Stefan
Zweig - Üç Büyük Usta
Balzac
– Dickens – Dostoyevski
Balzac
1799’da Touraine’de doğdu.
Bu tarihlerde Napolyon’un kahramanlın
hikâyeleri bütün dünyayı heyecana boğmuştur.
Kuvvetini denemek istermiş gibi (ilk
romanlarını) takma adlar altında romanlar yazdı. (s. 9)
Yazarlığa ara verip 3-4 yıl çeşitli işlerle
meşgul oldu (noter kâtipliği gibi).
Mutlak olana, sınırsız olana ulaşmak
istiyordu.
Yalnızca büyük kütlelerin gelişmesi ile
ilgileniyor ve yalnızca ilkel içgüdülerin esrarlı çarklarını inceliyordu.
Yönetim alanındaki merkezileşme sistemini
edebiyata sokmak her şeyi yoğunlaştırmak istemiştir.
Kahramanlarının hepsinde dünyayı fethetme
hırsı vardır.
Balzac’ın kahramanları hasetle doludur.
Bütün kahramanları (…) değişik kılıklar
altında, rahip, doktor, asker veya avukat olarak hepsi aynı içgüdülerin
esiridir; bütün bu rolleri aynı zamanda oynayan (…) insanın içinde doymak nedir
bilmeyen bir tutku, bir harislik vardır. (s. 18)
Gayesine ulaşamayan bir kuvvet kadar acı
bir şey yoktur.
Balzac dünyayı, şu karmaşık evrene bir
anlam kazandıran (…) tek bir tutkuya saplanıp kalanları anlatmıştır bize.
Tutkulu insanlar ne sağa bakarlar ne sola.
Birbirlerini anlamazlar.
Kendini tek bir şeye vermiş olan
insanlardan biri, tesadüfen başka bir şeyin çekiciliğine kapılacak olursa (…)
işi bitmiş demektir.
Balzac’ın kendisi de (…) o büyük
monomane’lardan biridir.
İçerisinde dilediği gibi at koşturduğu (…)
kendine ait bir dünya… Gerçek, onun yanından geçip gitmekte ama o elini bile
uzatmamaktadır.
Akşamın saat sekizinde (…) yatıp dört saat
uyuyor ve gece yarısı kalkıyordu.
Saatlerce ateşli bir coşkunluk içerisinde
yaşıyor…
Gerçekle hayali birbirinden ayırt
edemiyordu; gerçek dünya ile hayal ettiği dünya arasında kesin bir sınır
çizemiyordu. (s. 26)
Duyular çocuklar gibi akılsızdırlar.
Yeter ki beslensinler.
Olağanüstü bir iradeye sahip olan Balzac,
kendisinin olmayan şeyleri kendi malı haline getirebiliyordu (…) kitaplarının
iksirinde de hiç şüphesiz hayatın bütün zevklerini tatmış…
İş hayatında başarılı olup olamayacağını
denemek istemiş…
Terketmiş olduğu tutkunun kıskançlığı
“kendini bütünüyle vermiş olduğu sanatın kıskançlığı” ondan amansız bir şekilde
öç almıştır.
Gerçek hayatta içerisinde bulunduğu
durumları değil, kendi yarattığı durumları sevmektedir.
Balzac için her insan yüzü çözülmesi
gereken bir bilmecedir.
Balzac gerçekten de ansiklopedik bilgi
birikimine sahiptir.
İnsanlık Komedyası bir iç plandan
yoksundur.
Balcaz’a göre hayatın nasıl bir planı yoksa
eserinde de aynı şekilde belli bir plan yoktur.
Dickens
Deha ve gelenek Dickens’te çatışmaz.
İngiliz sanatkâr, bir Alman ya da
Fransızdan daha fazla kendi ırkına bağlıdır.
İngiliz geleneği kuvvetli, en sağlam, ama
aynı zamanda sanat için en tehlikeli geleneğidir. Tehlikelidir çünkü en içten
pazarlıklı olanıdır.
Shakespeare bir hareket, irade ve enerji
yüzyılının oğludur.
Dickens ise burjuva İngiltere’nin
sembolünden başka bir şey değildir.
Var olan şeyleri övmeli, daha öteye
gitmemeliydi.
Sindirimi kolaylaştırıcı bir sanat,
Dickens, kendi çağının sanat ihtiyacını
dile getiren bir sanatkârdır. (s. 55)
Zor bir çocukluktan sonra Dickens
parlamentoda stenograf olmuş, denemeler yazmağa çalışmıştır. Bunu (hobi veya
zevk olarak değil) daha fazla para kazanmak için yapmıştır.
Bir yayınevi Dickens’ten tenkitler
yazmasını istedi.
Dickens’de bu işi kabul etti.
Pickwick Club’un ilk fasikülleri görülmemiş
bir başarı kazandı. İki ay kadar bir zaman içinde “Boz” milli bir yazar olarak
anılmaya başlandı.
İngiliz geleneğinin burjuva zevkinin esiri
olmuş,
Duyduğu tatmin, sanatkâr olarak gücünü
engellemiştir. (s. 57)
Balzac’ın kahramanları dünyaya hükmetmek,
Dostoyevski’nin kahramanları ise dünyayı aşmak isterler.
Dickens’te ise insanların hepsi alçakgönüllüdür.
Dickens’in kahramanları yılda yüz İngiliz
lirası kadar gelir, sevimli bir kadın, bir düzine çocuk, sevgili dostlar için
hazırlanmış güzel bir sofra, Londra’nın civarında penceresinin önü yemyeşil bir
kır evi, küçük bir bahçe ve bir parçacık mutluluk… Bir bakkalın ya da küçük bir
burjuvanın idealidir bu. Dickens’in romanlarında da bunlar vardır, daha fazlası
değil.
Dickens’in tasvir kabiliyeti okuyucunun
hayal gücüne hiçbir serbestlik tanımaz.
Her şeye onun gözleri ile bakmak zorunda
kalırız.
Dickens, kahramanlarını belirgin bir hale
getirir (…) onları sembol haline sokar.
Dickens’in kahramanları söz konusu olduğu
zaman resimler, Dostoyevski’nin veya Balzac’ın kahramanları söz konusu
olduğunda ise musiki gelir aklımıza; çünkü Dostoyevski ve Balzac sezgi ile
yaratırlar, Dickens ise yalnızca taklitle. Onlar ruhun gözü ile yarattıkları
halde Dickens bedenin gözü ile yaratmaktadır.
Birçok defa trajedi yazmağa çalışmış ama
hiçbir zaman melodramı aşamamıştır.
Dickens romanlarında (…) korkunç olan ve
insana dehşet veren her şeye başvurur. Ne var ki, yaratmak istediği o yüce
ürperme hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmez. Sathi bir ürperme, korkudan ileri
gelen fizik bir refleksten başka bir şey değildir bu, ruhun ürpertisi değildir.
(s. 71)
İngiliz romanının duygusal geleneği
iradenin trajediye kadar gitmesini önler.
Dickens’in eserleri İngiliz olmayan için
çok fazla ahlakidir.
Dostoyevski
Dostoyevski, ne düşündüğünü, ne yapmak
istediğini yalnızca eserlerinde dile getirmiştir.
Yalnızca gençliğinde birkaç dost
edinebilmiştir; olgunluk çağı boyunca tek başına yaşamıştır.
Tehlikeli şeylere düşkündü, kumar
tutkusunun peşi sıra sefahatin bütün karanlık yollarından geçti.
Dostoyevski fakir halkın ücretsiz tedavi
edildiği bir hastanede doğdu.
Yoksul bir işçi evinin dördüncü katında
öldü.
Yoksulluk, hastalık ve benzeri sıkıntılar
hiçbir zaman peşini bırakmadı.
Daha gençken ilk kitabıyla ünlü oldu.
(Kader) onu Sibirya’ya sürükledi. Bu
uçurumdan eskisinden daha güçlü çıktı. Ölüler Evinden Hatıralar’ı bütün
Rusya’nın başını döndürecek kadar ilgi uyandırdı.
Serbest kaldıktan sonra bir dergi çıkardı.
Maddi durumu iyice bozuldu.
Borçlar ve başka kaygılarla ülkesini terk
etti.
Avrupa’da dolaşıp durdu.
Puşkin’i anma konuşması, onu ülkesinin en
büyük yazarı, neredeyse peygamberi haline getirdi.
Dostoyevski’nin yüzü, bu yüzde güzellikten
eser yoktur.
Babası bir askeri doktordu. Soylu bir
aileden geliyordu. Annesinin ataları ise köylüdür.
Çocukluk diye bir şey olmamıştır onun
hayatında.
Hasta denebilecek kadar çekingen ve içine
kapanıktı.
Gecelerini çeviri yaparak geçiriyordu.
Bu kötü günlerin karanlığı içerisinde ilk
eseri Yoksullar’ı yazdı (1844). Henüz 23 yaşındaydı.
El yazısı metni şair Neksarov’a götürdü.
İki gün hiç ses çıkmadı. Sonra bir sabah sabahın erken saatlerimde kapısı
çalındı. Nekrasov’du gelen. Kapı açılınca Dostoyevski’nin kollarına atıldı.
Beyaz Geceler, Dostoyevski’nin hür bir
insan olarak, sırf bir şeyler yaratmak zevkiyle yazdığı son kitabıdır. Bundan
böyle yazmak onun için yalnızca para kazanmak, borçları ödemek demek olacaktır.
Eserlerini daha yazılmadan sattığı için
yazarlık mesleği onun için bir çeşit köleliktir.
Bir gece kapısı çalınır.
Subaylar ve kazaklar odaya dolarlar.
Tutuklanır, bütün yazılarına el konur. Tam dört ay St. Paul kilisesinde bir
hücrede kalır. Ne ile suçlandığını dahi bilmemektedir. Kurşuna dizilerek idam
edilecektir.
Dokuz arkadaşı ile birlikte hapishaneden
alındılar. Direğe bağlandılar. Gözleri birer bezle kapatıldı. Tam bu sırada
subayın biri, ölüm hükmünü Sibirya’da zindan cezasına çeviren çarın lütfunu
iletti.
Dört yıl boyunca meşeden yapılmış bir beş
yüz kazık ufkunu sınırlayacaktır.
Ağır suçlular, katiller ve hırsızlarla
birlikte yaşadı.
Uyuz bir köpek ve kanadı kırılmış bir
kartal yegâne dostlarıydı.
Yaralı ayaklarından zincirleri çıkardıkları
zaman artık aynı adam değildir. Sağlığı bozulmuştur, şanı da ünü de uçup
gitmiştir.
Sibirya’da birkaç yıl daha kalmıştır.
Sürgünde yapayalnız kıvranırken, hasta ve
acayip bir kadınla evlenmiştir.
Saint Petersburg’a döndüğü zaman büsbütün
unutulmuştu.
Dostları dağılıp gitmişti.
Sibirya’da günlerinin ürünü Ölüler Evinden
Hatıralar’ı Çar, gözyaşları içinde okumuştur.
Kardeşiyle birlikte bir dergi çıkardı.
Dergi çok başarılı oldu, başarının ödülü olarak dergisi kapatıldı.
Önce karısını ardından da erkek kardeşini
kaybetti.
Her iki ailenin borçları da üzerine kaldı.
Bir gece alacaklılardan kaçmak için evini
terk etti.
Bir şehirden başka bir şehre kaçtı.
Yanında stenograf olarak çalışan bir genç
kızla ikinci evliliğini yaptı.
Bir çocuğu oldu ancak sadece birkaç gün
yaşayabildi.
Isınabilmek için müzelere giderdi.
Çalışmak onun hem kurtarıcısı hem de
işkencecisiydi.
Çalışırken kendini vatanında hissediyordu.
Elli ikinci yaşındayken ülkesine dönebilme
hakkına kavuştu.
Puşkin’in yüzüncü doğum yıldönümü için
yapılan törene davet edildi.
İlk gün Turgenyev konuştu.
Ertesi gün söz sırası Dostoyevski’deydi.
Dinleyiciler duydukları heyecandan dize
geldiler önünde. Bütün öteki konuşmacılar konuşmaktan vazgeçtiler.
1881’de öldü.
Yaşadığı sürece unuttukları o büyük ölüyü
şimdi herkes görmek istiyordu.
Tören sırasında bir saat için bile olsa,
Dostoyevski’nin kutsal rüyası gerçekleşmişti: bütün Ruslar birleşmişlerdi.
İhtilal, cenaze töreninin hemen ardından
patladı. Üç hafta sonra Çar katledildi.
Sonsuzluğun önünde eğilmek
Wilde,
Her ikisi de kendilerini zindanda buldular.
Wilde orada ezilmiş, yıpranmış ve bitmiştir. Dostoyevski ise kızgın bir pota
içerisine atılmış bir maden parçası gibi şeklini bulmuştur.
Kömür ile elmas, aynı cevherden gelir.
Hastalık, son saatine kadar peşini
bırakmadı.
Çektiği acıya hiçbir zaman karşı gelmedi.
Bu konuda ağzından tek bir şikâyet çıkmamıştır.
Kumarda bir gerginlik söz konusuydu.
Kırmızı mı siyah mı, tek mi çift mi…
Mutluluk mu yoksa tam bir yıkılış mı?
Uzlaşma onun ateşli sabırsızlığının
katlanamayacağı bir şeydi.
Onu çeken şey kumardır, ya hep ya hiç…
Dostoyevski ahenge ulaşma özlemini
duymamaktadır.
Dostoyevski hiçbir zaman kurallara uygun
bir hayat yaşamayı düşünmemiştir.
Tolstoy ise bütün hayatı boyunca iyinin
kötünün ne olduğunu, iyi mi kötü mü yaşadığını bilmek için çırpınıp durmuştur.
Bunun içindir ki Tosltoy’un hayatı bizi eğiten bir kitaptır; Dostoyevski’ninki
ise bir sanat eseri, bir trajedi ve kaderdir.
Hayatına yön vermek değil, yaşadığını
hissetmek istemiştir. Kaderinin efendisi olmak değil, ona körü körüne kul köle
olmak istemiştir.
Balzac’ın kahramanları (…) tek bir maddeden
meydana gelmişlerdir. Belli özelikleri olan, belli tepkiler gösteren
unsurlardır bunlar. Bir insan olmaktan çok, insan haline gelmiş birtakım
yeteneklerdir; belli bir tutkuyu çok kesin, çok belirgin şekilde dile getiren
makinelerdir.
…yalnızca tek bir kuvvetle harekete
geçmektedirler.
Alman romanının kahramanında (…) birçok ses
birden konuşmaktadır.
…içinde birbiriyle çelişen birtakım
kuvvetler vardır.
…birliğe ulaşmağa çalışmaktadır.
Alman, her zaman birliği gaye edinmiştir.
Dostoyevski’nin kahramanları ise (…)
sonsuzluğa doğru yükselmek isterler.
Onların hüküm sürdüğü alan bu dünya
değildir.
…insanlar neyi istiyor, neyi arzu ediyor?
Mutlu olmayı, halinden hoşnut olmayı, zengin ve güçlü olmayı değil mi?
Dostoyevski’nin kahramanlarından hiçbiri bu
gibi şeylerin özlemini duymaz.
Merhamet ve adaletin bulunmadığı bir araf…
Yeni bir varlık korkunç acılar içerisinde
gelir dünyaya,
Dostoyevski’nin kahramanları (…) sosyal
benliği yok etmişler ve bir yana düşen kabuktan kelebekler gibi sıyrılıp
çıkmışlardır.
Balzac’ın kahramanları topluma galebe
çaldıkları anda zafere ulaşırlar; Dickens’inkiler ise sosyal sınıf içerisinde
(…) yerlerini aldıkları zaman başarı kazanırlar. Oysa Dostoyevski’nin
kişilerinin yönelmiş olduğu toplum sosyal değil dinîdir; onlar topluma
katılmayı değil, evrensel kardeşliğe ulaşmayı gaye edinmişlerdir.
Gerçek insanlar acı çekmişlerdir.
Acı çeken bir insana duyduğumuz merhamet
onu kardeşimiz haline getirir.
(Natüralistler mantıksal indirgemecidirler,
Dostoyevski ise aklın derinliklerini açığa çıkarır)
Dostoyevski insanı taşkınlık hali
içerisinde kendi imkânlarının aşırı sınırlarını aşmak istediği bir sırada ele
almaktadır. Ölçülü ve ahenkli olan her şeyden nefret etmektedir.
Yarattığı kişilerin varlığını
hissedebilmemiz için onları konuşturması ve işitmesi gerekmektedir.
Dostoyevski (…) uzun uzun bilgiler vermeğe
kalkmaz; başkalarının yüzlerce ayrıntı üzerinde durduğu durumlarda tek bir
ayrıntıya işaret etmekle yetinir.
En gerçek hayatı dile getiren bu eserler
nasıl oluyor da yaşadığımız hayatla ilgili değilmiş gibi görünüyor?
Dostoyevski’de ise tabiat diye bir şey
yoktur.
Dostoyevski’nin evreni yalnızca insan
portrelerinden meydana gelmiştir.
Dostoyevski’nin alanı tabiat değil insan
ruhudur.
Dostoyevski’nin evreni (…) gerçeği aşan bir
rüyadır.
Ölüler ülkesinde yaptığı yolculuktan dönen
Odysseus gibi, o da bize ruhun cehennemini anlatmaktadır.
Homeros’tan beri insan tek bir nitelikten
ibaretmiş gibi görülüyordu: Odysseus kurnazdı, Achilleus cesurdu, Aias
öfkeliydi…
Hamlet problematik bir karakterin ilk
örneğidir.
O artık hareket ederken düşünen, düşünürken
kendi kendini gerçekleştiren bir yaratıktır.
Dostoyevski’de ruh bir kaostan başka bir
şey değildir.
Kendini beğenmişlikleri, aslında, gizli bir
çekingenliği veya sıkılganlığı; kinleri, içe atılmış, saklanmış bir aşkı,
aşkları ise gizlenmiş bir kini ifade eder. Her karşıtlık başka bir karşıtlığa
yol açar.
Arzudan zevk duyarlar, zevktense
tiksinirler veya nefret ederler.
Sevgi, Dostoyevski için, hayatın ilkel
unsuru değil, belli bir aşamasıdır.
Dostoyevski için, sevgi, bir mutluluk, bir
ahenk değil, daha yüce bir alana aktarılmış bir mücadele, içimizdeki ebedi
yaranın verdiği şiddetli bir ıstıraptır.
Dostoyevski’nin kahramanları bütün ruhları
ve bütün bedenleri ile sevmeyi beceremezler; ya ruhları ile severler ya da
bedenler ile…
Nastasya Filipova, Mişkin’i, o tatlı
meleği, manevi bir aşkla sevmektedir.
Bogojin’i de cinsel tutkuyla…
Gruşenka, kendisini baştan çıkaranı hem
sevmekte hem de ondan nefret etmektedir.
Dimitri’sine tutku ile bağlıdır.
Alyoşa’ya ise saygı ile, Delikanlı’nın annesi,
ilk kocasını minnettarlık duygusu ile sevmektedir; Versilov’u ise kölece bir
bağlılıkla…
Dostoyevski’de sevgi, kinin, merhametin,
öfkenin, şehvetin değişik şekilleri altında çıkmaktadır karşımıza.
Dostoyevski’nin erkek kahramanı,
bakışlarını bir kadına doğru çevirmek için değil, başı dik bir şekilde
Tanrısına doğru gitmek için ayağa kalkar gibidir. Onun trajedisi kadın-erkek
ilişkisini aşmaktadır.
“Tanrı, hayatım boyunca azap verdi bana.”
Dostoyevski’nin sırrı budur.
Tanrıya ihtiyaç duymakta ama ona
ulaşamamaktadır. (s. 195)
Avrupa’daki her türlü fikri, gübre yığınına
atılacak solmuş bir demet çiçek gibi görmektedir.
Hayatın anlamından çok hayatın kendisini
sevmek gerekir.
Hayatı sevmeyi ancak acı çekerek
öğrenebiliriz.
Onarılamayan biricik felaket ölmektir.
En çok acı çeken kimse, en çok
bilendir.
---
Türkçeleştiren: Ayda Yörükân
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
3. Baskı, 1992
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder