde yaşamak
şarttır.
Allah, hayvanlardan her birine bir organ
vermiştir. Bu organ, başkalarının saldırısından ulaşan zararlara karşı,
savunmaya mahsustur. Allah bütün bunlara karşılık ve bedel olmak üzere insana
fikir ve el verdi. El, düşüncenin hizmeti ve desteği ile sanatlar için
hazırlanmış ve yaratılmış bir organdır.
İnsanlar için tesirli bir yasakçı (güçlü
bir otorite) olmazsa beşeri hayat behemehâl bir anarşi halini alır, böyle bir
hayat ise mümkün değildir.
İkinci
Mukaddime
Yeryüzünün
umran bulunan kısımları ve dünyadaki başlıca ormanlara, denizlere, nehirlere ve
iklimlere işaret edilmesi
Bil ki, âlemin ahvâlini inceleyen hükemanın
kitaplarından açıkça anlaşılmaktadır ki, arz küre şeklindedir, her tarafı su
unsuru ile kuşatılmıştır, su üzerinde yüzen bir üzüm tanesi gibidir. (s. 217)
Sonra arzın bazı yerlerinde sular çekildi.
Karaları kuşatan denize “bahr-i muhit”
(Okyanus, karaları çevreleyen deniz) adı verilir. Buna, ikinci “la” nın tefhimi
(ve kalın okunması) ile “Leblaye” (atlas) de denir, buna Okyanus ismi de
verilir.
…arz parçasındaki çöl, çorak ve boş yerler umran
kurulan yerlerden daha çoktur.
Ekvator, batıdan doğuya arzı ikiye ayırır.
Burç mıntıkası 360 dereceye bölünmüştür.
Her derece, yeryüzündeki mesafe itibarıyla
25 fersahtır. Her fersah 12.000 ziradır (arşın, 5.685 m).
Feleği, yani gök küreyi ikiye bölen ve
yerküredeki ekvatora tekabül eden daire-i muaddel-i nehâr ile her iki kutup
arası 90 derecedir. Lakin imaret ve mamur olma (umran) ekvatordan itibaren
kuzeye doğru uzanan 64 derecelik bir sahada mevcuttur. Geriye kalan yerler
boştur. Şiddetli soğuk ve don sebebiyle burada imaret ve mamur olma hali
yoktur. Nitekim şiddetli sıcaklık sebebiyle güney ciheti de tümü ile boştur.
Akdeniz, Hint Okyanusu ve bu ana denizlere
bağlı diğer denizler hakkında bilgi veriliyor.
Başlıca büyük nehirler hakkında bilgi
veriliyor.
İkinci
mukaddeme için tekmile: Arzın güneydeki dörtte birine nazaran, kuzeydeki dörtte
birde umranın daha fazla olması ve bunun sebebinin anlatılması
İbn Rüşd’ün (520-595) iddiasına göre
ekvator mutedildir (yani iki tarafı birbirine muadildir), güney istikametindeki
ekvator ötesi, kuzey cihetindeki ekvator ötesi mesabesindedir.
Ekvatorun güneyinde mamur yerlerin bulunması,
sadece şu yüzden imkânsız olmuştur: Buradaki yeryüzünü tamamen su unsuru kaplamıştır.
(s. 225)
Coğrafya
ve Harita Üzerine Tafsilat
Birinci
iklim bölgesi
Bu iklimin batı cihetinde Kanarya (Hâlidat)
takımadaları vardır.
Bu iklimin altıncı kısmı: Hint Okyanusu’ndan
kuzey istikametine sarkan iki deniz arasında, Kızıl Denizi ile İran Denizi
arasında Arap yarımadası vardır.
İkinci
iklim bölgesi
Bu iklim, güney cihetinden birinci iklimin
kuzey ciheti ile bitişir.
Birinci iklim kuşağının güneyinden, hemen
ona bitişik ikinci bir iklim kuşağı olarak anlatılıyor.
Üçüncü
iklim bölgesi
Bu iklim, ikinci iklimin kuzeyine
bitişiktir.
Bu iklimin beşinci kısmında Şam (Suriye)
diyarı vardır.
İklimin güneybatısında sekizinci kısmında
Türk kavimlerinden Celc’in (Khalaj, Khulkh, Karluk) dolaştığı ve yaşadığı saha
vardır.
Dördüncü
iklim bölgesi
Bu iklim, üçüncü iklimin kuzey ciheti ile
birleşir, iklimin batıya düşen birinci kısım, güneydeki başlama noktasından
kuzeydeki bitiş noktasına kadar, dikdörtgen biçiminde okyanustan bir parçadır.
Bu iklimin altıncı kısmında batı cihetinde
Cezire (Mezopotamya) diyarı vardır.
Bu iklimin sekizinci kısmında ve batı
cihetinde güneyden kuzeye akan Ceyhun nehri vardır.
Beşinci
iklim bölgesi
Bu iklimin,
birinci kısmı, güneydoğusunda kalan az yeri müstesna ekserisi sularla
kaplanmıştır.
Bu iklimin üçüncü kısmın batısındaki Kaluriye
(Kalabria) illeri Venedik körfezi ile Akdeniz arasında yer alır.
Bu iklimin beşinci kısmının güneybatısında
Batus (Anadolu) toprakları var.
Altıncı
iklim bölgesi
Bu iklimin birinci kısmının yarısından çoğunu
okyanus kaplamıştır. Okyanus, kuzey bölge ile birlikte doğuda bir daire meydana
getirir. Britanya toprakları bu iklim bölgesindedir.
Bu iklimin batı bölgesindeki üçüncü kısımda
Muratiye (Meranıye, Moravga) illeri güneye, Şetoniye (Estonlar) kuzeye düşer.
Dördüncü kısmın güney bölgesinde Cesuliye
(Jasulya) toprakları, onun aşağısında ve kuzeyde Rus illeri vardır.
İklimin sekizinci kısmının güneyine düşen
bölgesinde kuzeybatıda yaşayan Türklerden (Hulub, Halaç, Kalaç) cevlahların
toprakları var.
Bu iklimin dokuzuncu kısmının batısında
Türklerden Hafşah (Hifşah) illeri bulunur. Bunlar Kafcak’tır (Kıpçaklar).
Serkeş (Türgişler, Türkeşler) de onlardandır.
Yedinci
iklim bölgesi
Bu iklimin birinci ve ikinci kısımları sularla
kaplanmıştır.
Açıkta kalan kara parçası güneye uzanır,
doğuda genişler, burada Feluniye (Polonya) topraklarına bitişir.
Bu iklimin dördüncü kısmının batısında
Türklerden Kımazek toprakları var.
Bu iklimin beşinci kısmının batısında Rus
illeri var.
Altıncı kısım, güneybatı bölgesinden
Kumanlar ülkesine bitişiktir.
Bu iklimin yedinci kısmının batısında Türk
kavimlerinden Yehnakların (Peçeneklerin) geriye kalan toprakları vardır.
İbn Haldun bundan sonra anlatacağı konuları
geniş ölçüde iklim şartları ve toprağın vaziyeti ile izah edecektir.
İbn Haldun, iklim dediği zaman coğrafi
bölgeyi, hava dediği zaman da bugün anladığımız manada iklimi, iklim
unsurlarını ve atmosfer şartlarını kastetmektedir. (s. 258)
Üçüncü
Mukaddime
Mutedil
olan ve olmayan iklimler, havanın insanların renklerine ve daha başka birçok
hallerine olan tesiri
İmdi (güneyde ekvatordan başlayıp peş peşe
kuzeye doğru giden yedi iklim içinde) dördüncü iklim umran bakımından en
mutedilidir.
(Güneydeki) birinci iklim ile (kuzeydeki)
yedinci iklim ise mutedil olmaktan çok daha fazla uzaktır. (s. 259)
Kendilerinde itidal (ve normal hava
şartları) bulunması sebebiyle bu iklimdeki halk, çok mükemmeldir.
Bunlar Mağrip, Suriye, Hicaz, Yemen, (biri Arap, diğeri Acem
olmak üzere) iki Irak, Hind, Sind, (İndus), Çin ahalisidir. Endülüs ve buraya yakın
olan Frenk, Celalike (Galicians, Gallılar), Rum ve Yunan halkı da böyledir.
Güneydeki hararetin kat kat fazla olması
sebebiyle, bura ahalisinin içinde yaşadıkları havanın mizacından ve yapısından
ileri gelen bu renk (siyahlık), birinci ve ikinci iklimde yaşayan insanların
hepsine şâmildir.
Bu iki iklime kuzey cihetinden tekabül
etmeleri sebebiyle, onların benzeri olan yedinci ve altıncı iklimdir. Bu
iklimlerde yaşayanlara şâmil olan beyazlıktır. Bunun sebebi de, kuzeydeki aşırı
soğuktan dolayı içinde yaşadıkları havanın mizacı ve yapısıdır.
Dördüncü
Mukaddime
Havanın
(ve İklimin) İnsan Ahlakı Üzerindeki Tesiri
Hafifliğin, aceleciliğin, zevk ve keyfe
fazla düşkün olmanın umumiyetle Sudanlıların (ve zencilerin, karakterlerinden
ve) huylarından olduğunun görmüşüzdür.
Bunun gerçek sebebi şudur: neşe ve sevincin
tabiatı, hayvani ruhun yayılmasından ve genişlemesinden ibarettir. Hüznün ve
üzüntünün tabiatı ise bunun aksinedir. Yani üzüntü hayvani ruhtaki tutukluk ve yoğunluk
ile hâsıl olur.
Yine sabit olmuştur ki, hararet havayı ve buharı
yayar (açar ve genişletir), hava zerreciklerinin arasına girer ve miktarını
artırır. Bunun içindir ki, sarhoş olan kimse, ifade edilmeyecek derecede
sevindiğini ve neşelendiğini (ferah ve sürur) hisseder. Bunun sebebi nefsteki
buharın, şarabın keskin etkisiyle meydana gelen kalpteki tabii hararete
karışarak nefsin yapısına işlemesidir. Bu yüzden nefs gevşeyip genişler ve tabii
olarak bir keyiflenme hali ortaya çıkar.
Hararet, sıcak iklimde yaşayan Sudanlıların
/ zencilerin yapılarına ve oluşumlarının özüne işlemiştir. Nefslerindeki
hararet de beden ve iklimlerindeki hararet oranındadır.
Sonuç olarak daha çabuk neşelenir ve
keyiflenir, daha çabuk yayılıverirler.
Bunu da kararsızlık izler.
Bunu çeşitli iklimlerde ve ülkelerde
araştır, havaya ait keyfiyetlerin ahlak üzerinde etkili olduğunu göreceksin.
…umumi manada, insan, iklim şartlarına bağlı
olarak toprağın mahsulüdür. Onun için de bulunduğu yere ve şartlara, intibak
eder, soğuk - sıcak, verimi bol veya kıt araziye göre bir şekil alır.
Beşinci
Mukaddime
Bolluk
ve kıtlık itibariyle umranın ahvalinde görülen farklılık ve bunun insanların
beden ve ahlakı üzerinde meydana getirdiği tesirler
(Çölde, çorak yerlerde ve) kırlarda yaşayan
halkın renkleri daha saf, bedenleri daha temiz, şekil (ve vücut yapıları) daha
mükemmel ve daha güzel, ahlakları itidale daha yakın, bilgi elde etme ve bir
şeyi idrak etme hususunda zihinleri daha keskindir. Bahis konusu yerlerde yaşayan
nesillerin hepsinde bu halin mevcut olduğuna tecrübe şahitlik etmektedir.
…bolluk içinde yaşayan ahali ekseriya
zihinleri itibariyle geri zekâlı, (ahmak, anlayışsız), bedenleri bakımından
kaba (sert) olmakla muttasıf olurlar. Hububat ve katık türünden yiyecek maddeler
itibariyle bolluk içinde yaşayan Berberlerin, yine Berberlerden olup da maişet bakımından
sıkıntı içinde bulunan, arpa ve darı ile yetinmek zorunda kalan Masmudîler ile
Gumare ve Sus halkı karşısındaki hali işte budur. (s. 271)
Malum olsun ki, bahis konusu bolluğun beden ve bedenin çeşitli
halleri üzerindeki tesiri açıktır. Hatta bu durum din ve ibadet konularında da
kendini gösterir. Görüyoruz ki, ister çölde ve çorak topraklarda yaşayanlardan
olsun, ister şehir ve kasaba halkı olsun, kendilerini açlığa alıştırıp (haz,
zevk ve) lezzetlerden uzak durarak geçim sıkıntısı içinde yaşayan (mütekeşşif)
kişiler, bolluk ve refah içinde bulunanlardan
daha güzel bir dini yaşayışa sahiptirler, ibadete daha fazla düşkündürler. Hatta
dindar insanların şehir ve kasabalarda az olduğunu görmekteyiz. Şehir ve kasaba
halkı umumiyetle, bol bol has buğday, katık ve et yediklerinden derin bir
gaflet içinde ve kalbi katı olurlar. (s. 272)
Bilinmelidir ki, aç kalmaya veya az gıda almaya
gücü yetenler için, çok gıda almaktan ise aç kalmak, her bakımdan beden için
daha elverişlidir.
İriyarı ve büyük cüsseli hayvanların
etleriyle beslenenlerin neslinden bu nitelikte iriyarı vücutlu insanlar ve
nesiller meydana geldiklerini görmüşüzdür.
Devenin eti ve sütü ile beslenenler iriyarı
olmakla beraber aldıkları gıda onların ağır yük taşıma, tahammül ve sabır gibi
ahlaklarına (huy ve karakterlerine) da tesir eder ki bu hususlar develerde de mevcuttur.
(s. 274)
Altıncı
Mukaddime
Fıtrattan
veya riyazet ile gaybı idrak eden insanların nevileri; konuya girmeden evvel
vahiy ve rüya hakkında bir kaç söz
İnsanlar içinde peygamber olanların alâmeti,
vahiy alırken bir horultu haliyle birlikte yanlarında bulunanları fark edemeyecek
şekilde kendilerinden geçmeleridir. Bu da görünüş itibariyle bir bayılma ve
kendini yitirme haline benzerse de hiç bir şekilde onunla ilgisi yoktur.
Gerçekte bu tümüyle beşeri idrak şekillerinin dışında kalan ve peygamberlere
uygun düşen bir idrak şekliyle ruhani melek (veya melik) ile mülakat halindeki
bir istiğraktan ibarettir. (s. 276)
Nebilerin alametleri / özellikleri
Nefs hakkında
Vahiy / kehanet / rüya / Hisâb-ı nim –
Ebced (s. 280-320)
İKİNCİ
BÖLÜM
Bedevî
Umran, Vahşi Milletler ve Kabileler Bu Hususlara Ârız Olan Haller ve Bu
Husustaki Bölümler ve Açıklamalar
1. Bedevi ve hadarî kavimlerin var olmaları tabiîdir
Bilmek gerekir ki, toplumların (nesillerin)
ahvalinde görülen farklılık, sadece onların geçim yollarının farklı oluşundan
ileri gelmektedir.
Bazı kavimler (ve toplumlar) ziraat ve
bahçecilik yaparak çiftçilikle uğraşırlar.
Çiftçilik ve hayvancılık işi ile uğraşan
söz konusu toplumları, zaruret bedeviliğe, sevk etmektedir. Zira bedv/sahra
geniştir.
Sonra belli bir geçim yolunu tutan söz
konusu toplumların halleri genişleyip, ihtiyacın üstünde bir zenginlik ve refah
kendilerine elverdiği zaman, bu durum onları bir yere oturup rahat etmeye sevk etti.
2.
Âlemde Arap kavimlerin var olmaları tabiîdir
…ziraat ve çiftçilikle uğraşmak suretiyle maişetlerini
temin edenler için, yerleşmek, göçebelikten daha uygundur.
Maişetlerini davar ve sığır gibi (arazide
güdülen ve) yayılan hayvanlardan sağlayanlar ise ekseriya göçebedir.
…kumlar arasında yavrulamak develer için
vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.
…deve besleyenler uzak meralara göç etmek
zorunda kalmışlardır.
…onun için de insanların en vahşi olanı
durumunda kalmışlardır. Bunlar hadarîlere nazaran, güç yetirilemeyen vahşi ve
yırtıcı yabani hayvanlar durumundadır. Bunlar Araplar (ve bedevîler)dir.
3.
Bedeviliğin harlarîlikten daha eski ve ondan önce olduğuna, umranın ve
şehirlerin kökünün ve kaynağının badiye olduğuna dair
Zaruri ihtiyaçları elde etmedikçe insan
mükemmele ve refaha varamaz. O halde bedevlîlikteki kabalık, hadarîlikteki
incelikten öncedir. Onun için bedeviler için şehirli olmanın bir gaye olduğunu
görmekteyiz.
4.
Hadarîlerden çok bedevîlerin hayra daha yakın olduklarına dair
Nefs, ilk fıtratı üzerine bulunursa,
kendisine gelen şeyleri kabule hazır bir vaziyette olur, üzerine gelen hayır
veya şer onun tabiatı haline gelir.
İki huydan biri hangi ölçüde daha evvel
nefse gelir ve yerleşirse, nefs diğerinden o nispette uzaklaşmış, onu kazanması
o derece güçleşmiş olur.
Hadarîler, çeşit çeşit zevklerle, refahın
getirdiği adetlerle (menfaatlerine) yönelmekle, dünyevi arzuları üzerinde
ısrarla durmakta sık sık karşılaştıkları için, birçok kötü ve çirkin huy ile
nefsleri kirlenmiştir.
…hadarîlere nisbetle bedevilerde vücuda
gelen kötülük yapma temayülü ve fena huylar çok daha azdır.
5.
Bedevîlerin, hadarîlerden daha cesur olduklarına dair
Bunun sebebi şudur: Hadarîler, huzur ve
rahatlık döşeğine sereserpile uzanmışlar, nimet ve refah denizine dalmışlar,
mallarını ve canlarını savunma işini, kendilerini sevk ve idare eden valilerine
ve hükümdara, koruma görevini üstlenen hamilere ve bekçilere havale etmişler,
kendilerini kuşatan surların ve koruyan müstahkem mevkilerin arkasında (gaflet
uykusuna) yatıp uyumuşlardır.
Bedevîler (…) kendilerini müdafaa işi ile
bizzat kendileri meşgul olur, bu hususu başkalarına havale etmez, bu konuda
kendilerinden başka hiç bir kimseye güvenmezler.
6.
Hadarîlerin, kanunî hükümlerin zorluğu (ve baskısı) altında bulunmaları
metanetlerini bozar ve mukavemet kabiliyetlerini yok eder
Hukuk nizamı ve kanun hâkimiyeti, hadarîlerin
ve şehirlilerin metanetini ve mukavemet gücünü tahrip ve ifsad eder. Kanun hâkimiyeti
(meleke) insanları pısırık ve çekingen hale getirir. (s. 331)
7.
Bâdiyede ikamet etmek, asabiyet sahibi kabilelerden başkası için mümkün olmaz
…bir kimse gözünü kardeşinin malına
dikerse, mutlaka eli de ona uzanır.
…şehir halkı, kahr ve kuvvet dizgini ile
yekdiğerinin hakkına tecavüz etmekten vazgeçirilmişlerdir.
Şehir dışından gelen tecavüzlere karşı,
hadarîleri, şehri kuşatan surlar korur.
Bâdiyedeki (kırsal kesimde yaşayan)
aşiretlere gelelim: Bunları, yekdiğerinin hak ve hukukuna tecavüz etmekten, ak
saçlıları ve ileri gelenleri vazgeçirir.
8.
Asabiyet, sadece nesep birliğinden veya o manadaki bir şeyden hâsıl olur
Çok azı müstesna, insanlarda sıla-ı rahm ve
akrabalık bağı tabii bir şeydir.
…nesebin yegâne faidesi, sıla-ı rahmi icap
ettiren söz konusu kaynaşmadır. Bunun neticesinde ise yardımlaşma ve imdada
koşma hali vücuda gelir. Bunun ötesinde nesebe ihtiyaç yoktur.
9.
Sarih nesep, sadece çöllerdeki vahşi Araplarda ve onlar hükmündeki toplumlarda
bulunur
Bunun sebebi şudur: Dar geçim, sıkıntılı
haller ve üzerinde dolaşılan kötü (verimsiz) topraklar onlara mahsustur.
Onları çöllere açılıp vahşileşmeye sevk eden
deve olmuştur. Çünkü evvelce de söylediğimiz gibi deve çölün bitkisi ve
ağaçları ile beslenir, kumluklarda yavrular.
10.
Nesepler nasıl karışır?
11.
Riyaset, daima, hususi ve muayyen bir nisaptaki asabiyet sahiplerinde bulunur
Kabilelerin tüm boyları ve kolları umumi
nesepleri itibariyle tek bir asabiyet teşkil etseler bile, içlerinde husus i
bir takım neseplerin mevcut olması sebebiyle aralarında daha başka asabiyetler de
bulunur.
Bir aşiretten (abadan) veya bir aileden (ve
haneden) gelmek veya bir babanın çocukları olarak kardeş olmak böyle özel bir
asabiyet meydana getirir.
Özel nesep sahipleri, soylarına daha fazla
bağlıdırlar.
12.
Asabiyet sahibi olanlara reis olmak, onların nesebinden olmayanlar için mümkün
değildir
Riyaset, (leadership) sadece (mücadele ve)
galebe ile hâsıl olur.
Galebe ise (…) sadece asabiyette vücuda
gelir.
Bir takım kabilelerin ve asabelerin
reisleri, göz diktikleri bazı neseplere girmeye can atarlar. Bunun sebebi ya bahis
konusu nesep sahiplerinde mevcut olan cesaret ve kerem gibi fazilet
hususiyetidir veya nasıl olursa olsun bir anılma (zikr) arzusudur. (s. 340)
13.
Aile ve şeref, esas ve hakikat itibariyle asabiyet sahiplerine mahsustur, başkalarında
ise bu hususlar mecaz ve benzeme itibariyle mevcut olur
14.
Azatlıların ve taraftarların, kendi nesebleriyle değil, sadece efendileri
itibariyle aileleri ve şerefleri mevcuttur
15.
Bir tek sülale silsilesinde hasebin nihayeti dört ceddir
Malum olsun ki, âlem (unsurlar âlemi) ve
orada bulunan her şey gerek zatları gerekse ahvali itibariyle olma ve bozulma
(kevn ve fesad) halindedir.
İmdi ilimler doğmakta (gelişmekte,
gerilemekte ve) sonra ölmektedir. Sanatlar ve benzeri şeyler de böyledir. Haseb
(şan, şeref, asalet ve itibar) da insanoğluna ârız olan gelip geçici
hallerdendir. O halde o da mutlaka kevn ve fesad halindedir.
Belli bir ailenin asaleti, dört nesilde
nihayete erer. Şöyle ki: Asaleti tesis eden (bâni-i mecd), onu vücuda getirmek
uğrunda katlandığı zorlukları bilmekte, bunun için onun var ve baki olmasının
sebepleri olan hasletleri muhafaza etmektedir. Ondan sonra gelen oğlu, doğrudan
ve vasıtasız olarak babasını takip eder.
Ancak bir şeyi işiterek öğrenen bir
kimsenin, o şeyi görerek (ve tatbik ederek) öğrenen kimseden geri oluşu gibi
oğul da babasından geridir, ondan eksiktir. Sonra üçüncü nesli teşkil eden kişi
gelince, onun nasibi özellikle takip ve taklit etmekten ibaret olur.
Daha sonra dördüncü şahıs ortaya çıkmakta,
fakat bu da öncekilerden tümden geri ve eksik olmakta, mecd ve asalet binasını
muhafaza eden hasletleri zayi etmekte… (s. 346)
Meliklerde ve hükümdarlarda durum budur. Kabilelerin,
emirlerin ve tüm asabiyet sahiplerinin ailelerinde de vaziyet böyledir. Şehirli
aile (beyt-hâne) sahipleri de böyledir.
Haseplerde dört ceddin şart kılınması
sadece ekseriyet itibariyledir. Yoksa daha dört cedde gelmeden yıkılan, dağılan
ve yok olan aileler (ve asaletler) de vardır.
Dört
ced: Bânî, Mübâşir, Mukallid ve Hâdim
(aile asaletinin kurucusu, kurucu ile doğrudan temas eden, taklitçi ve yıkan).
16.
Vahşi kavimler, diğerlerinden daha çok tagallübe kadirdirler
…cesaretin sebebi bedâvet olduğu için vahşi
kavimlerin (ve kabilelerin) mutlaka diğerlerinden daha çok cesur olmaları
zaruridir.
17.
Asabiyetin, giderek ulaştığı nihai gaye mülktür
…âdemoğlu, insani tabiatın gereği olarak içtimai
hayatta her vakit, insanların yekdiğerine olan tecavüzlerini menedecek bir
sultaya (otoriteye) ve hâkime muhtaçtır. O halde sulta ve hâkimin, söz konusu
asabiyetle öbürlerine galip gelmesi zaruridir. Aksi halde bu hususa tam olarak
muktedir olamaz. İşte bu "tagallüp mülktür". Bu da, riyasetten fazla
ve onun ötesinde bir şeydir. Zira riyaset beylikten (şeflik) ibarettir ve reis
rehberdir. Verdiği kararları, kendisine tabi olanlara zorla tatbik edemez,
onlara baskı yapamaz. Mülk, ise tagallüp ve zorla hükm (ve hükümet) etmektir,
zora ve baskıya dayanan bir idare şeklidir). (s. 349-350)
Mülk, asabiyetin gayesidir.
18.
Refahın husulü ve kabile mensuplarının nimetlere dalmaları asabiyetin mülk
haline gelmesine mani olan hususlardandır
Belli bir kabile, sahip olduğu asabiyete
dayanarak az çok bir galibiyet elde ederse, o nispette nimete sahip olur.
Bunun neticesinde bedevîlikten gelen
sertlikleri ve kabalıkları ortadan kalkar, asabiyetleri ve kahramanlıkları
zayıflar. Allah’ın kendilerine bahşettiği geniş nimetler içinde yaşarlar.
Bunların çocukları ve zürriyetleri de sadece kendilerini kayırma ve şahsi
ihtiyaçlarını görme hali içinde yetişirler. Ama asabiyette zaruri olan diğer hususları
ifa etmekten kaçınırlar. Nihayet bu husus, onların huyu ve seciyesi haline
gelir. Bunun sonucu olarak kendilerinden sonra gelen nesillerinde asabiyet ve
kahramanlık gittikçe eksilir. Bu durum asabiyetin yıkılışına kadar böyle devam
eder. Sonuç olarak inkirazlarını davet etmiş olurlar. Bu kabile hangi ölçüde
refaha ve nimete kendini kaptırmışsa -bırakın mülkü elde etme gücüne sahip
olmayı- o ölçüde yok olma tehlikesine maruz bulunur. (s. 352)
19.
Bir kabile için mezelletin ve başkalarına inkiyad etme halinin husule gelmesi,
mülke mâni olan hususlardandır
Mezellet ve inkıyat (meekness-decility)
asabiyetin sertliğini ve keskinliğini kırar. Zaten kabile mensuplarının içinde
bulundukları zillet ve boyun eğme hali, asabiyeti kaybetmiş olmalarının bir
delilidir.
Eğer bir kimsenin asabiyeti, kendisine
yönelen zulmü defetmiyorsa, o kimse nasıl mukavemet gösterebilir ve yeni haklar
talep edebilir?
Peygamber borçtan (ve vergiden) Allah'a
sığınmışlardır. Ya Resûlallah, ne kadar da çok, borçtan Allah’a istiâze
ediyorsun? diye sorulduğu vakit, “Çünkü, insan borçlanınca, konuşur ama yalan
söyler, vaat eder lakin sözünden döner,” demişlerdi.
20.
İyi hasletlerde yarışmak, mülkün alâmetlerindendir. Bunun tersi ise mülkü elden
çıkarmanın emarelerindendir
…siyaset ve mülk, halk için (ilahi) bir
kefalettir, Allah’ın kullardaki hilafetidir. Bu kefalet ve hilafetin maksadı
ise, insanlar arasında ilahi ahkâmın icra ve tatbik edilmesidir. Şer’i hükümlerin
de şahitlik ettiği gibi Allah'ın halkı ve kullarıyla ilgili hükümleri ise, sırf
hayırdır.
21.
Vahşi milletin mülkü daha geniş olur
Vahşi ve yabani kavmin, hadarîler
karşısındaki durumu, yırtıcı vahşi hayvanların ehlileşmiş hayvanlar karşısındaki
durumu gibidir.
22.
Asabiyetin devam etmesi şartıyla, bir milletin bir boyundan giden mülk mutlaka
öbür boya avdet eder
Ad’ın mülkü inkıraza uğrayınca, onlardan sonra
o mülkü kardeşleri Semud ayakta tuttu. Bunlardan sonra da kardeşleri Amalika,
Amalika’dan sonra da onların Himyerli kardeşleri, Himyerlilerden sonra da onların
kardeşleri olan yine Himyerli Tubbalar ve onlardan sonra da Ezva (Zu’lar) aynı
işi yaptılar. Daha sonra devlet Mudar’a geldi, (Arap- İslam mülkünü de Mudar tesis
etti). (s. 360)
23.
Mağlup, ebedî olarak galibin şiarını, kıyafetini, mesleğini, sair ahval ve
adetlerini taklit etmeye düşkünlük gösterir
Nefs daimi surette, kendisine galip
gelende, bir kemal bulunduğuna itikat eder ve onun hizmetine girer.
Bu hususta: “Halk, hükümdarın dini
üzeredir,” şeklinde söylenen vecize üzerinde dikkatle düşün.
24.
Bir millet mağlup olup diğer bir milletin hâkimiyetine girerse, hızla yok
olmaya mahkûm olur
Bir millet üzerinde diğer bir milletin
hâkimiyeti teessüs eder, köleleştirilmek suretiyle öbür milletin aleti olur ve onlara
bağımlı hale gelirse, mağlup millet fertlerinin ruhları üzerine bir tembellik
ve miskinlik çöker. Bu yüzden emel azalır ve zayıflar.
25.
Araplar, sadece düz arazilerde tagallüpte bulunurlar
Araplar (ve bedeviler), kendilerinde mevcut
vahşilik tabiatı gereği olarak yağmacı ve talancıdırlar.
Aşılması zor engeller veya tahkimat (kale
ve hisar) önlerine çıkarsa, bunu bırakır, kolay olan cihete yönelir ve
engellere ilişmezler.
26.
Arapların, tagallüp yolu ile ele geçirdikleri memleketler, hızla harap olmaya
yüz tutar
Arapların tabiatı demek, halkın elinde ne
var ne yok hepsini yağma ve talan etmek demektir. Onların rızıkları ve
gıdaları, mızraklarının gölgesindedir.
Araplar, kanunları uygulama, halkı zarar ve
ziyandan menetme, insanların yekdiğerine karşı saldırılarını önleme hususuna önem
vermezler.
Arapların, ta insanlığın başlangıcından
beri malik oldukları ve tagallüple ele geçirdikleri topraklara bakınız! Buranın
umranı nasıl harap, sakinleri nasıl perişan olmuş, bu topraklar nasıl tanınmaz
memleketler haline gelmiştir. (s. 365)
27.
Ya nübüvvet veya velayet veyahut da umumi olarak dinden gelen büyük bir tesir
gibi dini bir renk olmadan Araplar için mülk hâsıl olmaz
Sahip oldukları vahşilik karakteri
sebebiyle Araplar, milletler içinde yekdiğerine en zor boyun eğen bir
millettir. Bunun sebebi de katılıkları, kibirleri, sonu gelmeyen arzu sahibi
olmaları ve riyaset konusunda rekabet etmeleridir.
28.
Mülk siyasetinden en uzak olan millet Araplardır
Araplar, öbür milletlerden daha çok bedevîdir.
29.
Çöllerdeki kabile ve aşiretler şehirlilere mağ1up olurlar
…bedevîler, sahrada bulunup, kendileri için
şehirlere karşı bir istila ve mülk hâsıl olmadığı sürece şehir halkına muhtaç
olurlar.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
Geniş
Hanedanlıklar, Mülk, Hilafet, Devlet Teşkilatındaki Makamlar ve Bütün Bunlara
Ârız Olan Haller ve Birtakım Kaideler ve Tamamlayıcı Bilgiler
1.
Mülk ve güçlü hanedanlık sadece kabilelerle ve asabiyetle hâsıl olur
…mücadele ve karşı koyma, sadece asabiyetle
mümkün olur.
2.
Devlet, oturduktan ve işler yoluna girdikten sonra asabiyete ihtiyaç
duymayabilir
…mülk, hanedan mensuplarının birinden
öbürüne veraset yolu ile geçer hale gelince, insanlar başlangıç durumunu
unutur, söz konusu nisap sahiplerinde riyaset rengi koyulaşır, (hükümranlıkları
sağlamlaşır), hanedan mensuplarına boyun eğmek ve teslimiyet göstermek (devlete
itaat ve sadakat), dini bir inanç haline gelir, halk hanedan mensupları ile
beraber onların (iktidarı, hâkimiyeti ve) işi için, tıpkı imanî akideler üzerine
savaştıkları gibi savaşırlar. Bu takdirde hanedan mensupları (iktidarları ve)
işleri hususunda büyük ölçüde asabiyete ihtiyaç duymazlar. (s. 374)
3.
Belli sayıdaki bazı hanedan mensupları için, asabiyete ihtiyaç göstermeyen bir
devlet husule gelebilir
4.
Sahası geniş ve hâkimiyeti büyük hanedanlıklar din esasına dayanır. Din de ya
nübüvvet veya Hakk’a davet şeklinde olur
Mülk, sadece tagallübe hâsıl olur. Tagallüp
de sadece asabiyete ve arzuların mutalebe (hak isteme) üzerinde birleşmesine
dayanır. Kalpleri bir noktada toplama ve kaynaştırma sadece, dinini tesis
hususunda Allah’tan gelen bir yardımla mümkün olur.
Kalpler batıl heva ve heveslere, dünya
meyline çağrılırsa, rekabet hâsıl olur, ihtilaflar yaygınlaşır. Hakk’a
döndürülür, bâtılı ve dünyayı reddeder ve Allah’a yönelirse, cihetleri (ve
gayeleri) birleşir, rekabet ortadan kalkar, ihtilaflar azalır, yardımlaşma ve
dayanışmanın güzel bir şekli ortaya çıkar, bu husustaki kelimenin (ve
işbirliğinin) sahası genişler, bu suretle devlet büyümüş olur. (s. 378)
5.
Dinî davet, yeterli sayıya dayanan asabiyet kuvvetine ek olarak devletin
aslındaki kuvvetini daha da artırır
6.
Dinî davet, asabiyete dayanmadan gerçekleşmez
Halkın ve umumun sevk edildiği (siyasi) her
hususta mutlaka asabiyete ihtiyaç vardır.
Halid’den sonra, Bağdat çevresinden olan,
Sehl b. Selame Ansarî diye bilinen ve Ebu Hatim künyesini alan başka bir adam
ortaya çıktı. Mushafı boynuna asarak halkı emr bi'l-ma’ruf nehy ani’l-ınünkere,
Allah’ın kitabı ve Peygamberinin (s.a.) sünneti ile amel etmeye davet etti.
Eşrafı ve ayak takımı ile Haşimî ve Haşimî olmayanlarla tüm halk kendisine tabi
oldu. Bu hadise H. 201 senesinde vaki olmuştu. Halife İbrahim b. Mehdi, Sehl’e
karşı bir ordu teçhiz etti, onu mağlup ederek esir aldı, onun işi çabucak
çözülmüş ve dağılmıştı. Kendisi ise ancak yakasım kurtarabilmişti.
Bundan sonra birçok vesveseli kişiler,
siyasi bir başkanlık elde etme kuruntusu ve tutkusu içinde yaşayanlar, bu
hareket hattını takip ettiler, kendilerini hakkı ayakta tutma mevkiinde
gördüler… (s. 381)
7.
Her devletin, ülkelerden ve illerden alabileceği bir hisse vardır, bundan
fazlasını alamaz (Devletin tabii sınırları mevcuttur)
Devletin ve hanedanın temelini atan, onu
kuran ve ayakta tutan asabenin ve kavmin, ellerine geçen toprakların sınır
boylarına ve illere tevzi edilmeleri şarttır.
Şayet asabe çok olur, bölgelerde ve sınır
boylarındaki hisselere tevzi edilmekle sayıları bitmezse, devlet sınırlarının
ötesindeki yerleri zapt etme gücüne sahiptir
Bir devletin merkezi mağlup edilirse,
çevresinin ve sahasının var olmaya devam etmesinin ona bir faydası olmaz. Daha
açıkçası devlet derhal izmihlale uğrar. Çünkü merkez, kendisinden ruhun ve
canın çevreye yayıldığı kalp gibidir. Kalp mağlup edilir ve ona malik olunursa,
bütün çevre ve uç noktalar hezimete uğrar.
8.
Bir devletin büyüklüğü, sahasının genişliği ve müddetinin uzunluğu, onu ayakta
tutanların azlığı ve çokluğu nispetinde olur
9.
Çok sayıda kabileler ve çeşit çeşit cemaatlerin bulunduğu topraklarda, sağlıklı
bir devletin kurulması az vakidir.
10.
Tek başına şana sahip olmak, refaha dalmak, rahatı ve sükûneti tercih etmek
mülkün tabiatındandır
Belirtmiş olduğumuz gibi mülk sadece
asabiyetle vücuda gelir. Asabiyet ise, birçok asabelerin birleşmesinden ve
kaynaşmasından meydana gelir. Bu asabelerden bir tanesi, diğer tüm asabelerden
daha kuvvetli olduğundan onlara galip gelir, onları istilâ eder, nihayet tümünü
kendi bünyesinde (ve çevresinde) toplanmış bir hale getirir.
…unsurlardan biri diğerlerinin tümüne galip
olmalıdır ki, onları birleştirsin, kaynaştırsın ve asabelerin hepsini şümulüne
alan tek bir asabiyet haline getirsin. Bu takdirde, artık diğer asabiyetler
onun zımnında mevcut olur.
…bilmek lazımdır ki, kibir ve gurur hayvanı
tabiatlardandır, onun için reis olan şahıs, halkı kendine tabi kılma ve onlara
hükmetme hususunda müsaheme ve müşareket (eşitlik ve ortaklık) kabul etmekten
imtina eder. Bu suretle insanların tabiatında mevcut olan "ilahlaşma"
(teellüh, egoism) huyu ortaya çıkar.
Bununla beraber, hâkimlerin ihtilafa
düşmeleriyle her şey fesada uğrayacağından, siyaset de hükümdarın tek olmasını
icabettirir. “Yerde ve gökte Allah 'tan başka ilahlar olsaydı, buralardaki nizam
fesada uğrardı” (Enbiya, 22). (s. 388)
11.
Refah, mülkün tabiatındandır
12.
Rahat ve sükûn, mülkün tabiatındandır
Mülk hâsıl olunca (…) Rahatı yorgunluğa
tercih ederler.
Bunu alışkanlık haline getirir ve
kendilerinden sonraki nesillere miras bırakırlar.
13.
Tek başına şana sahip olunması, refah ve rahatın husule gelmesiyle mülkün
tabiatı yerleşince, devlet ihtiyarlamaya yüz tutar
Söylemiş olduğumuz gibi mülkün tabiatı, refahı
ve lüksü gerektirir. Bu yüzden mülk sahiplerinin (masraf gerektiren) adetleri
ve merasimleri çoğalır, ihsan ve hediye şeklindeki harcamaları artar, böylece
gelirleri giderlerine yetmez. Netice olarak bunlardan fakir düşenler mahv ve
helak olurlar, refah içinde bulunanlar ise, refahları ve lüks hayatları
sebebiyle ata ve ihsanda yüzerler. Sonra bu durum müteakip nesillerde daha da
artar, ata ve İhsanların tümü adetleri, merasimleri ve refahı karşılayamaz bir
hale gelir. Artık ihtiyaç içinde kalırlar. Hükümdarları, gaza ve harpler için
harcama yapılmasını kendilerinden ister, ama onlar buna yanaşmazlar.
(Hanedanlık mensupları), bu yüzden onlara ceza tatbik ederler, onlardan
birçoklarının elinde ve avucundaki malı çekip alırlar. Bunları ya kendilerine
tahsis ederler veya bu suretle kendi oğullarına servet temin etme ve devlet
adına yapılan ihsanları karşılama yoluna gitmeyi tercih ederler. Fakat bu
hareketle onların 'hallerini düzelteceklerine daha da zayıflatmış olurlar.
Onların, yani asabiyet sahiplerinin zayıflamasıyla devletin sahibi ve hanedanın
başı da zayıflamış olur.
14.
Şahıslar gibi devletlerin de tabii ömürleri vardır
Devletlerin (hanedanlıkların ve
sülalelerin) ömürleri de, her ne kadar kıranlara göre değişmekte ise de,
ekseriya üç neslin ömrünü aşmaz.
Birinci nesil: Çetin hayat şartlarını
göğüsleme, cengâverlik, yırtıcılık, şan ve şöhrette iştirak gibi bedeviliğin
karakterini, sertliğini ve vahşiliğini muhafazaya devam eder.
İkinci nesil: Bunların halleri mülk ve
refah dolayısıyla bedevîlikten hadarîliğe (…) doğru gelişir.
Üçüncü nesil: Sanki kendilerinde hiç mevcut
değilmişçesine bedevilik, sertlik (ve kabalık) zamanını unuturlar. İzzetin
zevkini ve asabiyeti kaybederler.
Görüldüğü gibi ortada üç nesil (ceyl,
generation, kuşak) vardır. Devletin ihtiyarlaması ve gerilemesi bu süre içinde
olur.
Söz konusu üç neslin ömrü 120 senedir,
15.
Hanedanlıkların bedevîlikten hadarîliğe intikal etmeleri
Bir devletin hadarîlikteki hali, o devletin
büyüklüğü ölçüsünde olur. Zira hadarîlikle ilgili hususlar refaha tabi bulunan
şeylerdendir.
16.
Refah başlangıçta devletin gücüne güç katar
17.
Devletin tavırları, hallerinin değişmesi, değişik tavırlarında halkının huyu
(ve karakteri)
Birinci
tavır: Zafer, galibiyet ve istila
dönemi: Zafere ulaşma, müdafaa vaziyetinde olana galip gelme, mülkü istila etme
ve onu kendinden evvelki devletin elinden çekip alma tavrıdır.
İkinci
tavır: İstibdat ve infirad dönemi:
Devlet sahibinin, kavmini bir tarafa bırakarak idareyi ele aldığı ve onlarsız
mülkte infirad ettiği, onların yönetime ortak olma ve katılma girişimlerini
dizginlediği tavırdır.
Üçüncü
tavır: Dinlenme ve rahatlık
tavrıdır.
Dördüncü
tavır: Kanaat ve barış safhasıdır.
Beşinci
tavır: Bu tavır israf, har vurup harman
savurma safhasıdır.
Bu tavırda devlet sahibi hükümdar, zevkleri
ve nazları yolunda eş dost, meclisinde bulunan, sohbetine katılan, düşük
karakterli arkadaşlar ve çevresinde toplanan dalkavuklar için, evvelkilerin
topladıkları serveti telef eder. Büyük ve önemli işlerin başına bunları
getirir.
Dost ve taraftarlarının bozulmalarına sebep
olur.
Bu tavırda devlette ihtiyarlık tabiatı
hâsıl olur. Kolay kolay kurtulamayacağı ve çökene kadar şifa bulamayacağı
müzmin bir hastalık devleti kaplar. (s. 401)
18.
Bir devletin tüm eserleri, o devletin aslındaki kuvveti nispetindedir
19.
Hükümdarın, azatlılara ve devşirmelere dayanarak kavmine ve asabiyet
sahiplerine karşı üstünlük kurması
…devletin başında bulunan zatın hâkimiyeti
sadece kavmi ile gerçekleşir. Zira durumu hakkında kendisine arka çıkanlar ve
asabesini teşkil edenler onlardır.
Sonra devletin ikinci tavrı gelir, bu
tavırda hükümdarın kavmine karşı müstebit ve müstakil olma, mecdi ve şanı
sadece kendine tahsis etme hali ortaya çıkar. Kavmini eli ile kendisinden
uzaklaştırır, defeder (…) Bu yüzden hâkimiyetini onlara karşı müdafaa etmek
için (…) diğer bir takım taraftarlara ve yardımcılara (mevâlî ve ehl-i ıstınâ’;
client, followers) ihtiyaç duyar.
Kavminden birçoğuna vermiş olduğu şeylerin
mislini bunlara da taksim eder.
Bu durum devletin harap olmakta olduğunu
ilan eder.
Artık devletin bu hastalıktan şifa
bulmasından ümit kesilmiştir. Zira geçmişe ait hususlar (ve hatalar), devletin
varlığını ve kalıntılarını ortadan kaldırana kadar müteakip nesillerde
pekişerek ve kök salarak devam eder.
20.
Azatlıların ve devşirmelerin devletteki halleri
Devletin başındaki hükümdarın, en evvel
edindiği taraftarları ve eskiden kazandığı adamları bir tarafa bırakarak
yenilerini edinmesinin sebebi, sadece şudur: Eskilerin gönlünde devletin
başındaki hükümdara karşı izzet sahibi olma ve ona fazla boyun eğmeme hali ârız
olmuştur. Çünkü uzun asırlardan beri sürüp gelen yetişme tarzı, hükümdarın
babaları, selefi ve kabilesiyle içli - dışlı olma hali ve hanedanının ileri
gelenleriyle aynı düzende bulunma vaziyeti kaynaşmayı iyice pekiştirmiştir.
21.
Devletlere ârız olan, sultanın vesayet altına alınması ve üzerinde istibdat
kurulması hali
22.
Sultanı tahakkümleri altına alanlar, onun mülke has unvanlarına iştirak
etmezler
23.
Mülkün hakikati ve türleri
Allah’ın, bilhassa korunmasını istediği
şeylerden biri de nesli (ve insan nev'ini) muhafazadır. İmdi, insanların
yekdiğerine yönelttikleri tecavüzleri engelleyen bir hâkim olmadan kargaşa (fevzâ,
anarchy) içinde bekaları ve yaşamaları imkânsızdır. Bundan dolayı bir
müeyyideye (vâzı’, yasak koyan, engel olan) muhtaç olmuşlardır. Bu müeyyide,
başlarındaki hâkimdir. Bu hâkim de beşeri tabiatın icabı olarak mütehakkim ve kâhir
olan meliktir. Bu hususta zaruri olarak asabiyete ihtiyaç vardır. (s. 417)
24.
Fazla sertlik mülk için zararlı olup ekseriya onu bozar
İmdi mülkün hakikati müdafaa ile
gerçekleşir. Tebaaya ata ve ihsanda bulunmak ise onlara rıfk ile muamele etmek
ve maişetleri konusunda hallerine nazar etmek cümlesindendir. Halka kendini
sevdirmek için bu husus büyük bir esastır.
…kiyaset ve zekâ (kurnazlık ve açıkgözlük) siyaset
sahibi lider için bir ayıp ve kusurdur. Zira bu, düşüncedeki bir aşırılıktır. Nitekim
avanaklık da düşüncesizlik de (cumud, vurdumduymazlık) ifrattır, insanlarda mevcut
olan bütün sıfatların iki ucu, -ifrat ve tefrit- kötüdür, iyi olan ortalama ve itidal
haddidir. Nitekim cimrilik ve israf karşısında cömertliğin, korkaklık ve
tehevvüre kapılma halleri karşısında cesaretin durumu budur. İnsanların diğer
sıfatları için de durum böyledir. Bundan dolayıdır ki, aşırı derecede zeki
olanlar, şeytanın sıfatlarıyla tavsif olunarak: “cin gibi insan,” “şeytan adam,”
“şeytanlaşmış adam” vs. denilir. (s. 420)
25.
Hilafet ve imametin manası
Tabiî mülk, tüm halkı garaz ve şehvetin
(belli bir maksadın ve arzunun) icabına göre sevk ve idare etmektir.
Siyasi mülk, dünyevi maslahatların celbi ve
zararların defi hususunda akli düşüncenin ( intellectual insight) gereğine göre
tüm halkı sevk ve idare etmektir.
Hilafet ise, uhrevi: maslahatlar ile
bunlara bağlı olan dünyevî maslahatlar hususunda, nazar-ı şer'inin gereğine
göre tüm insanları sevk ve idare etmektir.
…hakikatte hilafet, dinin korunması ve
dünyanın dini siyasetle idare edilmesi için şeriat sahibine (Hz. Muhammed)
niyabet ve vekâlettir. Bu hususu iyi anlayınız… (s. 421)
26.
Halifelik makamının hükmü ve şartları hakkında ümmetin ihtilafı
(Hilafet mansıbının şartları:) Bu makamın
şartları dörttür: ilim, adalet, kifayet ve duyu organlarının ve uzuvların re’ye
ve amele (düşünmeye ve serbestçe hareket etmeye) tesir eden hususlardan salim
olması. Beşincisi olan, “Nesep itibariyle Kureyş’ten olma” şartında ise ihtilaf
edilmiştir.
27.
Şiî mezheplerinde imametin hükmü
Şia, lügatte yandaş, yoldaş ve dost manasına
gelir. Halef ve seleften olan fıkıh ve kelâm âlimlerinin örfünde ve dilinde ve
Hz. Ali’ye ve evladına (r.a.) Tâbi olanların ismi olarak kullanılır.
Şiiler Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber
tarafından imam tayin edildiğine dair bir takım naslar nakleder ve bu nasları
mezheplerinin icabına göre tevil ederler. Hadis ilmi sahasının büyük üstatları
ve şeriatı nakledenler bu gibi nasları tanımazlar.
28.
Hilafetin mülke dönüşmesi
İbn Haldun, İslami bir idare şekli olan
hilafetin, Hz. Muaviye tarafından gayr-ı İslami bir idare ve siyaset tarzı olan
mülke nasıl kalbedildiğini gayet ilmi bir şekilde izah etmiştir.
29. Biatin
manası
30.
Veliahtlık
Dört halifeden sonra ve Muaviye'den
itibaren (Arap) asabiyeti kendi gayesi olan mülke ulaşmaya yüz tuttu. Artık
dini vâzi’ (ve vicdanı müeyyide) zayıfladı. Onun için sultani ve asabi (devlet,
hükümet, kavim ve millet ile ilgili), müeyyideye ihtiyaç baş gösterdi.
Adamın biri Hz. Ali’ye (r.a.);
Müslümanların hali ne böyle! Ebu Bekir ve Ömer işbaşında iken ihtilaf
etmedikleri halde sen işbaşına gelince ihtilafa düştüler, (yoksa uğursuzluk ve
beceriksizlik sende mi) dedi. Ali, “Çünkü Ebu Bekir ve Ömer benim gibi (dürüst)
kimseler üzerinde vali ve emir idiler, bugün ben senin gibi kimseler üzerinde vali
ve emirim,” dedi. (s. 451)
Her çağın kendine has bir hükmü vardır.
31.
Halifelikle ilgili dini vazifeler
Bilmek gerekir ki, namaz, fetva, kaza,
cihad ve hisbe gibi şer’i hükümlerle alakalı bütün dini vazifeler (hutat, function),
hilafet demek olan imamet-i kübrada dâhil bulunmaktadır. Hilafet, büyük bir
imam ve her şeyi kendinde toplayan bir asl (nüve, gövde ve kök) gibidir.
32.
“Emiru’l-mü’minin” unvanı ve bunun hilafetin mümeyyiz vasıflarından olduğu
Hz. Peygamber ve ilk dört halifesi,
zamanında unvan diye bir şey yoktu. Halife ve Emirulmüminin gibi unvanlar bir
imtiyaz olmaktan ziyade belli bir görevi üstlenmiş olanlara, hadiselerin
gelişmesi neticesinde tabii bir şekilde verilmişti.
33.
Hıristiyan dininde kullanılan Papa ve Patrik ile Yahudilerdeki Kohen
isimlerinin açıklanması
İslam ümmetinde davet umumi ve
cihanşümuldur. Gerek gönüllü, gerekse cebren (tav’an ve kerhen) herkesi İslam
dinine sevk etmek de bir vecibedir.
Hâlbuki İslam ümmetinin dışındaki dini zümrelerin
ne davetleri umumi olmuştur ne de müdafaa maksadı dışında onlar için cihad
teşri kılınmıştır.
Onlardan istenen şey, sadece kendi cemaatleri
arasında dinlerini tatbik etmekten ibarettir.
1.
Yahudiler
Aralarında bununla görevli olan (dini hayatlarını
sevk ve idare eden) zata Kohen (haham) denirdi. Haham, Musa’nın (a.s.) halifesi
gibi idi. Namaz ve kurbanla ilgili ayinleri o idare ederdi. Hahamın, Harun’un (a.s.)
zürriyetinden olması şart koşulurdu.
2.
Hıristiyanlık
İsa (Mesih, Jesus, a.s.) Tevrat’ın bazı
hükümlerini neshetti.
Havariler (…) İsa (a.s.) üzerine inzal
edilen İncil’i (Gospel) rivayet farkları ile birlikte dört nüsha olarak
yazdılar. Matta, İncil’ini Beytü’l-makdis’te İbranice yazdı. Bunlardan Yuhanna
b. Zebedee Gospel’i Latin lisanına aktardı. Bunlardan Luka Roma büyüklerinden
bazıları için İncil'i Latince yazdı. Bunlardan Yuhanna b. Zebedee İncil’ini
Roma'da yazdı. Petros, İncil’ini Latince yazdı ve talebesi Markus’a nisbet
etti. İncil'in bu dört nüshası birbirinden farklıdır. Bununla beraber bu
İnciller halis vahiy de değillerdir. Daha açıkçası İsa’nın (a.s.) ve Havarilerin
sözleriyle karıştırılmış bir durumdadır. Bunların tümü vaaz ve kıssalar halindedir.
Eski Yahudi şeriatından olan kitaplar:
Tevrat beş sifrdir (Esfar, volumes). Yuşa (Joshua) kitabı, Kuzat kitabı, Ragus
(Ruth) kitabı, Yehuda (Judith) kitabı, kralların dört kitabı, Bünyamin (
Chronicles) sifri, İbn Gorion’un üç tane mekkabîn (makkabees) kitabı, imam Ezra’nın
kitabı, Esther (uşire) ve Haman kıssası kitabı, Eyyub Sıddîk kitabı, Davud’un
(a.s.) mezmurları, onun oğlu Süleyman’ın (a.s.) beş kitabı, on altı büyük ve
küçük nebinin nübüvveti, Süleyman’ın veziri Yeşu’ b. Şarih’in kitabı.
Havarilerden telakki olunan İsa’nın şeriatı
ile ilgili kitaplar da şunlardır:
Dört İncil’in nüshaları, Pavlos’un on dört
risalesi, Katholika’nın yedi risalesi, bunların sekizincisi olan İbriksis’in
(Praxeis) resullerin ve havarilerin kıssalarına dair olan risalesi, Eklimantas’un
(Clement) ahkâm ihtiva eden kitabı, Ebu Galimis’in (Apocalypse), Yuhanna b.
Zebedee’nin rüyasını ihtiva eden kitabı.
Hıristiyan cemaatinin reisine ve bu dinin
merasimini İcra eden şahsa Patrik (Patriarch) ismini vermişlerdi. Hıristiyanlara
göre patrik cemaatin başkanıdır, Mesih’in içlerindeki halifesidir
(Represantative).
Kendisinden uzak olan Hıristiyan milletlere
naiplerini gönderir. Bunlara; Üsküff (Bishop, piskopos, Hıristiyanların kadıları),
yani Patrik'in naibi adı verilir. Dini ayinlerini idare eden ve dini hususlarda
onlara fetva veren lidere, “Kıssis” (Priest, papaz, Hıristiyanların müftüleri) ismi
verilir. İbadet için nefsini halvette hapseden ve halktan ayrılarak inzivaya
çekilenlere de “Rahib” (Monk, keşiş, Hıristiyanların dervişleri ve
mutasavvıfları) denir. Bunların halvetlerinin (solitude) ekserisi savma’alarda
(manastry) geçer.
Peter Resul havarilerin reisi ve
şakirtlerinin Roma'daki büyüğü idi.
Piskoposlar, kendisine tazim için patrik’e,
Eb (-i a’zam) (Father, büyük peder) diye hitap ettiler. Papazlar, yanlarında
patrik bulunmadığı zaman, kendilerine hürmeten, piskoposlara da peder (Father)
diye hitap ediyorlardı.
Bunun üzerine tazim ve hürmet bakımından
patriki piskopostan ayırdetmek istediler. Patrike, “Babalar babası” (ebu’l-aba,
Father of fathers) manasına gelen el-Baba (Papa, pope) adını verdiler.
Circis b. Mid’in, Tarih'inde öne sürdüğüne
göre bu isim ilk defa Mısır’da ortaya çıktı. Sonra bu isim, onlara göre Roma’daki
en büyük kürsünün ve makamın sahibine nakl ve tahsis edildi.
Bundan sonra Hıristiyanlar dinleri ve Mesih
hakkındaki itikatları (Christology) hususunda ihtilafa düştü.
Üç taife ve mezhepte karar kılana kadar bu
durum devam etti.
Bu mezhepler şunlardır: Melkiye, Ya’kubiye,
Nasturiye (Melchites, Jacobites, Nestorians).
34.
Mülk ve saltanattaki mertebeler ve bu mertebelerle ilgili unvanlar
1. Vezirlik
Tenfiz vezirliği, sultanın kendi işini bizzat
kendisinin gördüğü haldir, Tefviz vezirliği ise, vezirin sultan ve halife
üzerinde istibdat tesis ettiği bir durumdur.
2. Hâciplik
Endülüs Emevi Devleti'ne gelince; Bunlarda
hacip, (kapu ağası) avamın da havassın da sultanın katına (müsadesiz)
girmelerini önler, sultanla vezirler ve bunların madununda bulunan zevat
arasında aracılık (mabeyncilik) yapardı.
Kendilerinde mevcut olan bedevilik
sebebiyle, Mağrip ve İfrikiye’deki devletlerde
haciplik unvanından nam ve eser yoktu.
3. Muhasebe ve vergi divanı (Maliye
dairesi, defterdarlık)
Bir gün Kisra, konuşurcasına kendi
kendilerine hesap yapan divanındaki kâtiplere, Farsça “deliler,” manasına gelen
“divane” demiş. Bu yüzden kâtiplerin bulunduğu yere bu isim verilmişti. Sonra söylenişi
kolay olsun diye, çok kullanılan bu kelimenin sonundaki “h” harfi atılmış ve “Divan”
denilmişti.
4. Haberleşme ve yazışma dairesi (Divan-ı
resâil ve kitabet)
Arap dili bozulup, bu dili konuşmak (eğitim
ve) sanatla öğrenilir bir hale gelince, bu işi iyi yapan mütehassıslar bu
dairede görevlendirildi. Abbasilerde bu daire yüksek bir makamdı.
5. Şurta (Polis)
Çağımızda İfrikiye’de (şurta, emniyet
müdürlüğü, jandarma, denilen) bu makamın başında bulunan zata “Hâkim”
denilmektedir. Endülüs’te ise “Sahib-i medine” adı verilmektedir. Türk
devletinde ise, “Vali” diye isimlendirilmektedir.
6. Donanma komutanlığı (Kıyadetu’l-esatîl)
35.
Muhtelif devletlerde kılıç (seyf) ve kalem mertebeleri arasındaki fark
36.
Melik ve sultana mahsus olan alametler (Şârât-ı melik ve sultan)
…sultanın, ihtişam ve azametin gerektirdiği
bir takım şiarları (heyeti, alameti, kıyafeti ve karakteristik amblemleri, alamet-i
fârikaları, nişanları) vardır.
Alet (Bando ve bayrak Rikâb-i Hümayun)
Taht
Sikke
Mühür
Tırâz (Sırma): hükümdarların isimlerini
veya kendilerine has olan bir takım alametleri, giymeleri için hazırlanmış
ipekten, dibadan ve ibrişimden elbiselerinin ve kaftanlarının tırâzına
(sırmasına) dokuyarak resmetmeleri…
Otağlar ve çadırlar
Maksûre ve hutbede dua: Namaz için maksûre
(hünkâr mahfili) ve (cuma günü halife ve sultana) hutbede dua, hilafetle ilgili
hususlardan ve İslam mülkünün alametlerindendir.
Hutbede hükümdara dua etmek / İlk defa
minberde hutbe esnasında halifeye dua eden İbn Abbas (r.a.) idi. Hz. Ali'nin
(r.a.) Basra valisi iken ona dua etmiş ve: “Allah’ım, hak üzere Ali'ye yardım et,”
demiş, ondan sonra da tatbikat bu şekilde sürüp gitmiştir. (s. 527)
37.
Harpler ve harp düzeni hususunda muhtelif milletlerin harplerde tatbik
ettikleri usuller
(Savaş) Bunun kökü, insanların birbirinden
intikam almak istemelerine dayanır.
İnsanlar var olalıdan beri savaşlar iki
türlü cereyan etmektedir:
(nizami harp), (vur -kaç, gerilla ve çete
harbi)
“Saflarınızı, yekdiğerine kenetlenmiş bir
binanın taşları gibi teşkil ve tanzim ediniz. Zırhı olanları ön, olmayanları
geri saflara yerleştiriniz. Dişlerinizi gıcırdatınız, (Savaşa hırsla giriniz).
Çünkü kılıçları kafalardan savmanın en tesirli yolu budur. Mızrakların üzerine
abanınız, zira mızrakların keskin ucundan, korunmanın en iyi usulü budur.
Tehlikelere karşı gözü kapalı olunuz, çünkü nefsi daha çok sabit, kalbi daha
fazla sakin hale getirmenin yolu budur. Seslerinizi alçaltınız, zira za’fı def ve
vakarı celbetmenin en güzel çaresi budur. Bayraklarınızı eğri değil, dik
tutunuz ve bunları içinizde cesur olanlarınızdan başkasına vermeyiniz. Sabır ve
sadakatten yardım isteyin iz. Çünkü gösterilen sabır nisbetinde semadan zafer
iner.”
“Dişlerinizi sıka sıka ilerleyiniz,
savaştığınız kimseleri alnınızla (ve koç gibi vuruşan kafanızla) karşılayınız,
babalarının ve kardeşlerinin intikamını almak için düşmanlarına hışımla
saldıran, daha evvel davranarak kendilerinden öç alınmasına fırsat vermeyen,
dünyada utanılacak bir halde kalmayan, bunun için canlarını feda etmeye hazır
vaziyette olan kimselerin gösterdiği şiddeti gösteriniz.”
Hz. Ali (s. 535)
38.
Vergi ve verginin az ve çok oluşunun sebepleri hakkında
Bilinmelidir ki, devletlerin ve
hanedanlıkların ilk zamanlarında vergi, (cibâya, taxation) tevziat (ve
mükelleflerin ödedikleri miktarlar) itibariyle az, ama hasılat ve varidat
itibariyle çok olur. (Fertler az vergi öder ama toplanan vergi büyük bir yekûn tutar).
Devletlerin ve hanedanlıkların son zamanlarında ise bilakis vergi, tevziat itibariyle
çok, ama hasılat itibariyle az olur.
Ülkeyi mamur hale getirmenin en kuvvetli
sebebi, memleketi imar etmek için çalışan müteşebbislerin (müstahsillerin ve mu’tamirlerin)
üzerine tarh edilen vergilerin miktarlarını imkân ölçüsünde azaltmaktır,
insanlar bu yoldan ülkeyi imar için hevesli olarak faaliyet gösterir. Çünkü
bundan hâsıl olacak faydaların kendilerine doğru bol bol akacağından emin bulunmaktadırlar.
39.
Devletin son zamanlarında konulan vergiler
40.
Sultanın ticaretle meşgul olması tebaa için zararlıdır, vergi düzenini bozar
Bilinmelidir ki, sultanın malını
nemalandıran ve sermayesini çoğaltan sadece vergidir. Vergilerin artması ise,
sadece, sermaye sahiplerine karşı âdil (ve dürüst) davranmak ve onlara böyle (adilane)
nezaret etmekle mümkün olur. Bunun sonucu olarak hevesleri artar, arzuları
genişler.
Bunun dışında ticaret ve ziraatla uğraşmak,
tebaaya peşinen zarar verir.
41.
Sultan ve etrafındakiler, sadece hanedanlığın orta döneminde servet sahibi
olurlar
Bunun sebebi, hanedanlığın ilk döneminde
toplanan vergiler, asabiyetleri ve faydalı olmaları nispetinde kabile
mensuplarına ve asabiyet sahiplerine tevzi edilir. Çünkü (…) hanedanlığın
kuruluş döneminde bunlara ihtiyaç vardır.
…hanedanlık ihtiyarlamaya yüz tutunca, bu
durumda iktidarı elinde tutan zat, kendisine yardımda bulunan ve destek olan
şahıslara (ve zümrelere) muhtaç olur.
42.
Sultanın İhsanlarındaki azalma, vergileri eksiltir
…hanedanlık ve sultan âlemdeki en büyük
pazardır. (İktisadi ve ticari faaliyetlerin merkezi devlettir). Umranın maddi
unsurunu ve esasını bu pazar teşkil eder. Sultan, mal ve vergi gelirlerini
kendine tahsis eder veya bu servet kaybolduğu için sarf yerlerine harcamazsa bu
durumda, sultanın maiyetinde ve etrafındaki şahısların, devleti himaye
edenlerin elindeki mal azalmış olur.
43. Zulüm
umranın harap olduğunu haber verir
Malum olsun ki, malları bakımından halka
tecavüz etmek, bu malların elde edilmesi ve kazanılması hususunda onların
heveslerini ve şevklerini yok eder.
Mal ve servet kazanma yolunda çalışmaktan
halkın geri durması, bu hususta kendilerine (ve mallarına) yönelen tecavüz
miktarınca ve nispetinde olur.
Başkasının mülkünü alan veya onu zorla
kendi işinde çalıştıran veyahut hakkı olmayan bir şeyi ondan isteyen veyahut da
şeriatın farz kılmadığı bir hakkı (ve vazifeyi) başkasına yükleyen (onu meşru
ve kanuni olmayan şeylerle mükellef tutan) her kişi karşısındakine
zulmetmiştir. İmdi haksız olarak vergi toplayan tahsildarlar zalimdir, hak
olandan fazla vergi toplayanlar zalimdir, bunu yağma edenler zalimdir, halka
haklarını vermeyenler zalimdir, emlaki gasp edenler tamamıyla zalimdir. Bütün
bunların zararını ve vebalini hanedanlığın maddesi olan umranın harap olması
sebebiyle devlet çeker. Çünkü bu durum umran ehlinin şevkini ve hevesini yok eder.
Umranın fesada uğraması ve harap olması
ise, insan nevinin inkitaını ilan eder. “Beş zaruri” (Zaruriyât-ı hams)
maksadın tümünde şeriatın riayet ettiği hikmet budur. (Dini hükümlerin ruhu,
zulmü yok etmek ve adâleti getirmektir). Beş zaruret ise şunlardır: Dini
muhafaza, nefsi muhafaza, aklı muhafaza, nesli muhafaza, malı muhafaza.
Umranı çökerten hususların en şiddetlisi ve
en büyüğü, tebaaya haksız bir şekilde (bigayr-ı hakkın) çalışma mükellefiyeti
getirmek ve onlara angarya yüklemektir.
…bundan daha büyük olan, halkın elinde
bulunan malları asgari derecede ucuza almak, sonra fiyatlarını tesit ederek
(ihtiyaç duyulan) malları azami derecede yüksek fiyatlarla, alışverişte zor
kullanma ve zorbalık yapma yolu ile onlara satmak, bu suretle halkın mallarına
musallat olmaktır.
44. Hanedanlıklardaki
hacipliğin vukua gelmesi ve ihtiyarlama döneminde hacipliğin daha da büyümesi
…mülk hususunda istibdat sevgisi (ve tek başına
hâkimiyeti elde tutma tutkusu) insanların ruhlarında tabii bir şekilde doğuştan
mevcuttur.
45. Bir
devletin ikiye parçalanması
Malum olsun ki, bir hanedanlıkta görülen
ihtiyarlık alametlerinin ilki, o hanedanlığın ikiye bölünmesi ve
parçalanmasıdır.
46. Hanedanlığa
çöken ihtiyarlık bir daha kalkmaz
47. Hanedanlıkta
görülen aksaklıkların keyfiyeti
Bilmek gerekir ki, mülk iki esas üzerine
bina kılınmıştır. Bir mülkte bu iki esasın mevcudiyeti zaruridir: Birincisi
asker ve ordu tabir edilen şevket ve asabiyettir. İkincisi, bu ordunun ayakta
durabilmesi ve mülkün ihtiyaç duyduğu ahvalin (ve devletin temel masraflarının)
görülebilmesi için lüzumlu olan mal ve paradır. Aksaklık, hanedanlığın kapısını
çalınca, (önce bozulma) bu iki esasa ârız olur.
1.
Şevket ve asabiyet: Bil ki, hanedanlık
temas ettiğimiz gibi sadece asabiyet sayesinde kurulur ve oturur.
…mülk, izzet ve galebe itibariyle sahip oldukları
mevkiler cihetinden başkalarından daha çok refah bunları tesir altına alır. Bu
suretle yıpratıcı ve yıkıcı iki unsur tarafından kuşatılmış olurlar: Kalır,
refah. En sonunda kahr katle dönüşür.
Hâlbuki bu asabiyet, diğer asabiyetlerin
tümünü birleştiren ve peşine takan en büyük bir asabiyet idi. Bu yüzden
hanedanlığı (sağlam esaslara rapteden) kulplar çözülür, düğümleri zayıflar.
2.
Mal ve vergi: Malum olsun ki, evvelce de
temas edildiği gibi, ilkönce hanedanlık bedevî olur. Onun için de hanedanlık
fazla mala ihtiyaç duymaz. Sonra (ülkeler) istila etme hali hâsıl olur,
hanedanlık büyür. Bu durum, refaha yol açar, bundan dolayı harcamalar artar,
onun için sultanın ve umumiyetle hanedanlık mensuplarının masrafları çoğalır.
Hatta bu temayül şehir halkına da sirayet eder. Bu durum, askerlere yapılan
İhsanlarda ve hanedan mensuplarının (erzak ve) maaşlarında bir artışı mecburi
kılar. Sonra refah seviyesi daha da yükselir, bu da masraflardaki israfı
artırır. Bu hal halkın arasına yayılır.
Sonra refahla ilgili âdet ve itiyatlar daha
da artar, vergiler bunlara yetmez olur.
Onun için hanedanlık, ister cevazı şüpheli
olsun, ister meşru olmadığı şüphesiz bir şekilde sabit olsun vergi veya ticaret
veyahut da bazı hallerde nakden para alma yoluyla tebaanın malından servet
biriktirmeye el atar.
Hanedanlıkta vergi toplama görevi yapan
tahsildarların servetleri de bu dönemde artar.
Onlar da aralarındaki rekabet ve kin
sebebiyle birbirini çekiştirir ve şikâyet ederler.
Servetleri bitip halleri harap olana dek bu
böyle devam eder. Hanedanlığın, onlar sayesinde sahip olduğu haşmeti ve
güzelliği kaybolur.
48. Hanedanlığın
sınırlarının önce son haddine kadar genişlemesi, sonra devletin yok olma ve
çökme vaktine kadar tavır tavır daralması
…vergilerin oluk oluk akmasıyla nimet ve
erzak bollaşır, refah ve hadarîlik denizi coşar, yeni nesiller bunları itiyat edinme
hali üzere yetişir. Bu takdirde, askerlerin huyları yumuşar, hanedanlığın
maiyetindeki zevatın karakterleri nazikleşir ve incelir. Bu durum, onların
ruhlarını korkak ve tembel bir şekle sokar.
…bu gibi keşmekeşler sonunda emirler,
idareciler ve büyük devlet adamları yok olur. Başkasına tabi olma ve idare edilme
huyuna sahip olanlar (kullar ve uşaklar) çoğalır.
Harcamalardaki israf da bununla at başı
gider. Çünkü hanedanlık mensuplarını, izzetin haşmeti sarmıştır. Gıda ve giyim
maddelerinde, görkemli konaklar inşa etme, iyi silahlara sahip olma ve vasıflı
at besleme sahasında (havass) birbiriyle boy ölçüşerek tantanada haddi tecavüz
ederler. Bu durum da hanedanlığın gelirleri giderlerini karşılamaz. Böylece mal
ve vergi cihetinden gelen aksaklıklar da hanedanlığın kapısını çalar. Her iki
aksaklığın vücuda gelmesi suretiyle acze düşme ve harap olma hali husule gelir.
49. Bir
hanedanlığın meydana çıkması ve yeni baştan kurulması vakıasının keyfiyeti
…yeni bir hanedanlığın doğuşu ve başlangıcı
iki şekilde olur: Birinci şekil şudur: Hanedanlığa bağlı uzak eyaletlerin
valileri istiklallerini ilan ederler. Çünkü hanedanlığın gölgesi kendilerinden
uzaklaşmaya ve kabuğuna çekilmeye başlamıştır.
İkinci şekil de şudur: Hanedanlığın
komşuları olan milletlerden ve kabilelerden bir şahıs, onun üzerine yürür. Ona
karşı harekete geçerken ya işaret ettiğimiz gibi, bütün ahaliyi üzerinde
topladığı (dini) bir davete dayanır veya kavmi içinde büyük bir asabiyete ve
şevkete sahip bulunur. Onun için kudreti büyüdüğünden, milletine ve kabilesine
dayanarak mülk sahibi olmaya heveslenir…
50. Yeni
kurulmakta olan bir hanedanlık, eskiden beri hüküm sürmekte olan hanedanlığı
ani bir harekâtla değil, yavaş yavaş el atarak istila eder
Türk hükümdarlarından Selçukluların hali de
böyledir. Samanileri (mağlup edip ülkelerini) istila edince, Maveraünnehir
sahasına geçtiler. Fakat burada otuz sene kadar kalarak, Sebüktekin
hanedanlığına (ve Gaznelilere) el atmaya ve hücumlarda bulunmaya başladılar. En
sonunda bu hanedanlığı istila ettiler. Bir müddet sonra halifenin oturduğu bir
yer olan Bağdat'a yürüyerek burasını da istila ettiler.
51. Hanedanlığın
son zamanlarında umrandaki bolluk ve bu dönemde çokça rastlanan kıran ve kıtlık
hadiseleri
…hanedanlığın sonlarında (baskı arttığı ve
gelirler azaldığı) vakit, kıtlık ve kıran (famine, pestilence, açlık ve ölüm)
hadiseleri çoğalır. Bunun sebebi şudur; Açlık ve kıtlığın vukua gelişi,
ekseriya halkın çiftçilikten el etek çekmeleridir. Çünkü hanedanlığın son
döneminde mal ve vergilere tecavüz edilir veya hanedanlığın ihtiyarlamış olması
sebebiyle isyancılar çoğalırken, vukua gelen fitneler ve karışıklıklar yüzünden
tebaanın, hali harap olur, halk azalır. Bunun sonucu olarak ekseriya, hububat ambarları
(stokları) da azalmış olur
Ekseriya kıranın sebebi, umranın (ve
nüfusun) çok oluşu sebebiyle havanın kirlenmesi ve bozulmasıdır. Çünkü hava,
bozuk rutubet ve kokmuş şeylerle çokça temas halindedir. Hayvani ruhun gıdası
ve daimi libası olan hava bozulunca, onun bozukluğu mizaca sirayet eder. Şayet hava
fazla bozulmuşsa, ciğerlerde hastalık meydana gelir. Taun (epidemic) denilen şey
budur. Taun hastalıkları ciğerlere mahsustur. Şayet havanın bozulması, kuvvetli
ve çok denilecek bir nispette değilse, bu takdirde de pis kokular çoğalır ve
kat kat artar. Bunun sonucu olarak mizaçtaki hararet (humma, ishal, fever)
yükselir, beden hastalanır ve helak olur.
52. Beşeri
umranı tanzimde esas olan bir siyasetin mevcut olması zaruridir
Filozofların göre, siyaset-i medinenin mânası
bahis konusu ictimai hayatı yaşayan fertlerden her birinin, zatı ve huyu,
(şahsı ve davranışı) itibariyle nasıl olması gerekiyorsa, öyle olması, hatta
esas itibariyle hâkime dahi ihtiyaç duymamalarıdır.
Bahsettiğimiz aklî siyaset ise iki
çeşittir: Birinci nevi siyasette, umumi olarak (halkın ve cemiyetin menfaat ve)
maslahattan, hususi olarak da mülkünün istikamet üzere ve sağlam olması için
sultanın maslahatları göz önünde bulundurulur, İranlıların (takip ettikleri)
siyaseti bu idi.
İkinci nevi siyasette, sultanın maslahat ve
menfaati, kalır ve galebe yoluyla mülkünün nasıl sağlam bir şekil alacağı,
umumi maslahatların bu hususta O'na nasıl tabi olacağı, göz önünde
bulundurulur.
(İslam hükümdarları tarafından yürütülen ve
uygulanan) bu siyasetin kanunları, (a) Şer’î hükümlerden, (b) Bir takım ahlaki adaptan,
(c) İçtimada ve cemiyette tabii olarak mevcut olan kaidelerden (norms), (d)
Riayeti zaruri olan şevket ve asabiyetle ilgili bir takım hususlardan mürekkeptir.
Bu hususta önce şeriata, sonra düsturları itibariyle hukemaya ve (örnek) gidişatları
bakımından da (önceki) hükümdarlara tabi olunur.
Rakka, Mısır ve bu ikisi arasındaki mıntıka
ya, Halife Me’mun tarafından vali tayin edilen Abdullah b. Tahir’e, babası
Tahir b. Hüseyn’in yazmış olduğu mektup (s. 573-580, yöneticide olması gereken
vasıflar tafsilatlı şekilde bu mektuptan okunabilir, İbn Haldun’da bu sebeple
mektubu olduğu gibi kitabına dâhil etmiş).
53. Mehdilik meselesi
Mehdi’ye İnananlar, hadis âlimleri
tarafından rivayet edilen hadisleri delil olmak üzere ileri sürerler. Mehdi
konusunu inkâr edenler, söz konusu hadisler üzerinde tenkit yollu konuşmuşlar,
ekseriya bu vadideki rivayetlere, diğer bir takım (sahih hadis ve) rivayetlere
dayanarak karşı çıkmışlardır.
Bu hususta aklın açık hükmüne ve kendini
bağlayan bir ilme müracaat etmeyen ahmaklardan meydana gelen topluluğun ve
halkın iddia ettiği şeye gelince, bunlar Mehdi’nin kime (ve hangi kabileye)
mensup olacağını ve nerede zuhur edeceğini hesaba katmadan, Mehdi'nin zuhuru
ile ilgili halk arasında meşhur olan söylentileri taklit ederek, onun çıkış
zamanını tahmin etmeye çalışmakta ve açıkladığımız gibi işin hakikatini
bilmemektedirler.
54. Hanedanlıkların
ve milletlerin geleceklerini (ahkâm-ı nücûm ile) haber vermek, savaşların
neticelerini önceden tahmin etmek ve cefrin mahiyetini ortaya koymak (Hadesân-melahim-cefr)
Bilmek gerekir ki, hadiselerin akıbetlerini
(önceden) öğrenme merakı (…) insan nefsinin özelliklerindendir.
Bu gibi şeylere; hadasân (tahmin, önceden
verilen haber, forecasting) ismi
verilmektedir.
Araplarda kâhinler ve arraflar (diviners)
vardı, bu gibi hususlarda onlara müracaat ederlerdi.
Malum olsun ki, Kitabu’l-cefr’in aslı
şudur: Zeydiye’nin reisi olan Harun b. Said İcl’i’nin, Cafer Sadık’tan rivayet
ettiği bir kitabı vardı. Bu kitapta, umumi olarak ehl-i beytin, hususi olarak
da, bunların içinden muayyen şahısların, başına gelecek şeylere dair malumat
var. Bu bilgiler, keşf ve keramet yolu ile Cafer ve Ehl-i beytten olan onun
gibi diğer bir takım şahıslar tarafından bilinmişti.
Kitabu’l-cefr’de Kur’an’ın tefsiri ve
batınındaki garip manalar mevcuttu. Bu hususlar Cafer Sadık'tan rivayet
olunmuştu. Fakat bu kitabın rivayeti kesintisiz ve muttasıl değildir, bizzat
kitabın kendisi de bilinmemektedir.
1. Cilt bitti
---
Hazırlayan: Süleyman Uludağ
Dergâh Yayınları
5. Baskı, Aralık 2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder